@sukunettekelimeler
|
Hastaneden çıkmış ve basın toplantısından evvel bir şeyler yemek için sahil kenarına gitmiştik. Burası sanki ayrıydı, başkaydı. Duman rengi molozlar, yıkılan hayatlar ve bu huzurlu görünen, kafetaryalarıyla normal hissetiren yer aynı şehre mi aitti, emin olamamıştım. Ne istediğimizi sormak için bir garson geldiğinde Nurullah Abi ve Ahmet Yasin çoktan söylemiş, ben hâlâ kararsızca önümdeki menüye bakıyordum. Dinlediğim bu hikayeler iştahımı kesmişti, yemek yemeye hâlim yoktu. "Bir çay bir de tost alayım." deyip adamı daha fazla bekletmeyeyim dedim. Zor da olsa yemem gerekiyordu. Daha fazla uyanabilmem için sağlıklı kalmam lazımdı. Yedik, içtik. Gözlerim hep denizdeydi. "Kim bilir neler yaşandı burada bile." diye içimden söylendim. Fakat ikisinin de bana bakmasından anlamıştım ki içimden geçen dilime de düşmüştü. "Bu cümle üzerine Mavi Marmara'yı anmamak olmaz herhalde." deyip elindeki çatalı masanın üzerine bıraktı ve bir peçete alıp ağzını sildi Ahmet Yasin. "Biliyor musun o olayı?" "Pek sayılmaz. Bir kaç duyumdan ibaret." diye yanıt verdiğimde başını sallayıp arkasına yaslandı. "Hesabı ödeyip biraz yürüyelim, ben de anlatayım dilim döndüğünce." "2010 yılıydı. Mayıs ayında 6 uluslararası sivil toplum örgütü (İHH İnsani Yardım Vakfı, Free Gaza Movement, European Campaign to End the Siege on Gaza, Ship to Gaza Greece, Ship to Gaza Sweden ve The International Committee to Lift the Siege on Gaza) toplanan bağışlarla temin edilen 6000 tonluk insani yardımı Gazze’ye ulaştırmak için bir yardım filosu oluşturdu. Filo insani yardımla birlikte 750 aktivisti de taşıyordu. Gemiden medyaya ve dünya kamuoyuna yayın yapan Türksat uydu frekansının ve uydu telefonlarının iletişimi İsrail tarafından kesilmeye başlandı ve İsrail savaş gemileri filoyu yakından takibe aldı. Savaş gemilerinin yaklaşması üzerine gemideki yetkililer olası bir İsrail müdahalesine karşı katılımcılardan can yeleklerini giymelerini istediler. Uydu bağlantısı ile gemiden yapılan tüm yayınlarda yardım filosunun organizatörleri, katılımcılar ve medya mensupları, barış amaçlı olan ve insani yardım malzemesi dışında hiçbir yük taşımayan gemilerin tek hedefinin Gazze halkının ihtiyaç duyduğu insani malzemeyi bölgeye ulaştırmak olduğunu defaatle tekrar etti. Gece saat 03.00 sularına kadar savaş gemilerinin takibi bu şekilde devam etti. Bu saatten sonra ise 30 civarında zodyak ve 4 savaş gemisinin filonun etrafını saracak şekilde her yönden yaklaştığı açık olarak görüldü. Bu sırada etrafta denizaltılar ve yardım filosunun üzerinde daireler çizerek uçan helikopterler de belirdi. Saat 04.30 sularında yüzleri maskeli, elleri silahlı askerleri taşıyan hücumbotlar gemiye yanaştı. Her bir botta en az 10 İsrail askeri bulunuyordu. Botlardaki askerler gemiye çıkmaya çalışırken gemiye ateş edilmeye de başlanmıştı. Bu gelişmeler yaşanırken bir yandan da silahlı askerlerle dolu askerî helikopterler geminin üzerine gelerek gemiye asker indirmeye başladılar. Gemiye inen askerler etrafa gelişigüzel ateş ediyorlardı. Bu esnada tamamen silahsız olan gemi yolcularından birkaçı İsrail askerleri tarafından yakın mesafeden kafalarından vurularak öldürüldü, pek çoğu da yaralandı. Geminin en üst katına indirme yapan İsrail askerlerinin gerçek mermilerle ateş açtıklarını gören yolcular, alt kattaki salonlarda tamamen savunmasız bir şekilde bekleyen bebek, kadın ve yaşlıları korumak için etrafta buldukları su şişesi, sandalye, sopa vb. cisimlerle kendilerini savunmaya başladılar. Üç İsrail askeri etkisiz hâle getirilerek silahları alınıp denize atıldı ve yaşanan arbedede hafif yaralanan İsrail