Yeni Üyelik
7.
Bölüm

7 • Ağlamak Zayıflığı •

@sukunettekelimeler

Gözyaşlarının zayıflık belirtisi olduğunu kim ortaya attıysa epey yanılıyordu. Çünkü onlar tam tersine, insanı güçlü kılıyordu. Hele de Allah için akmışsa, yüreği yıkamışsa...

🍂

Sol elinin parmakları arasında duran kaleminin arka tarafını farkında olmadan üst üste, bir ritim halinde masaya vuruyordu. Sağ kolunun dirseğini masaya dayamış, suratını avcunun içine almıştı ve üç dakika önce arkadaşının çözdüğü sorunun yanlış çıkan cevabının nedenini arıyordu. Çözümü tek tek incelese de nerede hata yaptığını anlamamıştı. Yorgun ve yılmış bir şekilde Engin'e baktı. "Bir hata bulamadım. Ben de olsam aynı şekilde yapardım. Cevap 180 işte."

Engin sinirli bir şekilde güldü ve test kitabını kendi önüne doğru çekti. "Cevaplarda hiç 180 yok ki!"

Zahid, hâlâ soruyu düşünmekten kendini alamayarak "Zaten hiç bize göre cevap anahtarı hazırlamıyorlar ki! Hep kendilerine göre!" diye mırıldandı öfkeyle. Bazen bir soruya çok kafayı takıyordu böyle. "Sen bir versene şu kitabı, soruyu şuraya yazıp tekrar çözmeyi deneyeceğim. Sen devam et sonra başka soruları çözmeye."

Engin test kitabını arkadaşına geri uzattı ve soruyu geçirdikten sonra geri aldı. Kırmızı kalemle sorunun başına bir işaret koyup diğerine geçti. Hocaya soracaktı etütten sonra.

Zahid hâlâ kalemini masaya vurmaya devam ederek düşünüyordu. Kütüphanede başka kimse olmadığı için rahat davranıyorlardı. Okuldan sonra pek kimse kalmıyordu çalışmak için. Engin'in çözümünü unutmaya çalışarak soruya yeniden farklı bir şekilde bakmaya çalıştı. Kalemini alıp en baştan çözmeye başladı. İşlemler alt alta sıralanırken kütüphanenin kapısı açıldı, içeride adım sesleri yankılanmaya başladı. Kapıyla aralarında kocaman bir kitaplık olduğundan öte taraf görünmüyordu, yani kimin geldiğini bilmiyorlardı. Zaten çok kişiyi de tanıdıkları yoktu. Bunu boşverip işlemlerin sonunu getirdiğinde heyecanla gözleri irileşti ve dudakları şaşkın bir gülüşle aralandı. Kalemi masaya sertçe koyup "Yok artık yaa! Oğlum sırf şurayı kaçırdığımız için kaç saattir uğraşıyoruz bir soruyla!" diye yüksek sesle söylenerek önündeki çözümü Engin'in önüne ittirdi.

"Yuh ya! İki saattir boşuna beynimiz yandı."

Engin'in de tepkisi ardından sandalye çekilme sesi geldi ve bir kaç adım sesi bunu takip etti. Adım seslerinin kendilerine doğru yaklaştığını anlayınca ikisi de hâlâ yalnızlarmış gibi normal konuştuklarını fark edip suratlarını ekşiterek birbirlerine baktılar. Birini rahatsız etmişlerdi belli ki. Görüş alanlarına tanıdık bir silüet girmişti neyse ki. Bu onları rahatlattı.

Sevtap kollarını birbirine bağlayıp ikisine de meraklı gözlerle baktı. Suratına sahte bir kızgınlık yerleştirip kaşlarını çattı ve gözlerini kısıp Engin ile Zahid arasında mekik dokuyan bakışlarını en son olarak bir kitapta durdurdu. "Hayır yani bilmiyorsanız söyleyeyim, burası kütüphane arkadaşlar. İsterseniz çekinmeyin, bağırarak konuşun."

Zahid, kızın oyununa ayak uydurup suratına hüzünlü bir ifade kondurdu. "Çok özür dileriz hanımefendi. Biz gıcık bir matematik sorusuna öyle dalmışız ki! Hepsi test kitabının suçu. Yine de vereceğiniz cezaya razıyız."

"O zaman size ceza olarak yapamadığım soruları getirebilir miyim?"

"Tabiki."

