Yeni Üyelik
20.
Bölüm

Bildiğim Bir Şarkı Var Onu Söylüyorum

@sukunettekelimeler

Bütün vakitlerim sana ayarlı

Ahmet Akif Varlı

"Hayırdır oğlum, sabah sabah ne bu mutluluk? Allah eksiltmesin tabi de."

Suratımdaki gitmeyen gülümsemeyi bastırmayı denedim, yine gitmedi. "Hiiç babaanne. Dilruba iyileştikçe benim de keyfim yerine geliyor. Dün biraz dolaştık beraber, dışarıya çıktık."

"Elhamdülillah, çok şükür Rabbime." dedi babaannem ve katladığı seccadeyi dolaba koyup "Ben biraz daha yatayım oğlum. Hadi Allah kabul etsin." diyerek odasına gitti.

Ben de namazımı kılmış, pencereden dışarısını seyrediyordum. Kuşlar şimdiden ötüşüyor, böcekler bağırıyorlardı. Dudaklarım kıvrıldığında aklım yine gözlerimi açtığımda karşılaştığım manzaraya gidiyordu. Ezan sesini duyunca uyanmıştım ve Dilruba'yı yanımda görerek ufak bir şaşırma faslına girmiştim. Sonrasında da işte o gülümseme yüzüme yapışmış, çıkmıyordu. Benim için bir sakıncası yoktu da dışarıdan epey garip duruyordu.

Pencereyi kapatıp odaya geri döndüm. Kalktığım yere yavaşça tekrar uzanıp gözlerimi yumdum. Epey huzurlu uyumuştum uzun süre sonra.

İsmimin seslenildiğini idrak ettiğimde uykunun kolları arasından sıyrılıp gözlerimi araladım. Dilruba başımda duruyor, bana uyanmamı söylüyordu. Biraz gergin göründüğünü fark edince endişelenmiştim.
"Bir şey mi oldu?" deyip doğruldum ve oturdum.

"Evet, sabah oldu."

Hafifçe güldüm. "Vay be, sabah oldu demek. Haklısın tabi, her sabaha uyanışımız büyük bir şey aslında, sonuçta uyanamayabilirdik..."

"Allah korusun!" diye kızdı ve hızlıca ayağa kalktı. Ben de peşinden kalkıp tatlı bir çocuk rolüne büründüm. "Dilruba...Dur, tamam susuyorum."

Çatık kaşlarının altından bana gözlerini kısarak baktı ve kapının koluna uzanmak için bir hamle yaptı ama kapıyla arasına girip önünü kesince kalakalmıştı.

"Ama sen böyle bakarsan sabah olmaz, güneşim doğmaz ki."

Kurduğum cümle etkisini göstermiş, ânında yumuşamıştı. Yazarlıkla da uğraşmak işe yarıyordu şükür.
"Heh, şöyle!" deyip gülümsediğimde o da gülümsemişti.

"Sana kahvaltı hazırladım." derken bakışları üzerimdeydi. Şimdi anlaşılmıştı gergin olma nedeni. Bana kahvaltı hazırlamıştı ve bunu ilk yapışıydı.

"Bana kahvaltı mı hazırdın?"

Hafifçe tebessüm edip başını salladı. Merakla gözlerime bakmaya devam ediyordu. Beklemediğini tahmin ettiğim bir şekilde ellerimle nazikçe yüzünü tutup alnına bir buse bıraktım. "Teşekkür ederim."

Yanakları pembeleşmeye başlamıştı ânında. Çekingen bakışları bir yeri bir de beni seyrediyordu kararsızca.
"Ee, şey, soğumasın kahvaltın." deyip ellerimin arasından çekti başını ve yanımdan sıyrılıp kapıyı açarak mutfağa kaçtı.

Utangaçlığını sevdiğim...

Onun elinden ilk kahvaltımı iştahla yedikten sonra tekrar teşekkür ettim ve okula gitmek için hazırlandım. Aklıma dank diye gelen planımı da unutmadan Dilruba'ya söylemek için kapıdan geri döndüm eve. Konuşup anlaştık ve okul yoluna koyuldum.

