@sukunettekelimeler
|
"Hayat, geriye doğru anlaşılır ama ileriye doğru yaşanır." * —— İnsan bazı şeylere gerektiğinden fazla anlam yükler. Bu yüklenen anlamlar kimi zaman bize acı verir. Yük olur. Dert ediniriz. Tam da bu sebeple, neye ne kadar değer verdiğimize dikkat etmek gerekir. Ki gereksizliklerin altında ezilmeyelim... İznimi aldıktan sonra mutfağa geçip mısır patlatmıştım ve film başlamıştı. Aramızda pıtpıt dolu tekneyle macera dolu filmi seyredurmuştuk. Film reklam arasına girince bakışlarımızı TV'den ayırdık. "Tam da en hayecanlı yerinde!" diye mırıldandı Emin, huysuzca. Güldüm. İkimizin arasında duran içi boşalmış tekneyi alıp sehpanın üzerine bıraktım. Koltukta yan oturup omzumu başlığına yasladım ve Emin'e döndüm. Film izlerken ara ara kafamı meşgul eden o mevzuyu biraz çekinerek de olsa açtım. "Dün neye canın sıkılmıştı?" Emin bunu sormamı beklemiyor gibi önce biraz şaşırsa da, az sonra olanları anlatmaya başladı. İş yerinde bir sıkıntı yaşamıştı. Mola verdiklerinde her zamanki gibi önce namazını kılmış, sonra yemeğini yemişti. İş arkadaşlarından bazıları ise önce sigara içmiş, sohbet etmiş, sonra yemeğe geçmişti. Emin, iş yerindeki en yakın arkadaşı Faruk ile onlardan evvel çalışma yerine dönüp kolları sıvamıştı. İş saatlerinde herkesin çıktığı molalar haricinde sigara içmeye çıkmazdı çünkü bunun hak olacağını düşünürdü. Fakat bazı çalışma arkadaşları yaptıkları işi bırakıp sık sık sigara molası veriyordu. Faruk zaten sigara kullanmıyordu. İkisi beraber hareket ediyorlardı, namazda, molada ve çalışırken. Dün de ustabaşı sık sık verilen bu sigara molalarının uzaması ve işe engel teşkil etmesi sebebiyle hepsine azar çekmişti. Bir kaç kişiyle ustabaşının arasında çatışma yaşanmıştı. Emin iyi niyetle araya girip tarafları sakinleştirmek istese de kimseye yaranamamış, bilakis suçlu olmuştu. Haksız yere azar da işitince morali iyice bozulmuştu. Haksızlığa uğramışlık hissinin ne kadar sinir bozucu olduğunu anlayabiliyordum. Anlatırkenki hâline bakılırsa Emin de hâlâ olayın etkisi altındaydı. Fakat onun bu olanları kafasına takmamasını istiyordum. Değmeyecek insanlar için duygusal bir yük altına girmeye hacet yoktu. Konu üzerine biraz konuştuktan sonra kendimi tutamadım. "Aman boşver! Sen kendini biliyorsun sonuçta. Kafana takmaya değmez." Emin, -bu rahat ve dünyayı salmış hâlime- güldü. "O pek öyle olmuyor işte ama..." "Niye olmuyormuş? Herhangi bir suçun, yanlışın, saygısızlığın da olmamış. Sorun onlarda. Onlar düşünsün." Üzerimdeki gamsızlık ona da bulaşmış olmalı ki yüzündeki ciddiyet silindi, sıkıntılı hâl hafifledi. Yahut bana öyle geldi, bilmiyorum. Ama "Haklısın be, niye milleti dert ediyorum!" deyip arkasına yaslandı. "Biraz daha mısır patlatalım mı film başlamadan?" "İstersen patlatalım?" "İstiyorum valla." Mutfağa geçip mısır patlattıktan sonra ben elimde tekne ile koşarcasına içeriye girdim. "Ayy donduum!" Emin de elinde çay tepsisiyle ardımdan geliyordu. İçerisinin sıcağına kavuşunca gerilen vücudum rahatlamıştı. Emin odanın kapısını ayağıyla itekleyip kapatırken "Sen hep bu kadar üşür müydün yoksa hasta falan mı olacaksın?" diye sordu ve yanıma doğru