Yeni Üyelik
1.
Bölüm

• Sessizlik Oyunu • /Ses-

@sukunettekelimeler

Bismillahirrahmanirrahim


Geçiş koridorunda sadece ben, yolculukta tanıştığım Siirt'li bir kameraman arkadaşım Ahmet Yasin ve bize rehberlik eden Nurullah Bey vardı. Taksiye binip Kudüs'e yol aldık. Bir sürü işlem kontrolleri, sürekli İsrail askerlerinin bizi durdurması ve kimlik kontrolleri yapması gibi durumlar sonucunda nihayet Kudüs'e varabilmiştik.


Nurullah Bey, bizi kalacağımız otele dek götürüp yerleşmemiz için odalarımızı gösterdi. Elimize bir kağıt tutuşturup "Eğer bana ulaşamazsanız bu numarayı arayın. Eniştem size yardımcı olacaktır." dedi ve dinlenmemiz için yanımızdan ayrıldı.


Ahmet Yasin ile odalarımız karşılıklıydı. Birbirimize selam verip istirahat etmek üzere içeriye girdik. Yolculuk epey yorucu geçmişti fakat içimde kaynayan su gibi fokur fokur kabarcıklar halinde bir merak vardı. Bu merak ve gerçeği öğrenme hissi tüm yorgunluğumu yok saymam için yeterliydi. İnanması zordu ama işte, Filistin'deydim. Ne ara karar almış da kendimi burada bulmuştum, bilmiyordum. Sanki bir kaç ay değil de dündü.


Kendimi yatağa bırakıp tavanı seyre durdum. Bir süre sonra gözlerim yavaş yavaş kendiliğinden kapanmıştı.


Odamın kapısının tıklatılma sesi ile gözlerimi açtım. İlk başta nerede olduğumu anlamamıştım. Kalkıp kapıyı açınca ve karşımda da Ahmet Yasin'i görünce üzerimdeki uyku kırıntılarını silkeleyip kendime geldim. "Kusura bakma, uyandırdım sanırım. Akşam yemeğine gidecektim. Belki sen de gelirsin diye düşündüm."


"Önemli değil. İyi yapmışsın. Hemen geliyorum, bir dakika." deyip içeriye girdim ve üzerime siyah bir ceket alıp odadan çıktım. Ben otelin alt katında yeriz diye düşünmüştüm ama Ahmet Yasin "Senin için sorun olmazsa dışarıda yiyelim mi? Hem biraz dolaşmış oluruz." diye teklifte bulundu. Başımı sallayıp severek kabul ettim ve otelden ayrıldık.


Otelimiz arka sokaklardaydı. Bulunduğumuz sokaktan çıkıp adımlarımızın bizi götürdüğü yere doğru yürümeye başladık. Merakla bakışlarımı sokakların her bir köşesine değdiriyordum. Sonuçta her gün buraya gelmiyordum. "Kudüs'te akşam vakti bile ayrı güzel. Burada hava hiç kararmıyor sanki." dedi Ahmet Yasin ve etrafı seyrederken epey daldığımı fark ederek bu dalgınlıktan sıyrıldım.


Işıklar, dükkanlar, kaldırımlar, insanlar... Hepsinin ayrı bir havası vardı sanki. Hepsi varlıklarıyla bir şeyler söylüyor gibiydi ama ben onların dilini anlamıyordum. Anlayabilecek miydim, bilmiyordum. Ama deneyecektim. Gerçekten kim haklı, kim haksız, ayırt etmeye çalışacaktım. Bunun için gelmiştim buraya. Gözlerimle görmek, kulaklarımla duymak için. Üniversite zamanımda "Kudüs bizimdir! Filistinindir! Ümmetindir!" diyen arkadaşlarım mı yoksa "O topraklar İsrail'in hakkı. Onlara vaad edilmiş." diyen arkadaşlarım mı haklıydı? Üniversite bitmiş ve üzerine iki yıl da geçmiş olmasına rağmen bu konu peşimi bırakmamıştı. Ve bırakmayacak gibiydi. Ben de buna bir son vermek istemiştim. İngilizcem zaten gayet iyiydi. Ama bununla yetinmeyip bir yıl boyunca Arapça öğrenmeye zaman ayırmıştım. Çat pat da derdimi anlatacak kadar İbranice dersi almıştım.


