@sukunettekelimeler
|
Kameralarımızı Nurullah abiyle değiştirmiştik. Çünkü çektiğim şeyler benim için de Filistin için de çok önemliydi. Onların sesini duyuracaktım. Ve Ruveyda kollarımda son nefesini vermişti, bildiklerinden dolayı. Muhtemelen bu durum beni şuan İsrail'in gözünde mimlemişti. Ahmet Yasin de yanımdaydı, her ihtimale karşı onun kamerasını da Nurullah abiye vermiştik. Çünkü Ahmet Yasin'in kamerasında, İsrail askerlerinin Filistinli genç bir kıza sağlık müdahelesine izin vermeyip üstüne üstlük bir sağlık görevlisini şehit edişleri vardı... Nurullah abi yolda bir taksiye binip fotoğrafları her ihtimale karşı maille önceden ajansa atabilmek ve haberini yazabilmek için yanımızdan ayrılmıştı. Bizse Ahmet Yasinle yola devam ediyorduk. Camdan dışarıya bakıyor, dalıp gidiyordum. Bakışlarım bir kaç üniformalı askere ve iki askeri araca takılı kaldı. Yoldan geçen arabaları durdurup içlerini kontrol ediyorlardı. Ahmet Yasin yavaşladı. Sıkıntıyla bir nefes aldı. "Sorun yok." dedim ve sustuk. Sıra bizi gelmişti. Kimliklerimizi, izin belgelerimizi gösterdik. Ahmet Yasin'inkini ona geri uzatırken benimkini arkaya doğru sallayıp diğerlerine seslendi. "Aradığımız adam bu." İçimdeki o yanan ateş, bir gram dahi korkmamamı sağlıyordu. Ciddiyetimi bozmadan dediğini anlamamış gibi yaptım. İngilizce konuşarak koluma yapıştı. "Tutuklusun. Bizimle geliyorsun. Yürü." "Hangi sebeple?" diyen Ahmet Yasin kaşlarını çatıp baktı. "Ajanlık yapma suçuyla. Eğer şimdi inmezse kötü şeyler olur." "Biz yalnızca gazeteciyiz ve tüm ilgili belgelerimiz tamam. Böyle bir hakkınız yok." Sonrasında sanki her şey öylece olup bitmişti. Şairin deyimiyle, ne içindeydim zamanın ne de büsbütün dışında. Öylece yaşamıştım o ânları ama dışarıdan bir izleyici gibi hissetmekten öteye geçmiyordu. Sorgu, inatla sessiz kalmam, konuşmayınca ceza olarak parmaklıklar ardına atılmam. Hiçbiri bir şey ifade etmiyordu. Benim içimdeki uçan kuşu yaralamışlardı zaten, buraya atıp aç susuz bıraksalar nolurdu. Ne kadar zaman geçmişti bilmiyordum bu hücreye gireli. Ardımdan bir kaç kişi daha gelmişti ve bazen insanların sesleri duyuluyordu. Bir ara iniltiler yükselmeye başladı. Biri yardım için Allah'a yalvarıyordu. "Allah'ım nolur kızlarımı, karımı bu merhametsizlerin kirli ellerine bırakma. Benim canımı alacaksalar alsınlar, onlara dokunmasınlar." "Amin" derken gözlerimi yumdum ve zorla yutkundum. Allah'ım, biz evimizde oturur, güler, yer, içerken burada, bu topraklarda ve başka mazlum topraklarda neler oluyordu da farkında değildik! Tam ortasına düşmüş, öyle anlayabilmiştim ancak. Yine de anlayabilmiştim ya, ona da şükürdü. Ara ara kesilip tekrar yükselen iniltiler, getirilip götürülen insanlar, karanlık ve küf kokulu duvarlar arasında ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum, sızıp kalmış olmalıyım köşemde ; aniden metal sesiyle gözlerimi açtım. "Wake up! Stand up! Walk!" [Uyan!Kalk!Yürü!] Söylediklerini anlasam da zorluk çıkartmak adına Türkçe konuştum. "Ben ajan falan değilim. Muhabirim, gazeteciyim. Ama ajan olduğumu hiç sanmıyorum." Alayla gülerek yüzüme baktı. Gözlerine öfkeyle bakıp masada ona doğru eğildim. "Seni anlamadığımı söylemiyorum. Yalnızca