Yeni Üyelik
16.
Bölüm

16 - Çöl

@sukunettekelimeler

"Bazı insanların yüzü, içinden geçirdiği ne varsa dışarı yansıtır."*

——


Açık bir alandayım. Parkı olan genişçe bir meydana benziyor. Biraz ötemde insanların oturması için konulmuş banklar ve yerlerde yemyeşil çimler var. Çimler parkın etrafındaki yokuşu kaplamış, yukarıya doğru uzanıyor. Yukarki tarafta da bir kaç tane ahşap bank bulunuyor.

Etrafa karmaşa hakim. İnsanlar ordan oraya koşturuyor, hızlı adımlarla yürüyor. Tedirgin olarak bu karmaşaya ben de kapılıyorum ve adımlarımı hızlandırıyorum. Ne kadar ilerlemeyi denesem de nereye varmaya çalıştığımı bilmediğim için bir faydası yok. Üstelik insanlara toslamamak için fazladan çaba sarf ediyorum. Bu anlamsızlık karşısında duruyorum. Koşturmam bir fayda sağlamıyor. Etrafa bakarak Emin'i bulmaya çalışıyorum. Görünürlerde yok.

İnsanlar daha büyük bir endişeyle dört bir yanımdam geçerken kimisi omzuma çarpıyor. Bu çarpışlar sebebiyle hafifçe sarsılıyorum. Onları umursamamaya çalışıyorum. Aklımda Emin var. Şuan tek hedefim onu bulmak. Buralarda bir yerde olmalı. Çok uzağa gitmiş olamaz.

Onun yanına gidecektim. Hiç çekinmeyecektim. Ona karşı bir şeyler hissettiğimi belli etsem dahi sorun değildi.

Korkmuyorum bu ihtimallerden. Çünkü gün gelir de böyle bir karmaşanın ortasında onu kaybedersem bir şeyler için çok geç olur. Ben ona geç kalmak istemiyorum.

Etrafımdaki insanlara "Emin'i gördünüz mü?" diye sormak saçma da olsa kendimi bunu yapmaktan alıkoyamıyorum. "Lacivert montlu, uzun boylu, ela gözlü..."

Ne kadar çabalasam da onu bulamıyorum. Meydandan uzaklaşıp ahşap bankların olduğu kısma gidiyorum. Burası daha tenha. Etrafta bir kaç insan var. Ama onu göremiyorum.

Hava epey kararmış. Yokuşun dibinde, çimlerin üzerine oturan Faruk'a rastlıyorum. Onu görmek beni rahatlatıyor. "Faruk Abi! Emin'i gördün mü?"

Eliyle yokuşun üstündeki tepeyi işaret ediyor. "Şurada."

Teşekkür edip aceleci adımlarla bayırı çıkmaya koyuluyorum. Uzaktan zar zor seçebilsem de oradaki bankta birinin uzandığını görebiliyorum. Fakat içimde bir heyecan dalgası var. Nefes nefeseyim. Bir şeylere yetişmeye veyahut geç kalmamaya çalışıyor gibi.

Aramızdaki mesafe azalınca beni duyabileceği düşüncesiyle ona sesleniyorum: "Emin!"

Sesimi duyunca uzandığı bankta oturur pozisyon alıyor ve bana doğru bakıyor. Her şey olacağına varsın, diye geçiriyorum içimden. Yanına gidiyorum. Ve Emin neden yanına gittiğimi sorgulamıyor, beni gördüğüne de şaşırmıyor. Hatta beni bekliyor gibi.

Emin'e doğru yaklaştığım sırada, aramızda az bir mesafe kalmışken, dudaklarımızı aralamış tam bir şey diyecekken, çimler birden kayboluyor, kuma dönüşüyor. Kumlar bankı yutuyor. Her yer çöle dönüyor. Kumlar gittikçe çoğalıyor, her yeri kaplıyor. Emin'i de içine alacak denli. Korku ve endişe içimde kol gezmeye başlıyor.

"Emin!" diye bağırıyorum. Sesimde acı var. Korku var. Çaresizlik var.

Emin kumların arasında kayboluyor. Çöl onu yutuyor. Ben ismini seslenip hıçkırıklarla ağlıyorum.

Ona doğru gitmeye çalışıyorum ama birileri kollarımdan tutup engel oluyor. Biri Ceyda biri de Hazal.

Faruk da yanımızda, onlara destek oluyor.
- Yapma Berra! Yoksa sen de kumların içinde boğulup gideceksin! Artık çok geç! Emin öldü.

