Yeni Üyelik
4.
Bölüm

•Sessizlik Oyunu• / Karanlık

@sukunettekelimeler

"Burası."


Zar zor bulduğumuz taksideydik ve anlaşılan yolculuğumuz bitmişti. Taksiden indik. Adama beklemesini söyleyip Ruveyda'yı ve Meryem Ahed teyzeyi takip ettim. Tek katlı bir eve girmiştik. Etraf görebildiğim kadarıyla düzenli ve temizdi. Fakat boştu...İçini güzelleştiren adam yoktu.


"Anne sen içeriye bak. Ben çalışma odasına bakayım. Siz de şu odaya bakar mısınız? Yatak odası. Siz erkeksiniz, daha uygun düşer..."


Ruveyda'nın talimatlarına uyarak evde ufak çaplı bir arama başlatmıştık. Odanın kapısından girdim ve etrafa bakındım. Köşede serili bir yer yatağı duruyordu. Hemen yanında ise üst üste yığılı bir grup kitap vardı. Kitapların bir kısmının Türkçe olduğunu görünce şaşırmıştım. Onlara yaklaşıp göz attığımda kiminin mühendislik ile ilgili, kiminin dava adamlarının kitapları olduğunu gördüm. Arada şiir kitapları da vardı. Riyad Hamza, Türkçe biliyor muydu?


İki çekmeceli bir komodin ve üzerinde masa saati vardı. İlk çekmeceyi açıp karıştırmadan baktığımda içinde bir kaç parça kıyafet olduğunu görerek kapattım. Diğerini açtım. Durum farklı değildi. Odada bir de dolap vardı. Dolabın kapağını araladığımda beni yastık yorgan karşılamıştı. Aklıma küçükken annemin biz bulamayalım diye bazı şeyleri yorganların arasına koyması gelmişti. Elimi aralarına sokarak yoklamaya başladım. Aradığım şey Kur'an ise alçağa koymazdı zaten değil mi? Elime sert bir şey geldiğinde suratıma bir rahatlama ifadesi yayıldı. Beyaz bir çarşafa sarılmış olan Kur'an ellerimde duruyordu. Hızla dolabı kapatıp odadan çıktım.


"Buldum!"


Sesim üzerine ikisi de yanıma gelmişti. Meryem Ahed teyze besmele ile elimdekini alıp yine besmele ile sarılı olduğu çarşaftan çıkardı. Kur'an'ı açtığında ilk sayfada bir zarf karşıladı bizi. Arkasını çevirdi. "Gülistan'ın en güzel Gül'üne" yazıyordu zarfta. Meryem Ahed teyze zarfı alıp kızına uzattı. Gülistan ve gül... Tanıdık geliyordu işte. Gülmeyenler bahçesi ile bağlantısı olabilir miydi peki?


Ruveyda zarfı alıp yerdeki mindere oturdu ve dikkatle açtı. O, zarfı açıp satırları okumaya başlarken Meryem Ahed teyze de Kura'n'ın sayfaları arasında bir başka şey arıyordu. Dörde katlanmış bir kağıt bulmuştu. Kur'an'ı kapatıp koltuk altına sokuşturdu ve kağıdı açtı. Ben de görebilmek için yanına geçmiş ve omzunun arkasından kağıda bakıyordum. Kâğıtta bazı operasyonlar ve başarısız oldukları, neden başarısız oldukları ile ilgili şeyler yazıyordu. En alta bir kaç isim karalanmıştı. Operasyonu başarısız kılacak bilgilere yalnız bu kişilerin sahip olduğu yazıyordu. Bu demek oluyordu ki hain her kimse bunlardan biriydi.


Bakışlarımı Ruveyda'ya çevirdiğimde ağladığını gördüm. Elindeki kağıda sarılmış, gözyaşı döküyordu. Bir de Cd vardı elinde. Cd'nin üzerinde Türkçe yazı olduğunu görünce içimi yine bir şeyler gıdıkladı. Odada da Türkçe kitaplar vardı. Gülmeyenler bahçesi, gül, gülistan bir yerden tanıdık geliyordu.. Her ne kadar şuan üzgün de olsa önemli bir meselenin içindeydik. Çekinsem de yanına gidip az ötesinde dizlerimin üzerine çöktüm. "Bakabilir miyim?"


