Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8 • Yum Gözlerini •

@sukunettekelimeler

Geç kalmak basit görünürdü kimi zaman ama şakası olmazdı aslında bu işin, bu hayatta. Nice çiçekler yağmur geç yağınca solmuş, nice canlar geç kalmalar yüzünden hayata gözlerini yummuştu. Geç kalmamalıydı insan hiçbir zaman. Sormaya, cevaplamaya, dinlemeye, konuşmaya, tutması gereken eli tutmaya, atması gereken adımı atmaya, gelmesi gerekiyorsa gelmeye, gitmesi gerekiyorsa gitmeye geç kalmamalıydı. Yoksa alması gereken cevabı alamaz, vermesi gereken cevabı veremezdi. Duymaya ihtiyacı olanı duymadan yaşar gider, söylemeye ihtiyacı olanı içine gömüp göçerdi. Güç alacağı elden ırak kalır, yürümesi gereken yoldan uzak düşerdi. Gelince aradığını bulamaz, gidince yabancılaşan yolda kaybolurdu. Her sokakta ayrı bir çıkmaza râm olurdu.

🍂

Karanlığın kollarına sardığı sokakta, sokak lambalarının cılız ışığı altında hızlı adımlarla yürüyordu genç çocuk. Üzerindeki mavi şala sıkıca sarılıp burnundan aşağı kayan atkıyı düzeltti ve tekrar yukarı çekti. Siyah saçlarının üzerindeki şapka da soğuktan kulaklarını koruyordu. Atkıyı kendisine Hira vermişti. İkinci deneyimi olduğu için örgü hataları varmış falan filanmış ama bu Zahid'in pek umrunda değildi şayet atkıdaki ilmekleri incelemekten çok daha önemli işleri vardı. Tek yaptığı teşekkür edip bu ufak hediyeyi memnuniyetle kabul etmek olmuştu. İlk ördüğü atkının kimde olduğunu bir an merak etse de zihni diğer bir atkı meselesine kaydı aniden.

İki hafta evvel Engin ve Sevtap'ı bırakıp camisine gittikten sonra olanlar! Sevtap'ın evi daha yakın olduğundan onun evine önce varmışlar tabi ve Sevtap havanın keskin soğuğunu bahane edip atkısını Engin'e vermiş. "Ben zaten eve vardım, senin yolun daha uzun. Hasta olursan o sayıları kim karekökten çıkaracak?" diye itirazını reddedip arkadaşının boynuna sarmış. Engin'in nasıl karman çorman olduğuna ertesi gün tanık olup gülmekten kendini alamamıştı Zahid.

Yetişmek için adeta koşturduğu ufak buluşma zihnini tekrar ele geçirdi ve dikkati her şeyden uzaklaştı.

İşten, yani Süheyl beyin kitabevinden dönüyordu. Sahabe sohbetini Zahid'in yaptığı gün Süheyl bey de onlara katılmış, sohbetten sonra çocuklarla neşeyle biraz sohbet etmişlerdi. Çocuklar evlerine dağıldıktan sonra Mahir, Ebuzer, Engin, Zahid ve Süheyl bey kalmıştı geriye. Önce Süheyl bey gençlerin hepsine hayatlarının nasıl gittiğini sorup biraz onları dinlemiş, sonra da Zahid'e güzel bir teklifte bulunmuştu. Okuldan sonra ve hafta sonları gelip burada çalışabileceğini söylemişti ona. Konuşup anlaşmışlardı ve iki haftadır düzenli bir işi olduğu için hayatında biraz daha rahatlama olduğunu hissediyordu Zahid. Süheyl beye dua ediyordu aklına geldikçe. Kral adamdı doğrusu.

Zihninde kendi kendine konuşarak kat ettiği yolun sonuna gelmiş, caminin avlusuna nefes nefese girmişti. Bakışları etrafta gezindi, sonunda aradığını bularak gözlerinin içi aydınlandı. Bir ağacın altına konulmuş bankta, elinde bastonuyla oturuyordu yaşlı adam. Kendisine doğru yaklaşan genci görünce kaşlarını çatmıştı. Zahid hapı yuttuğunu düşünerek adama mahcup bir şekilde baktı. Hayatta ilk kez birinden çekiniyordu, o da bu yaşlı adam, Harun dedeydi. Bu durum hızlı bir açıklama yapma girişiminde bulunmasına neden olmuştu.