seninle aynı dili konuşmayacağımı söylüyorum." Tekrar Türkçe konuşmam üzerine kaşlarını çattı. Öfkeyle ona doğru eğilmem de cabası, sinirlenmişti. "Find a translator!" [Bir çevirmen bulun!] diye kükredi dikilen askerlere dönüp. Biri bizimle kalırken diğeri dışarıya çıkmıştı. Bulsunlardı bakalım. "You will drag on here. You will talk or die by me slowly." [Burada sürüneceksin. Konuşacaksın ya da yavaşça seni öldüreceğim." Ciddiyetini bozmadan gözlerine baktım. İnsanın sîreti sûretine nasıl yansıyordu! Bakışları bile ele vermeye yetiyordu kişinin içini. Onda kalp yoktu, onlarda kalp yoktu, emindim. Masum bir insanın canını alabilen kimsede yoktu. Kollarımda almışlardı, gözümün önünde almışlardı masumların canını. İçimde bir ateş harlamışlardı. Konuşmaya devam ediyordu. Yaklaşık bir buçuk saat onu dinlemişimdir. Bazen susuyor, bazen Türkçe olarak cevap veriyordum. "I think you should be terrified. You will pay for your wrong." [Bence korkmalısın. Yaptığın hatanın bedelini ödeyeceksin.] dediğinde "Allah'tan başka kimseden korkmuyorum." deyip arkama yaslandım rahat bir tavırla. Cümlem yeni bitmişti ki içeriye giden askerle beraber bir adam girdi. Henüz kimse bir şey demeden çevirmen olduğunu tahmin ettiğim adama döndüm. "You can say him that I am not terrified and he is the one who will pay for his wrongs, not me." [Ona; korkmadığımı ve benim değil, onun yaptığı hataların bedelini ödeyeceğini söyleyebilirsin.] İngilizce konuşmam, bildiğim halde onu oyalayıp bir buçuk saat bekletmem bana haz verip suratıma alaycı bir gülümseme yerleştirirken; onu kızdırmış, öfkeyle üzerime yürümesine sebep olmuştu. İki yanağıma mengene gibi parmaklarını batırmıştı. Onu kızdırmak bana zevk vermişti. Tekrar ona acıyarak güldüm. Askerlerden biri onu İbranice konuşarak uyarmıştı. "Efendim, konuşması lazım. Sakin olun." Suratımı bırakıp bana öfkeyle bakmaya devam ederken ona cevap verdi. "Konuşturalım o zaman!" Fakat ne dedilerse sustum. Sonunda İbranice konuşarak, beni şimdilik pis bir hücreye atmalarını, sonra benimle başkalarının gerektiği şekilde ilgileneceğini söyledi. Koridordan geçerken açık kalan bir kapının ardındaki odada saati gördüm. Şaşırmıştım. Ne kadar zaman geçmişti burada? Kolumdan tutan askerin yüzüne baktım. "Which day we are in?" [Hangi gündeyiz?] Konuşmayacağını düşünmüştüm ama beni yanılttı. Tek kelimeyle yanıt verdi ve sustu. "Wednesday." [Çarşamba] Hücreme geri dönmüştüm. Kapıyı kilitlerken "You should listen to him. This is not a joke. Tomorrow, give him what he want." [Onu dinlemelisin. Bu bir şaka değil. Yarın ona ne istiyorsa ver.] dedi ve gitti. Beni düşündüğü için teşekkür ediyordum ama biliyordum ki bunu benim için değil kendi çıkarları için söylemişti. Duvara yaslanıp oturdum. Ne kadar zaman geçti bilmiyordum ama zihnime ailem düşmüştü birden. Annem, babam, Sevde...Benden haber alamayınca çok endişeleneceklerdi. Sonrasında ise Nurullah abi veya Ahmet Yasin'den haberimi alınca daha da endişeleneceklerdi. İnşallah annemin tansiyonu yine çıkmazdı. Sevde de şimdi duygusala bağlar durmadan ağlardı, binbir senaryo kurardı kafasında. Babam onları güçlü tutmak için güçlü görünmeye çalışırdı. Bana kızarlardı kesin, neden