Parmağımla Cd'yi işaret ettiğimi görüp başını salladı ve bana uzattı. Bir yandan Cd'yi incelerken diğer yandan ona bir kaç soru yönelttim. "Nişanlınız Türkçe biliyordu sanırım? Odasında da kitaplar vardı." Cd'nin üzerine baktım, Türkçe bir ezginindi.


"Evet. Türkiye'de eğitim görmüştü beş sene. Zeki biriydi, bir kaç dil biliyordu. Bana hep bu ezgiyi söylerdi. Çok severdim. Anlamını da açıkladıktan sonra daha bir sevmiştim bu ezgiyi."


Ezginin sözleri zihnime doluşmaya başlamıştı. "Gülmeyenler bahçesinde bir gül ile dertleştim / Dedim nedir pür melalim yalnızlığı mı seçtin? / Dedi ben de bir gülüm, isterdim hep gülmeyi / Gülistanda dem tutup sevmeyi sevilmeyi... / Ağlamam ondan / Gözyaşm ondan/ Yapayalnız kalmışım, dertlerim ondan."


"Gülmeyenler bahçesi derken nereyi kast etmiş olabilir acaba? Burada ismi yazan kişilerden herhangi biriyle ve nişanlınızla beraber gittiğiniz bir yer var mı?"


Meryem Ahed teyze kağıdı uzattı. Ruveyda isimlere bakıp düşünmeye başladı. "Bir arada bulunduğumuz çok durum oldu hepsiyle de. Hemşireydim ben, yardım ediyordum hep yaralandıklarında. Evleri, hastane, mezarlık, park, burası, bizim ev..."


"Fakat yalnızca üç kişi olduğunuz bir durum olmalı. Yoksa daha fazla ayrıntı verirdi, değil mi? 'Gülmeyenler bahçesinde bizimle beraber olan kişi' demişti."


"Doğru.. " diye mırıldandı ve göz göze geldik. Derin bir hüzün altı içime, gözlerinden.


"Çocuklar, artık gidelim. Hastanede düşünmeye devam ederiz. Tehlikeli olabilir burada kalmak."


Meryem Ahed teyzenin isteği üzerine kalkmıştık. Kapıda bekleyen taksiye tekrar yerleştik. Herkesin zihninde aynı şey dolanıyordu : Neresi ve kim?


"Ben bu ezgiden esinlenerek yazılmış bir hikaye biliyorum. Ödül almıştı." dedim. Aklıma bunun gelmesi çok iyi olmuştu. "Hikayeyi anlatayım, belki yardımcı olur bize. Hem Türkçe bildiğine, bu ezgiyi sevdiğine göre o da okumuş ve biliyor olabilir."


"Anlatın lütfen."


Gülmeyenler Bahçesi'nin hikâyesini anlatmaya başladım kısaca.


"Fazla yalnız hisseden, yaşamaktan artık yorulmuş; insanların yapmacıklığından, birbirine zarar vermesinden bıkmış bir kadın çâreyi akıl sağlığı yerinde olmayan hastaların tedavi olduğu bir klinikte yaşamakta buluyor. Burada ona kimsenin karışmayacağı, deli olduğunu düşünüp geçip gidecekleri, onunla uğraşmayacakları düşüncesi hâkim bu kararı vermesinde. Asıl akıllıların onlar olduğunu düşünüyor. Dünyanın karmaşasından kaçıyor. Kadın oradaki günlerini okuyarak ve yazarak geçiriyor. Bir gün bir hikaye yazıyor. Hasta bakıcı bu hikayeyi alıp kendi yazmış gibi sergiliyor ve bir yarışmada birinci oluyor. Vicdanını rahatlatmak için de biraz para veriyor kadına. Kadın hasta değil oysa, her şeyin farkında. Yine de hayatından memnun. Ses çıkarmıyor, devam ediyor öylece oradaki hayatına. Bir gün hastaneye bir adam geliyor. Hikayeyi yazan kadını arıyor fakat kendisini hiç tanımıyor, ilk kez görecek. Hikâyenin gerçek yazarına soruyor, nerede olduğunu hikayeyi yazan kadının. O da "Başka bir hikaye yazmakla meşgul." yanıtını veriyor. "Nerede peki?" diye soruyor adam. "Gülmeyenler bahçesinde." diyor kadın. "Gülmeyenler bahçesi neresidir?" diye soruyor adam. Kadın cevap veriyor. "Burasıdır. Dünyadır. Hayattır." Adam bu hikayeyi yazanın karşısındaki kadın olduğunu anlıyor. "Hikâyenin sonunu okur musunuz bana?" diyor, ona göre emin olacak. Çünkü hikâyenin sonu yok. Kadın hikayeyi en baştan okumaya başlıyor adama. Kısaca şöyle;