Zahid'in yanıtı üzerine Sevtap az evvel oturduğu masaya gidip kitabını ve kalemini aldı, onların yanına geri gelip bir sandalye çekti ve oturdu. Kenarını kıvırdığı sayfalardan birini açıp kitabı ileri doğru itti. Zahid kitaba doğru hamle yaptı, konuyu görünce yüzünü ekşitti. "Matematiği sevsem de köklü sayılarla bir türlü aramı düzeltebilmiş değilim. Bu soruları Engin arkadaşımıza paslıyorum."

Engin kitaba uzanıp önüne çekti ve işaretli sorularla uğraşmaya başladı. İlk soruyu çözüp kıza anlattıktan sonra diğeriyle uğraşmaya başlamıştı ki onun beklediğini fark edip durdu. "Sevtap, ben çözerken sen başka bir şeyler çöz istersen. Boşuna zamanın gitmesin."

Kız "Tamam, mantıklı." deyip az evvel oturduğu masaya geri döndü ve türkçe kitabını alıp geldi. Kitabı açıp sayfaları çevirdi, çözmek istediği teste geldiği sırada Engin'in "Yaptım." deyişini işitti. Dikkatini aralarına doğru ittirilen kitaptaki soruya verdi ve kalemin ucuyla gösterilen yerleri takip ederken bir yandan da Engin'in açıklamasını dinledi.

"Anladın mı bu kısmı?"

"Hıhı, anladım."

Engin başını sallayıp bir diğer soruyu parmağıyla işaret etti. "Diğeri de bu mu?" Sevtap "Evet." deyince kitabı tekrar önüne çekti ve soruyla uğraşmaya başladı. Kız da bu sırada cümlelerdeki ünsüz yumuşamalarını sayıyordu.

"Çay alacağım. Siz ne içersiniz?" Zahid aniden ayağa kalkıp onlara bakmıştı.

"Ben de çay alayım."

"Ben de."

"Şeker?"
Engin'in şeker kullanmadığını bilse de Sevtap için sormuştu bu soruyu. Zaten yanıt veren de yalnız kız olmuştu. "İki şeker." Zahid başını sallayıp kütüphaneden çıktı ve kantine indi. Ufak bir tepsiye üç çay, beş şeker koyup bir de bisküvit aldı. Cebinden on lira çıkarıp uzattığı sırada "Benden alın lütfen." diyerek kantinde çalışan kadına elindeki parayı uzattı öğretmeni.

"Hocam, teşekkürler, gerek yoktu."

"Gerek olduğu için değil, içimden geldiği için oğlum. Ee, bu üçüncü çayın sahibi kim? Birininki Engin, onu biliyoruz."

Zahid, kadına gülümsedi. "Sevtap."

"Sohbet mi ediyorsunuz yoksa ders mi çalışıyorsunuz bakalım?"

"Matematik soruları ile savaşıyoruz hocam."

Kadın gülmüştü. "Süper, kim kazanıyor peki?"

"Bu savaşta bir kazanan olduğunu hiç sanmıyorum hocam. Hem galibiyet hem mağlubiyet dolu bir savaş bu."

"İşte benim öğrencim!" deyip samimiyetle baktı kadın, Zahid'e.

"Ben çaylar soğumadan götüreyim, müsadenizle."

"Götür bakalım. Kolay gelsin. Ha bu arada, bir ara yanına gel Zahid. Uzun zamandır konuşamadık, biraz sohbet edelim. Ben hâlâ senin hem İngilizce öğretmenin hem de Handan yengenim."

Tebessüm edip başını salladı ve "Biliyorum hocam, teşekkürler. Gelirim." deyip kantinden ayrıldı. Kütüphaneye geri geldiğinde arkadaşları hâlâ sorularla boğuşuyordu. "Beş dakika ara gençler." deyip tepsiyi masaya koydu ve yerine oturdu. Herkesin önüne çaylarını koyup bisküvit paketini yırttı, ortaya koydu.

"Sen neden kaldın bugün, Sevtap?"

Zahid'in sorusuna cevap verdi kız. Az evvel aynı cümleyi Engin'e de kurmuştu. "Bugün bize teyzemler kamaya gelecek. Eve gidince o ortamda ders çalışmam imkansız. Ben de biraz çalışıp giderim diye düşündüm."

Zahid, anladığını belirtircesine başını sallarken bir yandan da "Hıı, iyi yapmışsın." deyip bir bisküvit ısırdı. Bakışları arkadaşına takılınca hâlâ soruyla uğraştığını fark etti. Bir yandan çayını içiyordu. "Engin, beş dakika ara ver kardeşim. Ölmezsin."

