Yeni Üyelik
6.
Bölüm

Bütün Şarkılar Gibi Kederli

@sukunettekelimeler

''Durur yüreğimde bir kurşun gibi''


''Akif abi tamam tamam! Çok hızlı sallama uçucam!'' Kulağıma dolan kıkırtılar eşliğinde gülümsedim ve salıncağı bırakıp az ilerideki babaannemin yanına oturdum.

''Daha iyi sanki Berra?'' dedim onu seyrederken. Salata yapan babaannem de başını salladı bana hak verircesine. ''Ablasını getireceğine inanıyor. O yüzden.'' dedi ve kenarıda duran poşetleri işaret etti. ''Tencereleri çıkar poşetlerden de artık yemek yiyelim. Sabahtan beri koşup oynadınız. Acıkmışsınızdır. Hadi.''

Babaanemin dediğini usluca yerine getirdim ve sonunda piknik soframız hazır oldu. ''Berra! Hadi abicim yemek yiyeceğiz.''

''Yemeeeek! Küçük benekli kuşun enerjiye ihtiyacı var! Yemezse güçlü olamaz ve kanatlarını çırpıp uçamaz! Çok yerse de kanatları onu taşıyamaz!!'' bağırışları eşliğinde yanımıza doğru koşmaya başladı kollarını açıp. Bense sertçe yutkunmak zorunda kaldım çünkü bu sözleri Berra yemek yemediğinde ablası ona söylerdi...

Bir an düşen yüzümü hemen toparlayıp Berra'ya gülümsedim. ''Aynen öyle küçük benekli kuş. Yiyelim ki güçlü olalım değil mi?''

''Hıhı! Sonra da ablamı bulabilelim!'' diye neşeyle başını sallayıp yanıma oturdu. İçimden ''İnşallah.'' diye mırıldandım ve hepimizin önüne ekmek koydum. Küçük bir yemek molasına girmiş olduk böylece. Yemekten sonra Berra suyun kenarında oynamaya başladı, babaannem de el işi yapmaya. Ben de bundan istifade ederek suyun kenarına oturup içimdeki seslerin dalgalara karışmasını seyretmeye başladım.

Bir vakit, zihnime hücum eden anılar sebebiyle gülüyordum ki Berra ''Niye gülüyorsun?'' deyip merakla bana döndü. ''Hiiç.'' diyerek geçiştirdim onu. Buna kızmış olacak ki suya daldırdığı avcundaki tüm sıvıyı suratıma sıçrattı.

''Bu yaptığınız, savaş için yeterli bir sebeptir prenses! Ülkenizi feth etmeden evvel kaçmanız için ona kadar sayıyorum! Bir, iki...''

Berra hızla ayağa kalkıp gülüşmeler eşliğinde benden uzağa kaçmaya başlamış, ben de son olarak ''...on!'' der demez peşine takılmıştım. Elbette kurtulamadı, biraz ona fırsat verdikten sonra yakaladım onu. Kucağıma alıp suyun kenarına doğru yürümeye başladım. Bir yandan da gülüşerek konuşuyorduk. ''Ülkenizi feth ettim prenses! Artık benimsiniz!''

''Ama Akif abi! Olmaz ki, bu haksızlık! Sen hep feth ediyorsun prensesleri. Prensesler hiç feth edemiyor!''

''Allah Allah! Benim prensesim de, feth ettiğim ülkem de sensin! Niye -ler -lar diyorsun bakayım?! Hem feth edeyim nolmuş yani? Hatta istersem suya da atarım. Hoop, atayım mı seni?'' derken onu suya doğru atma numarası yapıyordum. Sonuncusu baya bir gerçekçi olmuştu çünkü nerdeyse elimden kaydırıp ciddi manada suya atacaktım çocuğu. Bundan korkarak ''Bu haksızlık! Benim ülkemi, ablamın da kalbini feth ediyorsun! Biz o zaman napıcaz?'' diyerek bağırmaya başladı. Söylediği cümle üzerine dudaklarımdaki kahkaha, çantasını topladı gitti. Sözcüklerim ise davetsiz misafir gibi pat diye döküldüler kapıya.