askerleri tedavi için doktorların yanına götürüldü. Bu sırada gemide bulunan ve İsrail’in ilk anda fark etmediği için karartma uygulamadığı başka bir uydu frekansından yapılan televizyon yayını ile tüm dünya İsrail askerlerinin sivil aktivistlere yönelik gerçekleştirdiği katliama eş zamanlı olarak tanık oldu.. Şehit ve yaralı sayısının hızla artması üzerine beyaz bayrak sallayarak ateşi kesmeleri için askerlere çağrıda bulunuldu. Çağrıları dikkate almayan askerler bir süre daha ateşe devam ettiler. İsrail askerlerine İngilizce ve Arapça olarak ateşi kesmeleri ve yaralıların hastaneye götürülmesi için sürekli anonslar yapıldı. Ancak tüm çağrılara rağmen askerler etrafını çevirdikleri salonların camlarından içerde bulunan aktivistleri hedef almaya devam ettiler. Bu sırada katılımcılar arasında bulunan bir kadın ellerini havaya kaldırarak askerlerin yanına gidip ateşi kesmelerini söyledi. İbranice bilen İsrail milletvekili Hanin Zuabi’nin de yardımıyla İsrail askerleri ile iletişime geçildi ve yaralı İsrail askerlerinin de hastaneye götürülmek üzere kendilerine verileceği söylendi ve artık katılımcılara ateş açılmaması istendi. Bunun üzerine katılımcılardan bir iki kişi ile bir doktor yaralı üç askeri teslim etti. İsrailli askerler yaralı askerleri teslim aldıktan sonra kendilerine yaralılarını teslim eden kişilere ateş açarak askerlerin ilk tedavisini gerçekleştiren doktoru kolundan vurdular. Sabah 5.00’ten akşam 19.00’a kadar, kimi yaralılar kanamaları olduğu hâlde gemide bekletildi. Doktorların yaralılara müdahale etmelerine izin verilmedi. Bazı yaralılara özellikle eziyet edildi, tekmelendi, silahlarla darp edildi; bazılarının ise yaralı hâlde iken üzerlerine ateş açıldı. Gemiye hücumbotlar ve helikopterlerle asker takviyesi yapıldı, özel eğitimli K9 köpekleri gemiye alındı. Bu uzun bekleyişin ardından askerler salonda bulunan herkesi tek tek çıkış kapısına yönlendirdi. Burada üst araması yapıldıktan sonra elleri kelepçelenen katılımcılar açık güverteye toplandı. Kadınlar güvertedeki banklara, erkekler ise ıslak ve pis zemine diz üstü oturtuldu. İnsanların en doğal ihtiyaçlarını karşılamalarına dahi izin verilmedi. Havada dönüp duran devasa helikopter katılımcıları ıslatıyordu, yolculuğun büyük bölümü bu şekilde geçti. Helikopterlerin oluşturduğu sirkülasyon ise tek başına büyük bir işkenceydi. Katılımcılar güvertede, aşırı rüzgâr altında ve deniz suyu ile ıslatıldıktan sonra havalandırmaları kapatılmış iki salona toplandı, aşırı sıcak ve havasızlık dayanılmaz boyutlara ulaştı. Konuşmak, hareket etmek ayakta durmak, askerlere bakmak her şey ama her şey askerlerin müdahalesi için yeterli nedenlerdi. Bu müdahaleler bazen sözlü bazen de fiili oluyordu. Uzun bir bekleyişten sonra gemi hareket etti. İnsanlar nereye götürüldüklerini bilmiyorlardı. Sabah 09.00’da başlayan zorlu yolculuk akşam 19.00’a kadar sürdü. Akşam saatlerinde Aşdod Limanı’na varan Mavi Marmara’yı limanda katılımcılara insanlığa sığmayacak hareketlerle küfürler eden yüzlerce İsrailli karşıladı. Limanda uzunca bir süre bekletildikten sonra çok geç saatlerde tüm katılımcılar gemiden indirildi. Gemiden inmeden önce bir kez daha üst araması yapıldı, kelepçeleri çıkarılmış olanlara yeniden kelepçe takıldı. Gemiden indirilen herkesi iki polis sorgu alanına götürdü. Gemiden karaya ayak basar basmaz herkesin fotoğrafı çekildi. Sorgu çadırına girmeden önce arama çadırında insani yardım filosu katılımcıları çok detaylı, gayri insani bir aramadan geçirildi. Ardından sorgu çadırına alınan katılımcılardan İsrailli yetkililer tarafından hazırlanan sınırdışı belgelerini doldurmaları istendi. İnsani