Derste Helin ısrarla cevap vermekte zorlanacağımı düşündüğü sorular soruyordu. Ses tonundan da öfkesi belliydi. Pek de rahatsız olmamıştım aslında, gereksiz samimiyetindense bu mesafesini yeğlerdim. Sanırım bu konu da hallolmuştu.

Derslerimin hepsi bittikten sonra Metin hocayla biraz hasbihal edip okuldan ayrıldım. Dilruba'yı arayıp yola çıktığıma haber verdim. Ben gidene dek hazırlanırdı. Babaannem bugün bir akrabasını ziyarete gidecekti, o yüzden bizimle gelemeyecekti. Berra da zaten okuldaydı.

Dilruba'yı evden aldım ve yola koyulduk. Arabayı uygun bir yere park ettim ve indik. Mezarlığın girişine doğru yürürken sakince koluma girdi Dilruba. Dedemin yanına vardık...
Dua ettik, Yasin okuduk. Sonra evlendiğimiz haberini verdik dedeme. Kendimi sıksam da sonunda gözümden taşıp yanağımı ıslattı bir kaç damla. Dilruba'nın bakışları uzun süre takılı kaldı gözyaşımda. Sonra uzanıp sildi parmaklarıyla.

"Süleyman dedemin o güzel yüreği ve güzel yaşayışı ile şuan mutlu olduğuna inanıyorum, Ahmet Akif."

"Biliyorum güzelim." dedim. "Biliyorum."

"Beni de ağlatma o zaman. Dayanamam ki sen ağlarsan."


Babaannem geçen gittiğimizde bizimle gelmediği için bugün onu dedeme ziyarete götürmüştüm. Sonra market ve pazara da uğrayınca yorulmuştu kadıncağız. Erkenden yatmıştı. Dilruba da Berra'ya ödevini yaptırıyordu. Fırsattan istifade ederek mutfağa geçtim ve telefonumu çıkarıp kliniği aradım. Her ne kadar sevdiğim kadına yaptıkları dolayısıyla içimde derin bir uzaklık duysam da Doğukan'ın durumunu takip ediyordum. Çünkü annesi yeni yeni iyileşiyor, aklı yerine geliyordu. Karısı desen ondan ayrıydı ve görüşmekten kaçınıyordu yaşananlardan sonra. Dilruba'nın yanında ucu ona dokunacak hiçbir şeyden söz edilmesine müsade etmezdim, etmemiştim. İnsanlığım el vermemişti işte öylece bırakmaya. Sonuçta bir tedavi süreci içindeydi. Ben de insaniyet namına takip ediyordum.

Durumunun iyiye gittiğini fakat sürekli geceleri ağlayarak uyandığını söyledi doktor. "İyileşiyor ve yaptıklarını düşündükçe, hatırladıkça sinir krizine giriyor. Geceleri uyuyamıyor, bazı isimleri ısrarla sayıklıyor ve görmek istiyor. Doğru dürüst yemek yemiyor, epey zayıf düştü bünyesi. Sürekli ağlıyor, af diliyor birilerinden. Bir yakınının ziyaret etmesini istiyor. İletişimde olduğumuz tek kişi sizsiniz. Bir ara gelip görüşseniz çok iyi olur."

"Tamam Sedat bey. Ben müsait bir vakit uğrarım. İhtiyacı olan bir şey var mı?"

"Yok, klinik için ödediğiniz ücretten her türlü masrafları karşılıyoruz."

"Tamam Sedat bey. Bir şey olursa yine bu numarayı ararsınız. Ben de uğramaya çalışacağım."

"Tamam Ahmet Akif bey. İyi günler diliyorum öyleyse."

"Size de iyi günler."

Telefonu masanın üzerine bırakıp iç çektim. Şuan Doğukan'ın durumuna üzülüyordum. Her şeyin bir karşılığı vardı işte hayatta. Hayatta olmazsa ahirette. Neyse ki onunki en çetin olan hesap gününe kalmamış, dünyada bir imtihan olmuştu kendisine. Umarım bu imtihanı atlatırdı. Çünkü kendimi yerine koyuyordum da; psikolojik bir hastalık zühur ediyor, sevdiklerime acı veriyorum. Sonra iyileşiyorum ve her şey aklımda. Sevdiklerime bunu ben mi yaptım diye kendimi yargılayıp her defasında çıldırma noktasına geliyorum. Çünkü hepsini kaybettim... Katlanılmaz bir durumdu.