"Selamünaleyküm Harun dede. Vallahi dükkanı geç kapattık bugün, o yüzden geç kaldım."

Yaşlı adam anladığını belirtircesine başını salladı ve çatık kaşlarını normale döndürdü. Konuşurken yine dalıp gitmiş, bakışları göğe doğru yükselmişti.
"Ekmek teknen olmasaydı eğer sebep, görürdün sen evladım geç kalmanın sonuçları neler oluyormuş! Basit geliyor değil mi geç kalmak? Oysa öyle mühim ki! Hayat nice geç kalmalar nedeniyle bazı insanlara çekilmez olmuştur. Nice geç kalmalar kaç çiçeği soldurmuştur şu dünyada. Geç kalmalar böyledir işte. Yeri gelir, can bile alır. Hiç basit değildir geç kalmak. Sen sen ol, geç kalma Zahid. Hayatta hiçbir şeye geç kalma. Sorulması gereken soruları sormak için, verilmesi gereken cevapları vermek için geç kalma evladım. Atılması gereken adımları atmak için, tutulması gereken elleri tutmak için geç kalma. Söylenmesi gereken sözcükleri söylemek için, dinlenmesi gereken cümleleri dinlemek için geç kalma. Okunması gereken kitapları okumak için, gidilmesi gereken yerlere gitmek için geç kalma. Karar verme anında seçim yapmak için, gitmek zamanı gelince de gitmek için geç kalma."

Harun dedenin dudakları aralandı mı Zahid'in gönül penceresi aralanıyor, adamın sözcükleri ılık bir meltem olup içeri doluşuyordu sanki. Bazen içini üşüttüğü de oluyordu ama ısırdığı daha çoktu. Şimdi de adeta bir filozof gibi, hatta bir filozoftan daha öteye uzanan tecrübeleri ile ısıtmıştı içini. Isıtmıştı ama hafiften bir ürperiş de bırakmıştı içine.

"Yine çok güzel konuştun Harun dede ama sana bunları söyleten hikayenden bir parça bile hâlâ anlatmadın bana."

Yaşlı adam bastonunu gencin dizine doğru hafifçe vurdu. "Daha haketmedin. Hak edince ancak duyarsın."

"Ne zaman hak edeceğim Allah bilir! Ne yapıp da hak etmem gerekiyor, onu da söylemiyorsun ki be dede!"

Zahid'in şakaya vurup söylediği cümleyle Harun dede ciddiyete bürünmüştü. "Her şeyin bir zamanı vardır bu dünyada. Kader defterinin sayfalarına öyle güzel yazılmıştır ki her şey, görebilene tabi! Sen o yazılandan birini alıp bir saat öteye taşısan belki ne büyük felakete sebep olurdu insanın hayatında. Zamana inanırım ben evladım. Zamanı yaratanın onu nasıl eşsiz dağıttığını, her şeyi de nasıl onun içine uygun bir şekilde dağıtıp serptiğine tüm kalbimle inanırım. Beni bugün böyle yapan zamandır. Zamanın üzerimde bıraktığı izdir. Her nasip bir vakte esirdir ve vakti gelince kapılar sonuna dek aralanır, karşına çıkar yazılan. Neye ne zaman hazırsan en çok, o zamanı seçer gerçekleşecek olan. Ne önce ne sonra... Tam vaktinde! Ne yapman gerektiğine gelince, yalnız kendin ol Zahid. Kendin ol ama derinlerindeki kendin. Hayatın, bu sefil dünya düzeninin yahut insanların olmasını istediği ve olmaya ittiği kişi değil. Ruhunda saklı kişi ol. Tek tek bul, çıkar içinden asıl seni. Zaten çok uzak değilsin kendine, bunu görebiliyorum."

"Kendimim ya işte." demek istese de sustu, başını salladı yavaşça. Bir süre sessizlik girdi aralarına. Bu sırada akşam ezanı okunmaya başlamıştı.

"Haydi, namaza." deyip kalkmak üzere hareketlendi yaşlı adam.

