

~ Pamuk Gibi ~
Günlerden cumartesiydi. Hava ne soğuk ne de sıcaktı. Rüzgâr usulca esiyor, güneş gökyüzünde nazlı nazlı süzülüyordu. Bulutlar pamuk gibi serilmişti mavi örtünün üzerine. Bütün mahalle şenlik için ayaktaydı. Hani öyle şenlik deyince kafanızda davullar, zurnalar, halk oyunları filan canlanmasın hemen. Ya da bırakın canlansın! Çünkü buradakilerin çoğu karadenizli ve sürekli oyun havaları çalıyor. Millet ormanın ortasında halay tepiyor. Epey de eğleniyorlar.
Her sene mahallemizdeki ormanda, “Yılmazlar” soyisimli geniş sülaleye salip akrabalar bu şenliği yapardı. Fatoş yengemin tarafı yani. Biz de onlarla akraba sayıldığımız için şenliğe davet edilirdik. Eğlenceli, her şeyin bedava olduğu, doğa içinde güzel bir atmosfer oluşurdu.
“Yılmazlar Buluşması” Buluşan ne? Ağaçla insan mı? Sadece Yılmaz soyismini sahip olanlar mı? Akrabalar mı? Bilmiyorum ama herkes gelmişti işte. Sadece akrabalar değil, tanıdıklar da.
Ayakkabımın içine kaçan toprakla tam 3 kere tartıştım. Şeyda, “Bu şenliğe gelirken rugan ayakkabı giymek kimin fikriydi acaba?” dediğinde sustum. İnsan kendini bazen fazla ciddiye alıyor, sonra doğa seni hallediyor zaten. Ben de hal oldum.
Ormanın ortasındaki geniş açıklık ana baba günü gibiydi. Kimi dondurma yiyor, kimi halay çekiyor, kimi horon tepiyor, çocuklar koşturuyor, kimi köpeğiyle frizbi oynuyor, kimi masalarda ve banklarda oturmuş sohbet ediyor. Bisiklete binen, saklambaç veya top oynayan, güneşlenen, tombala getiren, okey oynayan… Ne ararsanız var.
Bizim büyükler uzakta kalmıştı. Sohbet ediyor, ekmek arası köfte yiyorlardı. Ben kuzenlerimle oturuyordum ama çoğu başka bir aktivitenin peşine gidip dağılmıştı. Canım sıkıldı. Etrafa boş boş seyretmeye başladım. En sevmediğim kısım. Artık galiba gitme vakti!
Derken… Gözüm tanıdık bir silüete takıldı sanki. Dikkatle baktım, gerçekten o mu diye. Gözlerim bozuk değil, elhamdülillah. Evet o! Sırtından tanıdım. Kabul edeyim, ilk görüşte tanımadım diyemem. Tanımaz mıyım? Hangi tarz giyindiği, saçının şekli, omuzlarının duruşu, yürüyüşü bile tanıdık. Ne ara bu kadar aşikar oldum bilmiyorum!
O işte. Burada. Öyle hemen “Aaaa Özgür mü o!?” falan diye sevinç çığlıkları atmak olmaz. Sonuçta, biz sadece mesajlaştık. Arada birkaç derin hayat konuşması oldu, evet. Kendi içime inmemi sağladı, doğrudur. Ruhsal krizlerimde rehberlik etti, doğru. Ama hepsi bu kadardı. Yani… Öyle olması gerekiyordu.
O bir Yılmaz değil. Ve burada. Ama neden? Nasıl? Niçin?
Boşversene, sonuçta burada.
Bakışlarım ikide bir ona kayıyordu. İnatla başka yerlere çevirsem de sözümden çıkıyordu. Sen benim gözümsün, neden irademin dışına çıkarsın ki, değil mi!?
