Yeni Üyelik
14.
Bölüm

14 - Yara

@sukunettekelimeler

"Aradan yıllar geçmiş ama yaraların izleri geçmemiş." *

——


Emin Yiğitsoy

 

Parmağım biraz derin kesilmişti. Bıçağın iz bıraktığı yerden kan sızıyor ve etrafı zonk zonk zonkluyordu. Çok garip bir hisdi. Sanki kalbim göğsümde değil, kesilen o noktada atıyordu.

"Belki de insanın kalbi tam da yaralarının üzerinde atıyordur," diye geçti içimden.

Acısı dinecekmiş gibi parmağımı sağa sola salladım ve o ilginç duyguyu kucakladım.

- Oğlum niye dikkat etmiyorsun? Dedim ben sana dimi, bıçakla hallolacak iş değil bu.

Faruk, 'ben demiştim' demeyi çok seven bir arkadaşımızdı. Genelde söyledikleri gerçekleşir ve bunun gururunu yaşardı. Ama kendini üstün gören, egoist, çok bilmiş tavırları yoktu. Hakkını yiyemem en yakın dostumun. Yalnızca öngörüleri kuvvetli, sezgileri güçlü ve zekiydi. Benden bir kaç yaş büyük olması da hoşuma gidiyordu çünkü yaşıtlarıma nazaran daha oturaklı bir yapım vardı. Farukla huyumuz suyumuz birbirini tamamlardı. Kafa dengiydik.

Onu çocukluğumdan beri tanısam da dostluğumuz annem ve Yahya babamın vefatından sonra dedemin yanında yaşamaya başlamamla ilerlemişti. On dört yaşlarında falandım. Şimdiyse yirmi birime gireli dört beş ay olmuş bir gençtim.

- Yara bandı ve tentirdüyot getiriyorum, bekle.

Faruk odadan çıkıp bir kaç dakika sonra geri geldiğinde annesi Reyhan Teyze de peşindeydi. Yüzünde endişe hâkimdi. Tam bir anne edasıyla yanıma varıp karşımda diz çöktü ve tıpkı ben gibi yere oturdu.

- Ay evladım, küçücük cevizi kabuğundan çıkarmak için parmağını doğramak da yapılacak iş mi? Sen bana Ferhunde'min emanetisin. Tatlıya iki ceviz kıracağız diye emanete zeval vermek olmaz. Tüh tüh, çok acıyor mu?

Kaygıyla konuşan Reyhan Teyze, bir yandan da kendi tenini kesmiş gibi canı yanan bir yüz ifadesiyle oğlunun tentürdiyot sürdüğü parmağıma kaygıyla bakıyordu.

- Biraz acıyor ama geçer şimdi. Küçük bir kesik Reyhan Teyze, bu kadar dert etme yahu.

- Küçük büyük, canınız yanmasın, benim de yanar. Çok mu derin kestin?

- Biraz.

Faruk yara bandını paketten çıkartıp bana uzatırken laf arasına girdi.
- Aa yeter anne, küçücük kesik, bir şey olmaz. Ne kıymetli Emin'in var.

Ben gülerek "Kıskanma kıskanma," derken Reyhan Teyze kaşlarını çatıp oğluna baktı.
- Tabi kıymetli! Onun canı yansa benim daha çok yanar, hissederim acısını. Hem beni arayıp soran, işlerin varsa ben yaparım sen yorulma diyen bi o var bi de sen.

Faruk'a muzip muzip güldüm ve annesine dönüp "Allah seni başımızdan eksik etmesin Reyhan Teyze," dedim. Yara bandının çöp kısmını önümüzde serili sofrabezinin üzerindeki ceviz kabukları arasına bıraktım.

- Amin. Rabbim size de hayırlı sağlıklı uzun ömür versin yavrum. Ama senden bi şikayetim var, onu da biliyorsun zaten.

