@sukunettekelimeler
|
Kudüs'e veda etmiştim ama bir yanımın orada kaldığı gerçeği değişmiyordu. Şimdi Gazze'de benim bir kaç gün kalmam için ayarlanmış olan eski bir evdeydim. Geleli daha bir kaç saat olmamıştı bile. Ama yorgundum. Bu yorgun hissediş bedenimde değildi üstelik. Yanılmıyorsam içimde bir yerlerdeydi. Belki de onun "Ruhumu yoruyorsun!" dediği gibiydi şuan durumum. Ruhum yoruluyordu. Çünkü yolda etrafı seyrederken gördüğüm yıkım beni sarsmıştı. Dışarı çıkıp insanlarla konuşmaya, hikayelerine tanık olmaya, çevrenin halini görmeye korkuyordum. Alışageldiğim şeylerden beni çekip alacaktı Filistin, hissediyordum. İçimdeki asiliğin başını öne eğdiğini dahi hissediyordum çoğu zaman. Beklemeli miydim? Ahmet Yasin veya Nurullah Bey gelince mi dışarı çıkmalıydım? Yoksa cesaretimi toplayıp kendi başıma bunu yüklenmeli miydim? Cevabı biliyordum. Her zaman olduğu gibi cesur olmalıydım. Çıkacak ve beni bekleyen her neyse yüzleşecektim. Zaten Ahmet Yasin ve Nurullah Bey de yarın geleceklerdi. Yarına dek burada oturup bekleyemezdim. Önce çantamdan bir kaç şey çıkardım yemek için. Portakallı kekin paketini açıp bir kaç ısırıkta miğdeme yolladım. Sonra daha fazla bir şey yiyemeyeceğimi anlayıp diğerlerini çantaya geri koydum. Dışarıya çıkmadan önce, dün Ahmet Yasin'in bana verdiği kitabı alıp sayfalarını araladım ve altını çizdiği yerlere göz gezdirmeye karar verdim. Kitapta Gazze'yi ve Filistin'i anlatıyordu, bana yardımı dokunabilirdi. "Biz 80'lerin çocukları büyürken, Filistin haritası küçülmeye devam ediyordu." diye başlıyordu kitap. İlgimi çekmişti. Hepsini okumak istiyordum ama buradaki zamanımı buna harcayamazdım. Şimdilik altı çizili yerlerle yetinmeliydim. Eve dönünce de hepsini baştan sona okurdum. Ev kavramı çok uzak geldi bir an. Sanki hep burada bu şekilde yaşamıştım ve sanki hep burada kalacaktım... Kitabın sayfalarını çevirdim. "Bilmediği kadar hafiftir insanın yüreği, bildiklerimin, gördüklerimin ağırlığıyla hayıflanıyordum." "O insanların hepsinin bir hayatı vardı. Onların kendi kıyametleri koptu." "Gazzede bir çocuğun bisiklet pedalı çevirmekten evvel hayatta kalmanın yollarını ögrenmesi olağandı. Olağanüstü olan, zalimin bir çocuğun masumiyetinde yıkanamayacak, yıkansa da aklanamayacak kadar zalim olmasıydı. Zaten burada yollar da maviliklere değil , ölüm soğuğunda gri moloz yığınlarına çıkıyordu. " "Gazzede çocuk olmak, gelecek bir vakitte ölümü beklemekti." "Yol ile yolcu arasındaki mesafe kapının eşiği kadardır." Son okuduğum cümle sanki bana artık kalkmamı ve dışarıya çıkmamı söylüyordu. Zaten biraz uzaklardan gelen gürültü de merakımı cezbetmişti. Üzerime bir ceket giyip fotoğraf makinamı boynuma astım ve ayrıldım evden. Sokağın iki yanına göz gezdirdim. Sanırım en sağlam duran yerlerden birindeydim ve burası bile ne haldeydi. Etraftaki tek renk yıkık ve tozlu beton rengiydi