Sonra yanındaki yaşlı bir adamla konuşa konuşa bu tarafa yürüdü.Henüz beni fark etmemişti ama ben onun gelişini adım adım izliyordum. Fakat kendimi çok iyi kamufle etmiştim: “Ben sadece etrafa bakıyorum. Manzara izliyorum. Hayatın akışını gözlemliyorum. Sosyolojik analiz yapıyorum.”
Ama iç sesim bağırıyordu: “Sen resmen Özgür'ü izliyorsun. İtiraf et.”
Gözüm sadece onun üstündeydi. Ama belli etmedim tabii. “Hiç ilgilenmiyorum ki onunla.” Rolüne büründüm. “Ben buradayım. Fark ettim seni. Ama çaktırmıyorum. Sen de çaktırma. Ama fark et. Ama çaktırma.”
Kendime yeni bahaneler uydurdum.
“Sonuçta o kadar mesajlaştık. Bir kaç kez Bedir sayesinde buluştuk. Bana çok destek oldu. Manevî olarak yanımda durdu. Yardımı dokundu. Doğal olarak insan görünce selam vermek ister. Bu kadar büyütülecek bir şey değil yani.”
Ama hayır. Bu başka bir şeydi. Boğazımda bir düğüm. Midemde hafif bir kıpırtı. Kalbim sanki ritmini kaybetmiş de, yeni bir besteye geçmiş gibiydi. Şeyda gelip, “Ne oldu, niye durup dururken gülümsüyorsun?” dese elimde hiçbir mantıklı açıklamam yoktu.
Yüzümü toparlamaya çalıştım. Sanki biri içimden “Kendine gel kızım!” diye bağırıyordu ama dışım hâlâ onu izliyordu. Gülüşündeki o içtenlik… Yürüyüşündeki kararlılık… Ellerini cebine koyuşu… Ah, Hayat! Sen artık kendini kandıramazsın.
Yine de yerimden kıpırdamadım tabi. Onun beni fark etmesini beklemek, o anın kendiliğinden oluşmasını istemek bana daha değerli geliyordu. Çünkü her şey zaten fazlasıyla “tesadüfmüş gibi duran” kader dokunuşlarıyla örülmüştü.
Ben bunları düşünedurayım, o an havada bir şeyin hızla bana doğru yaklaştığını fark ettiğimde iş işten geçmişti.
“AH!”
Sen aklını başına almazsan, böyle getirirler Hayat!
Kafamın tam tepe noktasında bir acı vardı. Ne olduğunu anlamam beş saniyemi aldı. Dizlerim istemsizce büküldü, elim refleksle başıma gitti. Gözlerimse kendiliğinden kısıldı, dudaklarım dişlerimin arasına sıkıştı. “Top” dedim fısıltıyla. “Kafama top geldi.”
Bir anlık sessizlik oldu, sonra çocuk sesleri yankılandı ardı ardına:
“Abla özür dileriiiiz!”
“Vallahi bilerek atmadık!”
“Ben atmadım, Burak attı!”
“Hayır ben atmadım, Mert attı!”
Üç, dört, belki beş çocuk hep bir ağızdan konuşuyordu. Ellerinde plastikten, rengi solmuş bir futbol topu. Yani tam bir klasik çocuk karmaşası.
İçlerinden biri kafasını bana eğmiş, utana utana “Çok acıdı mı?” diye sordu.
Saçlarımın arasından çıkan topun etkisini yoklamak istercesine başımı okşarken çocuklara bakakaldım. Bir anda yakın çevremdeki herkes bana bakıyordu. Neyse ki çoğunu tanımıyorum.
Ayakkabımın içine toprak girmişti, başımda zonklama vardı, dizimde çimen lekesi… Oh, tam bir doğa şenliğiydi!
Ama ben… birden başka bir şeyi fark ettim.
O tarafa dönmekten kaçınırken, gözlerim ister istemez onu aradı. Ve bingo. Görmüştü.