Yine de işte ne bileyim, bir tarafta hayatıma güzellik katan kadın duruyordu ve onun o yaşayan ölü hâlleri... Güzel yüreklim ancak kendine geliyordu. Bir kaç haftadır geceleri kabuslarla uyanmıyordu. Yaralarının çoğu geçmiş, kimi de geçmek üzereydi. Artık daha fazla gülüyordu. O solgun bakışları canlanmıştı epey. Elhamdülillah...

"Ahmet Akif? Napıyorsun burada?"

Dilruba'nın sesini duyunca ona döndüm. "Telefonla konuşuyordum. Siz ne yaptınız, bitti mi ödev?"

"Bitti şükür." deyip masanın etrafındaki sandalyelerden birini çekti ve oturdu. "Seninle konuşmak istediğim şeyler var. Oturur musun?"

"Tabiki." deyip bir sandalyeye de ben kuruldum. "Evet, dinliyorum."

"İlki Esra ve abim hakkında. Esra'nın bebeği olacak, Ahmet Akif. Abimi bırakıp gittikten sonra fark etmiş ama tabi geri dönmek gibi bir seçeneği de yoktu. Kimsenin haberi yokmuş, ailesine de söylememiş henüz. Zaten ailesi bir süredir şehir dışında olduğu için rahat, öncesinde de hastayım diye geçiştirmiş. Ama yakında belli olacak her şey. Ortaya çıkacak. Ne yapmamız gerekiyor bilemedim. Bir süredir aklım buna takılıyor."

Duyduklarım beni şaşırtmıştı. Vay be, kadere bak sen. O kadar çocuğu olmadığı için üzüldü, sıkıntı çekti adam; sonra kendini kaybetti, çocuğu olacağı gerçeğini öğrenmeyi de kaybetti...

Bir süre istişare ettik fakat çıkar yol hangisi olur bilememiştim. Esra'ya ailesi destek olurdu evet, ama yine de içinde bir yer babasız büyütmek istemiyormuş çocuğu, haklı olarak.

"Bak Dilruba, bu karar elbette Esra'ya ait ama şuan abine bunu söylemesi ne kadar doğru olur bilmiyorum. Hâlâ tedavi sürecinde. Biraz beklemeli, sakin kafayla düşünmeli. Sen de güzel canını sıkmayacağına söz ver lütfen. Her şey olacağına varır elbet, bekleyelim biz biraz."

"Haklısın. Bekleyelim bakalım. Sözümü de veriyorum."

Bu konunun kapanmasının ardından Dilruba başka bir konu açmıştı.

"Artık iyiyim, biliyorsun. Ama içimde kocaman bir boşluk var. O boşluğun neyden kaynaklandığını da biliyorum ben. Sen varsın, Berra var, annem var, sevdiklerim var yanımda. Ama bir eksik var hayatımda Ahmet Akif. Davamız. Uzun süredir kendi derdimden başkalarını düşünemedim bile. Bu hayatı ben sadece kendim için yaşamak istemiyorum. Başkaları için de yaşarsam asıl o zaman yaşamış olurum, biliyorum bunu. Bedenim gidince insanlar arkamdan adımı anıp dua etmedikten sonra nasıl yaşadım derim ki? Ben Allah yolunda, inandıklarım için bir şeyler yapmak istiyorum. İçimdeki boşluk ancak birilerinin yüzüne gülümseme, diline dua olabilirsem dolar çünkü. Hakkı konuşur, zulme karşı dik durursam dolar. İzninle ben bir şeyler yapmak, programlara katılmak istiyorum. Tabiki hayır demek de senin hakkın ama--- "

Kendini kaptırmış bir şekilde konuşuyordu karşımda Dilruba. Ona bir kez daha âşık olmuştum, işte benim sevdiğim kadın buydu. Yalnız kendisi değil, başkaları için de yaşayan cesur, inançlı, merhametli... İçimde yoğunlaşan duygularımın etkisiyle masanın üzerindeki eline uzanıp tuttum ve gözlerinin içine baktım usulca. Şaşırmış, durmuştu.

