6. Bölüm
Şeymanur / Kendini Özgürlüğe Bırak / Y A P T I Ğ I N D A

Y A P T I Ğ I N D A

Şeymanur
sukunettekelimeler

 

~Yumurtlamak~

 

“Hanat, doktorculuk oynalalım mı? Lüüfen, lüüfen Hanat…”

Sesin o sevimli tonu, gözlerinin içindeki heyecanla birleşince, hayır demek zaten ihtimal dışıydı.

“Tamam, oynayalım Hanatcım,” dedim, dudaklarımda yorgun ama sevgi dolu bir gülümsemeyle.

Yengemgiller tayfası kahvaltıda bizdeydi. Tabi kahvaltı erken bitse de sofra başında baya bir sohbet muhabbet dönmüştü. Sonra onlar oturma odasına geçmiş, biz de Şeyda'yla mutfak toplamıştık.

Tam oturdum derken de Mehmet ve can sıkkınlığı birlik olup yine bana dadanmışlardı.

“Sen hasta ol ben doktor, tamam mı?”

“Tamam,” deyip yatağın başlığına yaslanmayı bırakarak yattım. Sanki yıllardır hastaymışım gibi sesime keder yükledim.

“Doktor bey, benim bacaklarım çok ağrıyor... kollarım da... her yerim ağrıyor.”

Mehmet, işaret parmağını iğne yapar gibi bana doğrulttu. Gözleri pırıl pırıl. Sonra birden, gerçek bir doktor ciddiyetiyle, parmağını hızla bacağıma sapladı!

“Yavaş ol doktor! Acıtıyorsun!”

Ama onun umurunda mı?

Sırıtarak parmağını rastgele her yerime iğne niyetine sokmaya başladı.

“İmdat! Bu nasıl doktor ya!? Müsait olmayan yerlerime bile iğne yapıyor!”

Küçük canavarı kendimden uzaklaştırmak için elimi karnına götürüp hafifçe gıdıkladım. Gülmeye başlayıp yatağa devrildi, sonra birden bayılmış numarası yaptı.

Yanaklarına tokat atıp “Doktora bak hele, hastasını bırakıp bayılıyor!” dedim ve ayıldıktan sonra tekrar yere düşüp bayılınca totosunu ısırdım. Kollarını da but niyetine yiyip, karnını gıdıklamaya başladım.

“Sen nasıl doktorsun! Doktorun doktorluğu, hastanın hastalığı belli değil! Ben bu hastaneden kaçıyoruuuumm!”

Yatağın kenarından atlayıp, içeriye, Fatoş yengemin yanındaki boş koltuğa sığındım. Sığınmaktı bu resmen. Haydut doktordan kaçış.

Oturma odası sıcaktı, pencere açık, dışarıdan kuş cıvıltısı ve uzaklardan gelen minibüs sesleri odayı dolduruyordu. Tatil sohbeti ediyorlardı. Bizimkiler döneli yaklaşık iki hafta olmuştu tamam ama bu kez Fatoş yengemler gidecekti. Bu yüzden sohbet tatil sohbetiydi.

“Ya anne, biz de göle falan gidelim. Ya da denize, dere kenarına, nereye olursa. Su seyretmek istiyorum ben. Su sesini dinleyeceğim ne güzel, ohh…"

Emine Yengem yine yaptı yapacağını ve beni kıkırdattı.

“Eyy, oturun evde açın çeşmeyi, seyredin suyu. Alın size su. Tatillere para vermiş olmazsınız hem.”

Bir anda hepimiz güldük.

Vaay bee! Sizde böyle güzel aile var mı, ha?

Ama bakın annem nasıl işin ayrıntısını düşünmüş.

“Emine, yalnız onun da parası var. Su parası.”

Faturaya vereceğimiz parayla benzine vereceğimiz ayrı mı?

Biraz daha onların güzel sohbetlerini dinledim. İş komşulara gelince sizin gıybetinizle uğraşamam diye düşünüp odama geçtim. Yatağıma sarıldım kocamanından. Ergenlik aşkımdı benim bu yatak. Ayrılamıyordum ondan.