Kalabalığın hakim olduğu bir meydana çıkmıştık. Ahmet Yasin yürümeyi bırakıp durdu ve ben de ona ayak uydurdum. "Sadece bir an durup etrafı seyretsene. Havayı içine çek. Hisset..." diyerek gözlerini yumdu. Dediğini yaptım ama onun kadar hissedebildiğimi sanmıyordum. Zaten tam olarak neyi hissedeceğimi de bilmiyordum.


Daha önceden buralara geldiği için bildiği bir yere yemek yemeye girmiştik. Bana Filistin'e özel bazı tatlar denetti. Farklı tatlara açık olmayan biriydim ama ikna etmeyi başardı. Yedim ve kesinlikle beğendim.


Yemekten sonra Kudüs sokaklarında biraz daha dolaşmıştık. "Burası Hazreti Ömer Meydanı..." diye bana bulunduğumuz yerin hikayesini anlatmaya başladı. Asıl rehberimi sanırım bulmuştum.


Gülümseyerek başını kaldırdı ve gökteki Ay'a baktı. Hemen sonrasında "Ben bu camide namaz kılacağım. Gelecek misin?" diye sordu. Ara ara namaz kılan biri olarak ne cevap vereceğimi bilememiştim. "Bilmem." deyiverdim. "Buraya her gün gelmiyorsun. Hadi gel, beraber kılalım." dedi ve kolunu omzuma attı. Sanırım onun kadar sıcak kanlı olamıyordum. Henüz tanıştığımız çok zaman olmayan kişilerin de samimi davranmasını hep itici bulmuştum. Ama Ahmet Yasin'in bu yakınlığından rahatsız değildim. Çünkü beni ona çeken bir şey vardı. Ona ayak uydurup küçük camiye doğru yürümeye başladım.


Namazlarımda genellikle aklıma hep günlük hayattan şeyler gelirdi. Bu kez öyle olmaması beni şaşırtmıştı. Az önce Ahmet Yasin'in anlattığı şeyler dolayısıyla Hz.Ömer ve davranışlarındaki güzellik vardı zihnimde. Şimdi onun gibi insanlar var mıydı, ben de onlardan olabilir miydim? Kafam karışmıştı ama yine de tadını almıştım bu kez namazımın.


Alnımı secdeye koymamın hakkını ise ertesi gün Mescidi Aksa'da namaz kıldığımızda vermiştim en çok. İlk kez bu denli lezzet duymuştum. Huzur bulmuştum. Kapılardaki askerlere anlam veremiyordum. İnsanlar buraya gelip alınlarını secdeye koysa ne olacaktı yani? Ne amaçla sokmuyorlardı herkesi? Bu durum İsrail-0 Filistin-1 konumuna getirmişti zihnimde rekabeti.


Nurullah Bey, az sonra geleceğini söyleyerek yanımdan ayrıldı. Birden ne olduğunu anlamasam da onu beklerken bir kaç fotoğraf çektim. Yeterli olduğuna kanaat getirdiğimde ise etrafı seyretmeye başladım. Oynayan çocukları, sohbet eden kadınları...


Aksa'nın avlusunda oturan küçük bir kız dikkatimi çekmişti. Diğerleri koşup oynuyor o ise bir köşeye oturmuş ve Kubbetus-Sahra'ya bakıyordu gözlerini hiç ayırmadan. Kendimi onun yanında bulduğuma şaşırmamıştım. Merakım her zaman diğer duygularıma üstün gelirdi.


Arapça konuşacaktım. Önce selam verdim. Sesimi duyunca başını çevirip bana baktı. Kara gözlerinin içi saflık barındırıyordu her çocuk gibi. Selamımı aldı ve beni meraklı gözlerle incelemeye başladı. "Ben Salih. Senin ismin ne?" diyerek elimi uzattım. Küçük elini avcuma bıraktığında resmen kaybolmuştu içinde. "Ben Fatıma. Siz nereden geldiniz buraya?" dediğinde tebessüm ettim. "Türkiye'den geldim."


"Gazeteci misiniz?"