"Ben abdest alıp geliyorum." deyip caminin içine doğru yolu adımlamaya başlayan yaşlı adama seslendi ve şadırvana doğru gitti. Soğuk su onu üşütse de geçen gün imam Kerim beyin abdestle ilgili yaptığı konuşma onu çok etkilediğinden ötürü hiç sızlanmadan abdestini aldı. Aksine keyif almıştı. Camiye doğru hızla yürürken bir an ayağı kaydı, betonu boylayacağına emindi. Bir ân bari abdestim gitmesin, bir yerim kanamasın diye bile düşünmüştü. Yara alacağına emindi. Fakat zaman ve kader, tıpkı Harun dedenin dediği gibi gerçekleşmesi gereken zamanda takılıyordu insanın yakasına. Birisi sertçe kolundan yakalayıp onu sıkıca tuttu, düşmesine son andan engel olup dengesini toparlamasına yardımcı oldu.

"Hoop!"

Zahid, dengesini toplayıp hafifçe yan döndü ve kendinden biraz uzun olan bir gençle karşılaştı. "Neredeyse düşüyordun kardeşim. İyi misin?"

Başını sallayıp "İyiyim." dedi ve çocuğun kahverengi gözlerine takıldı bakışları. "Sağ olasın."

"Ne demek. Allah korudu, verilmiş sadakan varmış."

"Eyvallah."

İçeriden gelen tekbir sesini duyunca ikisi de sözleşmiş gibi hızla içeriye girdiler ve saflarda yan yana durup imama uyarak namaz kılmaya niyet ettiler. Namazın ardından cemaatin bir kısmı erken çıkmış, bir kısmı hocanın duasını tamamen bitirmesini beklemişti. Bekledi Zahid, zaten gideceği yer en uzak üst kattı. Evi bu cami olmuşken nereye gidebilirdi ki?

Son olarak dua etmek için ellerini açtı, bir süre içinden konuştu ve istedi Rabbinden. Ama bir kaç dilekten öteye gidememişti. Dua ederken tıkanmasına sebep olan şeye canı sıkılarak amin dedi ve ellerini yüzüne sürdü. Camiye birlikte girdiği genç çocuk hâlâ dua ediyordu. Ne dua ettiğini merak etmişti en derinlerinde. Oturduğu yerden kalkıp kapının dışına doğru yürürken bir yandan da etrafta Harun dedeyi aradı gözleriyle. Yaşlı adamı birileriyle sohbet ederken görüp yanına doğru sessizce yürüdü, biraz ötede dikildi. Bir süre sonra Harun dedeyle konuşan adam tokalaşıp veda etti ve camiden çıkmak üzere yürümeye başladı. Adamın gittiğini fark edince dedenin yanına gelip "Allah kabul etsin Harun dede." dedi Zahid.

"Amin, amin Zahid. Cümlemizin ibadetlerini kabul etsin inşallah."

"İnşallah." diye mırıldandı genç çocuk. Bir kaç haftadır namaz kılıyor olsa da tam olarak hakkını vererek kıldığını düşünmüyordu. Bazen hissederek bazense yalnızca hareketlerde bulunarak huzurda durduğunu düşünüyor, bunun bir çözümü olup olmadığnı sorguluyordu. Biraz daha böyle giderse bu konuyu imam Kerim beye danışmayı düşündü.

"Allah kabul etsin Harun dede. Nasılsın?"
Yan yana saf tuttuğu kumral çocuk yanında dikilmiş, Harun dedenin eline uzanıp öpmüştü. Yaşlı adam çocuğu görünce epey mutlu olmuştu ve Zahid bunu fark edince biraz kıskanmaktan nedenini de merak etmekten kendini alamadı.

"Amin oğlum, bilmukabele." deyip çocuğun omzuna dokundu sevecen bir şekilde. Ardından iki gence de bakışları dokundu. "Siz tanıştınız mı?"

"Az evvel resmen olmasa da ufak bir karşılaşma geçti aramızda."

"Aynen. Arkadaş sağ olsun, beni düşmekten son anda kurtardı."

Yaşlı adam, Zahid'in anlam veremediği şekilde gülmüştü ve o gülüşün ardında ne anlam yattığını öyle merak etmişti ki genç çocuk. Adam sır küpü gibiydi! Ve gizemini korudukça Zahid'in merakını, ilgisini, dikkatini iyice üzerine topluyordu.