yardım filosu uluslararası sularda iken baskına uğramış ve gemidekiler istekleri dışında zorla Aşdod’a getirilmişti. Bu nedenle katılımcılar sınırdışı belgesini imzalamadılar. Sonra tüm katılımcıların parmak izleri alındı, fotoğrafları çekildi, sağlık kontrolünden geçirildi. Bu işlemlerin ardından dosyalar İsrail iç istihbarat birimi Şabak’a teslim edildi. Şabak özellikle katılımcılar arasındaki bazı isimler üzerinde durdu ve ilk andan itibaren bu kişileri sık sık sorguya aldı. İşlemler devam ederken yetkililer katılımcılara belirli belgeleri imzalarlarsa hemen havaalanına gidebileceklerini, aksi takdirde hapishaneye götürülerek en az iki ay tutuklu kalacaklarını söylüyorlardı. Katılımcıların büyük bir kısmı söz konusu belgeleri imzalamadı. Ardından herkes otobüslere ve tutuklu araçlarına bindirilerek hapishaneye doğru yola çıkarıldı. Bir buçuk saati aşkın süren yolculuk gece 03.00 sularında Berşeva Hapishanesi’nde son buldu. Kimse birbirinden haber alamıyor, telefon etmek isteyenlere izin verilmiyordu. Herkes iki ve dört kişilik hücrelere dağıtıldı. Katılımcıların kendi ülkelerinin konsolosluk yetkilileri ile görüşme talepleri “sonra” diyerek reddedildi. Koğuşlarla ilgili her türlü iş katılımcılara yaptırıldı: taşınacak malzemeler, dağıtılacak olan her şey, yemekten sonra yapılacak temizlik vb. Görevliler sürekli olarak gürültü çıkartıp iki gece boyunca uyumamış olan katılımcıların dinlenmesine izin vermediler. Her saat başı demir kapılara hızla vurarak hücrelerdeki herkesin ayağa kalkması istendi. Herkese tekrar tekrar ismi, nereden ve neden geldiği soruldu. 2 Haziran gecesi saat 01.00’den itibaren koğuşa gelen görevliler isimleri tek tek okuyarak herkesi gruplar hâlinde götürmeye başladılar. Bu işlem öğlene kadar sürdü. Bazı gruplar gece saat 03.00’te havaalanına ulaşırken bazıları ise ancak öğleden sonra havaalanına ulaşabildiler. Gemi katılımcıları havaalanına giderken yine karga tulumba transfer araçlarına bindirildi. Bazı aktivistler 2,5 metrekarelik cezaevi araçlarına 6 kişi itiş tıkış zorla bindirilerek iki saatlik yolu bu şekilde gitmek zorunda bırakıldı. Havaalanına getirildiklerinde pasaport işlemleri yapılırken herkes sınır dışı kâğıtlarını imzalamaya zorlandı. Uzun uğraşlardan sonra katılımcılara bu belgelerin üzerine İsrail’e kendi istekleri dışında getirildiklerinin yazılması için izin verildi. Pasaport işlemlerinin tamamlanması için beklenen süre boyunca sürekli olarak askerlerin sözlü tacizleri devam etti. Askerler çıkan her arbededen sonra birbirlerini kutluyor ve komutanları tarafından takdir ediliyorlardı. Pasaport işlemleri tamamlananlar, Türkiye’den gelen uçaklara peyderpey alınmaya başlandı. Uçaklara ilk binenler neredeyse 12 saat boyunca uçakta tüm katılımcıların işlemlerinin tamamlanmasını beklediler. Bazı katılımcılar havaalanında sorguya alınan İHH Genel Başkanı Bülent Yıldırım, gazeteci Adem Özköse ve iki katılımcının sorgudan çıkarılıp uçağa bindiğini görene kadar uçaklara binmeyi reddetti. Yetkililere bu kişiler gelmeden uçakların hareket etmeyeceği bildirildi. İsrail yetkilileri ısrarla geride kimse kalmadığını, herkesin uçaklarda olduğunu söylüyordu. Sorgu odasında tutulanlar serbest bırakılmadan hiçbir yere gidilmeyeceği bir kez daha kesin bir dille ifade edildi. Sonunda orada bulunan bir görevli sorgu odasına giderek buradaki dört kişiyi çıkarttı ve pasaport işlemlerini yaptırdı. Türkiye’den gelen milletvekilleri ve konsolosluk görevlileri ile birlikte uçağa binildi. Uçakta son liste kontrolleri yapıldıktan sonra geride ağır yaralı oldukları için İsrail’deki hastanelerde tedavi gören beş kişi bırakılarak