Beni ikinci bir oğlu yahut öz yeğeni gibi gören bu dünya iyisi kadın, son zamanlarda her görüşmemizde "Berra kızımı da getir, tanışalım," diye tembihliyordu. Fakat bunu yapmam için önce Berra'nın onun kim olduğundan ve hatta belki de mazimden haberdar olması gerekiyordu. Bizse ilişkimizi henüz o kadar ilerletmiş değildik. Her ne kadar genel olarak anlaşıyor, bir şeyleri paylaşıyor olsak da daha önce ona hiç ailemden bahsetmemiştim. Geçmişim bir muammaydı. Ne o sormuştu ne de ben anlatmıştım. Öyle bir ortam da doğmamıştı.

Zaten hâlâ o günleri bir yara olarak içimde taşıyordum. İzleri tamamen silinmiş değildi. Az önce parmağım hakkında düşünürken "insanın kalbi tam da yaralarının üzerinde atıyordur belki" demiştim ya hani. Tam olarak öyle bir meretti benimkisi. Sızısı hissedilmeye devam eden yaşanmışlıklar yüklüydüm.

Ve bunları kolay kolay dile getiremiyordum. Kimseye karşın. Yakınlık uzaklıkla pek alakası yoktu bu durumun.

Aslına bakarsanız, iki yakın arkadaş gibiydik Berrayla. Mesela birbirimizin sevdiği ve sevmediği şeyleri her geçen gün daha fazla keşfedip öğreniyorduk. Güzel vakit geçirebiliyorduk. Film izliyor, dolaşmaya çıkıyor, kitap okuyor, balkonda sohbet ediyorduk.

Daha önce (küçük bir çocuk olduğum vakitleri saymazsak) hiç kız bir yakın arkadaşım olmamıştı. Ta ki Berra'ya dek. Bu yüzden, nasıl davranmam gerektiğini bilemediğim, ne söylemem gerektiğini kestiremedim vakitler oluyordu. Onu anlamak, kendimi açıklamak, ortak bir hayata uyum sağlamak konusunda da bocaladığım çok olmuştu. Sinirlendiği, gıcık olduğu, trip attığı zamanlar da. Hâlâ ara sıra yaşıyorduk bunları. Ama her şeye rağmen iyi idare ediyorduk bence.

İtiraf etmeliyim, onu gıcık etmekten zevk alıyordum. Onunla uğraşmak ve şakalaşmak hoşuma gidiyor, beni eğlendiriyordu. Verdiği karşılıklar bazen bende kahkahalarla gülme isteği oluşturuyordu.

Kızmayın, sonuçta insan sevdikleriyle uğraşır. Bu da onların yanında rahat hissedebildiğinin, şunu dersem ne düşünür kaygısı taşımadığının işaretidir. Öyle değil mi? Faruk'la olduğumuz gibi.

Her neyse. Dönelim şimdiye. Reyhan Teyze'nin gönlünü alacak yumuşaklıkta bir sesle cevap verdim ona.

- Biliyorum biliyorum. En kısa zamanda isteğinizi yerine getireceğiz efendim.

- İyi hadi bakalım. Bekliyorum. Geçen ay da öyle demiştin amma...

- O zaman Berra'nın sınavları vardı, söylemiştim ya sana.

- E bugün neyi vardı? Gelirken getireydin.

- Misafiri var, arkadaşı, ben de onlar rahat etsin diye buraya geldim ya zaten? Unuttun mu?

- Ay kafa mı kaldı bende. Doğru diyorsun. Neyse neyse. Hadi ben içeriye geçiyorum. Oturun siz.

Reyhan Teyze odadan çıkıp arkasından kapıyı kapatırken Faruk karşıma, sofrabezinin diğer ucuna oturdu ve kırılmış bir cevize uzandı. İçini çıkartıp tekneye attı.