Gülmemek için alt dudağını ısırıyordu ama başaramamıştı. Gözleri kısılarak, alttan alta saklananbir tebessüm vardı yüzünde. Yanındaki yaşlı adamla konuşması yarım kalmış, başını bana çevirmişti. Bakıyordu. Bana. Kafasına top yiyen, ne olduğunu şaşırmış, çocuklara “bir şey yok” demeye çalışan ama utançla yere bakan bana.
Biraz endişeli de görünmüyor değil.
Çocukların biri bana yaklaşırken, “Abla kafan sağlam mı?!” deyip saçlarımı düzeltti. Soruş şekline hayran kaldım. İyi misin, falan der insan.
“Sağlam ablacım!” dedim biraz sitemli, biraz tatlı. Hayır yani pek de sevimli, insan kızamıyor keretaya!
Sonra göz ucuyla tekrar baktım. Hâlâ oradaydı. Ama bu sefer yavaşça bana doğru geliyordu. Bunu fark edince o top kafama değil de kalbime gelmiş gibi hissettim. Çünkü orada çarpan bir şey vardı.
Top olayının ardından çocuklar kaçıştı, büyükler kaldıkları yerden sohbetlerine döndü ama ben hâlâ kafamda bir ağrı, kalbimde bir çırpınışla olduğum yerde öylece duruyordum. Parmak uçlarımla başımı yoklarken, hafif bir tedirginlikle yaklaşan ayak seslerini duydum. Ama başıma dek gelip konuşana dek duymamazlıktan geldim.
"İyisin değil mi?”
Bir yanım “çok iyiyim” deyip artistlik yapmak istiyordu ama dürüst olmak da gerekiyordu. “Başım biraz zonkluyor ama iyiyim,” dedim, bir yandan da saçlarımı düzeltmeye çalışırken.
Özgür başını salladı. Gözleri dikkatle yüzümde gezindi. Gülümsemiyordu artık. Bir anda ciddi bir ifadeye bürünmüştü.
“Yüzün kızarmış, istersen şu çeşmeye gidelim. Elini yüzünü yıka, iyi gelir.”
"Yani gerçekten kötü mü görünüyorum?” diye ürkekçe sordum. Nolur tipim kaymış falan olmasın ya. Hiç sırası değil.
“O kadar değil," dedi, sonra başını yana eğip göz kırptı. "Ama bu halinle kafanı bir daha topa denk getirirsen ‘kırmızı kart’ veririm, haberin olsun.”
Gülmemek için kendimi tuttum ama başaramadım.
Başıyla hadi dercesine işaret ettiğinde kalktım. Önce temkinlice etrafa bakındım. Şimdi amcam veya babam falan görmesin, aman aman. Kesin kıskançlıktan delirirler. Başıma üşüşürler. Her şeyi büyütürler. Hayatı bana zindan ederler. Allah korusun.
Onlardan bir iz bulamadım. Güvende olduğumu düşünerek Özgür’e ayak uydurdum. Ondan gelen bu şefkatli ilgiden mi, yoksa başımdaki gerçek sızının etkisinden mi bilmiyorum ama gerçekten çeşmeye gitmek iyi bir fikir gibi geldi. Yan yana yürümeye başladık. Kısa bir hal hatır faslı geçirdik o sırada.
Çeşmeye vardığımızda su şırıltısı şenlik alanındaki sesi bastırmıştı. Azıcık ötedeydik.
Özgür "Buyur," dedi eğilip musluğu açarken.
Suya uzandım. Avuçlarımın arasındaki serinliği yüzüme taşıdım. Ferahlamıştım.
“İyi geldi mi?” diye sordu.
“Evet.”
“Biraz daha iyi görünüyorsun,” dedi. Sesi biraz yumuşamıştı artık. Sanki içini rahatlatan bir şey olmuş gibiydi.
Bir süre sessiz kaldık. Musluğun altındaki taş zemine damlayan suyun ritmi, yavaş yavaş kalbimdeki çarpıntıyı da yatıştırıyor gibiydi.