Gülmeyenler bahçesi diye bir park var ve yalnızca mutsuz insanlar alınıyor buraya. Kapıda duygu muhafızları bekçilik yapıyor. İnsanların duygularını anlıyor, mutsuz ve yalnızları alıyorlar yalnız içeriye. Bir genç kız da içeride. Bankta yalnız başına oturuyor, denizi seyrediyor. Yalnızlık ve acı iliklerine dek işlemiş. Sahte insanlardan çok çekmiş. Çıkarlarına göre iyi davranıp sonra kendini unutan insanlar. Çok değer verdiği insanlardan bir merhaba alamamanın üzüntüsünü de çok çekmiş. Tamamem kırık bir kız. Bir gün hep yalnız başına oturduğu o bankın yanında biri beliriveriyor. "Size eşlik edebilir miyim?" Kız da müsaade veriyor bu adama. Adam bankın diğer ucuna oturuyor. Sessizce oturuyorlar ve gün bitiyor. Ertesi gün yine aynı adam geliyor, bu kez bir kaç cümle ediyorlar yine susuyorlar. Bu şekilde geçen bir kaç günden sonra dertleşmeye başlıyorlar. Acılarını paylaşıyorlar. Adam da başından tırnağına kırılmış. Kırgınlık üzerine konuşuyorlar; yalnızlık üzerine, insanlar üzerine... Bu konuşma gittikçe derinleşiyor ve ikisine de tatlı bir ferahlık veriyor. Akşam oluyor ve ayrılıyorlar. Bir süre bu şekilde gündüz o bankta konuşuyor, sohbet ediyor, akşam ayrılıyorlar. Bir gün adam gecikiyor. Kızın kalbi hızla atmaya başlıyor. Heyecanla beklemekte kız. O muhabbetin tadını özlemekte ve duygularına derinden saygı duyup benimsediği adamın bakışlarını istemekte. Adam gelmeyince kız endişeleniyor. Az sonra adam geliyor. Kız, adamı görünce gülümsüyor. "Gelmeyeceksin diye çok korktum!" Adam da onu tekrar görmekten mutlu. "Ben de gelemeyeceğim diye hüzün duydum! Gelemeyeceğimden korkup hüzün duyana dek içeriye giremedim." Çünkü mutlu ve heyecanlıydı adam, kızı görecekti. Kendini anlayan, duyguları uyuşan ve kalpleri birbirine dokunan birini bulmuştu. Onunla bir kez daha muhabbet etmenin tadını yaşayacaktı. Ama içeriye yalnız mutsuzlar, gülmeyenler girebiliyordu. Almamışlardı içeriye ilkin. Almayınca korkmuş, üzülmüş, girme imkanı elde etmişti böylece. Fakat şimdi birbirlerini görünce yeniden kalpleri heyecanla çarpmış, uzun zaman sonra dudakları tebessümle kıvrılmıştı. Gülmeyenler bahçesinde buna yer yoktu... Muhafızlar içeriden gelen bu duyguyu sezdikleri gibi onları bulmaya koyulmuşlardı. Siyah zırhları yeri döverek onlara doğru ilerliyorlardı. Kız da adam da bunun farkındaydı. El ele verip kaçmaya kalktılar ama maalesef ki sonunda yakalanmışlardı. Cezaları ise bahçenin birbirine uzak iki kapısından ayrı ayrı dışarıya atılmak olmuştu. Bu kapılar öyle uzaktı ki ikisinin birbirini bulması artık çok zordu. Biri hasret kapısından, diğeri özlem kapısından çıkarıldı. Biri ayrılık caddesine, diğeri sıla sokağına çıkmıştı. Adem ve Havva gibi, dünyanın iki ucuna savrulmuşlardı. Bu, onları tekrar acıya itse de umutları vardı. Biribirlerinin hayali ve zihinlerindeki muhabbetleri ile yıllarca birbirlerini aradılar. Sonunda ikisi de teslim oldu kaderlerine. Çırpınmayı, oradan oraya koşup birbirlerini aramayı bıraktılar. Birbirlerini görmeseler de kalplerinde hissetmenin yeteceğine inandılar ve durdular. Bu karar üzerine, dinlenmek üzere bir banka oturdu kadın, bir gün. Yanıbaşında bir adam belirdi..."