Dikkatini sorudan ayırmadan "Bir dakika, şunu bitireyim. Yarım kalmasın." diye mırıldandı Engin. Bir kaç saniye sonra "Hah! Bitti." deyip arkasına yaslandı rahatça. "Ama bir tane soruyu ben de yapamadım, sen bir bak Zahid."

"Bakarım." deyip çayından bir yudum aldı. "Bu arada, Handan hoca ısmarladı gençler, bana bırakmadı. Onun kesesine bereket dersiniz artık."

"Sağ olsun. Allah razı olsun." deyip şalının önünü düzeltti Sevtap. Engin de "Amin." diyerek eşlik etti ona.

Çayları içip biraz daha ders çalıştıktan sonra toparlandılar. Boş karton bardakları ve bisküvit paketini alıp çöpe attı Sevtap. Zahid de "Ben tepsiyi kantine geri götüreyim. Bahçede görüşürüz." deyip alt kata indi hızlı adımlarla. Zahid tepsiyi geri bırakırken kantindeki abla bir bardağı düşürüp kırmış, toparlamaya çalışıyordu. Kadına yardımcı olmak için arka tarafa geçip cam kırıklarını toplamaya başladı. Kadının duasını aldıktan sonra iyi akşamlar deyip bahçede kendini bekleyen arkadaşlarının yanına döndü.

Dışarıda rüzgar vardı ve hava serindi, üşütüyordu. Engin'in elleri cebinde, olduğu yerde titrememek için dişlerini birbirine bastırıyordu. Sevtap da pek farklı değildi. Montunu kapşonunu başına geçirmiş, atkısını dolamıştı suratına.

"Zahid döndüğünde bizi birer buz kütlesi halinde bulabilir."

Engin'in cümlesine "Kesinlikle!" diye karşılık verip sağa sola sallanmaya başladı kız. Neyse ki bir kaç dakika içinde gelmişti. Kapıdan çıkar çıkmaz suratına vuran sert rüzgar Zahid'i şaşırtmış, "Ovv! Buz gibi!" diye sesli bir şekilde tepki vermesine sebep olmuştu.

"Evet, çok soğuk. Oyalanmadan gidelim."

Büyük adımlarla yürümeye başladılar. Okulun bahçesinden çıkıp ana caddeye, oradan da kendi mahallerine doğru gidiyorlardı. Zahid sonunda zihninden geçirdiği kelimelerin istemsizce diline tezahür ettiğini fark etti. Peş peşe bir kaç kez "Üşüdüm üşüdüm üşüdüm..." deyip nefesiyle çıkan buharların havaya karışmasını seyretti.

"Şehri yakayım."

Engin'in yanıtı Sevtap'ı bir süre güldürmüştü. "Ne kadar romantiksiniz siz öyle." deyip arkadaşlarına baktı ve içinin biraz ısındığını fark etti. "Düğününüze beni de çağırmayı unutmayın. Yalnız, hiç de fark ettirmiyorsunuz şehri bile yaktıran bu büyük sevdanızı."

Zahid ve Engin de gülmüştü fakat cevap veren Zahid oldu. "Çağırırız tabi Sevtap, ayıp ettin. Hem asıl büyük sevdalar öyle kimsenin gözüne çarpmadan, sessiz sakin, hatta bazen kelimelere vurulmadan yaşanıp gidiyor! Bizimki de gerçek aşk işte, ne yaparsın. Engin utanmasın diye saklıyoruz. Kendisi bu konularda biraz çekingendir, bilirsin."

Engin gözlerini devirip ona baktığında daha çok sırıttı Zahid.

"Bilirim." diye onayladı onu Sevtap.

Bir süre sessizce yürüdükten sonra Zahid "Ben burada ayrılıyorum sizden gençler, görüşürüz. Allah'a emanet." deyip yol ayrımında durdu.

"Eve gitmiyor musun? Niye burada ayrılıyorsun?" Sevtap'ın masumane sorusuna yalnızca "Eve gitmiyorum." deyip cevap verdi, neyse ki kız da üstelemedi ve Zahid vedalaşıp ayrıldı. Cami'nin yolunu tuttu.