"Aydınlığım, en güzel duam... Bana hep gitmeler yakışıyor sanıyordum da takıyordum yakama, Dilruba. Önce ailemden, sonra kardeşimden, sonra senden gittim. Ama aynada kendimi gerçek manada görünce anladım, bana gitmelerden daha çok yakışan şeyler varmış; kalbimdeki sevdan, gözlerimde gözlerin, omzumda başın...En önemlisi, inancım, inancımız; Birbirimize ve O'na. Yalnız kendimizin hayatını değil birbirimizin de hayatını yaşıyoruz, paylaşıyoruz seninle. Gerçek aşk yalnız iki inanan insan arasında olabilir derdi lisedeki hocamız, hatırlıyor musun? Ben senin inancını da sevdim. Bu dik duruşunu, naif kalbini, davana bağlılığını da sevdim. Sen yeter ki iste, beraber katılırız neye istersen. Gönlündeki boşlukları doldururuz beraber, dua alıp gülümseme ikram ederek."

Gülümsedi, sıcacıktı. Diğer elini, elinin üzerindeki elimin üzerine koydu. "Teşekkür ederim." dedi, gözlerime baktı uzunca. Sonra yine konuştu tüm sıcaklığıyla. "İyi ki varsın, Ahmet Akif. İyi ki geldin. Seni beklediğim her âna değdi inan ki. Verdiğin bütün sözleri tutuyorsun. Karanlıkta ışık oluyorsun, yaralara merhem oluyorsun. Yuva oluyorsun bana. Ruhuma ilmek ilmek ruhundan dikişler atıyorsun. Allah razı olsun senden. Hiç yanımdan, yüreğimden eksik etmesin seni."

"Amin, sevdiğim." dedim. "Amin, seni de..."


"Okuma sırası sende Ahmet Akif! Mızıkçılık yapma da oku işte."

"Tamam yahu kızma. Biraz daha senin huzur veren sesinden dinleyeyim demiştim sadece. Amacım mızıkçılık değildi. Okuyorum, ver kitabı." deyip elimi uzattım.

Kitabı bana verirken gülümsedi. "Belki ben de senin huzur veren sesinden dinlemek istiyorum? Yoksa neden kızayım canım? Hiç sana kızar mıyım?"

Gülerek uzattığı kitabı aldım ve kaldığımız yeri açtım. "Bugünkü mücahidemiz Ümmü Ümâre." dedim ve okumaya başladım.

"İğneden korkmamayı öğrendiğinde "Ben doktor olacağım." diyen bir kız çocuğu için öğrenmek mühim meseledir. Cesaret bazen korkularını bozdurur insana. Korku, küçük bir iğnedendir kimi zaman. Kimi zaman Müslüman bir kadının "Doğru yaşayabiliyor muyum?" endişesidir.

...

Bugün hastanede servisleri dolaşırken 14 yaşındaki Mus'ab'ın odasına girdiğimde annesinin yanında Kuran okuduğunu gördüm. Ardından gözlerini kırpıştırdığını fark ettim. Namaz kılıyordu Mus'ab. İki gün önce getirilmişti hastaneye. İlk kez ziyaret etme fırsatı bulmuştum. Bir bombanın oynarken yakınına düşmesi ile kollarını ve bacaklarını kaybetmişti. Annelik hissiyatı ile sanırım, gözlerim doldu birden. Namazını bitirdiğinde şu cümle çıktı ağzından: "Ağlama doktor abla. Ağlayınca geçmiyor. Allah, abim ile savaşa gitmediğim için beni cezalandırdı. Bana dua et olur mu?"

Koşup oynayamadığı için isyanda değildi, bilakis; Allah'tan gelene boynu kıldan ince idi.
...
Sonra kendimi ve yaşantımı düşündüm. Sonra günümüz Müslümanların ahvalini... Ne kadar da ucunda yaşıyormuşuz meğer İslam'ın. Merkezimize o kadar şey koymuşuz ki yapılması ve yaşanması gereken. İslam, üvey evladı kalmış hayatımızın.

...
Diyor ya şair : "Bize bir nazar oldu." diye. Azar azar kaybediyoruz kimliğimizi. Unutuyoruz, unuttukça yozlaşmanın kıyısına yaklaşıyoruz.