diğer şehit ve yaralılarla birlikte Türkiye’ye doğru yola çıkıldı. Havaalanında katılımcıların özel eşyalarının akıbeti sorulduğunda başka bir uçakla gönderileceği söylendi ancak Türkiye’ye gönderilenler ekseriyetle boş valizler, parçalanmış telefonlar, kameralar vb. eşyalar oldu. Çok sayıda elektronik eşyaya İsrail yetkilileri tarafından el konuldu. Bu da tüm gemi katılımcıları için ciddi bir maddi kayıp anlamına gelmekteydi. Bütün bunlara ek olarak, ülkelerine dönen katılımcıların el konulan kredi kartlarının ve telefonlarının da İsrail’de kullanıldığı, gemide bulunan bilgisayar ve telefonların İsrail askerleri tarafından çalınıp satıldığı öğrenildi. Hatta bazı katılımcılara ait laptoplar İsrail askerleri tarafından gemiden çalınarak pazarlarda satıldı." Ahmet Yasin iç çekip sustu ve bir süre sessizlik oldu. Diyecek bir şey bulamıyordum artık tüm bu şahit olduklarıma, duyduklarıma. Ancak susabiliyordum içime oturan ağırlıkla. "Bu işin yüzeysel kısmı. Gemidekiler tarafından anlatılan onca olay, sonrasında gerçekleşenler çok daha dokunuyor insana. Daha 19 yaşında orada İsrail askerlerinin vicdana sığmaz şekilde kurşunladığı şehidimiz Furkan Doğan'ın yürek yakan son satırları hâlâ ezberimde. “Şehadet şerbetine son saatler. Var mı daha güzel şey. Varsa o da sadece annemdir. Ama ondan ben de emin değilim. İkisinin kıyası çok zor. Şehadet mi annem mi? ” Âh âh, Furkan'ım." Ahmet Yasin, Nurullah abinin söylediklerine başını sallayıp hak vererek bir kaç dakika uzaklara daldı. Sonrasında âniden kendine gelerek konuştu : "Bu mesele saatlerce konuşulur abi. Hem Salih de uygun bir zamanda daha ince araştırmasını yapacaktır eminim. Biz en iyisi şu basın toplantısına gidelim geç kalmadan." "Haklısın Ahmet Yasin." Nurullah abinin de onayıyla yola çıkmıştık. Benim zihnimde daha gencecik bir fidan olan Furkan'ın "şehadet mi annem mi?" sorusu dönüp duruyordu. Gerçekten akıl, yüreklilik, cesaret gibi şeyler yaşta değil baştaydı. Kim bilir hayatı da nasıl güzeldi ki şehit olmadan saatler evvel böyle bir soru sormuş, sonra da kutlu bir yol üzereyken şehit olmuştu. "Gerçekten iyi bir çocuk olmalı Furkan. Bu herkese nasip olmaz." diye mırıldandım. Ahmet Yasinle bakışlarımız kesişti, başını sallayıp tebessüm etti. "Hayatını okumuştum. Ailesiyle de tanışma fırsatım olmuştu. Şehit gibi yaşamış ki şehit oldu. Mesela beni şu çok etkilemişti : Kazandığı liseden başka bir okula nakil almak istemiş. Babası sebebini sormamış dahi, oğlunun bir bildiği vardır diyerek. Böyle bir güven vermiş ailesine. Nakil almışlar başka bir okula. Şehadetinden sonra yakın arkadaşından öğrenmişler neden başka bir okula nakil almak istediğini. Furkan ahlakı kadar yüzü de güzel bir çocuk olduğu için okulda kızlar sürekli etrafında dolanıyormuş. Sınıfın kapısına gelip ona bakanlar falan varmış. Önünü alamayınca çareyi okul değiştirmekte bulmuş. Şu naifliğe bakar mısın? Şimdi gençler kızlar kendilerine baksın diye bin takla atıyor! Nerede o gençlik nerede hayâlı Furkan?" "O gençlik bir bataklıkta, Furkan Cennet bahçelerinde inşallah. " diye yanıtladı onu Nurullah Abi. "İnşallah." dedim ve yolculuğumuzun sonuna gelerek arabadan indik. Şifa hastanesinin önündeydik. Çocuklar seslerini buradan duyuracaklardı. Konuşmayı yapan çocuğun adı Enes'ti. Yanında da bir sürü Gazzeli çocuk vardı, arkadaşları. Önlerinde Gazze İslam Üniversitesi'nin kurduğu fakat bağımsız yayın yapan Kitab kanalı, Hamas'ın Aksa televizyonu, Lübnan merkezli İslami Cihad'a ait Filistin El-Yevm televizyonu ve Kudüs TV mikrofonu vardı. Maalesef ki ne uluslararsı bir televizyon kanalının mikrofonu vardı ne de uluslararası bir haber