"Tanışın, birbirinize yoldaş olun. Bakarsın daha birbirinizi çok düşmeklerden kurtarırsınız! Belli mi olur? Dostluk, kardeşlik bir başkadır. İnsanı düştüğü yerden bir çok kez dostu kurtarır. Elini tutan odur. Derdine derman olmaya çalışan, sırtındaki yükü birlikte yüklenen dosttur. Yeri gelir, yalnız gözlerine bakar da konuşursun dostunun. O bakış içindeki tüm ağırlığı hafifletir. Yeri gelir kaybolursun, dostunun gözlerindeki parıltılar sana karanlıkta fener olur. Kanarsın, merhem olur. Hastalanırsın, şifa olur. Zayıf düşersin, kalkan olur. Dermansız kalırsın, kolunun altında derman olur. Her şey olur dost, her şey. Gerçek dost ise, neler olmaz ki birbirine insan! Yağmur olur, su olur, güneş olur, gök olur. Deniz olur, hava olur, soluk olur. Can olur insana, dost."

Zahid'in zihnine Engin, Ebuzer ve Mahir düşüvermişti. Engin ile yıllardır birbirine sıkıca bağlanmış bir düğüm gibiydiler, çözülmesi zor bir düğüm. Ebuzer ve Mahir'i tanıyalı daha dünya takvimlerinde yıl etmese de, onun ömür takviminde asırlara bedeldi. Yanındaki çocuğa doğru baktığında temiz yüzünde sıcacık aydınlanan gülümsemeyi görmüştü. Belki o da dostu olurdu Harun dedenin dediği gibi, kim bilir?

"Hadi bana müsaade. Siz de tanış olun. Yalnız sözlerle değil, yüreklere tanış olun. Allah'a emanet!"

İki genç de aynı anda aynı yanıtı vermişti yaşlı adama. "Allah'a emanet Harun dede."

Bir kaç saniye boyunca yanlarından uzaklaşan adamın ardından bakmış, sonra birbirlerine takılmıştı gözleri. "Ubeyd Asiler ben." deyip elini uzattı karşısındaki çocuk, Zahid de avcunu sıkıca yakaladı çocuğun. "Ben de Zahid Araz."

"Ee Zahid, Harun dedenin dediği gibi dost olabilir miyiz Allah bilir ama bir adım atabiliriz belki? Ne diyorsun?"

"İyi düşün derim. Bana göre hava hoş ama bana katlanabilirsen sıkıntı yok."

Ubeyd tek kaşını havaya kaldırıp güldü. "Neden öyle söyledin? Anlaşırız elbet."

"Öfke kontrol problemlerim var?"

"Hallederiz, atlatırız birlikte. Benim de var öfke sorunlarım. Allah kabimize yumuşaklık versin."

"İnatçı ve başına buyruğum."

"Yola getiririz." deyip bir yandan yürümeleri için kapıyı gösterdi Ubeyd. Kapıya doğru yürürken konuşmaya devam ediyorlardı.

"Fazla rahat ve sinir bozucu olabiliyorum."

Ubeyd ayakkabılarını giyerken sesli bir şekilde güldü. "Oğlum az iyi huylarını say ya! Arkadaş olacağız dedik işte, ne istiyorsun? He olmamak istiyor da bahane uyduruyorsan o ayrı, söyle. "

Ubeyd'in bu ufak çıkışması Zahid'in hoşuna gitmişti. Yanıt olarak gülümsedi. "Ön uyarıydı sadece."

Ağacın altındaki banka doğru yürümeye başlamışlardı. "Çok severim zoru ben, Zahid efendi."

"Ya imkansızı?"

"Onu daha çok!" dedi Ubeyd ve suratına çarpık bir gülüş yerleşti.

İkisi de ellerini cebine atmış yan yana banka oturduklarında "Senin soyadın Araz değil Maraz olmalıymış kardeşim." dedi Ubeyd.

Zahid, "O da babamdan gelme, napacaksın!" deyip ilk kez babasının lafının geçtiği bir cümlede güldü. Artık çabaladığı takdirde hayatının iyiye gideceğini, daha güzel bir yaşamı olacağını hissediyordu çünkü. Allah ondan bir baba almıştı belki ama bir sürü başka güzel insan vermişti. Güzel insanlara hasret biri olarak onların kıymetini biliyordu, bilecekti.


🍂


Mahir, çantasından çıkarttığı paketten bir sigara aldı ve cebindeki çakmağı ufak bir uğraş sonucu bulup parmaklarının arasındaki sigarayı yaktı. Diğer eliyle rüzgardan önüne düşen turuncu saçlarını arkaya atarken, parmaklarının arasına aldığı sigarayı dudaklarına götürdü.

"Sen sigara mı içiyorsun be?"