sanki. Gözlerimi yumup seslere kulak verdim. Çok uzaktan değil, bir kaç sokak öteden geliyordu sesler. Bağırışlar ve sloganlar atılıyordu. Sesin geldiği tarafa doğru yürümeye başladım. Bu sırada duvarlardaki kocaman yazılar da dikkatimi çekmişti. Yazıyı okuduğumda içime dokunmuştu. Boynuma astığım fotoğraf makinamı açıp duvarın fotoğrafını çektim. "Siz şehadete aşık bir kavmi öldürüyorsunuz." Sokakta ilerlemeye devam ettim. Etrafı inceleyerek ve fotoğraf çekerek bakınıyordum. Ben içerideyken gelen gürültü artmış, bu hareketlilik dikkatimi çekmişti. İlk önce kararsız kalsam da bir kaç dakika sonra kendimi sesin geldiği sokağa doğru giderken buldum. Bağırışları dinleyerek iz sürdüğümde küçük bir kalabalıkla karşılaştım. Bir kaç asker ile bağırışıyorlardı. Neler olduğunu merak ederek kabalığa doğru biraz yaklaştım. Askerlere doğru atılan ve haykırarak bir şeyler söyleyen uzun boylu bir genci bir kaç kişi tutup geri çekmeye çalışıyordu. Askerler ise kendilerini korumak için silahlarını onlara doğrultmuşlardı. Ne yani, hiçbir silaha sahip olmayan, yalnızca kendilerine haykıran bu adamdan korkuyorlardı öyle mi? "Haksız yere götürdünüz onu! Tıpkı haksız yere götürdüğünüz diğer arkadaşlarımız gibi! Allah'a andolsun ki hepsinin hesabını soracağız sizden! Burada olmasa ahirette! Bizi işkencelerinizle korkutamazsınız! Bizi ne yaparsanız yapın sindiremezsiniz! Bir tek Allah'tan korkarız biz!" Kargaşa İsrail askerlerinin askerî bir araca binip uzaklaşmasıyla son bulmuştu. Genç, öfkesini koruyarak yarısı yıkık bir binanın içine girdi. Kalabalık yavaş yavaş etraftaki evlere dağılmıştı. Olduğum tarafa doğru gelen otuzlarında bir adam beni fark edince yanımda durdu ve selam verdi. Nereli olduğumu sordu, tanıştık. İsmi Saad idi. Türkiye'den geldiğimi öğrenince suratına sıcacık bir gülümseme yayıldı. Gözleri yaşararak bana sarıldığında şaşırdım. "Siz bizlerin en büyük umudusunuz." deyip geri çekildi ve beni süzdü. "Kalacak bir yerin var mı kardeşim? Karnın aç mı? İstersen bugün bizim misafirimiz ol." Yoğun ilgiye olan şaşkınlığımı atlatıp teşekkür ettim ve kalacak yerim olduğunu söyledim. "En azından yemeğe gel. Seni misafir etmeden göndermem. Hadi, buyur." diyerek bir elini omzuma koydu, diğeriyle de arkamda duran evi işaret etti. Yarısı yıkılmış olan duvarın üzerine resimler çiziliydi. Tahta bir kapı yapılmıştı ama istenirse bahçeye başka yollarla girmek zor değildi. Tahta kapıyı açıp bana yol verdi, eve doğru yürümeye başladık. İçeriye girdiğimizde Saad bey "Nûha! Misafirimiz var!" diye seslenip beni bir odaya buyur etti. Yer minderleriyle döşeli bir odaydı. Minderin bir köşesinde küçük bir oğlan çocuğu yatıyordu. Üzeri boynuna dek battaniyeyle örtülüydü ve uyuyordu. Uzun siyah saçları bana kardeşimi hatırlatmıştı. Bir köşede üzeri gazeteler, kitaplar dolu ufak bir sehpa vardı. Bir başka köşede üst üste