adımladı. "Üşüyen bir insanım galiba," dedim şöyle bir düşününce. Haziran ayında bile ince yorganla yattığıma göre... "Kış mevsimi senin için çetin geçiyordur o zaman," derken tepsiyi sehpanın üzerine bıraktı. "Biraz öyle oluyor." Televizyona kaydı bakışlarımız. Filmin başladığını görünce hemen koltuğa oturduk ve arkamıza yaslandık. Kalan kısmı daha da heyecanlıydı. Arada bir kendimizi tutamayıp yorumlarda bulunuyorduk. Olaylar çözüme kavuştuğunda içimiz rahat bir şekilde nefes aldık. Film bitti, jenerik akmaya başladı. Bir kaç dakika film hakkında konuştuktan sonra ortalığı toparladık. Bardakları makinaya koyduktan sonra bilmem kaçıncı kez esnedim. Uykum gelmişti. "Berra," diye ismimi seslendi Emin. Mutfak masasına kalçasını yaslamış, bana bakıyordu. Ona döndüm. "Artık odada kalma," dediğinde kafam kurcalandı, neden odamda kalmayacaktım ki? "İçeride sıcakta yat, yoksa hasta olup başıma kalacaksın," derken son cümlesindeki niyetin benimle uğraşmak olduğunu belli ederek gıcıkça güldü. "Hahaha, çok komik," deyip ona aldırmadım ve verdiği fikri mantıklı buldum. Fakat onu da es geçemedim. "Sen de üşümüyor musun? Bir kanepede ben yatayım birinde de sen yat. Havalar iyice soğudu." "Çok düşüncelisin, bana bu kadar değer verdiğini görmek güzel," derken yüzüne şımarık bir gülüş yerleşti. Utandım ve bu duygumu huysuzluğa vurdum. "Ne alaka! Sen de hasta olup benim başıma iş açma diye söylüyorum." Dediklerime aldırmadı. "Ben elektirikli battaniye serer, öyle idare ederim. Rahatına bak. Hadi hayırlı geceler," dedi ve mutfaktan çıktı. "Hayırlı geceler." -- Üç arkadaş sabırsızlıkla beklediğimiz cuma günü sonunda gelmişti. Okul çıkışında Hazal'ın kullandığı servise şoförden izin alarak biz de binmiş ve evine gitmiştik. Eve vardığımızda Hazal'ın annesiyle selamlaştık, üstümüzdeki fazlalıkları çıkarttık ve elimizi yüzümüzü yıkadık. Oturma odasına geçip soluklanırken, Hazal'ın annesiyle sohbet ettik. Aradan yirmi dakika kadar geçmişti ki Emin'in "Eve varınca beni arayıp haber ver," diye tembihleyişi birden aklıma geldi. "Ben geldiğime haber verecektim, unuttum. Telefonunuzu kullanabilir miyim?" diyerek izin istedim. Ev telefonunun yerini bana gösteren Hazal'a teşekkür edip Emin'in numarasını çevirdim. Vardığımıza haber verdikten sonra hayırlı işler dileyip telefonu kapattım. Akşama dek kızlarla güzel vakit geçirdik. Hazal'ın odasındaki kitapları inceledik ve ilgimi çeken bir ikisini okumak için ödünç aldım. Annesiyle beraber bizim için hazırladıkları ikramları afiyetle yedik. Ders çalışırken de yanımıza çerez getirmişti sağ olsun. Çalışma faslı aşırı uzun sürmese de faydalı ve etkili geçmişti. Birlikte çalışırken aramızda geçen espriler, özellikle sözel derslerde şifreler oluşturup konuyu hatırlamamı kolaylaştırıyordu. Ders çalışmaktan sıkılınca biraz daha sohbet ettik. Bir kaça saat sonra akşam olmuş vakit ilerlemiş, gitme zamanı gelmişti. Ceyda'yı babası almaya gelecekti. Ben de Emin'i arayıp "Beş dakikaya sokağın başına çıkacağız," diye haber verdim. "Tamam, ben oralardayım, bekliyorum." Üstümüze trençlerimizi giyip çantalarımızı taktık ve ev ahalisiyle vedalaştık. İkramlar ve misafirperverliği için