"Hayır." dedim başımı iki yana sallayarak. "Sadece bazı hakikatleri merak eden ve öğrenmeye gelmiş biriyim. Peki sen? Buralısın değil mi? Filistinli?"


Başını kocaman bir tebessümle öne arkaya salladı. "Evet!"


"Peki neden ilk kez görüyor gibi sürekli onu seyrediyorsun?" derken parmağımla Sarı Kubbe'yi işaret ettim.


"Çünkü babama söz verdim. Buraya her gelişimde onun yerine etrafı uzun uzun seyredip bu sırada dua ediyorum."


"Baban nerede ki?" diye sorduğumda yanıt ondan değil de bir başkasından gelmişti : "İsrail'in zindanlarından birinde."


Sesin geldiği yere bakışlarımı çevirdim. Yanımızda bir kız dikiliyordu. Benim yaşlarımda ya var ya yoktu. Başında siyah örtüsü, üzerinde yeşil bir elbisesi vardı. "Neden peki?" diye sordum fakat hemen sonra kendime kızdım. Kafamdaki soruları sormadan edemiyordum işte!


Kızıp cevap vermeyeceğini düşündüm ama beni yanılttı. "Bir nedeni olmasına gerek var mı? Filistinliyiz, bu yetmez mi İsrail askerlerinin onu alıp götürmeleri için? Ben daha yedi yaşındaydım babamı ilk kez alıp götürdüklerinde. On iki yıl sonra kısa süreliğine serbest bıraktılar ve bir kaç ay kadar bize geri döndü. Ama sonra başka bir bahaneyle yine aldılar onu. Şimdi yirmi yedi yaşındayım. Babam hâlâ yok. Kardeşim Fatıma onu sadece iki kez gördü. Annem ona hamileyken aldılar babamı..."


"Ben..üzgünüm." dedim mahcup bir şekilde. Genç kız başını iki yana sallayıp "Lâ!" diye atıldı. "Üzülmek çare değil. Dua edin bizim için. Sadece babama değil, hepsine dua edin bu halkın. Ve haklının yanında olun. Bu kâfi. İzninizle, şimdi gitmemiz gerek." derken küçük Fatıma'nın elini sıkıca tuttu ve ayağa kaldırdı.


"Bir dakika! Bekleyin!" diye seslendiğimde durdu kız. "Fotoğraf çekilebilir miyiz?"


Genç kız bir süre düşündü. Sonra kardeşinin elini bırakıp bana doğru uzattı avcunu. "Ben ikinizin fotoğrafını çekeyim." Kabul ettim ve küçük Fatıma ile gülümseyerek poz verdik. Sonra gittiler...


Ben onların arkasından bakarken Nurullah Bey de gelmişti. "Neye bakıyorsun öyle dalgın dalgın?" diye omzuma dokunduğunda irkildim. Ona kısaca az evvel tanıştığım kızlardan bahsettim. "Suçu ne olabilir babalarının sence?" diye sordum. Bunun cevabını merak ediyordum.


Elini tekrar omzuma koyup iç çekti. "Burada her Filistinli, suçsuzluğunu ispat edinceye kadar suçludur! Parmaklıklar arkasına erkeğini göndermek, Filistinli kadının kaderi!"


Merak ettiğim soruya ancak bu denli etkileyici bir cevap alabilirdim sanırım. Çünkü iki gün boyunca peşimi bırakmamıştı bu cümleler. Her baktığım kadında bir eksiklik, her çocukta bir kırıklık, her adamda bir zindan anısı görür olmuştum. Esas gördüğüm ise hepsindeki teslimiyet, inanç ve sabırdı. Peki nasıl böyle olabiliyorlardı?


"Yine daldın be Salih! Duymadın sorumu değil mi?"


Ahmet Yasin'in bal rengi gözlerine anlamsızca baktım. "Hı? Ne demiştin? Kusura bakma ya elimde değil. Dalıp gidiyorum düşüncelere."


Ahmet Yasin küçük bir kahkaha bıraktı aramıza. "Sorun değil. İlk geldiğimde aynısı bana da olmuştu. Diyorum ki, bir amca var, Mehmet. Buraya gelmişken onunla tanışmadan gitme. Seni ona götüreyim mi? Küçük bir bakkalı var. Yirmi dakikaya yürüyerek gideriz."