"Bitti mi?"


"Bitti."


Yolculuğun kalanı sessiz geçmişti. Hikayeyi yüzeysel olarak anlatmıştım oysa arada geçen tüm diyaloglar, kız ve adam arasındaki muhabbetin ayrıntıları öyle derindi ki. Okuduğumda etkilenmiştim epey. Fakat bu ayrıntılara girecek vaktimiz yoktu.


Taksi durdu, indik. Parasını ödedim. Hastaneye girip Ruveyda'yı eski yerine yerleştirdik. Beni de birazdan almaya gelirlerdi. Epey zaman almıştı eve gitmemiz ve dönmemiz. Unutmadan kâğıtta yazan isimleri ben de not aldım ne olur ne olmaz diye ve sırt çantamı takıp "Yarın tekrar gelirim." diyerek veda ettim. Ahmet Yasin'i bekledim. Nurullah abiyi de alarak önce yemek yemeye, sonra da dinlenmek için eve gittik.


Bütün gün düşünmüştüm. Gece zor uyumuş, sabah yine beni hastaneye bırakmalarını istemiştim. Neden sürekli oraya gittiğimi merak etmişlerdi ve sormuşlardı. Bense asıl nedenimden biraz uzak olan bir kaç yanıtla olayı geçiştirmiştim.


Ahmet Yasin, arabayı durdurdu. İnip hastaneye doğru yürümeye başladım. Başımı kaldırıp etrafa bakındığımda bir kaç askerin dikildiğini fark ettim. Ne işleri vardı burada? Hastanenin kapısına baktığımda heyecanlanmıştım. Derin bir nefes alıp yürümeye devam ettim. Aniden kapıdan koşarak çıkan bir kız girdi görüş açıma. Elbisesinin eteğini ayağına dolanmasın diye bir eliyle tutup diğeriyle de önüne gelen saçlarını geri itiyordu. Karşıya doğru baktığında bir an göz göze geldik. Gülümsedi. Onu ilk kez gülümserken görüyordum. Bana gülümsemişti. Peki neye koşuyordu böyle? "Ruveyda!?"


"Buldum!" dediğini dudaklarının hareketinden anlamıştım. Adımlarımı hızlandırıp ona doğru gittim. Bakışları bir aralık etrafta gezindi ve yüzündeki gülümseme soldu. Daha hızlı koşmaya başladı bana doğru. Nedenini anlamak istercesine ben de etrafa baktığımda namlusu ona doğrultulmuş bir silah görmem zor olmamıştı. "Ruveyda!" Orta yerde buluşmamıza bir kaç adım vardı ki kulakları sağır eden bir ses duyuldu. Hemen ardından Meryem Ahed teyzenin sesi gelip gitti kulaklarımdan. "Ruveyda! Kızım!"


Bir an sanki dünya durmuştu. Kalakaldım. Ruveyda'nın yeşilleri ile karşı karşıyaydım. Gözlerinin içi gülerken suratına bir acı yayılmıştı. Aramızdaki o bir kaç adımı tamamlarken bir el silah sesi daha duyulmuştu. Yere yığılmak üzere olan kızın yanına varmıştım. Düşmemek için kollarıma tutunmaya çalışmış ama becerememişti. Neyse ki ben onu tutmuştum. Kendini taşıyamayıp yığıldı. Kıvırcık saçları etrafa dağılmıştı. Elbisesi kırmızıya boyanmıştı. Elinin biri yarasında diğeri ise boşlukta, yerdeydi. "Ruveyda! Dayan lütfen. Bak hastanenin önündeyiz. İyi olacaksın."


İçinde bulunduğum durum beni şaşkına çevirmişti. Çok güzel bir film sahnesinin aniden vahşete dönüşmesi gibiydi. Birinin yardım etmesi için seslenecektim, başımı kaldırdım. Fakat içeriden çıkan bir sağlık ekibi buraya yaklaşmaya çalışsa da İsrail askerleri izin vermiyordu. Ruveyda, az evvel ilk kez tebessümünü gördüğüm ve ayağım takılıp o tebessümün içine düştüğüm kız, şimdi kanlar içinde kucağımda ölemezdi!


"Buldum." dedi ve elime uzandı. Avcuma bir şey bıraktığını anlamam zor olmamıştı...Elini sıktım. "Dayan kardeşim. Beraber çözeceğiz bunu."