ajansının ses kayıt cihazı. Elimdeki cep telefonuyla kayda alıyordum. Bunu yayabildiğim kadar yayacaktım. Çocuklar, dünyaya seslendiklerine inanarak manası gözlerinden, bakışlarından taşan bir konuşma yaptılar. "Bir kaç hafta sonra bayram. Bizler tank, top, bomba ve uçak sesleriyle kurşunlar altında bayrama gireceğiz. Dün yanımızda olan arkadaşlarımızın bir kısmı bugün yoklar. Şuan bizimle birlikte olduğunuzu gördüğünüz arkadaşlarımızdan bazıları belki yarın yanımızda olmayacaklar. Dünyanın tüm coğrafyalarındaki diğer çocuklar bayram yaparken niçin Filistin çocukları bu bayrama bombalar altında girmek zorunda? Bizim dünya çocuklarından ne farkımız var? Özgürlüğümüzü istediğimiz için mi bu bombalara muhatap oluyoruz? Neden dünya halkları bizim katledilişimize ses çıkarmıyor?" Pankart tutan çocukların fotoğraflarını çektim. Sonrasında tanıştık, sohbet ettik, güldük, fotoğraf çekildik. Hepsi öyle hayat doluydu ki aslında. Öyle güzellerdi ki! En nihayetinde dağıldık... Kaldığım eve üçümüz beraber döndük ve namazlarımızı kılıp dinlenmek için köşelerimize çekildik. Saatlerce dönüp dursam da sonunda uyuyakalmıştım. Ertesi sabah kahvaltı niyetine bir şeyler atıştırıp ne yapacağımızı kararlaştırmaya çalışmıştık. Nurullah abinin işleri vardı, onları halletmesi gerekiyordu. Ahmet Yasin gazete için yazdığı yazıyı ulaştıracaktı. Ben de beni tekrar hastaneye bırakmalarını istemiştim. Planladığımız gibi yapmıştık. Beni Ruveyda'nın olduğu hastaneye bırakacaklardı. Giderken Şifa Hastanesine de uğrayacaktık. Dün basın toplantısının olduğu hastane. Nurullah abinin uğraması gereken biri varmış. Şifa hastanesinin önüne geldiğimizde etraf ana baba günü gibi kalabalıktı. Hızla arabadan indik. Etrafta ambulanslar ve ambulanslardan indirilen çocuklar vardı. Önümden hızla rengi bembeyaz olmuş kanlar içinde bir çocuk geçirildiğinde donakaldım. Bu çocuklar...ölmüştü. "Oğlum! Oğlum! Enes! Nerdesin! Oğlumu getirin bana! Oğlum nerde!" Bir kadın etrafta ordan oraya koşup sedyelerle getirilen çocukları tek tek gezerek her birinin başında ağlayıp bir diğerine bakıyordu. Kimisi çoktan oğlunu bulmuş, cansız bedenine sarılıyordu. Önümden geçen bir adamı durdurup kolunu tuttum. "Bu çocuklara ne oldu?" "Aşağıdaki parkta oynarken öldürüldüler. On üç çocuk, parkta oynarken öldürüldü!" Adam yanıtımı verip hızla uzaklaştı ve hastanenin içine girdi. Kadın hâlâ oğlunu arıyordu. Az sonra önüne bir sedye getirildi. "Oğlum! Neden! Neden!" diye ağlarken çocuğun cesedine sarıldı. Kadına doğru yaklaşmaya başladım. Ağlarken bir yandan da konuşuyor, sanki dünyaya sesleniyordu. "Neden bizim çocuklarımız bunu yaşamak zorunda!?" Çocuğun yüzünü gördüğümde en başından beri tuttuğum gözyaşlarım koyvermişti kendini. "Hasbinallahu ve ni'mel vekil..." Kadın , Enes'i öpüp duruyor, bir yandan da bunu söylüyordu. Dün akşam arkadaşlarıyla birlikte "Bizi öldürmeyin" diyen Enes, şimdi karşımda cansızca yatıyordu. Darmadağın olmuştum. Enes de arkadaşları da belli ki seslerini kimseye duyuramamışlardı! Haklı çıkmışlardı. Önceki gün yanlarında olan bazı arkadaşları dün yoktu; bugün de onlar yok... Burada çocuklar kumsallarda, ambulanslarda, parklarda, okullarda öldürülüyordu. Onlar öldürüldüler. Biz anlatamadık! "Ahmet Yasin, sen Salih'i al ve gidin. Akşam beni buradan alırsınız." "Tamam abi." Sesler geliyordu ama ben sanki duymuyordum. Karşımda, daha birikecek güzel anıları olması gereken ama toprağın üstünde rahatça oyun dahi oynayamamış bir çocuk duruyordu. O gün parkta öldürülen on üç çocuktan biriydi Enes. Cebimdeki telefonda dün çekildiğimiz gülümseyen fotoğrafı vardı, karşımda kanlar içinde