Hazal'ın annesine bolca teşekkür ettik. Hazal'ın da üstünü giydiğini görünce "Sen nereye?" diye sordum merak ederek. "Sizi yolcu edeceğiz." "Hiç gerek yok, biz gideriz," desem de Hazal küçük erkek kardeşini de yanına alarak Ceyda ve beni yolcu etmek için bizimle beraber evden çıkmıştı. Merdivenleri inip binadan ayrıldık ve sokağa adım attık. "Yalnız kalma, seni sokağın başına dek götürelim," diye ısrar eden kızlar benim "Gerek yok," demelerime bir kez daha aldırmadı. Ben de fazla ısrar edemedim. Hep birlikte sokak başına doğru yürümeye başladık. Sessiz ve karanlık sokakta elektrik direklerinin aydınlattığı yolu adımlarken gün değerlendirmesi yapıp gülüşüyorduk. Bakışlarımı kaldırdığımda yolun diğer ucunda elleri ceketinin cebinde bekleyen Emin'i hemen tanıdım. Yüzü bu mesafeden hiç seçilmese de boyu, posu, duruşu kendini ele veriyordu. Adımlarımı durdurup "Emin gelmiş, buradan sonrasını gidebilirim artık," dedim bir çırpıda. "Abin mi gelen?" diye sordu Hazal. Uzakta da olsa beni bekleyen kişinin genç olduğu anlaşılıyordu. İsimleri ve yaşları gibi konuları ayrıntılı konuşmasak da kızlar abilerim olduğundan haberdardı. Kalbim küt küt çarpmaya başladı. O çok üşüyen ve soğuya dayanamayan ben, içimde bir ateş yanar gibi ısındım. Bu soruya ne evet ne de hayır diyebiliyordum. Evet dersem, yalan söylemiş olacaktım. Emin kesinlikle abim değildi. Hayır dersem kim olduğunu açıklamam gerekecek, bunu da yapamayacağım için yine yalan söylemek zorunda kalacaktım. Ne diyecektim, kuzenim mi? Doğruyu her hâlükarda saklamam gerekiyordu. Çıkmaz bir sokaktaydım sanki. Saniyeler içinde büyük bir ikilemin içine düşmüştüm. Bir seçimin eşiğindeydim ve her ne karar verirsem vereyim zararda olacaktım. Bocaladım. Bir asır gibi hissettirmişti o ânlar. İçimi rahatsız eden bir duygu eşliğinde yavaşça başımı salladım. Dilim yalana uzanamamıştı ama bu hareketimle bir vicdan yüküne bulanmıştım. "Abine adıyla mı hitap ediyorsun?" diye takıldı Ceyda, hiçbir şeyden habersiz. "Benden bir kaç yaş büyük," diyebildim sadece. Söylediğim gerçek olsa da bir mazaret yerine kullanılmıştı şimdi. Keşke kızlar hiçbir şey sormasaydı, öylece gitseydim ve yanlış anlamaları sebebiyle bir yalana sarılmak durumunda kalmasaydım. Ama artık durumu düzeltemeyeceğim bir noktaya gelmiştim. Bir dakika içinde omuzlarıma kocaman bir ağırlık yüklenmişti. Çok kötü bir şey yapmış gibi hissediyordum. Vicdanım son derece rahatsızdı. Fakat gerçeği söyleyemeyecek olmak beni bu yükü taşımaya mecbur bırakıyordu. Sustum. "Neyse abini bekletmeyelim," deyip vedalaşmak için bana sarıldı Ceyda. Ardından Hazal'a da sarıldım ve küçük erkek kardeşinin başını okşayıp tanıştığıma memnun olduğumu belirttim. "Hayırlı geceler!" diye birbirmize seslendikten sonra onlara arkamı döndüm ve hızlı adımlarla sokağın öbür ucunda beni bekleyen Emin'e doğru yürüdüm. Selamlaştıktan sonra yan yana yürümeye başladık. Buraları pek bilmediğim için onun adımlarına ayak uydurdum. Klasik bir hal hatır faslının ardından Emin günümün nasıl geçtiğini sordu. Kızlarla yaptıklarımızı özet geçip gayet iyi olduğunu belirttim. - Anlattıkların ve söylediklerin, ses tonun ve görünüşünle pek