Camiye girip üst kata çıktı, eşyalarını koyduğu köşeye gidip oturdu ve derin bir nefes verdi. Biraz soluklandıktan sonra kenarıda duran kitabı alıp yarın akşam vereceği sahabe sohbeti için son kez kitaba göz gezdirmeye başladı.

"594 veya 595'te Mekke'de doğdu. Babası Hz. Hatice'nin kardeşi Avvâm b. Huveylid, annesi Resûl-i Ekrem'in halası Safiyye bint Abdülmuttalib'dir.
Zübeyr b. Avvâm çocukluğunun büyük bir kısmını Resûlullah'ın çocuklarıyla birlikte geçirdi. Babası çok küçükken vefat ettiğinden annesi onu kendi akrabaları olan Hâşimoğulları arasında büyüttü. Oğlunun eğitimi konusunda zaman zaman katı davrandığı için eleştirilmiş, ancak kendisi onun iyi yetişmesi için böyle yaptığını söylemiştir. Zübeyr'in putlara hiç tapmadığı, Câhiliye inanışlarına meyletmediği, İslâm'a davetin ilk günlerinde on altı yaşında iken dört, beş veya yedinci müslüman olarak İslâmiyet'i kabul ettiği, bunda Hz. Ebû Bekir'in etkisinin bulunduğu nakledilir.

Müslümanlığı kabul etmesine önce amcası Nevfel b. Huveylid karşı çıktı; İslâm'dan vazgeçmediği takdirde kendisine şiddet uygulayacağına dair yemin etti; bir sonuç alamayınca onu bir hasıra sardı ve tavana astı, alttan ateş yakarak dumanıyla ona işkence etti, ancak Zübeyr inancından vazgeçmedi. Oğluna eziyet edildiğini öğrenen annesi Safiyye onu Nevfel'in elinden kurtardı.

Ok atmayı, kılıç kullanmayı ve ata binmeyi öğrenerek yetişen Zübeyr, Mekke döneminde İslâm adına ilk kılıç çeken kişi oldu. Evinde istirahat ederken dışarıdan gelen, Hz. Peygamber'in müşrikler tarafından öldürüldüğüne dair seslerle uyanmış, hemen kılıcını kuşanıp dışarıya fırlamış, yolda Resûl-i Ekrem'le karşılaşmış, telâşının sebebini soran Resûl-i Ekrem'e durumu anlatınca onun duasını almıştı. İslam'ın sıyrılan ilk kılıcıydı Zübeyr'in elindeki. Melekler bunu kayıtlara geçirdiler. Bu dönemde Hz. Peygamber, Zübeyr'i ilk müslümanlardan olan Abdullah b. Mes'ûd ve Talha b. Ubeydullah ile kardeş ilân etti. Müşriklerin müslümanlara karşı baskısı artıp Habeşistan'a hicret izni verilince Zübeyr ilk kafileyle oraya gitti. Ardından müşriklerin iman ettiği yolunda bir haberin yayılması üzerine geri döndüyse de haberin asılsız olduğunu anlayınca Zem'a b. Esed'in himayesinde Mekke'ye girdi. Ancak baskıların artarak devam etmesi üzerine ikinci defa Habeşistan'a hicret etmek zorunda kaldı.

Bu sırada Habeşistan'da Necâşî Ashame'ye karşı bir ayaklanma meydana geldi, ayaklanmayı bastırmak için yapılan savaşta Zübeyr Ashame'nin yanında yer aldı. Galibiyetle sonuçlanan savaşın ardından kendisine kıymetli bir mızrak hediye edildi, o da bu mızrağı dönüşünde Resûl-i Ekrem'e verdi. Mekke'ye ise hicretten kısa bir süre önce döndü, Esmâ bint Ebû Bekir ile evlendi ve ticaretle uğraşmaya başladı. Bu maksatla gittiği bir Şam seyahatinden dönerken Medine yakınlarında Medine'ye hicret eden Hz. Peygamber ve Ebû Bekir ile karşılaştı, kendilerine beyaz renkli elbiseler hediye etti. Hemen Mekke'ye dönüp bazı işlerini gördükten sonra o da Medine'ye gitti. Resûlullah onu ensardan Seleme b. Selâme b. Vakş veya Kâ'b b. Mâlik ile kardeş ilân etti. Hz. Peygamber, şehre geldiğinde atından başka bir mal varlığı bulunmayan Zübeyr'e Nakī' bölgesinde tarım yapılmayan bir araziyi tahsis etti. O da bir yandan bu araziyle uğraşırken bir yandan da Bakī' çarşısında kasaplık yaptı.