kendisi... Allah'ım, dayanamıyordum! "Hadi Salih." "Ben kalmak istiyorum." deyip dikilmeye devam ettim. Kıpırdamaya dahi mecalim yoktu. "Hadi Salih. Kalmanın bir faydası yok." Dirensem de beni zorla arabaya bindirmiş, iyi görünmediğimi ve biraz kendime gelip hava almam gerektiğini söyleyip sahil kenarına götürmüştü. Nasıl kendime gelebilirdim! Her gün biraz daha kendimden gidiyordum ben burada. Ruhum daralıyordu. İçime kocaman bir kaya bırakmışlar, altında eziliyordum. Bu kaybolduğum labirentin bir çıkışı yok muydu? "Bak Salih, anlıyorum, zor. Ama unutmaman gereken şeyler var. Ölüm dünya üzerindeki herkese, her canlıya uğrayacak. Herkese farklı farklı, ama kimin için vakit geldiyse o zaman. Evet, buradaki zulme karşı durmamız gerek. Bu insanlar böyle yaşamayı, böyle zulüm görmeyi haketmiyor. Ama unutma ki onların ölümleri şehadet oluyor. Bu insanlar bir başka ülkede rahat içinde yaşarken ve dertsiz tasasız bir halde Allah'ı hatırlamazken de can verebilirlerdi. Bu cümlelerim ne kadar teselli veriyor bilmiyorum ama belki biraz böyle düşünmelisin. Ahiret yurdunda rahat edecekler inşallah." Ahmet Yasin omzumdaki elini çekmeden bir süre daha öyle durdu. Neredeyse yarım saattir burada oturup denizi seyrediyorduk. Dalgaların kıyıya vurması gibi kalbime bir şeyler vurup duruyordu. "Allah'ım sen bana güç ver. Tüm bunları kalbime katıp isyana düşmeden masumun sesi olmayı nasip et. Bana güç ver..." Duamın peşine amin dedikten sonra onun yüzü belirmişti gözlerimin önünde; Ruveyda'nın. "Ahmet Yasin, gidelim artık. Beni hastaneye bırak. Daha iyiyim." Beni kırmayıp dediğimi yapmıştı. Beni alacağı saati söyleyip yanımdan ayrıldı. Sırt çantamı omzuma atıp hastanenin koridorlarında yürüdüm ben de. Geniş salona girip perdelerle ayrılmış olan hastaların yataklarının ortasında durdum. Geçen sefer tanıştığımız bir kaç kişiye selam verip hal hatır sorduktan sonra Ruveyda'nın yattığı kısma gidip perdenin önünde durdum. Meryem Ahed teyze ile konuşuyorlardı. İstemeden de olsa konuşmanın bir kısmına şahit olmuştum. Konuşmayı bölüp bölmemeyi düşünürken de daha fazlasına şahit olmuş oluyordum. "Anne, o haini bulmadan yeni bir operasyon yapamazlar. Hâlâ aralarında olabilir ve hepsini yakalayabilir, öldürebilirler." "Fakat her an bir şey olabilir ve bizimkiler de buna karşılık bir operasyon planlanabilir Ruveyda. Biliyorsun..." "Yapmamalılar. Abimin, Seyyid ve Riyad Hamza'nın şehadeti ile büyük bir kayıp yaşadık. Daha fazla kimseyi kaybetmememiz lazım. Direnişi güçsüz kılmaya çalışıyorlar. Mühendislerimizin çoğu gitti!" "Haini bulmadan, bilmeden ne yapabiliriz ki?" "Ben kim olduğunu bulacağım anne. O ipucunu çözeceğim. Düşünüyorum, düşünüyorum ama aklıma gelmiyor. Zaten kafam bir gidip bir gelirken kolay da olmuyor. Bana dua et anne." Daha fazla dikilmek yerine aralarında oluşan sessizlikten faydalanarak içeriye seslendim. "Meryem Ahed teyze?" Perde açıldı ve beni gören kadın önce bir kaç saniye düşünüp sonra tanımış olacakki tebessüm etti. "Hoş geldin oğlum." "Gelebilir miyim?" deyip müsaadeyi alınca perdenin ardına geçtim ve bana verilen bir sandalyeye oturdum. Ruveyda, yatak başlığına yaslanmış bir şekilde oturuyordu. Beni görünce bir süre tanımak ister gibi yüzüme baktı. Bir aralık bakışlarımız karşılaştığında hızla geri kaçırdı. Yutkunmuştu ve sanki yüzünden bir acı emaresi geçmişti. Neden bana bakınca kötü hissetmişti ki? Yoksa ben mi yanlış anlıyordum? Elimdeki bir demet çiçeği yatağın yanındaki komodinin üzerine koydum. "Geçen sefer için özür dilerim." deyip her ikisine de baktım kısaca. Meryem Ahed teyze hiçbir şey dememişti çünkü asıl özür dilediğimin kızı olduğunu biliyordu. Eline