Telefonumu kurcalamak için elime aldım. Gerçi sosyal medya hesabım olmadığı için -ortaokulda açıp nadiren girdiğim Facebook hariç (O da bayat bir sandviç gibi bir kenarda duruyor)- yapacak bir şeyim olduğu da söylenemezdi.

Bedir'den bir mesaj geldiğini görünce merak ederek açtım. Kolay kolay telefonda sohbet etmezdik çünkü. Mesajlaşmamız bile yok denecek kadar az.

 

Haftasonu görüşebilir miyiz? Ankara'ya gideceğim, gitmeden göreyim seni de.
14.29

 

Olur, annemden izin alırım.
Nerede buluşuruz?
14.33

Bizim oradaki çiğ köfteci?
14.34

 

Tamam. Saati haber verirsin.
12.34

Anlaştık.
12.34

 

O an, içimde tarifsiz bir duygu belirdi. Bedir’in beni görmek istemesi; önemsediğini göstermesiydi. Üstelik Ankara’ya gitmeden evvel… Sevindim buna. Canım arkadaşım.

Bu akşam anneannemde kalacaktık. Bir poşete eşyalarımı doldurup erkenden evden sıvışayım dedim ve yengemgil tayfası işlerini yapmak üzere evlerine dağılırken ben de onlarla beraber evden çıktım. Evi de Şeyda süpürsün. Ben onun yaşındayken her işi yapıyordum, bu daha ocağı yakmayı yeni öğrendi. Ah yeni nesil!

Anaannemin asla kitli olmayan kapısını açıp içeriye girdim. ‘Hırsız olsam zahmetsiz girerim,’ diyeceğim de evde çalacak sadece televizyon var. O da modası geçmiş. Boşuna zahmete gerek yok.

İçeri girdiğimde dedem balkonda uyuyordu. Üstünde ince bir yorgan, yüzü güneşle aydınlanmış. Anneannem Kur’an okuyordu; sesi içli, derin, huzurluydu.

Peki ben ne edecektim? Kafamda binbir tilki dolaşırken aklıma gelen en mantıklı şey Nida'yı çağırmaktı. Telefonumu çıkarıp Nida'yı aradım. Bana kalsa mesaj atarım ama o mesajı görene kadar anneannem hatim yapar.

“Efendim ablaa?”

“Arandığınız abla yukarıda sizi bekliyor. Lütfen bir an önce geliniz.”

“Tamam. Çamaşırları asayım geliyorum.”

“Çabuk as oyalanma. Dikkat et sizin ipler çok geride, düşmeyesin.”

“Emrin olur.”

Beni şaşırtarak az sonra gelmişti Nida.

“Aferin kız, böyle elini çabuk tut yoksa evde kalırsın.”

“Sen gibi mi?”

“Ne demek istiyorsun sen!? Ben daha yirmi yaşına yeni girdim bir kere! Hem gitmeye de meraklı değilim.”

“Hehe, tabi.”

“Birileri kaşınıyor herhalde!"

“Aaa kim? Hemen yardımcı olayım!”

Kıkırdayarak didişmeye devam ediyorduk ki, birden kapı hızla açıldı. Yunus Ekrem fırtına gibi içeri daldı. “Babaanneee!? Yumurta var mııı?”

“Dolapta var oğlum, al.”

Anlaşılan ananem de Kur'anını bitirmişti.

Nida homurdanmaya başladı.

“Yok desene babaanne ya! Yakında yumurtlayacak, yumurta yiye yiye! Onun yüzünden ben yumurtadan soğudum. Günde beş öğün yumurta yiyor. Tavuklar yetişemiyor hızına be.”

“Sus be sen. Yerim. İstersem on öğün yerim.”

Yunus Ekrem, yumurtaları kaptığı gibi aşağıya koşarken gözümde bir sahne canlandı ve güldüm. Çünkü kafamda totosundan yumurta çıkaran, saçları yumurta yuvası olmuş bir Yunus Ekrem belirmişti! Gülmemek mümkün mü?

Bölüm : 28.07.2024 22:12 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...