düzgünce katlanıp koyulmuş kıyafetler duruyordu. Üzerleri örtülü olsa da en altta kalanlardan anlaşılabiliyordu. Hemen yanında ise yastık ve battaniyeden oluşan bir yüklük vardı. Her şeye rağmen temizliği ve düzeni tamdı. Etrafı incelemeyi sona erdirip merakla kafamdakileri sormaya başladım. "Dışarıda ne oldu öyle?" Saad bey soruma tam cevap verecekken içeriye başında beyaz örtüsüyle bir hanım girdi. "Hoş geldiniz." deyip başıyla selam verdi. Ben de başımla selam verip "Hoş bulduk." dedikten sonra kadın Saad'a yönelik bir soru yöneltti. "Yemek hazırlayayım mı?" Saad bey olumlu bir cevap verdikten sonra Nûha hanım odada ayrıldı. Saad bey ise az evvelki soruma yanıt vermeye koyuldu. "İsrail askerleri, terörist olma suçuyla bir komşumuzu götürdü. Henüz 18 yaşında genç bir delikanlıydı. Biz de onlara bırakmak istemeyince kargaşa çıktı. Yine almayı başardılar..." Başımı yavaşça sallayıp bir süre düşüncelere daldım. Gencecik delikanlıları, masum nice insanı helak ediyorlardı. Bunu dile getirdiğimde Saad bey, benim üzülmeme karşın dimdik durarak cevap vermişti. "Onlar bizi helak etmiyor, kendi sonlarını hazırlıyorlar. Helak olacak olan onlar. Ne zayıflar sonsuza dek zayıf kalır ne de güçlüler sonsuza dek güçlü kalır. Dengeler değişir. Bu dünyada olmasa ahirette! Allah, "Şüphesiz biz zulmedenleri helak edeceğiz!" buyuruyor. Onlar helak olacak! Biz ise şehit!" Başımı salladım. Haklıydı ve bu içime dokunmuştu. Burada her ân bir şeyler öğrenip bir şeyler fark ediyordum ve şimdiye dek fark edemediklerim bana epey koyuyordu. Sustum, en azından fark edebildiğine şükrettim. Küçük çocuğa takıldı bakışlarım etrafta gezinirken. Çok sevimliydi. "Oğlunuz mu?" diye sorduğumda "Evet." dedi ve merhametle çocuğa baktı. "Kaç yaşında?" diye sorduğumdaysa on yaşında olduğunu öğrenmiştim. Saad bey oğluna bakıp iç çekti ve sanki uzun zaman içinde tuttuğu bir şeyleri artık dökmek ister gibi konuşmaya başladı. "Oğlumun adı Zekeriya. Felç, bacakları tutmuyor. Bir buçuk yıldır böyle. Bir buçuk yıl önce abisi Yakup ile birlikte dışarı çıkmışlardı. İsrail askerleri ile bir grup Gazzeli genç arasında tartışma çıkmış. Askerler bir genç kızı hırpalayınca gençler de onu korumak için atılmışlar. Sonra olay büyümüş, ateş açmışlar. Gençler taşla, yumrukla karşı koymuşlar. Büyük oğlum Yakup orada İsrail askerlerinin kurşunlarıyla şehit edilmiş. Tam on bir kurşun çıkmış üzerinden. Zekeriya ise omuriliğine denk gelen kurşun nedeniyle bu hâle geldi. Yürüyemiyor. Her gün 'Neden ben de abimle beraber şehit olmadım?' diye üzülüyor, Allah'a dua ediyor." Suratımda terler birikmişti, tüylerim ürpermişti. Söyleyecek kelime bulamıyor, susuyordum. Küçük bir çocuk, felç kaldığı için isyan etmek yerine şehit olamadığı için üzülüp dua ediyordu! Kaç yürek bu denli temiz kalabilirdi ki dünyada? Nûha Hanım tekrar kapıda belirip yemeğin hazır olduğunu haber