Zübeyr, Medine'de de Resûl-i Ekrem'in yakın çevresinde yaşadı, onunla birlikte bütün savaşlarda bulundu. Bedir Gazvesi'ne katılan üç süvariden biri olup büyük yararlılıklar gösterdi. Resûlullah, Bedir'de müslümanlara yardıma gelen Cebrâil ile diğer meleklerin başlarında Zübeyr b. Avvâm'ın sarığına benzeyen sarıklar gördüğünü söylemiştir. Savaşın en karışık anında Hz. Peygamber'in çevresini sarıp onu müşriklere karşı koruyanlardan biri de Zübeyr'dir. Savaştan sonra Resûl-i Ekrem, Ebû Bekir ile birlikte Zübeyr'i yetmiş kişilik bir birliğin başında müşrikleri takiple görevlendirdi. Hendek Gazvesi'nde kuşatmanın ilk günlerinde müşriklerin cengâverlerinden Nevfel b. Abdullah el-Mahzûmî ortaya çıkıp meydan okuduğunda önce karşısına kimse çıkmadı, fakat ardından Zübeyr b. Avvâm onunla çarpıştı ve kazandı.

Bu esnada Benî Kurayza yahudilerinin müslümanlara ihanet ettiği haberi gelince Hz. Peygamber, haberi teyit etmek için birinin oraya gidip durumu araştırmasını istediğinde herkesten önce Zübeyr bu göreve talip oldu. Efendimiz kimin gitmek istediğini üç kere sormuş, cevap ondan gelmişti. Bir savaşın üzerindeyken yeni bir savaşı göze almıştı. Işte o mübarek söz bunun üzerine söylenmişti : Resûlullah, "Her peygamberin bir havârisi (yardımcısı) vardır, benim havârim de Zübeyr'dir!" buyurdu.

Mekke'yi fethetmek için yola çıkan İslâm ordusunun kumandan ve sancaktarlarından biri de Zübeyr'dir. Savaşlarda bir çok yara almıştır. Yaraları meşhur olmuştur Zübeyr'in. İyileştikten sonra bedeninde bu yaraların çukur halinde izleri kaldı. Oğlu Urve, babasının vücudundaki bu izlerden söz ederken küçüklüğünde onlara parmaklarını sokup oynadığını söylemiş, bir başkası da bunların göz çukuru şeklinde olduğunu ifade etmiştir.

Hz. Ömer'in vefat ederken halife adayı olarak tavsiye ettiği altı kişiden biri olan Zübeyr, Hz. Osman döneminde başta Taberistan'ın fethi olmak üzere çeşitli seferlere katıldı. Fakat bu dönemde daha çok ticaret ve ziraatla meşgul oldu. Önemli kişiliği dolayısıyla, fitne olaylarının başlamasından sonra art niyetli bazı kimseler onun dilinden Hz. Osman'a karşı harekete geçilmesi yolunda mektuplar uydurdu; Zübeyr, bu tür mektuplarla bir ilgisi bulunmadığını açıkça belirttiği gibi isyancılar tarafından kuşatıldığında oğullarını halifeyi korumakla görevlendirdi. Hz. Osman'ın şehâdetinin ardından Hz. Ali'ye biat etti ve ondan halifeyi şehid eden âsileri yakalayıp cezalandırmasını istedi; şehirlerin valilerini değiştirmede acele etmemesini söyledi. Fakat tavsiyelerinin dikkate alınmaması ve isyancıların Medine'yi terketmemesi üzerine halifeden izin alarak Talha b. Ubeydullah ile birlikte umre yapmak için Mekke'ye gitti.

Cemel Vak'ası diye anılan savaşın hararetli anlarından birinde Hz. Ali, Zübeyr b. Avvâm ile karşılaştı. Hz. Ali "Hatırlar mısın, bir gün Resulullah ile birlikte gidiyorduk. Sana rastlamıştık. Resullah sana 'Sen bir gün Ali ile haksız yere savaşacaksın!' demişti." dediğinde Zübeyr bin Avvam "Evet hatırladım. Bunu daha önce hatırlasaydım bir adım atmazdım yerimden. Allah'a ant olsun ki seninle savaşmam ben!" demiştir. Aralarında geçen bu konuşmadan sonra Zübeyr Medine'ye dönmek için savaş alanını terketti. Yolda oğlu Abdullah ile karşılaştı, oğlu onu vazgeçirmeye çalıştı fakat o şu şiiri okuyarak uzaklaştı yanından:

"Allah katındaki sonucundan korktuğum işleri bırakmak,
din için de dünya için de daha güzeldir bana."