"Hastane.." dedi. Derin bir nefes alıp devam etti zorla konuşmaya. "Hastaneymiş. Hain de Mukhales Zida. Mücahitlere söyleyin Salih. Abdullah amcayı bul. Abdullah Assinvar. Ona git..."


"Beraber bulacağız, dayan lütfen. Ruveyda!"


Başımı kaldırıp hastanenin önüne doğru baktım. "Yardım edin! Biri yardım etsin!" Ben ne kadar bağırsam da işe yaramıyordu çünkü israil askerleri doktorları olduğumuz tarafa geçirmiyorlardı. Bağırışlar yükseldi, tartışma sesleri doldurdu etrafı. Boynumdaki atkıyı çıkarıp yarasına bastırdım. İçimden hiç etmediğim kadar derin bir istekle dua ediyordum. Daha önce hiçbir şeyi bu kadar istememiştim. Yalvarışlarım peş peşe sıralanıyordu. "Allah'ım, ne olur ona bir şey olmasın. Ne olur onu bize bağışla. Lütfen ölmesin.."


"Çekilin! Yardım edeceğim! Kız yaralı!"


Otuzlu yaşlarda bir doktor askerlere karşı direniyordu. Epey zorluk çıkarıyor ve pes etmiyordu. Askerlerse silahlarına güvenerek ona karşı koyuyordu. "Bir adım daha atarsan seni de vururuz!"


"Ben doktorum! Görevim bu! İsterseniz vurun! Ona yardım edeceğim! Çekilin!"


Arka plandaki sesler kulaklarıma dolarken bir yandan da kucağımda kanlarla yatan kızla konuşuyordum.


"Lütfen Ruveyda, dayan."


Onun gözlerinin içine bakarken birden bir silah sesi duyuldu. Başımı çevirdiğimde yardım etmek için askerlerin arasından sıyrılıp bize doğru koşan sağlık görevlisini, sendeler halde gördüm. Bir el daha silah sesi. Ve bir el daha... Sağlık görevlisi yere düşmüştü. Bunu bilerek yapıyorlardı..


Tüm umutlarım suyunu çekip giderken yaşlı gözlerimle Ruveyda'ya baktım. Gözlerinin içi parlamış, gülümsemişti. Dünyanın en güzel gülümsemelerinden birine kollarımda can vermek üzere olan bir kızda rastlamıştım. Ona rastladığım için şanslı, böyle çabuk kaybettiğim için de şanssızdım. Gülümsemesi genişlerken elini kaldırdı. "Riyad Hamza.." diye mırıldanıp parmaklarını sakallarımın üzerine dokundurdu. Eli, yanağımı yavaş yavaş kaplarken hâlâ gülümsüyordu. "Gelmişsin.." dedi ve başparmağı hafifçe oynadı yanağımda. "Seni çok özlemiştim. Bu kez beraber gidelim."


"Hayır Ruveyda, şimdi değil. Lütfen, şimdi değil." diye içimden yalvarsam da donakalmıştım aslında. Cümlesi bittiğinde şehadet getirmiş, yanağımdaki eli düşmüştü ve gözlerini yummuştu. Kollarımda ruhunu teslim etmişti. "Ruveyda!!" "Ruveyda!!"


Bağırsam da faydası yoktu artık. Bana orada ağlamak düşmüştü. Hiç olmadığı kadar, hıçkırıklarla. Omzuma bir el dokunduğunda ancak başımı kaldırabilmiştim. Askerlerin gittiğini fark ettim. Meryem Ahed teyze önümde çöküp kızına baktı. Gözyaşlarını koluna silip elindeki bir örtüyle kızının üzerini örttü. Yüzü de gitmişti şimdi, örtünün altında kalmıştı.


Hayatımın asla unutamayacağım bir ânı varsa, o da o an kollarımda masum bir Filistinli kızın İsrail askerinin izin vermemesinden ötürü tıbbı yardım alamayıp ; yardım etmeye çalışan bir sağlık görevlisinin de inatla yardım etmeye çalışıp can vermeleriydi. Beni nişanlısı sanması ve son ânında gülümseyerek gitmesi ise cabası..


Bu yaşadıklarım beni karanlığa mı itmişti yahut karanlıklardan mı çekip çıkarmıştı bilmiyordum. Lâkin bir karanlık etrafımı sarmıştı, sis misali. Her nefes alış veririşimde içinden hançerler saplanıyordu yüreğime.


*


31Temmuz2019


Loading...
0%