Özgür ellerini cebine sokup bakışlarını bir kaç saniyeliğine yüzüme çevirdi. Kendi kendine söyleniyormuş gibi “Sanki biraz iyi oldu?” dedi.
Döndüm, yüzüne baktım. “Ne iyi oldu?”
Gözlerini kaldırmadan, gülümseyip omuz silkti. “Yani… bu olmasaydı, seninle konuşup buraya gelmenin bir yolunu bulabilir miydim, emin değilim.”
Kaşlarımı kaldırdım. “Demek kafama top isabet etmesini fırsat bildin.”
Gülümsedi. Bakışlarını benden kaçırıp yere çevirdi. “Ben öyle demedim. Ama bazen denk gelince insan kaçırmak istemiyor bazı fırsatları.”
Bir an düşündüm. Gerçekten de… Denk gelmişti. Kafama top isabet etmeseydi, belki şu an hâlâ uzak köşede, otların üstünde oturuyor olacaktım. Sessizce, gizlice, onun sırtını izleyerek.
O an içimden geçen şeyleri tarif etmem zor. Gözüm bir an yere kaydı. Çimenlerin arasına düşen su damlası gibi içime bir şey düştü. Sanki kalbimin bir yeri tıklatıldı. Sert değil, nazikçe.
Demek ki o da benimle konuşmak istemişti. Yanıma gelmek istemişti. Ama belli ki çekinmişti.
O sakin hâlinin altında belki de onun da kalbi küt küt atmıştı.
Yüzüne bir kez daha baktım. Normaldi. Sakin görünüyordu. Ama çok iyi biliyordum ki bazen en büyük telaşlar en derin sessizliklerin içinde saklanır.
İçimde bir kıpırtı yükseldi. Tatlı bir tedirginlik. Hani birinin sadece “yanında olmak” istemesi yetiyor ya insana… İşte o an o his geçti içimden. Sadece yanıma gelmek istemişti. Bir bahaneye ihtiyacı olmuştu belki de. Ve hayat, ilginçtir ya, bazen bunu bir futbol topuyla yapıveriyordu. Oyun içinde bir oyun gibi.
Gülümsedim kendi kendime, o an içimi ısıtan bir huzur vardı. Sonra birden beklenmedik bir pot kırdım.
“Açıkçası ben yanına gelmek için bir bahane ararken kafana futbol topu yemeni sayar mıydım bilmiyorum. Daha nezih bir bahane tercih ederdim!”
Ne dediğimi anlar anlamaz utançla karışık bir mahcubiyet yüzüme yayıldı.
Özgür’ün gözleri aniden bana çevrildi, küçük bir tebessüm belirdi dudaklarında. “Yanıma gelmek için bahane arıyordun yani?”
Sesinde hem oyunbaz hem de sıcak bir ton vardı.
Ben de bugün ne eksik diyorum. Tabi ki rezilliklerim!
O an içimde bir çelişki belirdi. Hem rezilliğimin farkındaydım hem de bunu gizlemeye çalışıyordum. Yalan olmasın diye hayır da diyemiyorum.
Derin bir nefes aldım, gözlerimi yere indirip “Of anam of!” diye içimden geçirdim. Yüzüm kıpkırmızı kesilmişti.
Öylece başımı öne eğip ne diyeceğimi bilemez haldeyken, Özgür bana doğru bir adım attı.
“Hayat,” dedi yumuşak ama kararlı bir sesle, “Seni zor durumda bırakmak istemem. Ne zaman konuşmak istersen, yanıma gelmek, yanımda olmak istersen ya da ben yanında olayım dersen, küçük bir işaret yeter. O işareti gördüğüm anda, seve seve yanında olurum.”
