@sukunettekelimeler
|
Neyse ki kimse ölmeden, sağ salim Uras'ın evine varabilmiştik. Açıkçası evin durumu ve dekoru beni şaşırtmıştı. Oldukça normal, orta hâlli ve sıradandı. Ailesi bu kadar zengin ve saygınken, Uras'ın evinin de şu içinde bulunduğumuz tek katlı müstakil evden daha farklı olmasını beklerdim. Yanlış anlaşılmasın, ev gayet düzenli (Uras'ın etrafta bıraktığı bir kaç gereksiz eşya dışında), temiz (sehpanın üzerindeki bulaşıkları saymazsak) ve şıktı (mobilyaların uyumsuzluğunu es geçersek). Benim takıldığım nokta, bunca zenginlik içinde evin asla çokça varlık sahibi birine aitmiş gibi olmamasıydı. Lüks ve aşırılık kavramlarının bir harfi bile evde bulunmuyordu. Demek ki mütevazi bir yaşamı tercih ediyordu Urascığım. Kırk yıllık arkadaşım gibi bu -cığım eki nereden geldi ben de bilmiyorum. Sormayın. "Oh be! İnsanın evi gibisi yok cidden! Home sweet home! Tabi kendi kazandığın parayla alınca daha bi kıymetli oluyor galiba." Şimdi az önceki düşüncelerim netliğe ve bir sonuca kavuşmuştu. Kendi emeğiyle elde etmişti burayı belli ki. Uras'ı takdir ettim. Açıkçası serseri bir tarafı olsa da baba parası yiyip de geçinen birine zaten benzemiyordu. "Hiç içeriye yönelme, önce şu işlerimizi halledelim." Berzan'ın ikazı üzere girmekte olduğu salon kapısından uzaklaşan Uras, adımlarını koridorun en ucuna doğru yönlendirdi. "Haklısın," En sondaki sağdaki kapıyı açıp içeriye girdiler. Tabi ben de peşlerindeydim. Girdiğimiz oda küçük bir çalışma odasına benziyordu. Mini ofis tarzı. Kapının tam karşısındaki duvara boydan boya kitaplık döşenmişti. Rafların çoğu doluydu. Uras'ın kitap kurdu olmasını hiç beklemezdim. Sol tarafta köşeye konulmuş bir çalışma masası vardı. Üzeri karmakarışıktı. Bir sürü gazete, dergi, belge ve fotokopi doluydu. Onlar haricinde seçilebilen yegâne nesneler bir kaç tükenmez kalemin bulunduğu bir kalemlik, antika bir masa saati, masa lambası ve diz üstü bilgisayardı. Masanın biraz ötesinde belli ki bir pencere vardı, perdeler çekilmişti. Pencerenin altında kalorifer peteği, önünde yere koyulmuş insan boyu uzunluğunda bir minder. Karşı duvarda ise bir kanepe bulunuyordu. Kanepenin önünde ahşap bir sehpa vardı. Bu sehpa da ne hikmetse gazete ve dosyalarla doluydu. Berzan kanepeye doğru yürüdü, fakat kanepenin üstünde de bir kaç dosya ve ince bir örtü bulunduğu için oturmadan evvel dosyaları sehpanın üzerine, örtüyü de kanepenin koluna bırakması gerekti. Uras da onun yanına geçti ve ikisinin de bakışları önlerindeki dosyalara çevrildi. "Şimdii, sahip olduğumuz bütün bilgileri en baştan bir özet geçelim mi? Taşlar yerine otursun. Böylece olayların arasındaki bağlantıyı da belki daha rahat bulabiliriz." "Mantıklı," diye onayladı Berzan. Heyecanlanmıştım. Sonunda neyin peşinde olduklarına dair kapsamlı bir şekilde bilgi edinme şansı yakalamıştım. Bugüne dek şahit olduğum bölük pörçük diyaloglar kafamı yeterince karıştırmıştı. Netlik fırsatı ise hemen önümdeydi. Hem, belki Alara'nın neden onların peşinde olduğuna dair de fikir edinebilirdim. Sehpanın önüne, yere oturup bağdaş kurdum. Bütün dikkatimi karşımdaki ikiliye verdim. Lafa ilk giren Uras oldu. - Her şey sen zevk olsun diye okuduğun felsefe bölümü yüzünden metafizik hakkında bir araştırma yaparken karşına çıkan o yazıyla başladı. Yazı seni bir blog'a, o da bir habere götürdü. İlkin deli saçması dediğin, yine de merakına yenilip kurcaladığın o yazı. Uras birbirine zımbalanmış bir kaç kağıdı sehpanın üstündekiler arasından çıkarttı ve kenarı koydu. Bu sırada