Hiç düşünmeden "Olur." dedim ona. Yol boyunca Ahmet Yasin bana bildiklerini aktarırken o yirmi dakika iki dakika gibi gelmişti. Konuşmayı bırakıp parmağı ike yolun karşısındaki dükkanı işaret ettiğinde "Geldik mi?" diye sordum şaşırarak.


"İstersen bir geri dönüp tekrar gelelim Salih. Az mı yürüdük?"


"Bana az geldi." diyerek içimden gelenleri dilime döktüm. Hiçbir zaman yalan söyleyemezdim zaten. Ya da bir şeyleri kıvıramazdım. Bu konuda beceriksizdim.


"Yok yok, sen ömrünü burada geçirsen kesin evliya olur çıkarsın Salih. Dalıp gitmeler, zaman nasıl geçiyor anlamamalar, yorulmamalar, merak, öğrenme isteği, bilgiye doyamama..." derken yine içten bir şekilde gülüyordu. Kırk yıldır tanıyor gibi bu gülümsemesine aşinaydım sanki.


"Ne yapayım Ahmet Yasin? Öyle güzel anlatıyorsun ki masal dinliyorum sanki. Hem benden evliya mı olurmuş? Ben daha evliyanın ev kısmına bile sahip değilim. Evli kısmına sahip olmayı da ucundan kaçırdım. Bana bir "ya" kaldı."


Merakla bana bakarak kaşlarını çattı. "Gerçekten mi? Evli olma kısmını nasıl ucundan kaçırdın acaba? Hangi kör seni kaçırdı diyeyim ya da."


Buruk bir tebessüm ettim. "Kör olan bendim, Ahmet Yasin. Sevdiğim kızın nasıl güzel baktığını göremedim."


Suratındaki gülümseme silindi ve "Ama ses tonundan anlaşılıyor ki sen onda kalmışsın, Salih." dedi.


"Bilmem, belki de. Ama bildiğim bir şey var, görmeyi öğreniyorum Ahmet Yasin. Senin de bunda payın büyük. Ve Filistin'in de."


"Dur, daha sadece Kudüs'le tanıştın. Bakarsın gözlerin hepten açılır."


Bu söylediğine cevap vermeyerek yolun karşısına doğru adım atmaya başladım. Mehmet amcayla tanışmak daha iyi olacaktı şuan benim için. Eskileri deşmektense...


Ahmet Yasin "SelamünAleyküm ve Rahmetullah Mehmet amca! Sana kimleri getirdim bak!" diyerek yaşlı adamın ellerine sarıldı. İsmimi söyleyip ben de selam verdim ve bize gösterdiği taburelere oturduk. İçeriyi incelediğimde biraz karışık ama boğucu olmaktan uzak bir dükkan olduğunu fark ettim. Özellikle duvarlar dikkatimi çekmişti. Çeşit çeşit posterler asılıydı. Filistin bayrağı ile Türk bayrağının yan yana en üstte durması ise beni şaşırtmıştı.


Dükkanı incelemem sona erdiğinde tanışma faslımız başlamıştı. Mehmet amca kalın sesi ve yaşına rağmen fazlasıyla dik duruşuyla içime bir ürperti salmıştı. Beni sordukları ile biraz tanıdıktan sonra kendinden bahsetti bir kaç cümleyle. Sonrasında ise o konuştu, ben düğüm oldum. Zihnimdeki düğümler bir oluştu, bir dağıldı. Ahmet Yasin de fark etmişcesine elini omzumda misafir etti.