Bu sözler bir anda içimde kelebekler uçuşturdu. Şaşkınlık ve heyecanla doldu yüreğim. Böyle açık ve samimi bir davet beklemiyordum. Kalbim ritmini şaşırmış gibiydi, bir yandan korku bir yandan umutla doluydu.
Gözlerim Özgür’ün gözlerine kilitlenmişti, o an aramızdaki o görünmez bağ daha da güçlendi. Sanki o küçük adım, belki de benim için atılan en büyük adımdı.
“Teşekkür ederim...” diyebildim zorla, sesim titriyordu. Elimi nereye koyacağımı bilemedim, o anda bütün vücut dilim panik halinde sinyal veriyordu. İçimde bir kıpırtı vardı; hem heyecan, hem mahcubiyet. Özgür’ün karşısında bu kadar çaresiz kalmak garip ama bir o kadar da samimiydi.
Özgür’ün sözleri, geçen günleri hatırlattı bana; kitap alıp verme bahanesiyle kaç kere bir araya gelmiştik, sohbet etmiştik. Artık o somut bahanelere ihtiyaç kalmamıştı. Şimdi sadece küçük bir işaret, bir ses, bir adım yetiyordu.
İçimde fırtınalar kopuyordu. Birdenbire düşündüm: “Bu ne anlama geliyor şimdi? Bu bir aşk işareti mi? Yoksa sadece ilgi, hoşlantı mı? Biz şimdi neyiz?”
Kalbim bir yandan heyecanla hızlı hızlı atarken, diğer yandan aklım deli sorularla dolup taşıyordu. Bu kadar yakınlık, bu kadar samimiyet... Peki ya bundan sonrası? Beni tanıyor muydu gerçekten? Ya ben onu? Aramızda ne vardı, nasıl ilerleyecekti bu?
Sanki bir filmin içinde, henüz senaryoyu tam anlamadığım bir sahnedeydim. “Offf... Ne yapacağım şimdi?” diye geçirdim içimden. Kalbimle aklım arasında sıkışıp kaldım; aynı anda hem mutlu hem kaygılıydım.
Hem bu panik ve kaygıyla, hem de bizimkilerin yokluğumu fark etmesi ihtimaline karşın aceleyle söze girdim.
“Ben... Ben gideyim artık. Sonra görüşürüz,”
Elim ayağıma dolanmıştı resmen. Parmaklarımı nereye koyacağımı bilemiyor, gözlerimi kaçırıp yere dikiyordum. Her şey fazla hızlıydı, fazla yoğun. Kafamdaki “Şimdi gitmeliyi, fazla kalırsam daha da karışacak her şey” düşüncesiyle boğuşuyordum.
Tam dönüp bir iki adım attım ki, ayağım takıldı. Kalbim ağzıma geldi. Acele işe şeytan karışır derler! Neden eteklerin tutuşmuş gibi kaçmaya kalkıyorsun ki Hayat!
Yeri boylamam an meselesiydi. Neyse ki sıcak bir el kolumdan tuttu, ani ve beklenmedik bir yakınlıkla beni geri çekti. Özgür.
Aramızdaki mesafe çok azdı. Kalbim o anda, yerinden çıkacakmış gibi çarpmaya başladı.
Teması ürkek değildi; nazikti ama netti. “Güvendesin” diyen bir dokunuş gibiydi. Gözlerim onun ellerinden yüzüne kaydı. Sakin ve dikkatliydi. Bir şey söylemedi. Ama gözlerinin içi konuşuyordu sanki.
Nefesim yarım kaldı, kelimeler boğazımda düğümlendi. “Şimdi… şu an… bu kadar yakınlık… bu sıcaklık… Bu da neydi şimdi?” dedim içimden.
Kafamın içi uğultu gibiydi. “Bize ne oluyor?” demek istedim. Ama susmayı seçtim.
Özgür, yavaşça kolumu bıraktı. “Dikkatli ol.”