geldim buralara diye. Zar zor ikna olmuşlardı zaten. Ama biliyordum ki onlarla konuşunca, onlara buraya gelme kararımın hayatımın en doğru kararlarından biri olduğunu söyleyip yaşadıklarımı anlatınca bana kızmayacaklardı. Zihnimde dönüp duran ailem aniden kendini dibe itip yerine bir başkasını bıraktı. İsmi aklıma düştüğü an kalbimde bir sızı hissettim. Hızlı nefes alıp vermeye başlamıştım. Gülefser... Benim için hâlâ endişelenir miydi? Hâlâ umursuyor muydu beni? Hâlâ değerli miydim onun için? Hâlâ beni seviyor muydu? Yoksa yaptığım eşşeklikler yüzünden çoktan beni unutma kararı alıp da uygulamaya koymuş muydu? Eğer ondan özür dilemeden burada bana bir şey olursa, burada kalırsam, geri dönemezsem, kendimi asla affetmezdim. Zihnime Gülefser'in gülümseyen yüzü düştü, neden bilmiyorum ama iyi hissettim, gülümsedim yavaşça. Gözlerimi yumdum, karanlığa teslim oldum. Gördüğüm kabus nedeniyle uyanıp gözlerimi araladığımda etrafa bakındım. İlk önce nerede olduğumu anlamasam da bir kaç dakika içinde zihnime dolmuştu olanlar. Olduğum yerde oturup içimden tesbih çektim. Namaz kılmak istiyordum ama ne saati ne vakti biliyordum. Üstelik abdest de teyemmüm de alacak uygun bir yer yoktu. Ne yapacağımı bilmiyordum. Ne kadar zaman daha tesbih çektim bilmiyorum, parmaklıkların önünde Daniel belirdi, saati sorduğum asker. Omzundaki isimlikten öğrenmiştim adını. Bu kez gözlerimi bağlamışlardı. Beni yine bir yere götürdüler, anladığım kadarıyla binanın altında bir yerlere. Çünkü sürekli merdiven inmiştik. Ayakta dikiliyordum ve ellerim arkada bağlıydı. Beklemeye başladım. Metal bir kapı açılma sesi, adımlar ve sonunda kulaklarımı dolduran sert bir ses. "Let's try to talk. They said that you are a diffucult man. But I am not like them. I know how I can make you talking." [Hadi konuşmayı deneyelim. Senin zor bir adam olduğunu söylediler. Ama ben onlar gibi değilim. Seni nasıl konuşturacağımı biliyorum.] Arkama yaslanmış kıpırtısızca dururken ona cevap verdim. "Everybody says it first, brave man. But their end is not a clean cut." [En başta herkes öyle söylüyor, cesur adam. Fakat sonları pek iç açıcı olmuyor.] "There is no end for us but your end is in the hell. You can be sure about that." [Bizim için bir son yok ama senin sonun cehennemin içinde. Buna emin olabilirsin.] "You are talking much but not about what I want. Wherefrom you know about Ruveyda Habib, Nahid Ammar Habib and Meryem Ahed Habib? What about Riyad Hamza Kavare?" [Çok konuşuyorsun ama benim istediğim şeyler hakkında değil. Ruveyda Habib, Nahid Ammar Habib ve Meryem Ahed Habib'i nereden tanıyorsun? Peki ya Riyad Hamza Kavare'yi?] "Kâl-u Belâ'dan ." "Talk English!" [İngilizce konuş!] "Canım hiç istemiyor." dedim. Ben ciddi bir şekilde ve bir o kadar da sakin, normal cevap veriyordum. Oysa bu duruma gittikçe öfkeleniyordu. "Answer the question!" [Soruya cevap ver!] "Canım istemiyor demiştim." Üzerine basa basa söyledi bu kez. "I said, I don't want it, too." [Ben de istemiyorum dedim.] "You haven't a choice." [Seçme şansın yok.] "Var gibi duruyor." Öfkeyle soluk aldığını duydum. İbranice bir şekilde aralarında konuşuyor, bana da İngilizce emirler yağdırıyordu. "Daniel, ellerini