uyuşmuyor. Durgun gibisin. Ya da canın bir şeye sıkılmış gibi? Hayırdır? Kızların Emin'i abim olarak tanımasının etkisinden hemen çıkamamıştım. O da anlaşılan bendeki bu hâli fark etmişti. Az önce sokakta bir yanlış anlamanın yalana evrildiğini ve artık onu abim olarak bildiklerini, bu durumun bana kendimi kötü hissettirdiğini Emin'e anlattım. Beni teselli etmek adına bir kaç şey söylese de fazlası onun da elinden gelmedi. Durağa varıp beklemeye başladık. - Son iki tane kaldı abi, alır mısınız? Ben yoldan geçen arabalara dalıp gitmişken aniden önümüzde duran amcayı fark etmemiştim. Bu yüzden, biraz yorgun, biraz da heyecanlı ve ümitli çıkan sesini işitince irkilmiştim. Sağıma dönüp baktığımda elinde iki tane kağıt helva tuttuğunu gördüm. Tam o sırada Emin kağıt helvaları almak için uzanmıştı. Adam son kalan kağıt helvaları da satmanın mutluluğunu yaşarken Emin cebinden para çıkartıp amcaya uzattı. Adam "Allah bereket versin, Allah razı olsun," deyip iyi akşamlar diledi ve uzaklaştı. - Amin. Size de abi. Emin, bana doğru dönüp elindeki helvaların birini uzattı. "Sever misin?" - Çok küçükken yemiştim, tadını hatırlamıyorum. - Ben de aynı şekilde. Daha altı yaşlarındayken falan annem almıştı. Sonra bir daha hiç yemek nasip olmadı. Sevip sevmediğimize karar vermek için bu güzel bi fırsat öyleyse. Başımı evet anlamında salladım ve "Teşekkürler," deyip uzattığı paketi aldım. Ambalajını açıp dudaklarıma yaklaştırdım ve küçük bir parça ısırdım. Aşırı derece hayran kalmasam da güzeldi. Beğenmiştim. Bir yandan da zihnimden Emin'in annesi hakkında ilk defa konuştuğu gerçeği geçiyordu. Nasıl biri olduğunu merak ettim. Tam olarak kaç yaşındayken kaybetmişti onları? Yoklukları nasıl etkilemişti onu? Bir sürü soru üşüştü kafama. - Eee nasıl buldun? Emin'in üzerimdeki bakışları ve sorusu üzerine düşüncelerimden sıyrılıp "Güzel, sevdim," dedim memnun bir şekilde. Bu sırada durağa otuzlu yaşlarda görünen bir çift gelmişti. Ellerinden tuttukları küçük bir oğlan çocuğu ile neşeyle sohbet ediyorlardı. Küçük çocuk "Anne bir daha ne zaman gelicez buraya?" diye -bir an evvel tekrar gelmek istediğini ses tonundan belli ederek- sormuştu. - Haftaya da biz davet ederiz onları anneciğim. - Yarın davet edelim anne! Nooluur! - Yarın olmaz, işlerimiz var oğlum. Çocuğun ısrar etmesini engellemek amacıyla olsa gerek, babası girdi araya. - Oğlum, hadi bak bakayım dolmuş geliyor mu? Gözetle şahin gözlerinle. Küçük çocuk hemen bizden tarafa dönmüş, yola bakarak dolmuşu gözetlemeye başlamıştı bile. Fakat iri gözleri yalnız yola değil, her yere fırıl fırıl bakıyordu. Biz de dahil. Tam ben elimdeki helvayı ısırırken bakışlarını üzerimde hissedince biraz çekindim. Canının isteyebileceğini düşündüm. Ağzımdaki lokmayı ağır ağır çiğnerken, yarısını kırıp çocuğa mı versem diye düşünüyordum. Yanımdaki genç adam benden önce davrandı. - Al bakalım ufaklık, sana küçük bir hediye. Küçük çocuk bakışlarını hemen anne babasına çevirdi. Onlardan onay alınca da gülümseyerek önüne döndü ve Emin'in uzattığı kağıt helvayı aldı. - Bu nee? - Kağıt helva. - İlk defa yicem! Çok merak ettim! Niye kağıt helva? Kağıttan mı yapmışlar? Eminle aynı