Onun tek başına uzaklaştığını gören Benî Temîmli Amr bin Cürmûz birkaç arkadaşıyla birlikte Zübeyr'in peşine düştü. Vâdissibâ' denilen yerde kendisine yetişti ve namaz kıldığı sırada secdedeyken onu şehid etti. Haberi Hz. Ali'ye götürmek için gittiler. Halifenin huzuruna çıkmak için izin istediğinde Hz Ali "Cehennemi müjdele ve getir!" dedi. İbn Cümûz getirildiğinde ona şöyle söyledi : "Safiyye'nin oğlunu öldürene cehennemi müjdele! Resulullahtan şöyle işitmiştim : 'Her Peygamberin bir havarisi vardır, benim havarim Zübeyr'dir.' "

Kitabı kapatıp kenarı koydu ve başını duvara yaslayıp gözlerini yumdu. Nerede olduğunu, burada ne yaptığını, neden tüm bunları yaşadığını düşündü. Canı yanıyordu. Sanki dünyanın yükünü kaldıramayacaktı. Dünya ona göre değildi, hayata bir türlü ısınamamıştı. Sevdiği bir kaç insanla birlikteyken her şey güzeldi ama yalnız kalınca sorgulamaya başlıyordu her şeyi. Neydi anlamı? Ne arıyordu bu camide, bu sokakta, bu şehirde, bu dünyada? Yorgunluk yüreğine dek sızıyordu. Damarlarından akıyordu sanki kan yerine, yorgunluk. Yaşamak yorgunluğu.

Yutkundu, adem elması oynadı. Boğazındaki sızı yüreğindekine eşlik etti. Kirpiklerine asılı kalan bir kaç damlanın yanaklarına düşmesini hissetti. Soğuk suratına sıcak gözyaşları vuruyordu. Kalbinin de yanakları gibi ıslanabilmesini diledi ama başaramıyordu. Bu ağlayış bile kaç zamandır ertelenmiş bir ağlayıştı. Düşündü de, ağlamak gerçekten zayıflık mıydı? Çünkü o, ağlayamadığında içine binen o tarifsiz ağırlık ile daha zayıf hissettiğine emindi.

Bir süre öyle durdu, sonunda içindeki gürültüleri susturup parmak eklemlerini göz altlarında gezdirdi. Çantasından mavili şalı çıkarıp üzerine aldığı sırada merdivenlerden gelen sesi işitti ve bir kadının gelmiş olabileceğini düşünüp gerildi. Ama bu saatte bir kadının gelmesine de ihtimal vermiyordu. Emin olmak için bir kaç saniye bekledi, bakışları merdivenin sonunda ulaşılan ayakkabılıkların önünde bekliyordu. Sonunda gördüğü kişi ise caminin imamıydı. Son bir kaç gündür aşağı inip namaz kılıyordu. Zaten camide yaşadığı için de adamı yeterince görüyordu etrafta. Bir gün yaşlı bir adamla konuşurken imamın o olduğunu öğrenmişti. Aniden sıcak bastı, kalbi hızla çarpmaya başladı ve gerildi...

İsmi Kerim olan 35 yaşlarındaki imam ona doğru yürüyordu. Bakışları çoktan birbirini bulmuştu. Zahid ne yapacağını bilemeyerek şaşkın ve stresli bakıyordu. Adam ise gayet normal görünüyordu. Aralarında bir kaç adım kala imam durdu, tıpkı Zahid gibi yere oturup bağdaş kurdu. "Selamünaleyküm, Zahid."

İsmini nereden bildiğini merak ederek "Aleykümselam." diye cevap verdi genç çocuk.

"Sence de burası dışarıdan daha soğuk değil mi?"

Zahid, evet dercesine başını salladı. Bir yanı ürküyor, ters bir tepki almaktan korkuyor; diğer yanı ise herhangi bir suç işlediğini düşünmüyor ve cesur kalması gerektiğini söylüyordu. Bir kaç saniye sessizliği onun sorusu takip etti. "Adımı nereden biliyorsunuz?"

"Kitaplarının hepsinde yazıyor ismin, hatırladığım kadarıyla." deyip kaşları ile kenarıda üst üste dizili duran test kitaplarını işaret etti adam. "Burada kaldığının iki haftadır farkındayım. Ne zamandır burayı ev olarak kullanıyorsun?"