- Lan sen bana ulvi rakipsin ha! Evlendiğinden beri annem laf edip duruyor, senden küçük olmasına rağmen Emin evlendi, sana da artık bi kısmet bulsak mı diye. Mahallenin kızlarını tek tek sorup durdu. Hayır demekten dilimde tüy bitti.

- Kardeşim seninki de laf! Sanki bizimki gerçek bir evlilik. Bize kalsa daha bir kaç yıl evlenmezdik, biliyorsun işte durumları.

- Biliyorum evet ama annem bilmiyor. Gel de ona anlat.

- Yapacak bir şey yok, sen de kadının sözünü dinle de evlen o zaman. Bence Nedime iyiydi, kaçırmamalıydın kızı. Hayatının hatası.

Dediklerimde ciddi değilim dostlar. Amacım Faruk'la uğraşmak. Çünkü Nedime onun için tam bi baş belası. Faruk'a yanık ve biraz kafası çatlak bir kız. Aramızda kalsın ama Faruk'a yaranmak için çocuğun üstüne çok gitmiş. Bilirsiniz, kaçan kovalanır. Fazla ilgi de bi noktada usandırır. Eh, kızınki ilgiden de öte takıntıya dönüşünce bizimki de bunalmış tabi. Hele son vakasında canım arkadaşımı neredeyse bir iftiraya maruz bırakıp durduk yere başını bağlayacaktı Nedime. Allah'tan çok akıllı bir kız değildi de söylediklerindeki eksik ve hatalar sayesinde Faruk'umu aklamıştık. Kızın babası da zaten sinirlenmiş, bir an önce başkasıyla evermeye niyetlenmişti. Ona da biraz üzülmüyor değildim ama Faruk'un çektiklerini bildiğim için alakadar olmamayı tercih ediyordum.

Bu gibi sebeplerle, Nedime adını duyunca bile Faruk'un tüyleri ürperiyor. Ben de dostu olarak biraz ürpersin istiyorum. Görevim bu çünkü.

Siz şimdiye dek Berra'nın dilinden beni hep sakin, akıllı, olgun yanlarımla tanıdınız ama biraz daha sabrederseniz serseri, gıcık, muziplik yapmayı seven o tarafıma da şahit olacaksınız. Berra'ya çok iyiliğim dokunduğu için bu gıcık yanlarımı arka plana atarak kendince minnettarlık gösterdi bana, yoksa onun da anlatacak şeyleri vardır eminim. Bu arada evet, tam olarak Emin'im.

Kimse gülmedi biliyorum. Umursadığım da söylenemez. Kendi saçma esprilerimle mutlu bir kişiliğim var. Kimin ne dediği pek umurumda değildir. Çok sevdiğim insanlar olmadığı sürece.

- Anma şu kızın adını!

Canım arkadaşım elindeki cevizi bana fırlattı. Göğsüme vurup önüme düşen cevizi alırken "Cıkcık, nimet bu, ayıp ayıp, öyle atılmaz," diye eleştirdim kendisini.
- Hem gül gibi kızdı, seni de seviyordu. Kıymet bilmez herif! Daha ne istiyorsun?

Bir ceviz daha omzuma fırlatıldı. Sonra bir tane daha...

- Reyhan Teyzee! Oğlun şiddet uyguluyor bana!

Sessiz haykırışıma küçük kahkaham eşlik etti. Faruk gülmüyordu tabi.

- Bunların acısını çıkartacağım senden! Görüşeceğiz Emin!

- Görüşelim tabi devrem, hep görüşelim.

Biraz daha didiştikten sonra normal insanlar gibi sohbet ettik. Cevizlerin tamamı ayıklandığında ortalığı topladık. Faruk sofrabezini katlayıp tekneyle beraber mutfağa götürdü. Ben de otururken ağrıyan bacaklarım ve belim dolayısıyla kendimi onun yatağına sırt üstü bıraktım.

- Yorulmuşum be!