Berra'yı kucağımdan yere indirip karşıma aldım. Ellerini tutup gözlerine baktım. ''Ablanın kalbini mi feth etmişim?'' diye sordum masum bir edayla. Babaanneme kısa bir bakış atıp bana döndü ve başını salladı yavaşça. ''Bunu sana o mu söyledi?''

Tekrar başını salladı. ''Evet. Bir keresinde beraber kitap okuyorduk. Feth etmek ne demek diye sordum, prensler ülkeleri feth edermiş. Sonra bir keresinde de kendi kendine konuşuyordu telefonuyla. 'Benim kalbim ülke mi ki feth ediyorsun!? Kalbim, sen de neden hemen bayrakları indiriyorsun!' diye kızıyordu kendine. Ben de ablama üzüldüm, ağladım. 'Niye ağlıyorsun?' dedi, dedim ki 'Abla, kalbini kim feth etti. Ben kurtarırım.' Ablam güldü. Kalp kurtarılmıyormuş, ülkeyi kurtarmaktan daha zormuş onu kurtarmak. Ben yine de dedim ona, 'Söyle kim o? Kalbini alıp geleyim.' diye ama o bana söz verdirdi. İsmini söyleyemem. Söz verdim ablama. 'Ahmet Akif' diyemem.''

Yutkundum. Yok, yutkunamadım. Boğazıma oturdu yumru. Babaannemle göz göze geldiğimizde kaçırdı gözlerini benden. Biraz uzakta da olsa anlayabiliyordum nemli gözlerini sakladığını.

Berra'ya ''Hadi sen oyna, ben biraz dolaşacağım.'' deyip kalktım. Kulaklıkları kulağıma takıp suyun kenarı boyunca yürümeye başladım. İlkin düşüncelerle boğuştum, bir şey dinleyemedim. Sonra 'belki boğazımdaki düğümü çözecek bir şey vardır nasipte' diyerek bana iyi gelebileceğini düşündüğüm bir şeyler dinlemeye koyuldum.


Kayıtlardan*


Ses kaydı 12

Selamünaleyküm. Şu an balkonda oturmuş dışarıyı seyrediyorum. Saat neredeyse on iki. Ay tam karşımda turuncu turuncu gülümsüyor. Gökyüzünde biraz bulut var. Cırcır böceklerinin sesi doluyor kulağıma. Bir de anaannemlerin binasında yuva yapmış baykuşun sesi... Çevre tasvirim bitti evet, şimdi olaylara gelelim. Sanırım bu sıralar hayatımın en çok rezil olmuş hissettiğim zamanları. Sürekli de aynı kişiye rezil olmak zorunda mıyım? Kötü olansa ne biliyor musun? Alışmak. Yakında buna bile alışacakmışım gibi geliyor, o derece! Allah korusun ya, rezil olmaya alışılır mı? Yine ne mi yaptım? Bu ses kaydına başlar başlamaz hatırlamışsındır bence, aradan seneler bile geçse. Ama yine de anlatayım hadi. Hem belli mi olur hafıza kaybı geçirmeyeceğin? Ay ne diyorum ben, Allah korusun. Hem hafıza kaybı geçirsem niye rezilliklerimi hatırlamak isteyeyim ki yani? Bendeki de bir acayiplik.