verince mutfak olarak kullanılan yan tarafa geçmiştik. Bir çok kırık dökük malzemeyi kullanarak tertipli bir mutfak oluşturmuşlardı. Yer sofrasına Saad beyle karşılıklı oturduk ve besmele çektik. Saad bey bana kendilerine özgü bir yemek yaptıklarını söylemişti. Zihnim hâlâ Zekeriya ve Yakup'un hikayesinde olduğundan yediğim ve çok beğendiğim bu yemeğin isminin ne olduğunu kaçırmıştım bile. Yemekten sonra biraz daha oturmuş, sohbet etmiştik. Hava kararınca müsaade isteyip kalkmıştım. Nûha hanıma da Saad beye de teşekkür edip evlerinden ayrıldım. Gitmeden evvel Zekeriya'ya selam bırakmayı da unutmadım. Kaldığım yere dönerken diken üstündeydim. Sonunda içeriye girdiğimde kameramı boynumdan çıkarıp oturdum. Arkama yaslanıp çektiğim fotoğraflara baktım. Uyurken çektiğim Zekeriya küçük yaşına rağmen bana büyük ders vermişti. Tüm yaşadıklarım, duyduklarım birer birer zihnimden geçerken üzerimi değiştirip yattım ve zor da olsa gecenin ilerleyen saatlerinde uykuya daldım. Telefonumun alarm sesiyle gözlerimi açmıştım sabah. Kahvaltı niyetine bir şeyler atıştırıp üzerimi değiştirdikten sonra beni almaya gelmelerini beklemeye başladım. Vakit geçsin diye elime yine kitabı alıp karıştırmaya başladım. "İnsanlar her saldırıdan sonra 'Hasbunallahu ve ni'mel vekil' (Allah bize yeter, o ne güzel vekildir) diyorlardı." Başımı salladım. Bunca şeyi yaşayıp da isyan etmeyen bu insanların her saldırıdan sonra bunu söylediklerine artık gözüm kapalı inanırdım. Okumaya devam ettim. Kapı çaldığında heyecanla yerimden kalkıp dışarıda beni bekleyen Nurullah Abi ve Ahmet Yasin'i karşıladım. Onların biraz soluklanmasını bekledikten sonra hemen yola çıktık. Plânlarımızda bugün hastaneye gitmek vardı. Oradaki insanları görmeyi, hikâyelerini dinlemeyi ve herkese anlatmayı istiyordum. Ayrıca sevineceğim bir haber daha almıştım. Akşama Gazzeli çocuklar bir basın toplantısı yapacakmış. Tıpkı Zekeriya gibi yaşı küçük ama yüreği bizden daha büyük çocuklar... Dünyaya seslerini duyurmak istiyorlarmış ve Nurullah Abi ile Ahmet Yasin de bu basın toplantısına katılıp Türkiye bağlantısını sağlayacaklardı. Ben de davetliydim, zevkle kabul etmiştim. Hastaneye giderken dikkatimi çeken bir şey de, Gazzelilerin duvarları tam anlamıyla içlerini yansıtmak için kullandığı gerçeğiydi. Gördüğüm duvar yazıları, çizimler beni şaşkınlığa uğratmıştı. Aralarında fazlasıyla yetenekli gençler olmalıydı. Hastaneye geldiğimizde ve nihayetinde içeriye girdiğimizde Nurullah Abi bizden ayrıldı ilkin. "Burada doktorluk yapan bir tanıdığım var, onunla görüşeceğim. Sizi bulurum." deyip gitmişti. Ahmet Yasinle ben hastanenin koridorlarını adımlıyorduk. Her köşede birileri vardı ve etrafa bir karmaşa hakimdi. Bunun nedenini ise civardaki sağlam kalıp iş gören nadir hastanelerden biri olmasıymış, öyle açıklamıştı Ahmet Yasin. Perdelerle ayrılmış geniş bir bölüme