Sofrasını medrese yapacak, içinde tutuşan Allah ve Peygamber (sav) aşkını, kıvılcım gibi etrafına sıçratacak, geleceğin belki de Hanneleri, Sümeyyeleri, Nesibeleri olacak kızlarımızı sistem dediğimiz , aslında bizim boyun eğdiklerimiz ile şekillenen sapkın düzene kurban ediyoruz.

Ya oğullarımız?..

"Anne!" , "Baba!" dedikten sonra kibri öğrenen, delikanlılığı serserilik zanneden; film, dizi kahramanını örnek alan evlatlarımız.
Oysa kahramanlık, yaşı küçük diye savaşa alınmadığı için ağlayan, Peygamberine aşık, Habib olmaktı.
Oysa kahramanlık, kollarını ve bacaklarını kaybetmenin değil, abisi ile savaşa gitmeyip nefis yaptığı için Allahın onu cezalandırdığını düşünen ve affedilmeyi dileyen Mus'ab olmaktı.

...

Çocuğum Kuran'a geçti diye ne kadar seviniyorsak , öğrendikleri ile amel etmiyor diye o kadar üzülmemiz gerekir.

İki karpuz bir koltuğa sığmaz . Birini bırakacağız, o ya dünya olacak ya ahiret.

Biz dünyayı bırakan olalım her defasında inşallah. " *

Bölüm bitince kitabı kapattım ve sehpanın üzerine koydum. Üzerine biraz konuştuk Dilruba ile. İki gün evvel böyle bir karar almıştık, her akşam biraz kitap okuyacaktık sırayla ve üzerine konuşacaktık. Onunla sohbet etmek, bunları konuşmak çok iyi geliyordu. Fikirlerini öğrendikçe, derine indikçe ona olan hayranlığım da artıyordu. Söylediklerine bakılırsa aynısı onun için de geçerliydi.

Telefonum çalınca sohbetimiz bölündü. Masanın üzerindeki telefona uzanıp baktım, klinikten arıyorlardı. İki gündür bazı işlerim çıkmıştı ve gidememiştim oraya. Önemli olabilirdi, açtım.

"İyi akşamlar. Ahmet Akif Bey ile mı görüşüyorum?"

"Evet, buyrun."

"Nasıl söylenir bilemiyorum ama buraya gelseniz çok iyi olur. Yakını olduğunuz hastamız Doğukan Bey intihar etmeye kalktı."

"Ne?! Durumu nasıl peki?" derken hızla ayağa kalktım. Dilruba da suratımdaki ifadeden ve tepkimden ötürü endişelenmiş olacak ki ayağa kalktı benim peşime.

"Endişelenmeyin, durumu iyi. Şanslıymış ki bir çalışanımız tam zamanında yetişti."

Derin bir nefes verdim. "Tamam, teşekkür ederim. Ben hemen yola çıkıyorum."

Telefonu kapatıp Dilruba'ya döndüm. "Benim çıkmam lazım."

"Nereye gidiyorsun? Ne olmuş?"

Söyleyip söylememekte kararsız kalmıştım ilkin. Dilruba, abisinin klinikte olduğunu biliyordu. Esra'nın gebeliği konusunda da kendisi bahsetmişti ondan. Artık yaraları da anıları da iyileşiyordu. Yine de bunu ona söylemeli miydim?

Benden cevap gelmeyince sezmiş olacak ki koltuğa geri oturdu. Ben tam odadan çıkacakken beni durdurmuştu. "Ne olmuş abime?"

Ona dönüp suratını şöyle bir inceledim. Bakışları söylemem için hazır olduğunu anlatmaya çalışıyor gibiydi. "Abin.."
Böyle bir şey de nasıl söylenirdi ki!
"Abin intihar etmeye kalkmış. Ama şuan iyiymiş. Oraya gidiyorum."

"Ne! Ama neden?!"

"Sonra konuşuruz bunu. Şimdi gitmem lazım."

"Tamam. Beni durumdan haberdar et."

"Tamam." deyip askıdaki ceketimi aldım ve yola çıktım.


Dilruba

Abim... Onca kabusuma sebep olsa da hayatımın yalnızca bir kaç ayı yoktu ki işte! Yıllarca canım abimdi o benim. Sonra canavar olmuştu ama hastalıktı, iyileşiyordu. Ne olursa olsun intihar etmeye kalkışması benim için çok kötü bir durumdu. Kendi canına kıymaya nasıl kalkardı? Evet ben de neredeyse psikolojikman o raddeye gelmiştim ama ne bileyim...Allah'ın verdiğini ben alamazdım. Alamazdım... Yasaktı. Allah'ın sınırları benim sınırlarım olmalıydı ve onları aşamazdım. Hele de böyle ciddi bir konuda.