Bak şimdi, ben bu çocuğu tanıdım ya, bizle geldi okula. Ondan iki gün sonra okul çıkışı aynı otobüse denk geldik. Otobüs yine meydanda durdu! Bir türlü anlayamıyordum şu otobüsleri. İki farklı güzergah izliyorlar mübarek! Tabi aslında öyle değilmiş. Meğer bunların numaraları varmış, biri meydandan diğeri duraklardan gidiyormuş! Tabi ben bilmiyordum böyle bir şey olduğunu. Sonradan öğrendim. Ne yapacağımı bilemeyip yine sinir oldum. Ahmet Akif inmeyince ben de inmedim. Nasılsa aynı yere gidiyoruz diye düşündüm. Bir kaç durak sonra indi, ben de peşinden indim. Tabi nerede olduğumu bilmiyorum, o ayrı konu. Onu takip edeceğim, nereye giderse oraya gideceğim planlarıma göre. Nasılsa aynı yerde oturuyoruz! Ama noldu? Ahmet Akif bir kitapçıya girdi! Sonra kitapları kurcalamaya başladı. Sonra oturdu kitap okumaya başladı. Ben mi? Öylece dikilip içeriyi gözetledim ve onun çıkmasını bekledim. Gümbürdeyen kalbim de eşlik etti bana. Aradan on dakika geçince baktım ki onun çıkmaya niyeti yok, elmecbur annemi aradım. Yaptığım aptallığı anneme anlattım ayrıntıya girmeden. Biraz annemden azar işittim. Sonra ''Gir içeri bari de çocuk sana tarif etsin yolu, gel eve.'' diye ısrar etmeye başladı. Ben de itiraz edip ''Olmaz anne ya! Ne diyeceğim çocuğa? 'Şey, ben seni nasılsa aynı yere gidiyoruz diye takip ettim ama sen eve gitmiyormuşsun. Ben de buraları bilmiyorum, bana eve gitmemde yardımcı olur musun?' mu diyeyim!? Utanırım ben.'' dedim. Annem de ''O zaman başkalarına sor. Kardeşin ağlıyor, kapatıyorum ben.'' deyip telefonu yüzüme kapattı. Kocaman bir iç çektim. Sinirden ağlamak üzereydim. Arkama döndüm hırsla ve bil bakalım ne oldu? Kollarını birbirine bağlamış ve bana bakıp gülen bir çocuk! O sırıtmadan da anlaşıldığı üzere anneme son söylediklerimi duymuştu! Allah'ım, rezillik ya! Yerin dibine girmek istedim. Onu Çağan sanmam bunun yanında solda sıfır kalır yani.

Yeşil gözleri gülmekten kısılmıştı ve hiç çekinmeden küçük bir kahkaha attı! Bense suçlu bir çocuk edasıyla yeri seyrettim. Arada bir de ona bakıyordum çaktırmadan, ne yapacak diye. Sonunda kendini toparladı. ''Bana kalsa akşama kadar burada kitap okuyacaktım ama nasip değilmiş demek ki. Hadi gel.'' deyip yürümeye başladı. Peşine gitmedim tabi, çakılı kalmıştım orada. Biraz ilerledikten sonra peşine gitmediğimi fark edip bana döndü. ''Hadisene! Bak sonra beni de kaybedersen eve nasıl döneceksin?'' diye seslendi. Ben de mecbur peşinden gittim. Biraz sessizce gittikten sonra ''Kesinlikle birilerini takip etme konusunda çok kötüsün.'' dedi bana. Sustum ve cevap vermedim. Zaten benim gizlice takip etme niyetim yoktu ki. Görse bir şey olmazdı çünkü aynı yere gidecektik! Olay böyle gelişmemişti ama! Sonra ben cevap vermeyince yine konuştu : ''Ama yaptığın akıllıcaydı. Ben de olsam aynını yapardım.''

Ne kadar akıllıca olduğu benim için tartışılır bir konu. Sonuçta rezil olan bendim. Benim konuşmaya niyetim olmadığını fark etmesine rağmen o konuşmaya devam etti : ''Bak biz meydanda inip bu tarafa dümdüz yürüdük diye düşünebilirsin. Yürümedik, otobüsle geldik ama neyse. Şimdi burdan sağa döneceğiz, yolun sonuna dek yine dümdüz gideceğiz. Sonra sol tarafımızda bizim durakları görürsün zaten. Zor değil, bir dahakine kendi başına gidebilirsin değil mi?'' Başımı salladım ve ''Anladım. Gidebilirim sanırım. Teşekkür ederim.'' dedim ve biraz ötesinde yürümeye devam ettim. Yaklaşık beş dakika sonra durdu ve parmağıyla büyük bir binayı işaret etti : ''Bak, burası da halk kütüphanesi. Ders çalışmak için gelebilirsin. Güzel bir ortamı var.''