girdik. "Her perdenin ardında ayrı bir hayat bekliyor bizi Salih. Hazır mısın?" dedi Ahmet Yasin ve başladık başka hayatlarla bölüşmeye hayatımızı. İlk olarak tanışıyor, izin alıyor, konuşmak isterlerse de sohbeti derinleştiriyorduk. İlk perdenin ardında yerde oturan yaşlı bir kadınla ve sedyede yatan yaralı, genç bir çocukla karşılaşmıştık. Çocuğun ismi Ahmed Nail Cude ve on altı yaşındaymış. Sol gözü, alnı ve çenesi sarılıydı. Sağ gözü, yanakları ve dudakları ise şişmiş, morarmıştı. Kolunda takılı hortumla kendinden geçmiş bir şekilde yatıyordu. Yanındaki yaşlı teyze babaaanesiydi. Ahmed henüz habersizdi fakat bombardımanda annesini, babasını, kardeşlerini ve diğer tüm akrabalarını kaybetmişti. Onun için çok zor olacaktı, çok... Okulunda en başarılı talebelerdenmiş. Ayrıca küçük yaşta hafızlık yapmış. Çok sevilen, ahlaklı ve başarılı bir gençmiş. Hayalî de ümmetin bir ve dir olması için çalışmalar yapıp ülke ülke gezmek, insanlara konuşmalar yapmakmış. Ahmed Nail'in hikayesi beni derinden sarsmıştı. Babaannesi hiçbir şey söylemeden dahi ona şu hâliyle dönüp bir bakmak, insanı derinden sarsmaya yetiyordu. Çok etkilendiğim bir hasta da yatağında solgun bir şekilde yatan Naim Taha el-Batş adlı 41 yaşındaki abiydi. O da bir bombardıman sırasında yaralanmıştı. Sargılı bir çok yeri vardı fakat ben onunla ilk göz göze geldiğimde bir hasta değil, gözlerinden kıvılcımlar çıkan bir mücahit görmüştüm. Bedeni yatağa bağlı olsa da sanki her şeyiyle zalime kafa tutan bir hali vardı. "Bu halim hiçbir şey. Ben iyiyim." demişti. "Karımı karnındaki bebeğimizle paramparça olmuş halde gördü bu gözler. Bunun hesabı sorulacak! Bir an evvel ayaklanıp mücahitlerin yanında operasyonlara katılacağım. Nasılsa bu dünyada vatanımdan başka bir emanetim kalmadı artık korumam gereken. Başka çocuklar, başka kadınlar zarar görmesin artık. Her şeyi duyurun dünyaya!" "Dua edeceğiz kardeşim. Onlara ses olacağız." diyerek elini omzuma koydu Ahmet Yasin. Sanki içimi okumuştu. "Çok ağır bunlar.." diyebildim yalnızca. "İstersen biraz hava alıp öyle konuşalım oradaki hastayla?" teklifini ise hemen kabul ettim. Hastaneden çıkıp dışarıya çıktığımızda dünyada oksijen kalmamış gibi derin nefesler alıyordum. Nereye gitmişti bu hava? İçim hâlâ boğuluyordu? On dakika olmuş hâlâ geçmiyordu. Sinirlerimi bozmuştu bu durum. Ahmet Yasin'in ikazıyla içeriye geri girdik. Akşamki basın toplantısına yetişmek için burada çok oyalanmamalıydık. Geri girdik ve Naim Taha el-Batş'ın gösterdiği perdenin önünde dikildik. İçeriye doğru seslenip izin istediğimizde perde aralandı, bir teyze başını uzattı. Kim olduğumuzu sorup öğrendikten sonra bizimle tanışmaya karar verdi. "Ben Meryem Ahed Habib. Evlâdım, buyrun diyeceğim ama kızım Ruveyda kimseyle doğru düzgün konuşmuyor. Yine de siz bilirsiniz, gelin. Belki ikna edersiniz." Meryem Ahed teyze bizim için perdeyi