bağla. Şansını kaybetti." Ellerimi çözüp iki yana bağladı. Çarmıha gerer gibi.. Bunun anlamını biliyordum. Fakat yapabileceğim bir şey yoktu. "Her cevap vermeyişinde farklı bir yerine vur, Çekiç. Sonra başa sararsın." Çekiç? Komik lakapmış. Az önce sorduğu soruyu tekrarladı. Sustum. Aniden karnıma bir yumruk yemiştim. Vücuduma bir acı yayılırken, gözümün önüne annem geldi. Gülümsedim. Çekiç, lakabının hakkını veriyordu. Sert adammış. Aynı soruyu tekrar sordu. Sustum. Bu kez bacağıma tekme yemiş ve sendelemiştim. Inşallah kırılmamıştır. Tekrar aynı soru, sessizlik. Diğer bacağım. Kollarım, tekrar karnım, tekrar bacaklarım... Ve soru değişimi. "You are working for who?" [Kimin için çalışıyorsun?" Sessizlik. Yumruk. Soru. Sessizlik. Yumruk. Sonunda ellerim çözülmüş, iki kişi tekrar koluma girip beni hücreme götürmüş ve gözlerimi açmıştı. Yere yığılıp kaldım. Kolum epey ağrıyordu, incinmiş olabilirdi. Zaman kavramından bihaber orada kalmıştım yine. Yine sorgu ve yine dayak.. Kaç gün geçti böyle bilmiyorum. Diğer hücrelerden gelen iniltiler, gözümün önünde sürüklenip götürülen cansız bedenler... Ve yine sorgu. Tek fark bu kez yalnızca bedenime çalışmamalarıydı. "Bu kez suratına da çalış, Çekiç." İlk günkü adamdı hâlâ. İbranice olarak söylediği cümle üzerine kendi kendime mükemmel bir soru sordum. Ben İbranice'de çekiç kelimesinin ne olduğunu nerden biliyordum Allah aşkına? Her neyse, bedenimdeki ağrılar sorumun önemini yitirmesine sebep olmuştu çoktan. "Do you know who is the treacherous for Palestinians?" [Filistinliler için kimin hain olduğunu biliyor musun?] Sessizlik. Ve suratıma inen ağır darbe. Güçlü kalmaya çalışırken gözümün önüne Ruveyda'nın cansız bedeni geldi, bedenimdeki acı hafiflemişti. "Did you say it to anybody?" [Bunu kimseye söyledin mi?] Sessizlik. Burnumdaki ağır sancı. Dudaklarıma doğru yayılan ıslaklık hissi... "Talk, scurvy! I'm getting angry." [Konuş, pislik! Sinirleniyorum.] Başımı omzuma doğru eğdim ve kanayan burnumu omzuma silmeye çalıştım. "Nice." [Güzel.] dedim yalnızca. Ben de ona istediğini vermemek istiyordum. Sinirlenmesi güzeldi. "What do you know about them? Do they have a plan?" [Onlar hakkında ne biliyorsun? Bir planları var mı?] "I don't know but if you want to learn my plan, I can say. It is to make you angry." [Bilmiyorum ama benim planımı merak ediyorsan söyleyebilirim ; seni kızdırmak.] Suratıma bir darbe daha inmesini bekledim fakat beklediğim olmamıştı. Onun yerine Daniel'in İbranice cümlesi doldu kulaklarıma. "Dur, suratına vurma. Suratını dağıtman politik açıdan iyi olmayacaktır. Türkiye çoktan vatandaşını almak için harekete geçti. Suratının dağılması kamuoyunu ve ilişkilerimizi olumsuz etkileyecektir." "Diğer yerlerine vurmaya devam et öyleyse." Koluma yayılan sancı. Sorular. Sessizlik. Konuşmalardan anlamıştım ki bana ölümcül bir zarar veremezlerdi. Sessizliğimi daha rahat koruyabilirdim. Öyle de olmuştu. Fakat sonunda sabır taşı çatlamış olan adam boğazıma asılmıştı. Belindeki silahı çekip kafama dayadı. Görmesem de diğer duyularım çalışıyordu, alnımdaki namluyu hissediyordum. "Talk! Or I will shoot on your brain with relish." [Konuş! Yoksa zevkle beynine sıkarım!] "I don't