"Bildiğim kadarıyla bu bir suç değil?"

Zahid'in sert ve iddialı cevabı üzerine güldü adam. "Sakin ol Zahid, bir suçlama yapma niyetiyle sormadım zaten. Yalnızca merak."

Adamın gülmesi, ses tonu ve tavırları üzerine biraz rahatlayarak cevap vermişti Zahid. "Emin değilim ama bir ayı geçtiğini biliyorum."

Yavaşça başını salladı adam. "Sanırım bir kaç ay evvel anneni kaybetmişsin, Allah mekanını Cennet eylesin. Fakat baban hâlâ hayatta ve bir evin var bildiğim kadarıyla. Herkes de seni evinde sanıyor. Neden burada kalıyorsun?"

Kaşlarını çattı, az evvelki rahatlama yerini tekrar tedirginliğe bıraktı. "Bunları size kim söyledi?! "

Adam derin bir nefes alıp gerginleşen gence rahat olmasını işaret edercesine gözleri ve başıyla bir harekette bulundu. "Sakin ol Zahid. Konuşuyoruz işte. İkimiz de sorularımıza cevap alacağız, merak etme. Sana zarar vermek gibi bir niyetim yok."

"Tamam, cevap verin öyleyse."

"Burada kaldığını fark edince seninle tanışmak istedim. Bir süre buraya gidip gelişini takip ettim uzaktan. Seninle bir kaç gündür konuşmak istiyordum ama bir denk gelemedik. Erkenden kalkıp gidiyorsun, akşam geldiğinde de bazen ben olmuyorum bazen sen geç geliyorsun. Müezzin arkadaşa özellikle onun da farkında olduğunu fark ettirmemesini istedim çünkü önce ben konuşmak istedim seninle. Eşim hastalanınca da bir süre gelemedim. Burada kurduğun ufak alana baktım, kitabından ismini öğrendim. Okulunu da tabi. Gidip öğretmenlerinle görüştüm."

"Ne! Burada kaldığımı kimseye söylemediniz, değil mi!?"

"Söylemedim. Akrabanmış gibi konuştum yalnızca. Pek methettiler efendi bir çocuk olmanı ve başarını. Şimdi sıra sende, anlat bakalım neden burada olduğunu?"

"Uzun hikaye."

"Zamanım var."

İlkin emin olamasa da derin bir nefes alıp dilinden dökülen sözcükler kadarıyla açıkladı nedenini. "Annem öldü. Babam yok. O adama baba demek yalnızca alışkanlık benim için. Yani kalacak bir evim de yok. Ben de burayı seçtim."

Kaşlarını kaldırıp "Pek de uzun sürmedi." dedi adam. Zahid omuz silkti. Parmaklarını uzun sakalları arasında dolaştırdı imam. "Neden babandan kaçtın?"

Açık ve net soru karşısında sustu Zahid. Durmadan insanlara hayatındaki bu problemden bahsetmek istemiyordu ama her seferinde birileri onu köşeye sıkıştırıyordu sanki. Önce Ebuzer, sonra Mahir öğrenmişti. Şimdi sıra imamda mıydı?

"Bak Zahid, önce ben sana anlatayım. Ben küçükken babam bizi terk edip gitmişti. Annemin beni ne zorluklarla büyüttüğünü bir ben bir de Allah bilir. Sonra o adam bir gün çıkıp geldi. Ben lisedeydim. Ne yaptı etti, tekrar hayatımıza girdi. Bize iyi davrandı, sevdiğini hissettirdi, ilgilendi, pişmanlığını gösterdi kendince. Sonra hasta olduğunu öğrendik. Ameliyat olması için annem biriktirdiği tüm parayı harcadı. Ama bir gün ne oldu biliyor musun? Hepsinin bir oyun olduğunu yüzümüze vururcasına eşyalarını toplayıp yine gitti. Tek amacı ameliyat olabilmek için bizi kullanmakmış. İlk bırakışından bin kat daha acı verdi o bırakışı. Ameliyat yarası iyileşince benim mezuniyetime gelecekti güya. Futbol turnuvasında beni seyredecekti. Annemi hiç gidemedikleri bir tatile götürecekti. Tek yaptığı bizi yarı yolda bırakmaktı. Kullanıp attı kenarı. Bir süre zor yiyecek bulduk yemeye. Sonra sınava girdim, burs kazandım, üniversiteye başladım. İş bulup çalışmaya başladım. Allah yolumuzu açtı. Şimdi elhamdülillah bir eksiğimiz yok. Sıcacık bir ailem var. Babalar bazımıza yara olur Zahid. Benimki de yara oldu bana. Bunda anlatmaktan korkacak ya da çekinecek bir şey yok emin ol ki. Senin baban ne yaptı da yaran oldu bilmiyorum ama sana zihnime satır satır kazıdığım bir kitaptan bir kaç şey söylemek istiyorum :