Bir kaç dakika bu şekilde tavanı izlerken dinlendim. Sonra doğrulup toparlandım. Artık yavaş yavaş gitsem iyi olurdu. Kapının arkasında asılı olan montumu alıp giydim. Beremi de başıma taktım. Odadan çıkacağım sırada Farukla kapıda karşı karşıya geldik.

- Gidiyor musun?

- Aynen, gideyim.

- İyi, annemlere görün de yolcu edeyim seni.

Reyhan Teyze ve eşine veda edip hayırlı akşamlar diledikten sonra Faruk beni kapıya dek geçirdi. Eve dönüş yolunu tuttum.


——

- Misafirin gitti mi?

Beremi askıya asarken Berra'ya yöneltmiştim sorumu.

- Evet evet. Beş dakika önce kalktılar.

- Tam vaktinde gelmişim ha?

- Aynen. Aç mısın, tabak hazırlayayım?

- Değilim, Faruklarda yedim.

Konuşurken bir yandan da oturma odasına geçtik. Sıcak hava içimi ısıtmıştı. Dışarısı buz gibiydi. Kar yağıyordu.

- Ama en sevdiğin tatlıdan var. Annemden tarifini aldığımız hani.

Gözlerimden yıldızlar çıkarak Berra'ya döndüm.
- Bak ondan yerim işte.

Yüzümdeki değişen ifadeye güldü ve odadan çıktı. Az sonra elinde tatlı tabağıyla geri geldi. Uzattığı tabağı ve çatalı alırken teşekkür ettim ve afiyetle yerken "Sen yapıyorsun bu işi," diye bir iltifatta bulundum.

Hoşuna gitmiş olmalıydı ki gülümsedi. O gülümseyince mutlu oldum. Berra'nın iyi olması önemliydi. Çünkü ondan sorumluydum. Ona değer veriyordum. Çünkü ben kendi annesinin tam da Berra yaşlarındayken ne acılar çektiğini bilen bir gençtim.

- İlaçlarını içtin mi sen?

- İçtim.

İçim rahat şekilde bir başka meseleye geçtim. Artık daha iyiydi, epey toparlamıştı kendisini. Hatta bugün arkadaşı İclal'i misafir etmişti.

- Yarın okula gidecek misin?

- Giderim.

Tatlımın son lokmalarını yerken Berra sıkıntıyla bir nefes aldı.
- Sence annem bu mevzuyu babama söylemiş midir?

- Söylemiş olsa haberimiz illaki olurdu bence.

Bunu duymayı bekliyormuş gibi kendini rahatlatarak arkasına yaslandı.
- Dimi, bence de.

Hâlâ kaygılı olduğunu anlamak zor değildi. Fakat bana kalırsa bu yersiz bir kaygıydı.

- Dert etme. Baban öğrense de okula gitmeye devam edeceksin. Benim eşim değil misin, bu kararı verecek olan benim. Onlar değil.

- Babam ya ters bir şey derse?

- Evlenirken bana söylenen sözleri hatırlatırım ona. Kendi sözlerini, dedenin ve abilerinin sözlerini...

- Ne dediler ki sana?

- Boşver.

- Merak ettim. Söylesene.

- Berra artık senin sorumluluğun altında. Eti de senin kemiği de falan.

- Onu öğretmenlere demiyorlar mıydı eskiden ya?

- Lafın gelişi işte.

Aslına bakarsanız, dedesinin ettiği laflar çok ağırdı. Bir insanı, torununu, damadına teslim ediyor gibi değil de bir köleden veya eşyadan bahsediyor gibiydi. O gün çok sinirlenmiştim. Bunları şimdi Berra'ya söyleyip canını sıkmayacaktım elbette. Fakat o laflardan sonra dedesine karşı mesafemi her daim korumuştum, pek haz etmiyordum o adamdan. Sanki kendi dedemi ve babamı o adamın gözlerinin ardında görüyordum.