anda güldük. Çocuk öyle tatlı konuşuyordu ki! Hele mimikleri çok komikti. - Hayır, adını öyle koymuşlar sadece. Ye bak, beğenirsin bence. Şimdiye dek Eminle konuşurken aniden bana yöneldi. "Sen beğendin mi?" Beni yerken gördüğü için sormuş olmalıydı. Gülümseyip başımı salladım. "Evet!" "Hmm, ben de yiyeyim o zaman!" diyen çocuk paketi açmaya koyulduğu sırada "Teşekkür etmeyi unuttun sanki oğlum?" diye bir hatırlatmada bulundu babası. - Teşekkür ederim! Çocuk ilk ısırığını aldığı esnada bineceğimiz otobüs durağa yaklaşmıştı. Aileye hayırlı akşamlar diledik ve araca bindik. Saat biraz geç olduğu için kalabalık değildi. İkili boş koltuklardan birine yan yana oturduk. Otobüs ilerlerken, paketten çıkan biraz hışırtı eşliğinde elimdeki helvayı ortadan ikiye böldüm. Isırdığım kısmı kendime bırakıp hiç dokunulmamış kısmı yanımda oturan Emin'e uzattım. Kendi hakkını küçük bir çocuğa verip onu mutlu etmişti. Benimkini paylaşabilirdik. Aramızda asılı duran elime ve tuttuğum kağıt helvaya bakıp "Sen ye ya," dedi pek hevesli olmadığını gösteren bir şekilde. - Senin de sevip sevmediğine karar vermen gerekiyor. Nazlanma da al hadi. Bakalım beğenecek misin? Tereddütle gözlerime baktığında sabırsızlandım ve hafifçe kaşlarımı çattım. Elimdeki kağıt helvayı ağzına dek uzattım, zorla çocuğuna yemek yediren anneler gibi. Dudaklarını aralayıp ağzına uzattığım helvadan büyük bir ısırık aldı. Çiğnedi, çiğnedi. Beğenip beğenmediğini soracaktım ki gerek kalmadı. Uzanıp elimde tuttuğum ısırdığı yarıyı aldı ve yemeye başladı. Belli ki beğenmişti. Onun bu hâline güldüm. Çünkü demin tadına bakmayı reddederken, saniyeler içinde kağıt helvadan geriye bir kırıntı dahi kalmamıştı. - İkimiz de sevdik galiba. Kurduğum cümle üzerine başını salladı. Ben kendi payımı hâlâ yavaşça yiyordum. Emin aniden uzanıp benim payımdan parmaklarının ucuyla bir parça kopardı ve kendi ağzına attı. "Napıyorsun yaa!" diye nazlansam da aslında dert etmemiştim. Emin muzip muzip gülerken bir parça daha koparmak için uzanır gibi yaptı, elini engelledim. - Cimri seni! Şakayla söylediği şeye aldırmadım ve "Herkes hakkına razı olmalı," diye yanıtladım. Aradan bir dakika geçmemişti ki kendi isteğimle büyük bir parça koparıp Emin'in dudaklarına doğru uzattım. - Al hadi al. "Kıyamadın mı?" deyip güldü ve uzattığım lokmayı ağzına attı. - Kıyardım da, sonra gözün kalır, boğazımda kalır falan. Allah korusun. Yolculuğumuz devam ederken farkında değildim lakin vicdanımdaki o rahatsız edici duygular bir köşeye çekilmişti. Emin sağ olsun, kafamı dağıtmayı başarmıştı. Bilinçli yahut bilinçsiz, Emin'in sözleri ve hareketleri benim hayatım için fazlasıyla anlam taşıyordu. Fakat ben anlam aramıyordum. Aramayan bulamaz, göremez, görse de gördüğünün farkında olmaz. Ben uzun bir süre, Emin'e gerektiğinden fazla anlam yüklemedim. Bu sayede bana acı vermedi, yük olmadı, dert katmadı. Ama değer verdim. Vermedim değil. Yıllar geçti, bir şeyler değişmeye başladı. Emin'in anlamı içimde gittikçe büyüdü. Ve ben ya o anlamın altında ezilecektim, ya da elimden tutup beni bu acıdan kurtaran yine kendisi olacaktı. Her şeyden habersiz, eve vardık. —— * Kemal Sayar |
0% |