think so." [Sanmıyorum] dediğimde eliyle boğazımı biraz daha sıktı. "Do you want to make me a killer?" [Beni katil mi yapmak istiyorsun?] Söylediği cümle ile içimde şimşekler çaktı. Boğazımı sıktığı için biraz zor olmuştu ama konuşmuştum. "You are already a killer! All of you!" [Zaten bir katilsin! Hepiniz katilsiniz!] İkimiz de oldukça ciddiydik. Hissedebiliyordum. "Maybe I am a killer but not yours, yet. Say hello to death." [Katil olabilirim ama henüz senin katilin değilim. Ölüme merhaba de!] Tepemde akbaba gibi dikilen herife verecek çok güzel bir cevabım vardı. Bunun son şansım olduğunu hissettirmek istiyordu ama öyle olmadığını biliyordum. Ahmet Yasin'in arabasında çalan ezginin sözlerini İbranice bir şekilde ona aktardım. "Madem ölüm tek bir defa gelecek, o da neden Allah için olmasın?" Sinirlenmişti, hem de çok. Hem verdiğim cevaba hem de günlerdir onların dediklerinin çoğunu anladığım halde vermediğim tüm cevaplara. Ve aslında dediklerinin hepsini anladığım gerçeğine. Suratıma attığını tahmin ettiğim bakış, içimde bir parçayı alayla gülmeye sevk etmişti fakat suratımda en ufak bir mimik bile oynamamıştı. Öfkeyle yumruk attı. Ardından çıldırmış gibi bağırdı. "Lanet olsun! Götürün şunu!" Karanlık hücreme kaçıncı geri dönüşümdü bilmiyordum. Tüm bunlara katlanmamı kolaylaştıran tek şey sevdiklerimin bulanıklaşan yüzleri ve acıyla uyuyakaldığımda gördüğüm hastane önündeki ânlarımdı. Bedenimdeki ağrılar beni inletmişti. Bir yanım dayanamayacağımı söylerken diğeri "Gülefser" diyordu. Tek kelimeyle beni ayakta tutmayı başarıyordu o akıllı yanım. Hâlâ o soruyu soruyordum kendi kendime. "Hâlâ beni seviyor muydu?" Çünkü ben onun aslında içimde ne denli yer kapladığını ancak onu kaybedebileceğimi fark ettiğim şu zamanlarda anlamıştım. Gülefser... "Hey, Wake up!" [Hey, uyan!] Baş ucumdan gelen aşina olduğum sesle gözlerimi açtım. Sanırım bayılmıştım yahut bedenimdeki ağrı ve acılar nedeniyle sızmıştım. "Follow me." [Beni takip et.] Daniel, kalkmakta dahi zorlandığımı görünce koluma girip beni kaldırdı ve peşinden yürütmeye başladı. Mermer kaplı bir yere girdik. Sanırım burası tuvalet yahut banyoydu. "Have a shower. Then, dress this clothes." [Duş al. Sonra da bu kıyafetleri giy." "Okey." [Tamam] deyip başımı salladım. Çünkü bu demek oluyordu ki gidecektim. Az kalmıştı. Bir kabine girip üzerimdeki kanlı ve kirli elbiseleri çıkarttım ve kenarı attım. Suyu açtığımda içime inanılmaz bir ferahlık geldi. Önce kana kana su içtim, sonra soğuk suyun bedenimi temizlemesine izin verdim. Üşümüştüm ama bu, duşun iyi geldiği gerçeğini değiştirmiyordu. Vücudum kirlerden arınınca morarık, kızarık ve yara yerleri net bir şekilde belli olmuştu. Sol kolumdaki ağrıya bakılırsa cidden kırık çıkık bir şey vardı. Suyu kapatıp üzerimdeki suların akmasını bekledim. Kuruyayım derken titremeye başlamıştım. Kapının üzerindeki giysilere uzanıp üzerime giydim. Biraz yıpranmış da olsalar en azından temizlerdi. Temiz kokuyorlardı. Köşeye koyduğum kirli kıyafetleri alıp çöpe attım. Kapının ardında bekleyen Daniel beni süzdü. "You look better." [Daha iyi görünüyorsun.] deyip beni tekrar hücreye götürdü. Beklemeye başladım. Acaba ne zamandır buradaydım? Kaç