Bir anda yüzüm yandı sanki. O an öyle bir utandım ki yer yarılsa da içine girsem dedim. Hafifçe başımı salladım, gözlerimi kaldırmadan mırıldanır gibi bir "Tamam" dedim ama sesim zar zor çıktı.
Sonra nereye bastığımı bile bilmeden, göz göze gelmemek için çırpınarak arkamı döndüm ve neredeyse koşar adımlarla uzaklaştım. Kaçar gibiydim. Evet, resmen kaçtım!
Yüzüm kıpkırmızıydı, ellerim titriyordu. Ayaklarım yere mi basıyor, yoksa uçuyor muyum belli değil. İçimden sürekli “Hay Allah’ım!” deyip durdum. “Bu kadar da rezil olunmaz ki!”
Küçük bir gülüş sesi işittim sonra. Tanıdıktı. Arkamı dönmedim. Ama hissettim. Özgür’dü. Sessizce, kendi kendine gülmüştü. Ve nedense o gülüş içime su serpti. Çünkü bu gülüşte dalga geçmek değil, tatlı bir hoşnutluk vardı. Sanki “Senin bu hâlin bile güzel,” der gibi.
Veya ben öyle inanmak istedim.
“Ya ben mi yanlış anlıyorum?” dedim içimden.
Eli hâlâ kolumdaydı sanki. O teması silemiyordum zihnimden. Ama neden sadece kolumdan tuttuğu için bu kadar heyecanlandım? Belki de duygularımı abartıyor, ona da istemeden anlamlar yüklüyordum.
“Yok artık Hayat. Yok artık! Ne oldu az önce? Hollywood filminde misin? Bir el tutmayla, bir ‘dikkat et’ demeyle hemen sahne kurup alt yazı mı geçtin zihninde: ‘Ve böylece aşk başladı...’ Yuh.”
Bir iç sesim “Hayır, o da seni önemsiyor, hissettiklerin karşılıksız değil,” derken diğer ses acımasızdı:
“Sen sadece iyi davranan biriyle karşılaştın diye hayallere kapılıyorsun, dikkat et. Her tebessümün altından anlam çıkartma.”
Durdum. Bir ağacın gövdesine yaslandım. Derin bir nefes aldım. “Ama eğer gerçekten bir şey yoksa neden o kadar özenle davranıyor? Neden öyle baktı? Neden öyle cümleler söyledi?”
Sonra kendime kızdım.
“Ya tamam da Hayat, bu kadar da olur mu? Daha geçen haftalar üç kere kitap alışverişi yaptınız diye üç gün heyecanla düşünmedin mi? O zaman da ‘bir şey var mı, yok mu’ dedin. Şimdi de aynısını yapıyorsun.”
Gözlerimi sıktım. Kafamı toparlamak istedim. “Peki ama Hayat Hanım… Bu yaşadığınız olayın adı ne? Hoşlanmak mı? İlgi mi? Yoksa sadece kafana top yedikten sonra gelen sersemlik mi?”
“İtiraf et, hissettiğin her şey gerçekti. Büyütüyor olabilirsin ama uydurmuyorsun.”
“Çocuk iki cümle söyledi, ben evlilik cüzdanı hayal etmeye başladım. Hayat, sakin ol kızım. Nefes al, çay iç, dua et, meditasyon yap... ne biliyorsan onu yap.”
Ve işte o an anladım ki; hissettiklerimi inkâr etmek, onları küçültmek bana iyi gelmiyordu. Kafam karışık olabilir, emin olamayabilirim, ama yaşadığım heyecan, o sıcaklık, o yakınlık sahiciydi. Belki de şu anda önemli olan tek şey de buydu.
🌑🌒🌓🌔🌕🌖🌗🌘
Bir kaç ay sonra
Telefonumdan gelen bildirim sesiyle irkildim. Bir an Özgür yazdı sandım ve kalbim hafifçe kıpırdadı ama ekranda "Bedir" yazıyordu. Mesajı açtım.