araladı fakat Ahmet Yasin, "Ben Nurullah Abi'ye bakmaya gideceğim. Hem Ruveyda kardeş de konuşmaz diyorlar. Sen istersen şansını dene, seni almaya gelirim." diyerek ayrılmıştı yanımdan. Arkasından bakıp kararsız kalsam da perdenin arkasında beni çeken bir şey vardı. Onunla tanışmak ve dinlemek istiyordum. Onu sessizliğe iten şey neydi? Meryem Ahed teyzeye tebessüm edip perdenin ardına geçtim. İstemsizce kalbim hızlı atmaya başlamıştı, heyecanlanmıştım. Sedyede yatan kız pencereden dışarıya bakıyor, kımıldamıyordu. Kıvırcık saçları yastığına dökülmüş, koluna bir serum bağlıydı. Selam verdim fakat duruşunda hiçbir değişme olmamıştı. Hâlâ dikkatle pencereden dışarıya bakıyordu. İsmimi söyleyip kendimi tanıttım fakat hâlâ başı diğer tarafa çevriliydi. "Oğlum ben su alıp geleceğim. Ben gelene kadar burada kal olur mu?" diyerek yanımdan gitmişti Meryem Ahed teyze. Tanışmak istediğimi, neden burada olduğumu açıklamaya çalıştım kıza; faydası olmamıştı. Sonunda sinirlenmiştim. "Sessizlik oyunu mu oynuyorsun?!" diyerek kızın pencereyi seyreden dalgın suratına bıkkınca baktım. Dakikalardır yokmuşum gibi davranan kız, aniden başını çevirmişti ve şimdi yeşil gözlerinde şimşekler çakarak bana bakıyordu. Beklemediğim bir şekilde kaşlarını çatıp bana bağırmaya başladı. "Bir daha sakın o iki kelimeyi ağzına alma! Sen, sessizlik oyunu ne bilir misin ki!?" Yapım gereği birinin bana sesini yükseltmesine asla dayanamaz, cevap verirdim. Fakat kız öylesine derin bakmış, öylesine sıralamıştı ki kelimeleri, ağzımı açıp bir şey diyememiştim. Belli ki bu iki kelimenin anlamı onun için çok başkaydı. Daha fazla germemek ve gerilmemek adına perdeyi açıp çıktım. Meryem Ahed teyze de tam karşıdan geliyordu. Ona doğru yürüdüm ve orta yolda buluştuk. "Konuşmadı değil mi?" diye sordu üzülerek. "Konuştu ama.." deyip sustum ilkin. Sonra olanları anlattım. Meryem Ahed teyze gözündeki yaşı sildi. "Herhalde Riyad Hamza ile aralarında geçen bir şeydir. Aklına onu getirmiştir. Yoksa Ruveyda kimseye kızıp bağırmaz." dedi. "Riyad Hamza kim?" "Riyad Hamza Kavare. Ruveyda'mın nişanlısıydı, sevdiğiydi. Birbirlerini öyle çok severlerdi ki... Tam nişanlarını yaptık, evlenip kavuşacaklar diyorduk ama olmadı. Ahirete kaldı kavuşmaları. Oğlum Nahid Ammar Habib ile Riyad Hamza, arkadaşlardı. Beraber direniş örgütlerinde görev alıyorlardı. Riyad Hamza, mühendisti. Nahid Ammar'a da çok şey öğretmişti. Bir grup arkadaşlardı. Hepsi de kimliklerini gizliyordu, önemli birer parçasıydılar direnişin. Çok değerli çalışmalar yaptıklarını biliyorduk ama ne olduğunu bize dahi söylemezlerdi çalışmaların ve bizlerin güvenliği için. Allah'ından bulsun, aralarında bir hain varmış." Meryem Ahed teyze cümlenin burasında durdu ve dolan gözlerini daha fazla tutamayıp ağlamaya başladı. Burnunu çekip, gözyaşlarını tülbentinin ucuna sildi. Yine de anlatmaya devam