Sıkıntılı bir durum olursa, kararlarımıza karışıp hayatımızın mühim noktalarına müdahil olmaya kalkışırlarsa da o laflarını hatırlatıp, sözgelimi "artık bana ait olan ve her türlü tasarruf hakkı benim olan," kızlarının tarafından olacaktım elbette.

O günü unutmak isteyerek elimdeki tabağı sehpanın üzerine koyarken telefon gözüme çarptı ve aklıma gelen şey üzere Berra'ya çevirdim bakışlarımı.

- Bu arada, arkadaşın telefonuma mesaj atmış, sana hitaben. Bir ödevden falan bahsetmiş. Bak istersen.

- Aa kim, Ceyda mı?

- Yok, diğeri. Hazal.

Berra telefonumu alıp mesajlara girdi ve arkadaşının yazdıklarını okudu.
- Ayy performans ödevi vermiş hoca. Grup olun demiş. Üçümüzü yazdırmış kızlar. İyi bari. Ama zor bi ödeve benziyor.

- Yaparsınız siz.

Arkadaşına cevap yazdıktan sonra aramıza biraz mesafe bırakarak yanıma oturdu.

- Senin okulun nasıl gidiyor?

- İyi çok şükür.

Berra'nın okulum hakkındaki bazı sorularının ardından konu nasıl olduysa havalara geldi. Ardından heyecanlı ve talepkâr bir şekilde yarın akşamki planımızı belirleyen o soruyu sordu.

- Ben kaç yıldır hiç kardan adam yapmadım. Yarın yapalım mı?

Onun çocuksu haline gülüp teklifini kabul ettim.
- Olur.

Böylece sohbetimizi bitirip yataklarımızı sermek için kalktık. Ben koltukları açarken Berra çarşaf ve yastıkları getirdi. Sonra o çarşafları severken ben önce tatlı tabağımı mutfağa götürüp sonra yorganları kucaklayıp içeriye taşıdım.

Artık sözleşmiş gibi her kış akşamları uyguladığımız rutin üzere ben dişlerimi fırçalamaya lavaboya gittiğimde o içeride pijamalarını giydi. Sonra o dişlerini fırçalamaya gittiğinde de ben pijamalarımı giydim. Soğuk odada üstümüzü değiştirmek zorunda kalmamış oluyorduk böylece.

Berra içeri geri geldiğinde ben çoktan yatağıma uzanmıştım.

İlk zamanlar aynı odada kalmak pek rahat hissettirmese, uykuya dalmam uzun sürse de sonradan ikimiz de bu duruma alışmıştık.

Işığı kapatıp kendi yatağına doğru yürüyen Berra bir an durup bana döndü.

- Emin?

- Hımm?

- Yarın sabah beni de namaza kaldırır mısın?

Sorduğu soru içime ılık hisler bırakmıştı. Büyük bir mutlulukla "Tabi," dedim. Berra ara sıra namaz kılsa da düzenli olarak kılmıyordu. Sabahları ise normalde de erken uyanmakta zorluk çekiyordu. Şimdiyse onun için en zor olan vakitte uyanmaya talip olmuştu. İnsan, karşısındaki kim olursa olsun güzel bir şeye adım atmasına sevinmeden edemiyordu.

Yatağına oturdu ama bakışlarının hâlâ benden tarafta olduğunu biliyordum. Ortam yalnızca salonda yanan gece lambasının ışığı ile loş bir şekilde aydınlandığından, net şekilde göremesem de hissedebiliyordum.

- Senin her akşam okuduğun kitap var ya, bugün ondan okudum biraz. Namazla ilgili yerler denk geldi hep. Ben mesajımı aldım. Artık düzenli şekilde kılmak istiyorum. Hem Ceyda ve Hazal da kılıyor, onlar okulda destek olur. Sen de evde.

- Çok sevindim, olurum tabi. Allah düzene oturtmayı nasip etsin.

- Amin. Sağ ol Emin. Hayırlı geceler.

- Hayırlı geceler.


Loading...
0%