Gösterdiği yere baktım. Dıştan da güzeldi. Bir ara içine bakmaya da karar verdim. Sonra az önce dediği gibi durakları gördüm sol tarafta. Karşıya geçmek için bekliyorduk. Işığa pür dikkat bakıyordum. Yeşil yanar yanmaz da yola atladım. Tabi kulaklarımı sağır eden bir korna sesi de bana eşlik etti. O an öleceğim sandım. ''Kesin bu araba bana çarpacak!" diye düşündüm. Ben içimden arabaya sayarken neyse ki benden daha aklı başında olan Ahmet Akif kolumdan tutup çekmişti beni. Ben 'Yeşil bize yandı, niye durmuyorsun! Size ehliyet verene!' diye içimden saydırırmaya devam ettim. Ahmet Akif ise ''İyi misin? Niye sağa sola bakmıyorsun!'' diye söylendi. Hem kızmış hem endişelenmiş görünüyordu. ''Yeşil yandı, durması lazımdı!'' dedim sinirle. Öfkem aracaydı aslında. Tabi Ahmet Akif ''Yine de dikkat etsene sen. Yeşil daha yeni yandı. Burası Türkiye, bizim milletin ne yapacağı belli olmuyor!'' diye üstüne basa basa söyledi. Ben yüreğimi saran korku sebebiyle olduğum yere çöktüm ve sakinleşmeye çalıştım. O da bana hemen yanımızdaki büfeden su alıp verdi. İçtim ve kendimi toparladığımda tekrar ayağa kalktım. O da zaten başımda dikiliyordu. ''İyi misin?'' diye tekrar sordu. Başımı salladım. Böyle bir durumun yalnızken başıma gelmemesi benim için büyük nimetti. İyi ki o yanımdaydı ve iyi ki varlığı ile yanımda olduğunu hissettirmişti. Karşıya geçtik ve sonunda otobüse binip eve doğru yol aldık. Önümde oturuyordu. Arada dönüp bakıyordu iyi miyim diye. Allah razı olsun yani, çocuğa da telaşe oldum ama... Bizim durağa gelince indik ve eve doğru yürümeye başladık. Ben tam bizim bahçeye girecektim ki onun seslenmesiyle durdum. ''Bana bir can borçlusun.'' dedi. Adam akıllı teşekkür bile edemediğimi fark ettim. En içten ve yorgun bir teşekkür gönderdim ona. ''Çok teşekkür ederim her şey için. Borcum olsun.'' dedim. Başını sallayıp gitti.

Nasıl? İyi rezil olmuş muyum? Eh, bir de can borcum oldu tabi. Allah'tan ucuz atlattım da araba çarpmadı. Sadece bunun minnetine bile Ahmet Akif'e her gün dua edebilirim. Annem eve gelince nasıl buldun yolu diye dalga geçti benimle. Ben de Ahmet Akif'in yardımcı olduğunu söyledim. Tabiki kimseye araba çarpma olayından bahsetmedim. Ahmet Akif kolumdan tutup çekmeseydi şu an hastanede olurdum herhalde. Tekrar tekrar Allah razı olsun diyorum aklıma geldikçe.


Ses kaydı 13

Selamünaleyküm. Bu kez aradan uzun zaman geçti, ses kaydetmedim. Kaydedesim de gelmedi zaten. Bu zaman içinde hayatıma hiç tahmin etmediğim güzellikler girdi. Mesela, neredeyse her akşam anaannemlerin balkonunda veya Hatice teyzelerin balkonunda oturup çay içiyoruz. Havalar serinlediği için balkonda değil içeride oturulduğu da çok oluyor tabi. Bazen de Ahmet Akif'in yengesi olan İlke ablalarda veya bizde oluyoruz. O sohbetler, o yudumlanan çaylar bir başka tat veriyor insana. Hatice teyze öyle tatlı bir kadın ki anaannem kadar seviyorum onu. Süleyman amca desen, henüz doyamamışken kaybettiğim dedem yerine geçmekte ısrarcı. Süleyman amca kamyonetiyle sokaklarda gezip sebze meyve satarken sesini duyuyorum bazen, balkona koşup onu seyrediyorum. Arabasıyla mahallede dolanışını, eskiciden aldığı megafonla ''Üzüm var! Domatesci geldi!'' diye bağırışını dinliyorum. Dedemi anımsıyorum ve onu daha çok seviyorum. O da beni torunundan ayırmıyor sağ olsun. ''Kızım bir ihtiyacın var mı? Kızım harçlığın var mı? Kızım gel az sohbet edelim. Kızım günün nasıldı? Kızım anlamadığın yer varsa sor bizim oğlana...'' diye belli ediyor varlığını. Bazen de dedemi anlatıyor bana.

Geçen gün hava serin diye kadınlar alt katta, anaannemin balkonunda oturuyorlardı. Erkekler 'serin hava daha iyi, açılırız' diyerek bahçedeki masada oturuyorlardı. Süleyman amca, babam, Ahmet Akif. Onların çaylarını tazelemek için yanlarına gitmiştim. Süleyman amca beni yanına oturttu. ''Gel, sana yıllar önce dedenle başımıza ne geldi anlatayım.'' dedi. Oturdum. Anlattı, gülümsedim ilkin. Babam o sırada tuvalete gitmek için kalktı. Üçümüz kaldık. Anlatmaya devam etti. Tam o an Ahmet Akif'le istemsizce göz göze gelmiştik ki dayanamadım, bir gözyaşım kendini bıraktı yanağımdan aşağı. Gözlerimi kaçırıp elimin tersiyle sildim hemen yanağımı. İçimdeki dürtüye engel olamadım, yine ona gitti bakışlarım. Yine bana bakıyordu. Sanki ona bakmamı bekliyordu. Ve bana bakışlarıyla destek olduğuna yemin edebilirim.

Yine duygulandım... öhöm,

Neyse, İlke abla diyorduk. O da Süleyman amcanın gelini oluyor. Bina üç katlı, en üstte İlke ablalar oturuyor, ortada Hatice teyzeler, en altta anaannem. Bu dört aile iyi kaynaştı. Ben ne olduğunu anlamadan kendimi böyle sıcak bir samimiyetin içinde buldum. Yapmacıksız! Berra da bu durumdan çok memnun görünüyor. Sürekli Ahmet Akif'i oyun oynamak için ikna edip meşgul ediyor. Hayır yani çocuk on ikinci sınıf, bırak da ders çalışsın değil mi? Hep seninle oyun mu oynayacak? Hem ben neyine yetmiyorum? Bu Berra'da var bir şey, hep erkeklere karşı satıyor beni. Kızsın sen, ağır ol. Bırak onlar sana oynayalım diye gelsin yani dimi? Aman ben ne saçmalıyorum daha dört yaşındaki çocuk için!

Mahalle hayatı böyle, geleyim okula. Esra ile yakınlığımız sürüyor, elhamdülillah. Yüreği güzel bir dost. Beraber o kütüphaneye de gittik, ders çalıştık. Ben bu yabancı dili hiç anlamıyorum, Almanca anlattı bana iki saat kızcağız. Daha İngilizcemi ilerletmem lazım ve elimde var 'Hello, I'm Dilruba.' Oy oy! Cidden dünya telaşı bitmiyor. Okumasam mı ben? Okuyup da ne olacak sanki?

Heh bak yine bir anı sen gel düş kafamın orta yerine. Kırsaydın bari kafamı, çekinme çekinme. Anılara saygım sonsuz benim!

Geçen hafta balkonda ders çalışıyordum. Diğerleri içerideler. Anaannemdeyiz, kek yapıp hepimizi toplamış. En sonunda kızdım, kalemi sertçe elimden bırakıp masaya vurdum. O sırada içeriye girdi : sevgili rezilliklerimin baş tanığı. ''Kalemin suçu ne?'' diye takıldı bana. Sonra balkonun kenarına yaslanıp önümdeki kitaba doğru baktı, güldü. Zaten balkon küçük, yani uzakta değil, görebilir. Hayır, gözlerinde insan üstü özellikler yok. Neyse, güldü! Benim de sinirim bozuldu. Çekinerek elimi başıma götürdüm ve ''Ben bırakıyorum okulu. Çok sıkıldım, yeter bence.'' diye mırıldandım. Sonra ne mi yaptım, kendimi tutamayıp sistemin sorumlusu oymuş gibi ona içimi boşalttım. Çok bunalınca çenemin düşmesinden de nefret edebilirim artık. Çok düştü çenem : ''Hem neden bizi bu sisteme köle ediyorlar ki? Neden sisteme boyun eğiyoruz? Neden okumak zorundayız? Neden diploması olmayanın lafına kıymet vermiyorlar? Ben şimdi kosinüs teoremini öğrensem ne olur, öğrenmesem ne olur? Namık Kemal'in İntibah romanını ve daha bir çok yazarla eserini ezberlemek zorunda mıyım? Zihnimi niye boş yere bunlarla dolduruyorum? Daha yararlı şeylere yer verebilirim kafamın içinde. Zaten zeytin kadar yer kaldı, sonra daha bir şey almayacak içeri beynim. Yakında öğrendiklerim yerine annemi, babamı, seni falan unutabilirim. Haksızlık değil mi bu? Bir gün için, bir sınav için bunca şeyi öğrenip sonra unutmak?! Hem baksana bu soruda bir yanlışlık var. Tıpkı bu işte, bu sistemde bir yanlışlık olduğu gibi... Yapıyorum yapıyorum cevap şıklarda yok. Bari bunun çilesini çekmeyelim. Yanlış soru nedir yani dimi? Madem soru yazıyorsun, adam gibi yaz.''

Sustum çünkü kahkaha atmıştı! Gülmeye devam ederken elindeki çay bardağını mermerin üzerine bıraktı ve yanıma yaklaştı. Avucunu açıp önümde tuttuğunda aval aval ona baktım. Gülümsemeye devam ediyordu. ''Kalemini vermeyi düşünüyor musun? Çok konuşunca algılar düştü herhalde?'' dediğinde kendime gelip elimdeki kalemi ona uzattım. Hafifçe eğildi, çözümüme baktı ve yine güldü. Komik olan neydi ki yani? Tabiki ben! Kalemin ucu sorunun yarısında durdu, 3'ün üzerini karalayıp 2 yazdı. Kaşlarımı çatıp baktım. ''7-5 = 2 eder, Dilruba. Üç değil.'' dediğinde şaşkınca baktım. Ben yediden değil, sekizden çıkarmıştım hep! Gözüm yedi görüp zihnim sekiz algılamıştı! Zihnim bile beni yanıltırken, neye nasıl güveneceğim ki? Kalemi bırakıp mermere tekrar yaslandı ve kollarını birbirine bağladı. ''Soruda değilmiş yanlışlık, sendeymiş.'' deyip göz kırptı! Göz kırptı! Sonra da ciddileşip ''Ama haklısın, sistemde bence de yanlışlık var. Baksana, sana anneni, babanı, ben- Berra'yı unutturacak bir sistemin nesi doğru olsun?'' dedi ve gitti. Ben' deyip durmasından ve sonra devam etmesinden ötürü ben yanlış anlamış olabilirim ama ''be-ni'' yerine vazgeçip ''Be-rra'' demişti, eminim. Ama haklı tabi, şu zamanda her şey yanlış anlaşılmaya çok müsait oluyor insanlarca.

Sadece yanlış anlaşılmaya müsait olanlar mı yanlış anlanıyor peki? Hayır. Mesela annem ve babam! Ne kadar çok sevsem de onları, tartışıp durmaları çok sinirimi bozuyor. Berra'yı da korkutuyorlar hem. Ne biliyim, büyük olmasalar, günah olmasa, ikisine de bağırıp çağırıp vurup evi terkedesim geliyor. Dua ediyorum, şu tartışmaları bitsin diye.

Bir diğer mesele de insanların kullandığı dil. Çağan burdaki başrolümüz. Hâlâ onunla oturuyorum mecbur. Neyse ki dikkat ediyor mesafesine. Beni seviyor sanırım, yani bana karşı ters bir hareketini görmedim, o anlamda. Bazen derslerde dini sorular soruyor yine, ben de ona cevap veriyorum. Bazen tereddüt ediyorum, diyorum ki boşuna nefes tüketmiş olur muyum? Boşuna onunla uzun uzun konuşmaya girişmiş olur muyum? Her ne kadar geçen Ahmet Akif'e sistem hakkında destan yazsam da erkeklerle olan mesafeme dikkat etmeye çalışıyorum. Boşuna uzun sohbetlere girmekten korkarak ilk kendimi tutuyorum ama sonra içim el vermiyor. Belki diyorum, belki söylediğim bir şeyi anlar, belki kalbine dokunur, ya da zihnine... Anlaması için uğraşıyorum. Yine öyle bir zamandı. Hocamız kültürden söz ederken ''Eskiden böyle değildi, kadın erkek şimdi aynı otobüste yan yana bile oturuyor. Eski zamanlar aralarında bir mesafe olurdu. Kadının işi ayrı erkeğinki ayrı olurdu...'' diye eskileri anlatmaya başladı. ''...Avrupa'dan gelen bu yeni durumlar bizim kültürümüze aykırıydı aslında. Ama şimdi çok normal.'' Adam anlattı uzun uzun bir şeyler. Sonra hemen bir grup arkadaş (Çağan da dahil olmak üzere) hocanın üstüne gitti. ''Neden yan yana oturamayacaklarmış?'' gibi sorular döktüler ortaya. Hoca da açıklamaya çalıştı ama fırsat vermediler. Esra ve bir grup da ''Boş verin hocam, biz onlara yıllardır anlatamıyoruz. Kimse kimsenin fikrini değiştirmiyor zaten.'' diye atıldı bu kez. Şaştım kaldım. En sonunda Beytullah kalktı, ''Neden mi oturamıyorlar yan yana? Neden mi sakıncalı? Çünkü kadınlar giyiyor daracık kısacık, erkekler de sonra işte...Söyletme bana! Sonra haberlerde 'neden bana baktı' 'neden bana dokundu' diye çıkıyorlar işte. Kimsenin giyimi tabiki erkeği alakadar etmiyor. Adam olup bakmayacak. Ama bazı adam olmayanları maalesef etkilediği de küçümsenmeyecek bir gerçek. Yahut nefs sahibi olduğumuzu. En doğrusu, erkek de kadın da sınırını bilecek...'' diye celallenip bir konuşma giriş yaptı. Sonunda herkes sustu ve zil çaldı. Gerçekten insanların anlamaya çalışma, dinleme ve anlatma problemleri olduğunu fark ettim.

Öyle işte.

Neşeyle bitireyim kaydı. Geçen gün arabadayız, yolculukta. Berra : ''Baba senle para birleştirip araba alarız. Yüz liraya alırız ha.'' diyor. Ben de güldüm. ''Yüz liraya arabanın bir tekerini alamazsın.'' dedim ona. Çok bilmiş, ''Hee alarız. Yüz bin iki yüz liraya alarız he. Büssürü teker de alarız.'' diyor bana.



04Eylül2018Salı

 

Loading...
0%