Zahid'in şaşkınlıkla sorduğu soruya yanıt vermeden evvel dumanı havaya üfledi. "Evet. Biz de dört dörtlük değiliz oğlum. Bizim de var kötü alışkanlıklarımız."

"Epey şaşırdım doğrusu. Söylesene, neden içiyorsun? Ne anlıyorsun bundan şimdi?"

Engin'in sorusu üzerine güldü Mahir. "Sen de şimdi başlama hiç kardeşim. Bu nutukları bana Ebuzer ve Hira da çok çekti ama işe yaramıyor inan ki."

Engin gülerek "Nutuk çekmek için değil, merak ettiğim için soruyorum." dediğinde Mahir kaşlarını havaya kaldırıp başını iki yana sallamıştı.

"Merak demek?! Yalnız baştan söyleyeyim Engin, ben kendimi zehirlersem de arkadaşlarımı zehirlemekten ar ediyorum. Yani kimseye teklif etmiyorum, etmem. Hatta istesen de vermem. Ben arkadaşını sigaraya alıştıran kötü arkadaş olamayacağım."

Engin ufak bir kahkaha attı. "Yok be oğlum, ne istemesi. Zaten ben hastayım, dokunur bana. Altı üstü iki soru sorduk, sigaraya başlamaya adım attık sanıyorsunuz hemen."

"Hee, tamam. Cevap vereyim o zaman. Ne anlıyorum, hiçbir şey. Neden içiyorum, ben de bilmiyorum."

Zahid hafifçe güldü ve öksürerek boğazını temizledi. Omuzlarını hafifçe çökertip eliyle baston tutuyormuş gibi yaptı. "Şimdi Harun dede burada olsaydı aynı şöyle derdi." deyip bakışlarını uzaklara çevirdi. "İnsanoğlu değil mi, nedenini bile bilmediği şeyleri yapar durur. Acizdir, yaptığı şeye anlam veremeyecek kadar hem de. Bir anlamı olmadığı halde, sağlam bir neden dahi bulamadığı halde zehirlemeye devam eder kendini. Bazen madden, bazen mânen. Hayat insana öyle şeyler yaptırır ki, insan kendini öyle kaptırır ki yaşamın koşturmacasına, şu yalan dünyaya, fark etmeden kendini zehirler. İçi katran tutar, ruhu çürür. Nedenini bilmeden yapar kendisine yap denileni. Düzene ayak uydurur. Sorgulamaz, yaşar sadece. Bu da heybesinde biriktirdiği zehre dönüverir işte. Oysa Müslüman adam sorgulamalı. Nedenini bilmeden bir adım dahi atmamalı."

Zahid, daha devam edecekti ama yorulup sustu. Ebuzer gülümsüyor , Engin düşünüyor, Mahir ise kaşlarını varmış bir şekilde ona bakıyordu. "Oğlum bir sigara içecektik şurada, heves bırakmadın vallahi! Sen böyleysen Harun deden ne hâle getirir insanı bilmem!" dedikten sonra elindeki sigarayı yere ucunu bastırıp söndürdü ve çöp kovasına attı.

"Zahid, senin boynundaki ne öyle? Bakayım?"

Ebuzer merakla arkadaşının boynundaki zincire uzandı ve kolyeyi kazağın altından çıkartıp ucunda asılı yüzüğe baktı. Tam soru soracakken kız kardeşi gelmiş, elini burnun önünde sağa sola sallayıp "Üff, yine birileri kendini zehirlemeye devam ediyor sanırım." diyerek Mahir'e yandan imalı bir bakış attıktan sonra abisinin yanındaki boş yere oturmuştu.

Mahir umursamaz görünse de içten içe öfkeyle gülüyordu. Ebuzer "Sen bizi nereden buldun sevgili baş belam?" deyip kız kardeşine baktı.

"Nerede bulunacağı zor insanlar değilsiniz abi. Mahirle yalnız kalmak isteyince de hep buraya geliyordunuz. Yani ben olağanüstü değilim, siz çok sıradansınız."

"Çok bilmiş..." diye mırıldanıp arkasına yaslandı ve kollarını birbirine bağladı Mahir.

Hira "Dediğini duydum canım." diyerek Mahir'e doğru gözlerini kısarak bir bakış attı.

"Duymasaydın şaşardım zaten." demek istese de sustu Mahir çünkü uzatırsa uzayacağını biliyordu. ''Keşke biraz da demediklerimi duysan...''