Allah şer gibi görünen olayların içinde mutlaka bir hayır yaratır. Üstü açık bir bostan kuyusu gibi bekler durur kader. Göz gözü görmez bir gece yarısı cup diye içine düşeriz. Kül rengi bir boşluk sarar çevremizi... Hayatımızda elzem addettiğimiz şey ya da şeyler kader kuyusunun içine düşmüş, kadere teslim olmuştur. Kader aynı teslimiyeti bizden de talep eder. Bizim işimizse o kadar kolay değildir. Bakara suresi üçüncü ayette, müminler "Yu'minûne bil gaybi" yani gaybe, görünmeyene iman ederler diye tarif ediliyor. Başımıza gelen ama nefsimizin hoşlanmadığı olayların hayrının ne olduğu da gaybî bir bilgidir ve bu bilgi Mutlak Varlık'ın katındadır. Bu bilgiyi biz bilsek teslimiyetin bir kıymeti kalmaz. Her insan başına gelen musibetlerin hayatına katacağı hayrın ne olduğunu bilip görse, zorunlu olarak başına gelene ses çıkarmaz. O zaman da kalbini gerçekten Allah'a teslim edenle etmeyen arasındaki fark açığa çıkar mıydı sence? Bizden istediği O'na güvenmemiz, yaşadığımız hiçbir şeyin boşa çıkmayacağına inanmamız, yani gaybe iman etmemiz. (Mustafa Ulusoy) "

"Güzelmiş." deyip adamın resmen ezbere okuduğu satırlardan bir kaçının zihnine yerleşmesine izin verdi Zahid. ''Nasıl ezberlediniz bunu?''

''Hafızlık yaptım, ezberim iyidir.'' deyip gülümsedi adam. "Peki sen daha ne kadar burada kalmayı düşünüyorsun? Bir hayat böyle ne kadar sürer?"

"Ne kadar sürmesi gerekirse."

Adam derin ve seslice bir nefes aldı. "Sana bir teklifim var. Belki görüyorsundur, her vakit namaza gelen yaşlı bir amca var. Elinde bastonuyla gezer. Beyaz saçlı, beyaz sakallı, nur yüzlü bir amca. Harun ismi."

"Bilmiyorum, belki görmüşümdür. Ne olmuş o amcaya?"

"Yalnız yaşıyor. Kimsesi yok. Tek duası yanında bir ses , bir insan, bir arkadaş olması. Eski bir evde oturur, yalnız emekli maaşı var. Malı mülkü yok, varı yoğu o ev. Biraz huysuz olur bazen ama çok iyidir. Bir tanışın derim."

"Ne yani onunla mı yaşayayım?"

"Neden olmasın?"

"Tanımıyorum bile. Sizi bile tanımıyorum. Benden öylece güvenmemi beklemeyin. Bu dünyada sokaklarda neler dönüyor neler! Küçük olabilirim ama saf değilim."

"Haklısın. Senden zaten hemen güvenmeni beklemiyordum. Akıllıca olmaz da zaten bu. Sen sadece bir tanış, burada kalmaya devam et ama onunla da otur biraz sohbet et bahçede. Senin ve onun iyiliği için diyorum. Senin kalacak bir yere, onun da bir arkadaşa ihtiyacı var. Hem ondan öğrenilecek çok şey var, emin olabilirsin. Hayatı her türlü zirvede yaşamış biri kendisi. Sana ısınır da kendini ve geçmişini açarsa eğer, anlatırsa, anlayacaksın demek istediklerimi."

Bir süre sessizlik oldu. Zahid adamı dikkatle süzdü. Zihnindeki binbir düşünceyi sessize alıp sakinleşti. Adamın hayatını merak etmekten kendini alamadı. Az sonra yavaşça başını salladı. "Tamam, tanışırız. Tanışmaktan zarar gelmez."


Loading...
0%