etti. "Hepsini ifşa etmiş. İsrail güçleri peşlerine düştü. Oğlumu ağır yaraladılar, hastaneye koştuk hepimiz. Oğlum burada ölüm kalım mücadelesi veriyordu. Ruveyda burada hemşireydi. Abisini o halde görünce çok üzüldü, nişanlısı Riyad Hamza'nın telkinleriyle güçlü kaldı ancak. Sonra hastaneyi askerler bastı. Her yerin altını üstüne getirdiler, her yerde oğlumu, damadımı ve diğer arkadaşları Seyyid'i arıyorlardı. Gidin dedik, gitmediler. Riyad Hamza da Seyyid de gitmedi. Onları bulmak için bize zarar verirler diye gitmediler. Zaten çoktan askerler bizim koridora ulaşmıştı bile. Kızım, sedyedeki abisine mi müdahele etsin; içeriye dalan askerlerin nişanlısına bir şey yapacağına mı yansın bilemedi. Oğlumu, sedyede yatan yavrumu kaç kez kurşunladılar." Meryem Ahed teyzenin gözyaşlarına benimkiler de eşlik etmeye başlamıştı. O hıçkırarak ağlasa da benim yanağımdan sessizce süzülüyordu bir kaç damla. "Riyad Hamza ile Seyyid karşı koymaya çalıştı. Ortalık karıştı. Yavrumun ve benim gözümüzün önünde hepsini kurşunladılar. Ruveyda'mın kollarında can verdi Riyad Hamza. Yeni doğmuş bebeğini bana emanet edip de gitti Seyyid! Yavrum önce abisini, sonra sevdiğini kendi kucağında yolladı ahirete. Rabbim şehitliklerini kabul etsin. Kaldıramadı benim naif kızım bu yükü, ağır geldi. O da yaralandı askerlere karşı koymak isterken. Bacakları sarılı şimdi, üstü örtülü diye görmedin sen. Ama umrunda değil ki bacağı kolu. Yüreği acıyor. Ah, bilirim. Ben de hayat arkadaşımı toprağa verdim..." Meryem Ahed teyze sustu. Kaçırdığım gözlerimi yakalayıp elini omzuma koydu. "Evladım, sizin gibi bu ümmeti ilerletecek, uyandıracak gençler de benim oğlumdur, damadımdır. Allah en büyük gücü bize vermiş, onlara değil. Avuçlarında dua, yüreğinde iman taşıyan kimselerdir güçlü olan. Allah razı olsun. Bunu da yaz gazetende, unutmasın kimse." Elini öptüm onun ve kızı Ruveyda'nın yanına gitti. Bense kalbime götürdüm elimi, bastırdım. İçeride bir şey sanki sıkıştırıyordu orayı. Dönüp perdeye doğru baktım. İşte, ben burada böyle kalakalmıştım. Ne masaldı ne kabus. Gerçekti. Ruhum daralmış, kalbim ezilmişti. İçim yanıyordu. Gözlerim sızlıyordu. Boğazıma bir düğüm oturmuştu. Nurullah abinin kapıdan bana seslendiğini duyunca sıyrıldığım dünyaya geri dönmüştüm. Arkamı dönüp giderken Naim Talha el-Batş ile göz göze geldim. Başımla selam verip yürümeye devam ederken içimden geçen şey bir gerçekti. "Onun hikayesi derin" demişti bana. Ama hikayesinin hikayeme düğüm olup yüreğimin en derin kuyularına dek uzanacağını ve asıl derinliğini böyle kazanacağını bilmiyordu, ben de bilmiyordum. Dün okuduğum o satırlar düştü hatrıma. Yazar haklıydı. Bilmediği kadar hafifti insanın yüreği. Bildiği, gördüğü gerçekler insanın ruhuna oturup ağırlık yapıyordu. Farkında değildim ama kalbim farkındaydı. Benim hayat hikayem asıl şimdi başlıyordu. * 13.07.2019 |
0% |