Ebuzer tekrar diğer tarafındaki arkadaşına dönüp parmağıyla zincirin ucundaki yüzüğü işaret etti. "Ee, bu nereden?"

"Annemindi. Anaannemden almıştı vefat edince. Gerçek değil, ama benim için değerli. Anaannem de annem de çok severdi bu yüzüğü."

Anladığını belirtircesine başını salladı Ebuzer. "Allah mekanlarını Cennet eylesin inşallah."

"Amin."

Hira bakışlarını Engin'e çevirdi. Onu daha önce bir kez dükkanda Zahid'in yanına geldiğinde görmüştü ve pek tanımıyordu. Merak ederek "Engindi değil mi? Sen de Zahidle aynı okula mı gidiyorsun?" diyerek sohbete kendini dahil etti.

Engin yavaşça başını sallayıp onayladıktan sonra "Evet." diyerek de tasdikledi onayını.

"Ubeyd'i tanıyor musun? Sizin okulda."

Zahid, kızın sorusu üzerine bir kaç hafta evvele gitti ve kendisine de aynı sorunun sorulduğunu hatırladı. Neden bu arkadaşın üzerinde bu kadar durduğunu merak etmişti doğrusu.

Engin "Bir Ubeyd tanıyorum. Ubeyd Asiler."

"Ah evet, o!"

Zahid şaşırmıştı. "Ubeyd Asiler bizim okulda mı?" diyerek arkadaşına baktı.

Engin yavaşça başını sallamıştı. "Evet. Geçen sene bir resim yarışmasını kazanmıştı, hatırlamıyor musun? O işte."

"Resim yarışmasını tamamen unutmuşum. Zaten o sıralar okulla hiç aram olmadığı için pek bir şeyden haberim yoktu. Malûm, yalnızca gidip geliyordum."

Engin güldü fakat gülüşünün ardında ufak bir hayal kırıklığı yatıyordu. "Bilmem mi! Yataktan kalkıp okula geliyor, uykuna en arka sırada devam ediyordun. Az dil dökmedik sana dersleri ciddiye alman için."

"Alıyordum oğlum. Matematiği ciddiye alıyordum, o bana yetiyordu."

"Ha matematik ders de diğerleri patates mi?"

"Patates mi soğan mı bilmem. Benim ilgimi çekmeyi başaran matematikti. Kıskanmasana oğlum sen."

"Ne kıskanıcam seni be."

Engin ve Zahid'in tatlı atışmalarına Ebuzer alttan alttan gülüyor, Mahir ise hafifçe tebessüm ediyordu. Sonunda konudan çok uzaklaştıklarını fark edip Hira'ya "Ubeyd'i sen nereden tanıyorsun peki?" diye sordu Engin.

Cevabı veren Ebuzer olmuştu. "Çocukluk arkadaşımız."

Hira başını sallayıp onayladıktan sonra gülümseyerek ufak bir anının esintisine kapıldı ve anlatmaya başladı. "Küçükken çok fırlama bir çocuktu. Bize hep vururdu ama yine de oynamaya devam ederdik hep birlikte. Abimle kuzenim bir keresinde ikisi bir olup onu dövmeye karar vermişlerdi. Hep o mu bizi dövecek kafasındaydılar, çocukluk işte. Eğer akşam Ubeyd gelirse ikimiz bir onu döveriz tamam mı demişlerdi ve plan kurmuşlardı. Akşama Ubeyd geldiğinde ikisi de son sürat kaçmaya başladılar. Hiç unutmuyorum o anı, çok komikti. Babam her şeye tanık olup kahkahayı basmıştı. Sonra babam onlara neden kaçtıklarını sordu, "Hani dövecektiniz ikiniz bir olup?'' dedi. Onlar da Ubeyd'den korktuklarını, Ubeyd'in ikisini dövebileceğini düşünüp kaçtıklarını söylediler. Sonra Ubeyd yanlarına gitti tabi yetişti onlara. Hiçbir şeyden haberi yok çocuğun. Oynamaya başladılar tekrar."

Hira'nın gülücüklerle anlattığı anıya diğerleri de gülümsemişti. Zahid "Ebuzer, baya cesurmuşsun eskiden kardeşim." deyip omzuna vurdu arkadaşının. "Hayır yani, Ubeydle ben de tanıştım. Hiç de korkulacak bir tipe benzemiyor."

"Dalga geçme oğlum! Hem sen nereden tanıştın? Demin aynı okulda olduğunuza şaşırmıştın."