aklıma o gittiğimiz Ihlamur kasrından hallice olan saray yavrusu ev ve Kutsi bey denen adam geldi. Berzan, adamla konuşurken tam olarak buna benzer bir şeylere değinmişti. Peki konu neydi? Sadede gelebilir miydik? Sabret Erva. Adım adım her şey açıklığa kavuşacak. Sabret. Konuşma sırasını Berzan devraldı. - Yazıda bazı cinayet zanlılarından ve suç delillerinden bahsediyordu. Deliller kesinkes onları işaret etse de garip olan bir şey vardı: Zanlılar kısa süre önce ölmüştü. Ölü birinin cinayet işleme olasılığı yoktur. Bu noktada yazan kişi hayaletlerin veya ruhların gerçek olabileceğini, belirtilen vakaların ancak bu şekilde açıklanabileceğine değiniyordu. Ruhlardan, hayaletlerden, metafizikten çok bahsetmişti ama belli ki izlediği filmlerden etkilenmişti. Mantıksız noktalar vardı. Yine de haberlerin yani cinayet vakalarının gerçek olup olmadığını merak ettim. Böylece küçük bir araştırma yaptık. - Valla kardeşim araştırmamız hiç de küçük değildi! Gayet geniş çaplı ve yorucuydu. Tee bilmem ne zamanın gazete, haber ve güncelerine ulaşacağız diye bi tarafımızdan terler aktı. Berzan, Uras'ın yorumu üzere ahlanır gibi başını iki yana sallasa da "Haklısın," dedi ve devam etti. Bense duyacaklarım konusunda heyecanlanmıştım. - Bir çok kütüphane gezdik, arşiv kurcaladık, günce okuduk... Adli bir kaç dosyayı inceleme imkanı bile elde ettik. - Babamın dostları sağ olsun eheh. Yoksa işimiz yaştı. Uras'ın yeniden araya girmesi üzere Berzan "Bi bölmesen mi Uras?" dedi ve bir kaç dosyayı az evvelki zımbalı kağıtların üzerine koydu. Kronolojik sıralama yapıyor gibiydi. - Bu dosyalardan edindiğimiz bilgilere bakılırsa haberler uydurulmuş değil. Hatta polisi de şaşırtan ve çıkmaza sokan vakalar. - Daha ilginci, benzer vakaların geçmişte de yaşanmış olması. Berzan, şu dosyayı uzatsana. Heh evet bu. Osmanlı zamanında da benzer bir iki dava olmuş. Hatta daha öncesinde de. Resmen olayın geçmişe doğru giden kökleri var. - Şu dosyadaki zabıt kayıtlarına göre, Abdülbaki Bey, yatak odasında ölü bulunmuş. Bilekleri ve boğazı kesilmiş. Kestiği şey bir ayna kırığı parçasıymış. Kırılan ayna, bir kadının el aynası. Latife Hanım'ın. Kendisine özel yapılmış, özel işlemeli bir ayna. Aynayı yapan zanaatkar, zamanında Abdülbaki Bey'in bunu Latife Hanım için hediye olarak yaptırdığını belirtmiş. Aralarında bir gönül münasebeti varmış. Fakat kadın bir kaza sonucu vefat etmiş. Abdülbaki Bey kahrolmuş. Üzüntüden yemeyi içmeyi kesmiş. İşe gitmez, insan içine pek çıkmaz olmuş. Etraftaki ahali adamın hâline acırmış. Bir gün, yüzünde güller açar hâlde, mesut bir şekilde eski hayatını sürdürmeye başlamış. Âni değişimin sebebini merak etmişler. Çok geçmeden öğrenmişler de: Abdülbaki Bey, sevdiği hanımın ölmediğini, kendisi ile görüştüklerini anlatıyormuş. Adamın aklını kaybettiğini düşünmüşler. Çok geçmeden de ölü bulunmuş. Abdülbaki'nin odasında bulunan kırık aynanın en son Latife Hanım'ın odasında olduğuna kardeşi eminmiş. Adam da evlerine girip çıkmamış hiç. O ayna oraya nasıl gitti bilinmez. Ayrıca tabipler ve zabıtlar, önce bileklerinin kesildiğini, daha sonradan boğazındaki kesiğin oluştuğunu, bileklerini kestiği hâlde sonra o durumda kendi kendisine bunu yapamayacağını, intihardan ziyade cinayet olabileceğini söylemiş. Elbette buna dair bir zanlı veya başka bir kanıt bulunamamış. - Biz bunları araştırırken senin adına gönderilen o isimsiz posta var sonra. - Beni en çok tedirgin eden de o posta. O olmasa hepsini es geçebilir, yanlış anlamalar olduğunu