Dünya artık dönmüyor benim için. Hayat duruyor. Donuyorum. O ânda takılıp kalıyorum. O düşüncede. Buna inanmak istemiyorum. Emin ölemez. Ölmüş olamaz. Daha onu sevdiğimi söyleyedim ki. Ona sıkıca sarılmak istediğimi, elini tutmak istediğimi, ömür boyu onunla yaşamak istediğimi söyleyemedim.

Ben Emin'e geç kaldım. Yetişemedim.

Birden bire bir yıl sonrasında buluyorum kendimi. Bir arabadayım. Nereye gidiyoruz bilmiyorum. Ağlıyorum sessiz sessiz.

"Emin öldü Berra, yapma böyle. Yıpratma artık kendini. Ne kadar zaman oldu bak," diyor Hazal. Bu soğukkanlılığına öfkeleniyorum. Ne kadar da kolay söylüyorlar o cümleyi.

Susuyorum. Bir yıldır olduğu gibi. İçime gömülüyorum. Dudaklarım da hiç kıvrılmadı, tebessümler hicret etti yüzümden. Canım ölesiye yanıyor. Sanki Emin değil ben öldüm. Ben Emin'siz her an ölüyorum ve bu acı çok derin.

İnsan sevdiğini kaybedince hayatın manasını da yitiriyormuş.

Camdan dışarıyı seyrediyorum, yol akıp gidiyor. Işıklara takılıp yavaşlıyoruz. Yanından geçtiğimiz ara sokakta tanıdık bir sima bakışlarıma ilişiyor. Afallıyorum. Üzerinde bir üniforma var. Saçları uzamış, sakalları artmış. Yüzü net seçilmiyor, başında bir şapka var. Kalbim bir yıldır attığından farklı atıyor. Hissediyorum. Benzerlik falan değil bu. Emin o, biliyorum. Yaşıyor. Öldüğünü hiç kabul etmemiştim zaten.

"Durdudun arabayı!" diye sesleniyorum telaşla. Beni böyle görünce onlar da şaşırıyor. Araba duruyor. İniyorum. Hızlı adımlarla geriye, o sokağa yürüyorum. "Emin!" diye sesleniyorum defalarca.

Arkadaşlarım arabadan inip ardımdan geliyor. Hazal, Ceyda ve Faruk var.

- O Emin değil, bir subay.

Faruk'a kaşlarımı çatarak bakıyorum. Ona inanmıyorum. Ne gördüğümü biliyorum.

"Subay," deyip gülüyorum ama histerik, acı bir gülüş bu.

- Doğru söylüyor. O artık Emin değil, sadece bir subay.

Hazal ve Ceyda'ya şaşkınlıkla bakıyorum. "Emin yaşıyor ve siz bunu biliyor muydunuz?"

İtiraz etmiyor hiçbiri. Büyük bir hayal kırıklığı yaşıyorum.

- Ne yani benden bunu sakladınız mı? Nasıl acı çektiğimi her gün görmenize rağmen!

Susuyorlar. Hepsini arkamda bırakıp gidiyorum. Cadde boyunca ilerliyorum. Etrafta Emin'i arıyorum. Bulamayacağım diye korkuyorum. İnsanların içinde ya bulamazsam, ya kaybedersem yine?

Birden karşımda beliriyor. Adımlarım yere mıhlanıyor. "Emin?" diyorum ismini hasretle fısıldayarak. Gözlerim doluyor. Kalbim sıkışıyor sanki. Bir kavuşma ânında buluyorum kendimi. Masallardaki gibi.

Göz göze geliyoruz. Gülümsüyorum. Yıllanmış bir hasretin sona ermesi üzerine dudaklarıma gelip kelebek gibi konan küçük bir gülümseme bu.

Emin karşısında beni görünce bir an şaşırıyor. Hiçbir şey düşünmüyorum o an. Yalnızca karşımdaki genç adam var, dünya durmuş. Boynuna sarıyorum kollarımı. Göğsüne sığınıyorum. Emin de bana sarılıyor, kolları etrafımı sarıyor. Sanki hep bu kolların arasında yaşamışım gibi.

"Emin!" diyorum içimi yakıp kavuran bir duygu eşliğinde. "Emin!"

- Berra?

Emin ismimi söylüyor. Sıcak bir his kaplıyor içimi.

- Berra? Berra!
- Hadi kalk, geç kalacaksın okula. Berra!