"Camide tanıştık. Her gün evime misafir oluyor kendisi." derken sırıtmıştı Zahid. İyice sahiplenmişti camiyi.

"Vay be, millet ne şanslı! Kardeşimizin evine her gün misafir oluyor. Biz yüzünü arada bir görüyoruz."

Zahid, Mahir'e göz devirerek bakmıştı fakat hemen sonrasında dudaklarına asılan gülüş Mahir'in suratına da bulaşmıştı. "Havada kıskançlık kokusu mu var?" deyip Mahir'e göz kırptı Engin. Aslında asıl kıskanç olan kendisiydi fakat Ebuzer ve Mahir'i kendi de tanıyıp sevdiği için Zahid'i en ufak bir şeyde kıskanacak hâlde değildi.

"Mahir çok kıskanç bir arkadaşımızdır. Sevdiklerini pek paylaşamaz sevdiği kişilerden başkasıyla."

Ebuzer'in kurduğu cümle üzerine "Ne yapalım, bizim de huyumuz böyle." deyip arkasına yaslandı ve bakışlarını karşısındaki manzaraya çevirdi. Şehrin ışıkları parıldıyor, anayoldan araçlar geçiyordu sürekli. Gündüze kıyasla daha sakindi etraf ama yine de hayatın koşuşturması bitmiyordu kimileri için. İçinde o anlarda hem Zahid'in, hem Hira'nın hem de Ebuzer'in kıskançlığını yaşıyordu.

Araya giren bir kaç dakika sessizliğin ardından Hira, abisinin omzuna yaslanıp tıpkı onlar gibi etrafı seyretti. Hepsinin zihninden farklı şeyler geçse de ortak bir nokta vardı o da dünyanın ne kadar yalancı olduğu, nasıl insanı içine çekip aldığı ve bunu fark etmeden bu düzene ayak uydurduklarıydı.

Genç kız bakışlarını karşısındaki kollarını birbirine bağlamış ve arkasına yaslanıp rahatça oturan gence çevirdi. Onun bakışları yine kendinden uzaklardaydı ve buna alışamasa da şaşırmıyordu artık. Engin, haylazlık yapası tutup Mahir'in turuncuya çalan saçlarını parmaklarıyla aniden karıştırdığında sessizlik bozulmuş, Mahir'in "Yapma şunu ya!" diye inlemesi ve saçlarını düzeltmeye çalışması ile hepsinin bakışları ona çevrilmişti.

"Tanıdığım ilk havuç kafalı insansın. Hoşuma gidiyor bunu yapmak."

"Bence beni sinir etmek hoşuna gidiyor Engin." deyip ona kaşlarını çattı Mahir. "Hem havuç kafa mı dedin sen!? Benzetecek daha güzel bir şey bulamadın mı oğlum? Aşk olsun ya."

"Olsun kardeşim olsun." deyip güldü Engin. "Kusura bakma, başka bir şey bulursam söylerim ama şuan aklıma bu geldi sadece."

Zahid araya girip "Hakikaten, başka ne var turuncu?" deyip Mahir'e baktı.

Mahir düşünse de o an aklına bir şey gelmemişti. "Ne bileyim, vardır ille daha güzel bir şey."

"Balkabağı var." deyip Zahid'e göz kırptı Engin. Mahir dayanamayıp yanındaki arkadaşının omzuna yavaşça yumruğunu geçirmişti. "Çok komiksin Engin!"

"Portakal, mandalina ve bal var?"
Ebuzer'in söylediği örnekler üzere Mahir iç çekti. "Harikasınız vallahi."

Onların Mahir'e takılıp durduğunu ve eğlendiklerini fakat Mahir'in içten içe alınabileceğini bildiğinden araya girme ihtiyacı hissederek herkesi bir kaç saniye susturan benzetmesini ortaya attı Hira. "Gün doğumu ve gün batımı. Çok uzaklarda aramanıza gerek yok Mahir'in saçlarının renginin neye benzediğini. Güneş'e benziyor işte."

Genç kız hep sabahları gün doğarken gökte oluşan kızıllığı ve akşamları güneş batarken oluşan o turunculuğı anımsıyordu ona bakınca. Havucu, portakalı, kabağı değil. Gün batımının içine verdiği hüzünlü hisleri de duyumsuyordu zaten onu her görüşünde. Yine de bunu ilk defa dile getirmenin verdiği heyecanla bakışlarını kaçırdı ondan, göz göze gelmek istemedi.