varsayabilirdik. Gönderilenlerin kopyası sende de vardı Uras. Nerede? Uras kalkıp çalışma masasına yaklaştı. Küçük karmaşa içinden kısa sürede zımbalanmış bir fotokopi buldu ve getirdi. - Burada. - Araştırmalarımız hakkında kim nasıl bilgi edinmişse, bu olanlar hakkında bizden fazla şey biliyor. Yazanlar gerçeklik algımı sarsmıştı, saçma gelmişti, inanmak istememiştim. Ama zaman geçtikte inanmaktan başka çıkar yol olmadığını fark ediyorum. - Gölgeler, intikam büyüsü, aşk... Şahsen kendimizi bir filmde gibi hissetmeye başlıyorum ben, Berzan. Eğer bunu yazıya dökersen şimdiden söyleyeyim, ben havalı, herkesin hayran olduğu, kendine has, hafif serseri olan çekici ve eğlenceli karakterim. Burada anlaşalım. - Cıvıdın yine kardeşim. Ama kendini iyi tanıman güzel. - Eyvallah. - Devam edelim: Gelen posta kimden nereden bulamadık. Ama içindekiler sayesinde yaptığımız araştırmalarla Kutsi Bey'e ulaştık. Ve kendisine malum ziyaretimizi gerçekleştirdik. - O adamın yanına gidene dek hâlâ şüphelerim vardı ama öyle bir inanmış ki, hele o değişik şeyi yakması falan... Tüylerim ürperiyor düşününce. Beni biraz inandırdı galiba, Berzan. - Yine de oltaya hemen gelmeyelim. Benim aklım hâlâ almıyor bazı şeyleri. - Benim de. Ama geçmiştekiler okey, parmak izi falan olayı yok, geçiştirilebilir. Peki en son bulduğumuz şu iki cinayet vakası? Bu yüzyılda bunca otopsi, olay yeri inceleme, parmak izi falan diye gelişmeler varken, buna rağmen cinayet olduğu âşikâr vakaların zanlılarının çoktan ölmüş insanlar çıkması... Bilemiyorum. Bilim susuyor bi noktada. İsimsiz posta işi aklıma Alara'yı getirmişti. O kızın acaba bunlarla bir ilgisi olabilir miydi? Uras ve Berzan'ı gizlice takip ettiğine göre, yine kimliğini gizli tutarak bir şeyler göndermesi de bir ihtimaldi. Ama neden? Ne alaka? Son söyledikleri üzerine ise kafede konuştukları olay geldi aklıma. "Nejat Alkan'ın cinayetine çok benzer başka bir vaka daha çıktı karşıma. Bu kez durum tam tersi, Mehpare Dicle isminde bir kadın. Kadının Eşref adında bir sevdiği var. Adam da onu seviyor ama aileleri birlikteliklerine karşı çıkıyor. İki aile arasında bir husumet varmış. Birlikte kaçmaya karar veriyorlar. Ama sözleştikleri günün sabahı Eşref bir yol kenarında ölü bulunuyor. Kadın haberi alınca yıkılıyor tabi. Bir kaç hafta geçiyor aradan. Mehpare, ölen sevgilisini gördüğünü iddia etmeye başlıyor. Kadını karşısında Eşref varmış gibi konuşurken duyan ve görenler var. Delirdiğini düşünüyorlar. "Eşref ölmedi, yaşıyor, burada, görmüyor musunuz," diye ailesine çok dil döküyor kadın ama delirdiği düşüncesini pekiştirmekten başka bir işe yaramıyor tabi. Bir kaç gün sonra kadının cesedini buluyorlar. Odasında, yatağında, kanlar içinde. Kalbinden bıçaklanmış. Tahmin et bakalım bıçakta kimin parmak izi var?" "Evet, maalesef. Bıçakta yalnızca Mehpare ve Eşref'in parmak izi bulunmuş. Eşref'in öldüğüne herkes emin. Kendi elleriyle gömmüşler adamı. Mezarı var. Polis anlam veremiyor. Daha önce Eşref'in temas ettiği, ona ait olabilecek bir bıçakla Mehpare'nin kendi kendisini bıçaklayıp intihar ettiği kanısına varılıyor. Bıçaktaki parmak izini ancak böyle açıklayabiliyorlar çünkü." Bütün bu konuşulanların tüylerimi ürperttiğini fark ettim. Ben hiç öyle kanlı bıçaklı olaylara gelemezdim, içim kaldırmazdı. Gel gör ki burada oturmuş, ürkütücü senaryolar dinliyordum. Aklım mantığım da almıyordu. (Diyene de bak, görülmez, duyulmaz bir kız olan ben...) - Bahsi geçen kişilerin aileleri ve yakınlarıyla irtibat kurdun mu? Bi gidip görüşsek iyi