Neyse ki iyiydi.

"Dostun dostluğunu ve düşmanın düşmanlığını Allah'tan bil. Zira her ikisinin de kalbi , O'nun tasarruf elindedir. Her ne kadar atılan ok yaydan çıkarsa da, akıllı insan oku yaydan bilmez, yayı tutan kimseden görür ve öyle bilir."

Ahmet Akif, dikkatimin dağıldığını anladığından susmuştu. "Pardon, devam et lütfen." deyip gözlerimi kırpıştırdım ve onu dinlemeye devam ettim.

"Kalbi yaralı olanların ahının ateşinden sakın. Zira mutlaka te'sir eder. Elinden geldiği kadar kalp yıkmamaya gayret et. Zira mazlumun ahı, cihanı harab eder."

"Bugün birini muradına ermiş ve mesut, ötekini de gönlü yaralı görürsün. Birkaç gün bekle. Hayal peşinde koşanın beynini toprağın yediğini göreceksin. İnsanın alnına yazılmış olan kader gerçekleşince, yâni ölüm gelince; padişahlıkla kulluk, kölelik arasındaki fark kalmaz, ortadan kalkar. Bir kimse bir ölünün mezarını açsa tanıyamaz ve fark edemez; zengin mi yoksa fakir mi?"

"Ahmet Akif, ben kafamı veremiyorum. Sonra devam edelim mi?"

"Tabiki." deyip kitabı kapattı ve sehpanın üzerine bıraktı. Koltukta oturmuş yine kitap okuyorduk ama benim kafamda hâlâ abimin durumu dönüp dolaşıyordu. İçimden gelen bir dürtüyle Ahmet Akif'e doğru kayıp başımı omzuna yasladım.

"Kafanı çok yoruyorsun buna."

"N'apayım, elimde değil." dedim ve gözlerimi yumdum. Burada daha sakin ve huzurlu hissediyordum.

"Bir haftadan fazla oldu Dilruba. Hem dedim ya, konuştum onunla. Birdaha böyle bir şey yapmayacak."

"Nereden bilebilirsin ki? Ya yaparsa?"

"O zaman sana şöyle söyleyeyim; nasıl karşılayacağını bilmiyorum ama ona bir çocuğu olacağını söylemek zorunda kaldım. Ancak tutunacak bir dalı olursa hayata tutunurdu. Ona tutunacak bir dal verdim."

Bunu sakin karşılamıştım. Bazen insan bazı şeylere mecbur kalabiliyordu. Bunu yaptığı için ona kızamazdım.

"Ahmet Akif... Ben de abime bir dal olayım mı? Eğer anlattığın gibiyse, kendine gelmiş ve pişmanlık onu kemiriyorsa, yaptıklarını kaldıramayıp intihar etmeye kalktıysa, o yine benim abim demekki. Affetmek zor olsa da insan sevmeye devam ediyor işte."

Bir süre sessiz kaldı. Sonra derin bir nefes aldı. "Bilmiyorum Dilruba." dedi ve kucağımda duran elimi tuttu. "Zarar görmenden korkuyorum. Yeni yeni iyileşti içindeki yaraların. Kabuslu geceler yeni yeni terk etti seni."

"Biliyorum." dedim ben de. "Sen yanımdayken zarar veremez hiçbir şey bana. O yüzden ben hayatımda bir kez cesur davranacağım. Yarın beni abime götürür müsün?"

"Sen yine de bunu biraz düşün. Ama yarın hâlâ gitmekte kararlıysan, seni götürürüm."

"Teşekkür ederim." dedim ve ilk kez bir şey yaptım, yanağına bir buse bırakıp başımı tekrar omzuna koydum gözlerimi sıkıca yumarak. Ama suratındaki tebessümü görmüştüm bile.


Yıldızlar çok güzeldi bugün. Çok güzel...