Mahir ise şaşırmış, uzaklara kaçırdığı gözleri aniden kızın bakışlarına kilitlenmişti. Her ne kadar Hira'nın bakışları onda olmasa da... Yüreğine bir ağırlık oturmuştu. Bir yanı bunu duyduğu için sevinmek istese, diğer yanı sızlıyordu. Hiçbir şey dememenin bu kez fazla absürd olacağını biliyordu. Normalmiş gibi davrandı. İçinde hiçbir şey yıkılmamış, hiçbir şey inşa olmamış gibi. "Kadınların daha ince olduğu gerçeğini bir kez daha gördük. Teşekkürler Hira."

"Helal olsun cidden, ben kırk yıl düşünsem aklıma anca gelirdi."
Zahid kurduğu cümlenin ardından saate baktı. "Daha geç olmadan bana müsaade arkadaşlar." diyerek ayağa kalktı ve vedalaşmak üzere Ebuzer'e elini uzattı. Onun peşine Engin de kalkmıştı. Ebuzerle tokalaştıktan sonra Mahirle de tokalaşıp Hira'ya başıyla selam verdi. Engin de aynı şekilde yapıp son kez "Görüşürüz, Allah'a emanet." dedikten sonra iki arkadaş uzaklaşmaya başladı.

Ebuzer "Biz de gidelim yavaştan." diyerek kardeşine baktı. Hira başını sallayınca ayağa kalktı genç çocuk. Tam kız kardeşi de kalkmıştı ki "Aa bir dakika! Daha uzaklaşmamışken gidip şunlara hafta sonu bize yemeğe davetli olduklarını söyleyeyim. Sonra unuturuz falan. Geliyorum hemen." diyerek Engin ve Zahid'in peşinden hızlı adımlarla gitmeye başladı. Onlara yetişip haberi vermek üzere uzaklaştı.

Hira kalktığı banka tekrar oturup arkasına yaslandı ve kollarını birbirine bağladı. Bakışları istemsizce karşısında oturan Mahir'e doğru kaydığında onun bakışlarına tutunmayı beklemiyordu. Yine mavi harelerini kaçıracağını bildiğinden bunu yapmasını bekledi ama çoktan beş saniye olmuş, mavi hâreler hâlâ kendi koyu renk hârelerine kilitli duruyordu. Hira sertçe yutkunup ciddi bir şekilde "Şaşırtıyorsun." dediğinde Mahir bakışlarını kaçırmıştı işte.

"Şaşırtan ben değilim. Şaşırmama sebep olan sensin."

Hiçbir cevap beklemezken işittiği yanıt üzerine bir kez daha şaşırmıştı kız. "Özel bir çaba sarf etmiyorum canım."

İstemsizce bir gülüş kaçtı Mahir'in dudaklarının arasından. Altında biraz alay ve acı yatan bir gülüş. Ondan her canım kelimesini duyduğunda içine dokunuyordu çünkü. Mahir kendi canında onu sakladığı halde bir kez olsun canım dememişken, demezken ve diyemeyecekken; Hira'nın bu kelimeyi cümleleri arasında böyle savurganca kullanmasına katlanamıyordu. "Keşke şu canım kelimesini bir alışkanlık olarak kullanmasan Hira."

"Neden? Ne var sanki? Altı üstü bir kelime."

Mahir, iç çekip ciğerlerini havayla doldurdu. "Boş ver, demedim farz et."

Hira sert bir şekilde ona bakıp ayağa kalktı. Yine cevapsız kalışına sinirlenmişti. Bakışlarını görmese de kalkışı üzerine Mahir'in gözleri ona doğru çevrilmişti yine. "İyi akşamlar Mahir." diye sertçe mırıldanıp bankların oradan uzaklaşmaya başladı.

"Nereye gidiyorsun?"

Mahir'in seslenişini duymamazlıktan gelmek istese de alışkanlığı üzere cevap verdi yine. "Eve!"

"Ebuzer'i bekle!"

"Yolda karşılaşırım!"

Mahir tekrar iç çekti ve gözden kaybolana dek kızın arkasından baktı. "Ne var da büyüyoruz!" diye söylenip banka sırt üstü uzandı ve siyah gökyüzünü seyretmeye başladı. "Altı üstü bir kelimeymiş...Oysa değerli bir kelime. Sahibinden başkasına verilmemesi gereken bir kelime."


Loading...
0%