"...İsrail ancak öldürmesini bilir. Planlarına engel olacak kim varsa, halkımızın vatan sevgisini su yüzüne çıkaran hangi direniş lideri varsa tek tek şehit etti. O dönemlerin hepsini yaşadım ben evladım. Önce Şeyh Ahmet Yasin'i aldılar bizden. Hem de bir namaz sonrası tekerlekli sandalyesiyle camiden çıkarken. Ne zamandır bir "hükümet (!)" tekerlekli sandalyedeki felçli bir adamın öldürülmesi kararını alabiliyordu!? İşte o zamandan beri, felçli de yaşlı da çocuk da olsa fark etmiyor. Ondan sonra Abdul Aziz Rantisi'yi aldılar bizden. Hem de bir ay ya geçti ya geçmedi aradan. Yahya Ayyaş'ı da unutmamak lazım. Halid Meşal, Yaser Arafat... Hepsine ayrı süikastlar yapıldı. Terör bu değil de nedir? Ama biz şehit verdikçe güçleniyoruz, çökmüyoruz. Halid Meşal'in de hepimizin de sürekli söylediği bir şey var : Siyonistlere göre en iyi Filistinli ölü Filistinlidir. Onlara göre bizim yaşama hakkımız yok. Bizi Amerika'nın silahı ile Amerika'nın koruması altında öldürüyorlar. Bu zulümler karşısında korkacağımızı sanıyorlar. Ama yanılıyorlar. Bak şu postere. Rahmetli Filistin Şairi Mahmut Derviş'in bir sözü yazıyor altındaki arapça yazıda. "Yarından korkmadan önce, şimdiye sahip çıkabilir miyiz!" Hem unutma evlat, bu saydığım isimler farklı direniş örgütlerine başkanlık ettiler ama amaçları ve davaları aynıydı. Filistin'den bahsederken ismi anılacak daha nice Ahmet Yasinler, Rantisiler var... Hep de olacak. Çünkü biz geleceği belli olmayan yarından korkmaktansa şimdiye sahip çıkmayı seçiyoruz." dedi ve önündeki bardaktan bir bardak su içip devam etti konuşmaya.


"Aksa'ya girmeyelim diye sürekli zorluklar ve yeni yasaklar çıkardılar. Yaş sınırları getirdiler. Mescid-i Aksa'yı yıkmak için çeşitli örgütler kurdular. Hepsi de İslam'a ve inandığımız kutsal değerlere karşı saldırı içindeydiler. Hele hiç unutmuyorum o olayı: Osmanlılar tarafından yaptırılmış Hasan Bey Camii'inde bir grup fanatik Yahudi, Hz. Peygamber'e hakaret için Filistin poşusuna sarılmış ve üzerinde Hz. Peygamber'in adının yazılı olduğu domuz kafası bıraktılar. Aynı gün şehrin sokaklarına Kubbetussahra'nın vinçle yıkıldığını gösteren bir poster yapıştırdılar.


Kocaman duvarlar ördüler Kudüs'le Batı Şeria arasına. Üstelik daha çok toprak işgal etmiş olmak için girintili çıkıntılı ördüler, dümdüz değil. Daha fazla insanı mağdur etmek için! Duvar yaptıkları toprağın %86'sı ekilebilir araziydi. O duvarı yapmak için on binlerce zeytin ağacı kestiler. O duvar en tehlikeli işgaldi bizim için. Filistinliler, kendi toprakları içinde açık hava hapishanesine girmiş oldu. Sosyal hayatımızı perişan etti. Eskiden üç dakikada gittiğimiz yolu şimdi kilometrelerce yürüyerek gidiyoruz. Çocukların okula gitmesi zorlaştı okul duvarın diğer tarafında kalınca. Hastahenelere gitmek zorlaştı. Duvarın batı tarafındaki insanların yüzde sekseni sağlık hizmetinden mahrum kalıyor. Tam 2173 aile göç etmek zorunda kaldı. Ki bu sayı yıllar önceydi. Şimdi ne kadar artmıştır bilemem. Ya da artabilmiş midir? Önceden Kudüs'ten Ramallah'a 15 dakikada gidilirdi. Şimdi duvar var diye 45 dakikayı buluyor. Tabi İsrail askerleri izin verirse! Bu yüzyılda böyle şeye nasıl izin veriliyor?! İnsanlık için de büyük bir utanç bu. Bu yüzden Türkiye'de sizler bu duvara utanç duvarı diyorsunuz belki de. Ama yine de kimse sesini çıkarmıyor. Herkes sessizlik oyunu oynuyor."


Sohbetimiz bittiğinde ve otele doğru yol aldığımızda emindim. İsrail-0 Filistin-3 olmuştu şimdi içimdeki skor tablosunda.



12.09.2018


Loading...
0%