gün olmuştu gün ışığı görmeyeli? Göğe bakmayalı? Sevdiklerimin sesini duymayalı? Peki ya hiç çıkamayacak olanlar? Hiç çıkamayanlar? Zamanı gelince kapım açıldı, Daniel rehberliğinde bir odaya götürüldüm. Başımda dikilip beklerken göz göze geldik. "You will go, you are lucky, but I still have to search for the ways to get out of here." [Gideceksin, şanslısın. Fakat ben hâlâ buradan kurtulmanın bir yolunu aramak zorundayım.] dediğinde şaşırarak ona baktım. "What do you mean?" [Ne demek istiyorsun?] Kaşlarını çattı, aklına bir şey gelmiş gibiydi. Sonra tekrar bana bakıp konuştu. "When I shot a man, it was my first shoot to a human, he falls dawn. His injury was blooding. I went near him. He looked into my eyes. He was just like us. Their eyes, faces, body. They had a heart, soul, and family, too... He said to me 'We are all people. We are not different. Please don't hurt my family.' before he dies. I felt terrible. Taking a life is terrible. I always see him in my nightmares. I still see. I don't want to be a part of the chaos. I want to live with peace." Duyduklarıma şaşırmıştım. Bir o kadar da sevinmiştim. Daniel'ın hâlâ bir kalbi vardı. Hâlâ içinde bir parça sevgi barındırıyordu. "You still have a heart, Daniel. And love in your heart. If you want something too much, just believe you can do it. I believe. And don't give up. Try it. If there are love and mercy in a place, God is there, too. Remember that. I will pray for you. And, thank you. You reminded that me we can't judge all people with their community." Daniel gülümsedi. Gülümsemenin ona ne kadar yakıştığını görseydi, bu ciddi asker tavrını bırakır ve sürekli gülebileceği şeylerle uğraşırdı. "I will remember." [Unutmayacağım.] dedi ve gülümsemesi genişledi. Ardından, eğer bir gün buradan kurtulmayı başarabilirse, ordudan ayrılabilirse, bana mutlaka ulaşacağını söyledi. Ben de ona, beni nerede bulabileceğini söyledim. Kapı aniden açılınca Daniel ciddileşti, ben de sustum. Beni götürmesi gerektiğini söylediler , o da bana eşlik etti. Üst kata çıkıp bir koridorda yürümeye başladık. Sonunda binanın çıkış kapısı göründü. Dışarıya adım attığımda gözlerim kırpıştırdım. Alışmam biraz zaman almıştı. Başımı kaldırıp göğe baktım. Hazır göğe bakmışken "Don't forget to look at sky. It gives you peace. Sky is for all of us. We all have it." [Göğe bakmayı unutma. Sana huzur verir. Gökyüzü hepimiz için. O hepimizin.] dedim sessizce ve yürümeye devam ettim. Daniel ile askeri bir araca bindik. Aracı süren bir asker, yanında oturan bir asker daha ve arkada da ben ve Daniel olmak üzere dört kişiydik. Araba yolda ilerlerken etrafa bakındım. Şükrettim yol boyu, özgürdüm. Özgürlüğün kıymetini çok iyi anlamıştım. Sonunda bir yerde durduk. İleride iki araç vardı. Arabadan indik ve Daniel yine yürümeme yardımcı olmak için koluma girdi. Önceden bunu, bir mahkumu tutup götürmek amacıyla yaptığını sanıyordum ama artık biliyordum ki yaralı bedenime destek olmak amacıyla yapıyordu. Başkaları anlamasa da ben artık anlıyordum. İleride bekleyen aracın kapıları açıldı. Öndekinden takım elbiseli iki adam indi. Yanlarında da Nurullah Abi vardı. Onu görünce tebessüm ettim. Arkadaki araçtan inen Ahmet