Ayın on yedisinde görüşelim mi? Önemli bir konu. Hande de benimle olacak.
21.39
Dudaklarım birbirine yaklaştı, hafifçe kıvrıldılar. Ciddi bir şeydi demek. Yaa! Ben sabırsızımdır, üç günde meraktan çatlayabilirim. Merak etmek benim göbek adım!
Ama Hande'nin de geleceğini söylemesi içimi azıcık rahatlattı. Tek kız olmayacaktım. Asude'm sayesinde biraz dikkat etmeye çalışıyorum da bunlara! Ne güzel ki artık hem kalbimi hem ahlakımı koruma sorumluluğunu daha derin hissediyorum. İyi ki var Asude. Ve iyi ki yavaş yavaş değişiyorum.
Olur. Merak ettim, bir şeyler çıtlatamaz mısın şimdiden?
21.40
Merakta bırakacağım için üzgünüm ama hiçbir şey çıtlatamam.
21.41
Tamam, öyle olsun. Bekleriz, hiç yapmadığımız şey değil.
21.41
Perşembe günü görüşürüz o zaman.
21.42
Görüşürüz inşallah.
21.42
Telefonu yavaşça dizlerimin üzerine koydum.
Hande, Bedir'in kız kardeşi. Onu en son 14 yaşlarındayken görmüştüm. Kim bilir ne kadar büyüdü? Çok da güzel kızdı maşallah. Şeyda kız değil erkek olsa, kardeşime gelin alırdım onu.
🌑🌒🌓🌔🌕🌖🌗🌘
Aynı çiçekli masaya, Hande'nin yanına oturdum. Büyümüş, serpilmiş ve güzelleşmişti. O yıllar önceki çocuksu yüz hatları yerini daha net, daha zarif bir ifadeye bırakmıştı. Başındaki lacivert örtü yüzünü öyle bir aydınlatıyordu ki, sanki başında yıldız ışığı taşıyordu.
Birer Türk kahvesi söyledik. Masanın üzerine konan fincanlardan çıkan kahve kokusu, sohbetimize tatlı bir samimiyet kattı.
Hande'ye derslerin nasıl olduğunu sordum. O anlattı; sınav stresi, grup ödevleri, kampüsteki yürüyüşler… Muhabbet ettik.
Sonra Bedir boğazını hafifçe temizledi. O kadar belli etti ki söylemek üzere olduğu şeyin önemli olduğunu. Elindeki kahveyi dikkatlice masanın kenarına bıraktı. Ben fark etmeden sırtımı dikleştirmişim. Ona döndüm. Baktım. Bekledim.
Üç gündür merakla kıvranmam boşa değildi! Bu an içindi. Ama aklımdan geçenlerin hiçbiri duyduğum cümleyle uzaktan yakından alakalı değildi.
“Evlenmeyi hiç düşündün mü?”
Kahve fincanım elimdeydi. Sıcaklığı parmak uçlarıma kadar yayılırken içimden yükselen şaşkınlık soğuk bir dalga gibi yüzüme vurdu. Gözlerim genişledi, dudaklarım aralandı. Şaştım kaldım.
Evlenmek mi? Neden böyle bir soru sordu bu çocuk? Ne deseydim şimdi? Bu ne demek oluyordu?
Ama yok canım, Bedir bana o gözle bakmazdı. Bedir’le aramızda dostluk dışında bir şey olmamıştı. O bana hep büyük bir abi gibi davranmıştı.
“Ba-babama kızdığım zaman, bazen,” diye kekeledim hayretler içinde. Bu sorunun ardında ne olduğunu kestirmeye çalışırken gözlerim bir Hande’ye, bir Bedir’e kayıyordu.
Bedir dudaklarının kenarını hafifçe yukarı kaldırdı. Ne gülüyor, ne de ciddiyetini tamamen gizliyordu.
“Bence bir düşün.”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |