@sukunettekelimeler
|
''Yokluğun içimde duvarlar örer • Bisikletimin yanından uzaklaşıp ihtişamlı binanın içine doğru yol aldım. Girişte Metin Hoca'yla karşılaşmıştık. Selam verdim, selamımı aldı ve ''Bugün dersi sen anlat Akif. Ben de öğrencin olarak seni dinleyeceğim.'' deyip omzuma vurdu. Beni hazırlıksız yakalamıştı. Amacı da zaten hazırlanmadığım bir konuyu nasıl anlatacağımı görmek olmalıydı. ''Tabiki hocam. Fakat bir ricam olacak sizden.'' ''Nedir?'' diye sorduğunda merdivenleri çıkıyorduk beraber. Tuttuğum nefesimi yavaşça verip sorusunu cevapladım : ''Son sınıfların dersine girmesem?'' Tek kaşını havaya kaldırıp ''O neden?'' diye başka bir soru yöneltti. ''Hocam, siz yokken de ders anlattım biliyorsunuz. Anlatmamda sorun yok ama bazı hanım arkadaşlarımız aramızdaki az olan yaş farkını görmezden gelerek karşısındakinin bir hoca olduğunu unutuyor. Fazla cüretkarlar maalesef ki. Anlatabildim mi bilmiyorum ama...'' Cümlem bitince dikkatle Metin Hoca'ya baktım. Gülüyordu. Omzuma yavaşça vurdu : ''Yakışıklı bir delikanlı olmak dert tabi, anlıyorum. Bugünlük idare et. Ben de olacağım yanında nasılsa. Bundan sonraki süreçte bu konuyla ilgili ne yapabileceğimi düşüneceğim. Anlaştık mı? '' ''Anlaştık tabi. Teşekkür ederim.'' deyip gülümsedim ve birer çay içmek üzere odasında biraz oturduk. Çaylar bitince dersimiz olan sınıfa geçtik sohbet ederek. İlk dersler alt sınıflaraydı ve daha rahat geçmişti. Anlatabilmek, daha doğrusu anlayabilmeleri açısından zordu çünkü ilk kez karşılaşıyorlardı bazı şeylerle. Eskiden öğrendiklerini unutturup yerine yenilerini inşa ediyorduk. Fakat yaşca küçük oldukları için rahat ediyordum. Son sınıflardaki ders saatinde sıkıntıyla içeriye girdim. Sonra Metin Hoca'nın varlığından güç alıp kendimi rahatlattım ve derse başladım. Bakışlarım sınıfta kısaca dolaştığı bir aralıkta cüretkar öğrencimin derste olmadığını fark ettim. Bu beni daha da rahatlatmıştı ve dersin kalanını daha dinç bir şekilde anlatmıştım. Günün sonunda Metin Hoca ile beraber sınıftan çıktık ve odasına doğru yürümeye başladık. İçeri geçip karşılıklı oturduk ve Metin Hoca'dan bugünkü performansım hakkındaki görüşlerini dinledim. Eksiklerimi de çok iyi olduğum kısımları da ustaca açıklayıp tahlil etmişti. Sohbetimizi kapının tıklatılma sesi böldü. Metin Hoca ''Gir.'' dediğinde ikimizin de bakışları kapıya çevrildi. İçeriye giren adam başıyla selam verip yanımıza doğru yürümeye başladı. İkimizle de tokalaşıp karşımdaki koltuğa oturdu. Tanımadığım bu adamı kısaca süzdüm. Uzun boyluydu. Yapılı bir vücuda sahipti ve yaşı ilerlemiş olsa da genç görünüyordu. Beyaz saçları gürlüğünden bir şey kaybetmemişti. ''Ben Çetin Akad. Sizler de Doçent Doktor Metin Güçlü ve asistanı, akademisyen adayı Ahmet Akif Varlı olmalısınız.'' diyerek ikimizde de bakışlarını gezdirdi. Hayatımda hiç tanımadığım ve görmediğim bu adamın beni tanıması şaşırmama yol açmıştı. Adamın söylediğini doğrulayarak başımızı salladık. Metin Hoca, misafirimizin kendilerinin tam olarak kim olduğunu kibarca sorarken ben de cevabını merakla bekliyordum. '' Bendeniz, Akad Reklam Ajansı'nın sahibi Çetin. Aynı zamanda son sınıf öğrencilerinizden Helin Akad'ın babasıyım.'' Tüm merakım sönmüş gitmişti duyduğum isimle. Yine de adama karşı önyargılı olmamaya karar verdim. Sonuçta ne için burada olduğunu bilmiyordum. Hem bugün kızı yoktu derste. Belki bir şey olmuştu da ondan gelmişti adam. Memnun olduğumuzu söyledik. İçecek ikramımızı reddeden adamla on beş dakikalık bir hal hatır faslına girdikten sonra saatine baktı Çetin Bey. ''Benim önemli bir toplantım var. İzninizle bugün burada olma nedenime geleyim hemen.'' deyip bana döndü. ''Sizinle konuşmak istiyordum Ahmet Akif Bey.'' ''Tabi, buyurun. Dinliyorum.'' dedim ve arkama yaslandım. Adam henüz konuşmaya başlamadan Metin Hoca ayağa kalktı ve ''Siz konuşun. Benim halletmem gereken ufak bir işim var. Az sonra geliyorum.'' diyerek ayrıldı yanımızdan. Çetin Bey konuşmaya devam etti. ''Kızımın eğitimi için her şeyi yaptım. Onun hayalleri benim için çok önemli. Şimdiye dek hiç benden özel olarak bir şey istememişti fakat geçen gün özel ders almak istediğinden bahsetti. Kızımın isteği benim için her şeydir. Hemen bir hoca ayarlayacağımı söyledim fakat istemedi. Sizin anlatımınızdan anladığı ve sizden ders almak istediği konusunda epey ısrarcı. Burada olma sebebim açıkçası bu konu.'' Adama saygısızlık yapmak istemezdim. Kızı için karşımda olan bir babaydı yalnızca. Kibarca özel ders vermediğimi belirttim. Fakat ısrarcıydı. Ses tonumu biraz daha sertleştirip yeni bir red bıraktım aramıza. ''Bakın Çetin Bey, özel ders vermeme konusunda kesin kararlıyım. Burası da zaten bir lise değil, üniversite. Gençlerimiz yetişkin bireyler. Ben de öyle. Beni anlayabileceğinizi umuyorum. Öyle bir niyetim olsa dahi kız öğrencilerimi değil erkek öğrencilerimi öncelikle tercih ederdim. Aramızda çok bir yaş farkı olmadığı için hoş bir durum ortaya çıkmıyor çünkü...'' Metin Hoca'nın geri gelip koltuğuna oturmasıyla odaya bir sessizlik büründü. Adam kararlı olduğumu anlayarak sakince veda konuşmasına girdi. ''Peki, madem öyle diyorsunuz. Fikriniz değişirse belirtirsiniz. Buyurun, kartım. Ben müsaadenizi isteyeyim.'' Misafirimizi uğurladıktan sonra Metin Hoca bana göz kırptı sorarcasına. ''Hayrola? Ne iş?'' Kısaca ona durumdan bahsettiğimde yine güldü. ''Artık parmağına bir yüzük takma zamanın geldi demek ki Akif. Başını en kısa zamanda bağlamazsak kurtulamazsın bu durumlardan.'' ''İnşallah hocam. Niyetim var ama nasip...'' diye mırıldandım. Biraz daha oturduktan sonra ben de müsaade isteyip kalktım. Bisikletime binmeden evvel kulaklıklar yine yerini aldı ve pedalları çevirmeye başladım. Telefonumdaki parçaları dinlerken nefesimi tuttuğumu fark ettim. Bisikleti mahallenin bayırında durdurup aşağı doğru baktım. Alt mahalleler ne kadar da küçük görünüyordu. Alt mahallelere bakmak zihnimi meşgul eden konulardan uzaklaştırmıyordu ama. Zihnimde bir isim dolanıyordu: Çağan... Ah kardeşim! Kendini bataklıktan kurtarmak isteyenlere el vermeyip bataklığına aşık olan kardeşim. Zamanını bir öfkenin alevlerinde yakıp kül eden kardeşim. Şuan ne yaptığını merak ettim her ikisinin de. Endişe ve merak şu zamanlar beni ele geçiren en belirgin duygulardı. Bakışlarımı mahallenin manzarasından çekip bisikleti eve doğru sürmeye devam ettim. Kayıtlardan* • Geçenki kayda devam ediyorum. Gök gürleyince korkup uyumaya çalışmıştım ve kapatmıştım. Anlatmadığım başka şeyler de var... Ocak ayının sonlarıydı. Karlı değildi hava ama yağmur yağmıştı ve serindi. Benim de ertesi gün sınavım vardı ve ders çalışıyordum. Üstelik hastaydım da. Şifayı kapmıştım. Babam geldi odama. ''Kızım, ben çok yoruldum. Dışarıda odun kestim. Ağaçları budadım. Onları bizim odunluğa taşıyıver.'' dedi. ''Baba ya! Yarın sınavım var. Hem hava da serin ve hastayım, üşüyorum. Dursunlar. Sonra yaparız.'' diye itiraz ettim. Babam inat, hiç dinler mi? Anlar mı? ''Hemen yap işte. Alırsa yarım saatini alır zaten. Kalın giyin, bir şey olmaz. Ben de hastayım ama onları kestim bu havada.'' diye diretti. Sabrını zorlarsam kızacağını biliyordum. İçimden oflayarak kalktım ve giyinip dışarı çıktım. Odunlarla uğraşmaya başladım. Suratım da sirke satıyordu tabi. Yavaş yavaş taşıyordum ama çok zaman gidiyordu öyle. Ben de çok taşımaya karar verdim. O soğuk havada terlemeye başladım hatta odun taşıdığım için. Neyse işte, bir sürü odunu kucağıma doldurdum çömelip. Sonra ayağa kalkarken birden dengemi kaybettim. Neredeyse düşecektim. Çok şükür ki son anda dengemi sağladım ama kucağımdaki odunlar dökülmüştü hep. ''Yavaş, yavaş! İyi misin?'' sesini duyunca içimden suratıma tek elimle vurduğumu canlandırdım. Yine neden ona denk geldi yani değil mi!? Eve gidiyordu sanırım, duvarın karşı tarafındaydı. ''İyiyim.'' deyip tekrar yere çöktüm ve kucağıma dizmeye başladım odunları. Gittiğini düşünüyordum ve kendi kendime söyleniyordum bir yandan da ''Hep bu çocuğa rezil oluyorum.'' diye. Ama ne oldu? Yanıma çöküp kucağına odun doldurmaya başladı ve ''Rezillik kavramını bunlara kullanma bence. Çünkü gerçekten rezil denecek olaylar varken kendi başına gelenlere öyle diyerek haksızlık etmiş oluyorsun.'' dedi. Gitmemiş ve bana yardıma gelmişti! Üşümem tamamen geçti, içim ısındı. Çaktırmadan gülümsedim. ''Belki de haklısın.'' dedim ve ayağa kalktım. O hâlâ kucağına odun dolduruyordu. ''Şey, sen bıraksaydın. Ben hallediyordum.'' Aradan yaklaşık iki ay geçti. Bir gün okulda bahçeye çıkıyorduk Esra'yla. Yine Ahmet Akif'i gördüm. Arkadan Çağan'a benzettim. Önümden yürüyordu. O da dışarı çıkıyordu. Dümdüz yürüdü, bahçenin ortasında durdu. Biz de Esra ile yürüyorduk bahçede. Bir şeyler anlatıyordu. Hem onu dinleyip hem Ahmet Akif'i gözetiyordum. Çünkü bir adam ve kadının önünde durmuştu. Ve o adamla kadın Çağan'ın yanındaydı. Ahmet Akif, önce adamın eline uzanmak istedi. Adam elini vermeyince kadınınkine uzanmak istedi. O da elini vermedi. Bu sırada biz de yanlarından geçmek üzereydik. ''Benim senin gibi oğlum yok.'' cümlesini duydum adamdan. Boğazıma bir yumru oturdu. Esra ''Beni dinliyor musun sen? En son ne dedim?'' diye kolumdan tuttu ama ben şok olmuş bir şekilde durdum ve arkasını dönüp hızlı adımlarla uzaklaşan Ahmet Akif'e baktım. Yumruğunu sıkmıştı. Kısa bir anlığına başını kaldırdığında göz göze geldik. Gözleri nemliydi... İçim gitti. Yemin ederim, adamın karşısına geçip ''Sen nasıl babasın?!'' dememek için zor tuttum kendimi. Ahmet Akif'in peşinden gitmemek için de zor tuttum. Esra ''Ne oluyor Dilruba?'' diye elini gözümün önünde salladı. Hızlı adımlarla adam ve kadının yanından geçip uzaklaştım. Esra da tabi peşimden geldi. Bahçeden çıkıp yol boyunca biraz gittim. Kaldırıma oturup elimle nemlenen gözlerimi silerken Esra da bana yetişip yanıma oturmuştu. ''Ne oldu Dilruba? Neden ağlıyorsun?'' diye endişeyle bakıyordu gözlerime. ''Çok kırıldı.'' dedim. ''Çok kırıcı bir tavırdı. Ben bile kırıldım.'' Esra'ya küçük bir açıklama yaptım. Durumun gerçekten üzücü olduğunu söyledi. O gün Çağan ve Ahmet Akif'in akraba değil kardeş olduğunu kesin bir şekilde anladım. Beynimi meşgul eden ise neden Ahmet Akif'in ailesiyle değil de babannesi ve dedesiyle yaşadığıydı. Ve neden babasının ona bu şekilde davrandığı... Gerçekten de çok kırıcı değil mi? Nasıl bir baba evladına der ki ''Benim senin gibi bir oğlum yok.'' diye. Ahmet Akif onlara ne yapmış olabilirdi ki? Oyuncak ayı hediye eden, odun taşımaya yardım eden, çocuklarla vakit geçiren ve iyi bir insan olan Ahmet Akif. Ne yapmış olabilirdi yani? Bu merakıma engel olamadım. Ahmet Akif'e sormaya çekindim. Belki anlatmaz diye düşündüm. Belki yaralarını kanatırım diye korktum. Öğleden sonraki derslere girmedim. Ertesi gün de dayanamayıp Çağan'a sordum. Söyledikleri kafamı allak bullak etti. ''O bizi bıraktı. Evi terk etti. Babaannemlerle yaşamayı seçti. Üzülmen gereken o değil Dilruba. Üzülmen gereken benim. En iyi arkadaşım ve en büyük destekçim olan abim beni bırakıp gitti. Hem de bir hiç uğruna. Babama karşı geldi, sürekli tartıştılar. En sonunda çekti gitti. Beni öylece bıraktı. Annemle babam işteyken evde tek başına canım sıkılır mı diye düşünmedi. Odamda yalnız kalmaya alışabilir miyim diye düşünmedi. Ondan da her şeyinden de nefret ediyorum. Ona acıma. En azından benim yanımdayken acıma. Bana bunu belli etme.'' Çağan'ın dedikleri bir kaç gün kafamda döndü durdu. Ben kimseye acımıyordum zaten. Değer verdiğim insanların canı yandığı için üzülüyordum. Acımak apayrı bir şey. Ahmet Akif'ten dinlemek istedim her şeyi. Cesaret edemedim sormaya. Hatta bir keresinde okul çıkışı eve yürüyorduk. Tam cesaretimi toplayıp ''Ahmet Akif, bir şey soracağım?'' dedim. ''Sor.'' dedi. Az evvel gelen cesaret puf diye uçtu gitti. Ben de yalandan bir bahane uydurup ''Üniversite için hangi şehri düşünüyorsun?'' diye sordum. Asıl sormak istediğimin bu olup olmadığını anlamış mıydı bilmiyorum ama uzatmadı. Sorduğum soruya cevap verdi sadece. Yüzüne karşı soramayacağımı anlayınca akşam mesaj attım. Kimseyi bırakıp gitmediğini söyledi. İnandığı değerlerine laf edilmesinden yorulduğunu söyledi. Hak verdim. Neden bilmiyorum, ona hak vermek geldi içimden. Ama bir noktada yanılıyordu. Çağan ondan nefret etmiyordu aslında. Çağan'ın öfkesi kendineydi. Çırpınıp durduğu bataklıktan kurtulamıyor, kurtulamadıkça öfkeleniyordu. Oysa Çağan, o bataklıktan kurtulmayı kendi istemiyordu. İsteseydi, kendine uzanan elleri tutardı. Sınıftaki bir çok kişi de ben de, bazı öğretmenlerimiz de dahil herkes ona el uzatmıştı. Ama o tutmamakta ısrarcıydı. Kendine uzatılan ellerin üzerindeki tek tük lekelere odaklanıyordu sadece. Bence Çağan, abisinin ona el uzatmasını bekliyordu. Ahmet Akif'in. Zamanında el uzatmıştır elbet o ama tutmaya korkmuştur Çağan. Belki de babası ve abisi gibi olmak istemediği için. Şimdi ise tekrar ihtiyaç duyuyordu o ele. Ama bilmiyorum, şuan bile Ahmet Akif ona elini uzatsa tutar mı Çağan? O elin sahibine öfkeli olduğunu öne sürüp tutmayadabilir. Yapabildiğim tek şey dua etmek... • • Merhabalar. Konuş konuş bitmiyor. Hayatımı yazsam roman olur. Evet böyle bir giriş iyi oldu çünkü tam da yazmak konusundan bahsedeceğim. Ama kaydın sonlarında. Çünkü bu konu daha dün oldu. Ben önce eskileri tamamlayayım. Ahmet Akif'le mesajlaştığımız o günün hemen sonrasında anaannem bizi çaya çağırdı. Süleyman dedemle Hatice teyze de geldiler. Süleyman amca diyordum eskiden evet. Ama beni alıştırdı kendine dede dedirtmeye. Nasılsa gerçekten dedem gibi adam. Yine bana harçlığım olup olmadığını sordu. Teşekkür edip babamın zaten verdiğini söyledim ama dinlemedi. Cebinden otuz lira çıkarıp uzattı. ''Süleyman dede, sen cebinde sakla paranı. Ben lazım olursa isterim, söz. Çok teşekkür ederim.'' dedim. Kaşlarını çatıp anaanneme baktı ve dedi ki : ''Aynısını bizim oğlan dedi geçen gün. Sen cebinde sakla paranıymış! Heh! Yavrum, cebimde bana ağırlık yapıyor! Al şunu da kızdırma, küstürme dedeni.'' Sonra... Bir gün evde oturuyorduk. Saat geç, hava kararmış. Berra bebekleriyle oynuyordu yanımda. İçeride sinekler gezindiğini fark edince koşarak yanıma geldi ve kucağıma oturdu. ''Abla sinekleyle kelebekley niye uyumuyo?'' diye sordu gözlerini merakla kocaman açıp. Ben de güldüm ve yanağına kocaman bir öpücük kondurdum. ''Bilmem ablam. Uykuları yoktur.'' dedim. Bu kez dönüp ne dese beğenirsin? ''Ama otlar uyuyo.'' Gel de yeme bu çocuğu! O kadar akıllı ki maşallah. Şu sözümü de buraya bırakmadan edemeyeceğim : ''Şu hayatta otobüs beklediğim kadar hiçbir şey beklemedim.'' Evet, bunu da yine bir sabah okul için duraklarda beklerken söyledim kendi kendime. Bu kayıt güzel şeylerle doldu. Güzel şeylerle devam etsin. Bir keresinde oturuyorduk İlke ablaların balkonunda. İlke abla, anneme dönüp ''Nurcan yenge? Sizin araba bordo değil miydi? Niye pembe oldu?'' diye sordu aşağıda park edili arabamızı gösterip. Aslında arabanın renginde bir fark yoktu. Onun gözüne öyle gelmiş olmalıydı. Annem de dalgasına ''Canımız istedi, değişiklik olsun dedik ve pembe yaptık. Haftaya da mavi yapacağız. Hatta sonraki hafta da sarı düşünüyoruz.'' diye cevap verince hepimiz gülmeye başladık. Böyle anlatınca komik gelmiyor pek ama yaşayınca anlıyor insan. O ânların içinde olunca... Az evvel bir şey dinliyordum. Senai Demirci'nin videolarından. Şu cümle beni çok etkiledi : ''Varlığın kalabalıklar içinde bir sıradanlık değil, sevildiğini bil. Rabbin seni seviyor.'' Bunu da paylaşmazsam olmazdı. Dinledim demişken. Okul kapanmadan önde Erdal Hoca'ya dersimiz vardı. ''İsterseniz ben anlatırken arkada bir fon çalsın. İyi gelir hem sizlere de.'' diyerek ney sesi açtı. Durum böyle olunca bir on dakika müziklere geldi konu. Müzik hakkında konuştuk. Erdal Hoca'nın şu cümlesi beni çok etkiledi : ''Bizim medeniyetiminiz müziği ruha hitap eder.'' Gerçekten de öyle. Nefse değil de ruha hitap ediyor. Şimdiki şarkılara ve sözlerine baksana! Çoğuna tahammül edemiyorum; çarşı pazarda gezerken dükkanlardan kulağıma kısaca çalınışlarına bile. Ben yazmak olayından da bahsedecektim ama birdahaki kayda kalsın. Şuan gitmem gerek. • 6Eylül2018Perşembe
|
0% |