Yasin'i gördüğümde tebessümüm genişledi. Diğer kapı da açılmıştı fakat kimin indiğini görmeden Nurullah Abi beni kucaklamaya koyulmuştu bile. "Yavaş abi, her yerim ağrıyor." diye mızmızlandım. "Çok şükür kavuşturana." deyip beni baştan aşağı süzdü. Ardından "Vaay, kardeşim. Çok şükür." diyerek Ahmet Yasin sarıldı yavaşça. "Salih Güresenoğlu, this is your bag." [Salih Güresenoğlu, bu senin çantan.] Daniel'in sesiyle birlikte ona döndüm. Yanındaki askerin elinde tuttuğu çantayı alıp bana uzattı. "Thank you." [Teşekkür ederim.] deyip çantamı aldım. Ahmet Yasin de hemen benden aldı. "Ben taşırım kardeşim." Ona da teşekkür ettim. Takım elbiseli adamlardan biri Daniel'a baktı ve başka bir şey yoksa beni alacaklarını, onların da gidebileceğini söyledi. Daniel başka bir şey olmadığını söylediğinde Nurullah abi elini omzuma koyup beni arabaya doğru yöneltti fakat yapmam gereken son bir şey vardı. Durdum ve arkamı dönüp bana doğru ciddiyetle bakan Daniel'a başımı yavaşça oynatarak selam verdim. O da yanındaki askerlere çaktırmadan tüm ciddiyetiyle çok hafifçe başını oynattı. Bakışlarımızla vedalaştık. Söze gerek olmadan da anlaşılabiliyordu. Nurullah abiye ayak uydurup arkadaki arabaya doğru giderken takım elbiseli adamlarla tanıştık. Buraya benim için gönderilmiş görevlilerdi. Geçmiş olsun dileklerini iletip arabaya bindiler. Ben eşyalarımı aldıktan sonra yine onlarla buluşacak ve eve dönecektik. Ahmet Yasin ile Nurullah Abi ise henüz dönmeyeceklerini söylediler. "Sahi, kaç gün oldu?" dedim Ahmet Yasin'e. "Üç buçuk hafta." "Ne!" "Hayırdır, rahatın yerindeydi herhalde. Sana daha mı az geldi?" "Hayır ama bu kadar da beklemiyordum." dedim yüzümü ekşitip. "Bu arada, senin için buraya gelen bir misafirin var. Bir kaç gündür burada kendisi. Senin çıkmanı bekledi ve karşılamaya geldi. Senin yerine onu misafir ettik biz de." "Kimmiş?" deyip Ahmet Yasin'den ayırdım gözlerimi ve babamı, belki annemi de bekleyerek etrafa bakındım. Onunla göz göze gelmeyi ise asla beklemiyordum. Asla tahmin edemezdim. Buradaydı. Hayal mi görüyordum yoksa?" Bakışlarım hâlâ ondayken yanımdaki arkadaşıma bir soru yönelttim. "Görüyorum. Ya da ikimiz aynı hayalin içindeyiz." Kolumu tutup destek olan Ahmet Yasin'den ayrıldım ve şaşkınlıktan yavaşlayan adımlarımı biraz büyüttüm. Karşısına vardığımda zihnimde "Hâlâ beni umursuyormuş. Buraya dek geldiğine göre hâlâ bana değer de veriyormuş." diye dolanıyordu düşünceler. "Peki ya hâlâ beni se--" diye düşünmeme gerek kalmadan boynuma sarılmıştı. Cevabı biliyordum. "Salih..." Sol kolumu hareket ettiremesem de sağ kolumu kullanarak sarıldım ona. "Gülefser," dedim. Gözlerimi yumup ağlamakla gülmek arası bir ruh hâli içinde kalakaldım. "Özür dilerim." dedim. Bunu onca zaman beklemişken yapmalıydım. Hiçbir şey demedi. Yalnızca daha sıkı sardı beni. Şuan nasıl olduğumu anlatmak istesem şarkıdaki, 'İçimdeki sonsuz duygular su kesilmiş yüzümde ellerimde' cümlesiyle anlatabilirdim belki. Şuan nasıl olduğumu anlatmak istesem şarkıdaki, 'İçimdeki sonsuz duygular su kesilmiş yüzümde ellerimde' cümlesiyle anlatabilirdim belki. * 19.08.2019 Pazartesi (Değerli İngilizce bilenler, serbest çeviri yaptım, çok takılmayın :D ) |
0% |