olacak. Bunların arasındaki bağlantı ne, merak ediyorum. - Kurdum kardeşim kurdum. Bugün yarın geri dönerler herhalde. - Eğer ailelerle görüşebilirsek, sonrasında Kutsi Bey'e de yeniden uğrasak iyi olacak. - Ayarlarız. Benim başım ağrımaya başladı. Zaten ailelerle görüşmeden de kesin bi bağlantı bulamayacağız gibi. Bir şeyler yiyelim mi önce? Midem açım diye inliyor. "Bunu duyduğuma neden hiç şaşırmadım acaba?" derken güldü Berzan. "Tamam, bir mola verelim madem. Sevgili miden daha fazla acı çekmesin." İki kafadar odadan çıkarken ben dinlediklerimi hazmetmeye, anlam vermeye, mantığıma oturtmaya çalışıyordum. Vücudum buz kesilmiş, derdim eğer hayaletimsi bir şey olmasaydım. Bir süre daha sehpanın başında oturdum. Üzerindeki kağıtların görünen yüzlerindeki yazıları okudum. "...Siz de fark etmişsinizdir ki bütün vakaların ortak noktası, aşık oldukları kişiler tarafından öldürüldükleri düşünülen kurbanlar. Fakat mesele, cinayeti işlediği delillerle ispat edilen kişilerin de zaten ölmüş olmaları..." "...Bu noktaya devreye hayaletlerin varlığı giriyor. Fakat hayaletler gerçek değildir..." "...Biz onlara gölge demeyi tercih ediyoruz..." "...Araştırdığınız olaylar, asırlar önce yapılmış bir büyüyle alakalı. Belki de bir tür lanet..." Beynimdeki devrelerin yandığını hissettim. Galiba benim de küçük bir molaya ihtiyacım vardı. Sıradan hayatıma bütün bunlar fazla gelmişti. Kendi başıma gelenler yetmiyor gibi bir de Berzan ve Uras'ın iz sürdüğü vakalar, beni yormuştu. Sehpanın başından kalkıp odaya göz ucuyla şöyle bir baktım. Daha fazla bu ortamda durmak istemeyerek içeriye, iki kadim dostumun yanına gittim fakat yoklardı. Seslerinin başka bir yerden geldiğini işitince oraya yöneldim. Bahçedelerdi. Oturma odasından bahçeye bir kapı açılıyordu. Kapıdan dışarıya adımımı atar atmaz kaşlarım havalandı. Evin içini bilmem ama, Uras'ın bahçe zevkine bayılmıştım! Müstakil, tek katlı evinin bahçesini oldukça konforlu ve güzel döşemişti. Sadeydi fakat bir insanın bir bahçeden isteyebileceği her şeyi içeririyordu. İki kişinin rahatça sığabileceği bir salıncak, son derece rahat iki sandalye ve aralarında bir masa, su sesinin huzur verici şekilde etrafa yayıldığı bir çeşme, rengarenk çiçekler, bir basket potası ve hemen dibine bırakılmış basketbol topu, en uzak köşede bir mangallık... Onlar sandalyelerde oturup sohbet ederken, ben de salıncağa yöneldim. Sığabileceğim kadar büyüktü. Boyum da çok uzun olmadığından, rahatça uzandım ve göğe baktım. Hayatı sorgulamaya başlamadan hemen önce kendimi durdurdum. Şimdi mola vaktiydi. Mola vakti. - Gitarı getireyim mi içeriden? Pizzalarımız gelene dek çal da biraz kulaklarımızın pası silinsin. Uras'ın teklifini reddetmemişti Berzan. Uras, içeriye girip bir kaç dakika sonra elinde gitarla geri geldi. Müzik aletini arkadaşına uzattı ve saldalyesine geri oturdu. - Ne çalayım? - Fark etmez bana. Ne olsa uyar modundayım şu an. - Peki madem. Berzan, akor ayarlarını yaptıktan sonra tellere usulca dokunmaya başladı. Onun gitar çalışını seyrederken, Uras şarkının sözlerini mırıldanmaya başladı. - Uyan, gözlerin kapalı - Kendine döndün, yerinde yok - Yüzüne dokundun, çizginde durdun - Ama sen yine de düşünme kaybolursun, ama sen yine de düşünme kaybolursun Huzurlu hissettim o an. Güvende, dostlarımın yanında, tanıdık bir yerde. Gözlerim yavaş yavaş kapanırken kulaklarım hâlâ etkisi içime sinen notalarda ve şarkıyı mırıldanan iki arkadaşın sesindeydi. - Düşersin bir güce sığınırsın, ama sen yine de düşünme kaybolursun ✰ |
0% |