komodinin çekmecesinden Kur'an alıp biraz ötemize oturdu ve okumaya başladı. Buna epey şaşırmıştım ve mutlu da olmuştum. Farkında olmadan suratımdan belli belirsiz bir gülümseme geçti. Onca kalbimi ezen şeyin arasında bu durum biraz içimdeki ağırlığı hafifletmişti. Biraz. Az evvel olanları içinde tutamayarak derin bir nefes aldım. "Buraya gelirken Şifa Hastanesine de uğradık. Parkta oynayan 13 çocuğu öldürmüşler." Bıraktığım kelimeler ikisinde de bomba etkisi yapmıştı. Meryem Ahed teyze parmağı ile kaldığı yeri tutup bakışlarını hızla kızına çevirdi. Birbirlerine tedirgin bir şekilde bakıyorlardı. "Anne bulmam lazım! Bulmam lazım! Bunu herkese borçluyum. Bunu Filsitin'e borçluyum! Bana emanet edilen bu sırrı bulmam lazım!" Ruveyda, korkuyla ve çaresizlikle tüm bunları tekrar etmeye başlamıştı. Meryem Ahed teyze elindeki Kur'an'ı camın kenarına koyup kızının yanına geldi ve kıvırcık saçlarını okşamaya başladı. "Sakin ol kızım. Yapma böyle lütfen. Kendine zarar vermenin bir faydası yok. Sakin ol." "Olamam anne! Bu olayın üzerine sessizce oturmazlar. Daha fazlasını kaybedemeyiz! Mücahitlerimizi ateşe atamayız!" Ruveyda, normalden farklı davranmaya başlamıştı. Meryem Ahed teyze kızını sakinleştirmeye çalışıyor, işe yaramayınca da korkuyla arada bir bana bakıyordu. Gözlerimiz buluştuğu vakit "Yavrum! Sen gel, kızımın bir yere gitmesine izin verme. Doktoru çağıracağım. Gel, başında dur." diyerek perdenin ardında kayboldu. Dediğini yaparak ayağa kalktım ve kendi kendine "Gülmeyenler bahçesi neresi? Gülmeyenler bahçesinde bizimle beraber olan kişi kim? Gülmeyenler bahçesi?..." diye tekrar eden kızın başında dikildim. Olayı doğru mu anlamıştım bilmiyorum ama kafamda bir kaç taş yerine oturmuştu. "Hainin kim olduğunu sana şifreli bir şekilde söylediler ve onu mu bulmaya çalışıyorsun?" Açıkça sorduğum soru karşısında afalladı ve susarak bana baktı. Bir süre öylece durdu, ardından yavaşça başını salladı. "Sana yardımcı olmak istiyorum. Bir şeyler yapmak istiyorum." deyip bir yanıt bekleyerek ona baktım. Yine sustu. "Dün birlikte gülerek oyun oynadığımız çocukları bugün kanlar içinde gördüm. Kâbus gibiydi. Kalbime bir kaya oturdu ve gitmiyor. Burada bir sürü acıya şahitlik ediyorum ve acıya şahitlik etmek acı çekmekten zor geliyor. Artık şahit olmaktan ziyade bir şey olsun yapabileyim." Suratından hafifçe bir tebessüm geçti. "Nişanlım da böyle derdi." diye mırıldanıp pencereden dışarıya baktı. "Sizi rüyamda gördüm. Beni çok etkiledi. Size güvenebileceğimi bana rüyamda o söyledi." Beni şaşırtan bu cümleleri kurduktan sonra eliyle önüne düşen bir saç tutamını geri attı. "Size anlatacağım her şeyi. Lütfen oturun. Fakat annemin bana sakinleştirici yaptırmasına engel olun lütfen." "Anlaştık." dedim ve az evvel kalktığım sandalyeye oturdum. "Riyad Hamza ile buluşmuştuk. Nikâhımıza az kaldığı için konuşacaklarımız vardı. O gün biraz gergindi, hissediyordum. Ona ne olduğunu sorduğumda şaşırdı. Bir derdi olduğunu anlamama şaşırmıştı. Oysa ben onun gözlerindeki her mânayı bilirdim. Biliyor musunuz, insan yalnızca diliyle ve dudaklarıyla konuşmaz; asıl gözlerdir insanları anlatan. Her neyse, konudan uzaklaştım, özür dilerim. Derdini benimle paylaşmayı severdi. Ben de anlardım. Sanki yetimliği, öksüzlüğü gidiyordu benimleyken, öyle söylerdi. Aralarında bir hain olduğundan şüphelendiğini söyledi. Nedenini sordum, açıkladı ve örnekler verdi. Ona bunu düşündürten şeyler önemliydi ve benim de kafam karışmıştı. Kim olduğundansa emin değildi. Bir plan yaptığını söyledi bana ama ne olduğundan bahsetmedi hiç. Onu bulmaya kararlıydı. Daha sonrasında abimin yaralı olarak hastaneye gelme olayı olmuştu. Abimi vurmuşlardı... Çünkü çok önem bir iş üzerindeydi. Bunu kendilerini açık etme pahasına yapacak kadar önemli. Abimi yaşama bağlamaya çalışayım derken İsrail askerleri bastı hastaneyi. Yalnızca abimi değil, sadık bir dostumu ve nişanlımı da aldılar benden...Riyad Hamza şehit olmadan önce bana bir şeyler söylemeye çalışıyordu. 