Bugün abime gitmiştim. Onu görünce önce irkilmiş olsam da suratına şöyle dikkatli bakınca görmüştüm onun artık o canavar olmadığını. Zaten beni görünce hemen ağlamaya başlamıştı. Gözlerinde artık karanlıklar yoktu, hüzün vardı dolu dolu. Hemen ayağa kalkıp bana doğru bir hamle yapmıştı ama sonra durmuştu. Korkacağımı düşünmüş olmalıydı ki durmuştu. Ama gözleri, bakışları, korkutmamıştı beni. Hem yanımda elimi sıkıca tutan Ahmet Akif vardı. Kendimi bana güvende hissettiriyordu. O varken bana bir şey olmazdı, biliyordum.

Uzunca bir sessizlikten sonra kendimi toplamış ve abime doğru gitmiştim. Önünde durup gözlerinin derinlerine baktım. Bir kaç kötü anı zihnime tezahür etse de onları uzaklaştırmaya çalıştım. İnatla baktım gözlerine. Elini kaldırıp yanağıma dokunduğunda istemsizce gözlerimi yumdum. Yumuşakça dokundu, oynattı parmağını. İşte benim abim buydu. Bana dokunmaya kıyamayan bir abiydi benim abim, bedenimi de ruhumu da acıtan değil.

Sarıldım ona. Artık acı kokmuyordu. İkimizin de gözleri fazlasıyla yağmur yağdırmıştı. Abim sürekli "Affet beni" diye sayıklarken nasıl normal kalabilirdim bilmiyordum.

"Abi tamam.." demiştim sonunda. Ne sarılmayı ne de "Affet beni." demeyi bırakıyordu.
"Affettim seni."

Geri çekilip suratıma baktı. Dudağımın kenarında izi kalan bir yaram vardı. Bakışları ona takıldı. "Özür dilerim.. özür dilerim..."

Onu böyle görmek canımı yakmıştı. Pişmanlık, insanı yiyip bitiren güçlü bir duyguydu. Öğrenmiştim. Hem de çok güçlü...

Abim de ben de sakinleşebildiğimizde biraz konuşmuştuk. Tamamen iyileşmek için söz vermişti bana. İyileşene dek klinikte kalacak, kendine de bir şey yapmayacaktı.

"Kahve yaptım."

Ahmet Akif'in sesiyle gözümün önünden geçen günüm sonlanmıştı. "Al bakalım." deyip kahvemi bana uzatırken kendisi de yanıma oturdu.

"Teşekkür ederim. Aslında kahve yapıp getiren ben olmalı değil miydim?" deyip gülümsedim.

"Yoo, kim demiş? Bugün ben olurum yarın sen. Ne fark eder?"

İkimiz de gülümseyip kahvelerimizi yudumladık.

"Ne kadar çok yıldız var bu gece."

Ahmet Akif'in baktığı yere, göğe baktım ben de. " Evet.. " dedim. Sonra aklıma çok sevdiğim bir söz geldi.

"Ahmet Akif, aklıma bir söz geldi. Lisedeyken çok severdim. Sen de rastlamışsındır, benim durumumda falan görmüş olabilirsin. Bence o sözü tam şuan için kalbime gömmüş, ezberlemişim."

Bakışlarımız hâlâ gökteydi birbirimizle konuşsak da.

"Hangi sözmüş o?"

"Sevmek; birbirimize bakmak değil, aynı yöne birlikte bakmak demektir."

Cümlem bittiğinde birbirimize bakmıştık âniden. Gözleriyle kucakladı gözlerimi ve gülümsedi. O gülünce yine içime baharlar geliyordu.

"Biliyorum bunu." dedi ve tekrar göğe çevirdi gözlerini. "Her durumun gibi bunu da ezbere biliyorum."

Şaşırmıştım. Asla alakadar olmadığını düşünüyordum benimle. En azından bu tarz şeylerle. "Gerçekten mi?"

"Evet."

"Bir tanesini söylesene o zaman."

"Söyleyeyim." deyip güldü ve yine gözlerime baktı. Biraz düşündükten sonra kalbimi eriten bir cümle bıraktı aramıza.

"Kaldırıp başımı gökyüzüne bakmak gibisin."



*kitap =
Yedi Güzel Kadın: Abdülaziz Yılmaz
Bostan ile Gülistan : Sâdi


Loading...
0%