'Onu buldum' dedi. O ân kimi kast ettiğini anlamamıştım. Onun kollarımda kanlar içinde son ânlarını yaşıyor oluşunun acısı altında eziliyordum. 'Deliller çeyizinde' dedi. Sonra 'Gülmeyenler bahçesine bizimle beraber gelen oydu' dedi. Sonra şehadet getirdi..." Elleri titriyordu. Bir kaç damla gözyaşı yanağından aşağıya süzülmeye başladı. Az evvelki sakinliği yavaş yavaş uzaklaşıyor, o ânı tekrar yaşıyor gibi uzaklara dalıyordu. "Hayatımın gri dumanlı göğüne gök olan masmavi gözlerini yumdu, gözlerimden çekerek. Gitti..." Aramızda sessiz uçurumlar döşendi. Az evvel neden gözlerime öyle baktığını anlamıştım. Çünkü benim de gözlerim maviydi. Bunu anladığımda gözlerine bakmaya utandım. Çekindim yahut, bilmiyorum. Sanki ona zarar verecekti bu. Sessizliği o bozdu. Ben zaten onun söylediklerinden sonra ağzımı açıp bir cümle söyleyemezdim. Ne diyebilirdim ki? Boş gelirdi... "Çeyizinde deliller var demişti. Neyi kast ettiğini biliyorum. Bir keresinde bana bir kızın en güzel çeyizinin Kur'an olacağını söylemişti. Ve bana hediye bir Kur'an aldığını; evlendiğimizde vereceğini. Evine gidip bakmam, bulmam lazım. Bugünkü park olayından sonra mücahitler tepki gösterecektir. Çalışmaları hızlanacaktır. Aralarında bir hain varken bu çok tehlikeli. Hepsi tehlikede. Filistin tehlikede. Buradan çıkmam lazım. Beni götürür müsün?" Sorusunun hemen ardından perde hızla açıldı ve Meryem Ahed teyze önce bana sonra kızına baktı. Sahi, bunca zaman neredeydi? "Bu basitçe birini bir yere götürmek değil. Kızımı takip edeceklerdir. Yanında seni görürlerse adını bir kenarı yazılmış bil. Bu riski alabilir misin?" Belli ki bizi dinlemiş, bölmemiş, kızını uzunca konuşturan durumu bozmamıştı. Şimdi konuşma sırası bendeydi. Ne yapmam gerektiğini düşündüm. Zihnime bir sürü düşünce akın etmişti. Sonunda bir tanesi tüm karanlıkları aydınlığa boğan bir ışık gibi parladı, diğerlerini örttü. "Bu bir risk değil sorumluluktur. Burası benim de vatanım. Buradakiler benim de kardeşim. Bu benim de sorumluluğum. En azından bunu yapmalıyım. Bir kişi için bile olsa bir şey yapabilirsem vicdanım biraz rahatlar." "O zaman acele edelim." deyip yataktan kalkmaya koyuldu Ruveyda. Fakat bir noktayı unutmuştuk. "Bir dakika," dedim. "Gülmeyenler bahçesi olayı ne peki?" "Bilmiyorum. Nereyi kast ettiğini bilmiyorum. Sorun da bu. Okumadığım dua kalmadı ama yok, gelmiyor hatrıma nereyi kast etmiş olabileceği." Gülmeyenler bahçesi.. Bana bir yerden tanıdık gelmişti. Şu işi hallettikten sonra bunu düşünmem gerekecekti. "Gidelim." dedim ve yürürken zorlanan Ruveyda'yla koluna giren annesinin yanında yürümeye başladım. Hızlı atan kalbimden anlamıştım. Bir şeyler değişecekti. Ama doğru olanı yaptığıma da emindim. Derin bir nefes aldım yavaşça. Bir şeyler yapabilecek olmak bana iyi hissettirmişti. Bir an düşündüm. Buraya gelmeden önce hiç böyle şeyler yaşayacağımı tahmin edebilir miydim? Tüm şımarıklığım, şakacılığım, ukalalığım beni terk etmişti sanki. Derin bir ciddiyet vardı üzerimde. Burası beni büyütmüştü. Ben, Filistin'de büyümüştüm. Ve bilmiyordum ki Ruveyda'yla beraber öğrenecektim asıl; büyümeyi, sevmeyi, güvenmeyi, inanmayı, ölmeyi. Ve bilmiyordum ki Ruveyda'yla beraber öğrenecektim asıl; büyümeyi, sevmeyi, güvenmeyi, inanmayı, ölmeyi * 18.07.2019 |
0% |