Gözlerimi açtım. Üzerimdeki yorgana sıkıca sarılmıştım. Yanaklarım ıslaktı. Gerçekten ağlamışım. Rüya görmüştüm ama her şey o kadar gerçekçiydi ki. Hele de o hisler. Izdırap verici hisler!

Oturur pozisyon aldım.

- İyi misin sen?

Emin yüzümdeki nemliliği fark etmiş olmalıydı.

- Kabus gördüm.

Açıklamamı yaptıktan sonra yataktan kalktım.

"Hayrolsun," dedi ve telefonunu cebine koydu. "Ben çıkıyorum. Konuştuğumuz gibi okuldan sonra seni alırım. Faruklara geçeriz."

- Tamam, hayırlı işler. 

- Sağol, iyi dersler sana da.

Emin odadan çıkarken ben de peşinden gittim. Kapıya dek geçirdim onu. Rüyanın tesiri tam olarak geçmiş değildi. Göğüs kafesimde o ağır hislerin izi vardı. Utanmasam uzanıp Emin'e sarılacak, öyle yolcu edecektim. Bunun yerine "Sadece rüyaydı," dedim kendime ve "Allah'a emanet ol," diye ekledim Emin'e.

- Sen de Allah'a emanet ol.

Emin gittikten sonra banyoya geçtim, elimi yüzümü yıkadım. Aynadaki yansımama baktım. Gördüklerim aklımdan gelip geçti. Garip bir rüyaydı gerçekten; Emin'e aşıktım ve onu kaybetmenin acısı ateş gibi yüreğimi yakıyordu.

Bunu düşünmek beni utandırdı. "Rüya işte, anlamlı olması gerekmiyor," diye hatırlattım kendime. Okula gitmek için hazırlandım.


——


Sunum sırası bendeydi. Tahtaya çıkarken biraz heyecanlıydım. Hazal'ın gülümsemesi ve Yusuf'un "Sakin ya, yaparsın sen," diye cesaretlendirmesi üzere bir nebze rahatlayarak sunumumu açtım.

Hepimiz okuduğumuz bir kitabı inceleyip burada bazı önemli noktalara değinerek anlatıyorduk. Ben özellikle psikoloji biliminin ve ekosistemler teorisinin gözünden bu kitabı incelemiştim. Arkadaşlarım da çok güzel kitaplardan bahsetmişti, bazılarının ismini ben de okumak için not almıştım.

Umarım onlar da benim anlatacaklarımı beğenir ve okurlardı. Herkesin okumasını isteyeceğim bir hikayeydi. Daha doğrusu, herkesin okumasını isteyeceğim bir gerçekti. Çünkü kitap gerçek yaşanmış bir hayat hikayesini anlatıyordu.

İçimden bir besmele çektim ve söze girdim.

- "Fabien Toulmé'nin gerçek kişilerden ve yaşanmış olaylardan esinlenerek üç ciltlik bir seriye dönüştürdüğü "Hakim'in Yolculuğu" kitabında Hakim adında Suriyeli bir gencin hayatı anlatılıyor. Hakim, Suriye'deki savaş nedeniyle sahip olduğu her şeyi geride bırakarak yasal yollardan daha "yaşanabilir" bir hayat kurmaya çalışıyor.

Öncelikle Hakim, Suriye'nin Şam kentinde doğmuştu. Babasının bir fidanlığı vardı ve sera işleri ve bitkilerle uğraşıyordu. Maddi durumları iyiydi, aileye yetiyordu. Dokuz kardeşi ve anne babasıyla birlikte bir apartman dairesinde yaşıyorlardı. Kardeşleri arasında en büyükleri oydu. Hakim kitapta iyi bir çocukluk geçirdiğinden bahsediyor. Babasıyla birlikte fidanlığa gidip bitki ve çiçeklerle ilgilenmenin çocukluğunun en güzel yanı olduğunu söylüyor. Baba mesleği olan bu işi çok sevmiş ve hayatı boyunca yapmak istediği şeyin bu olduğuna karar vermiş. Bu nedenle herkes onun eğitim almasını beklerken o üniversiteye gitmemiş ve kendine bir fidanlık açmaya karar vermiş. Ailesi ilk başta bu duruma şaşırsa da onun isteklerine saygı duydular ve onu desteklediler. Yani ailesi bu zamana kadar onun ekosisteminin içindeydi.

Kendi fidanlığını açması Hakim'in savaştan önceki hayatındaki en önemli eylemlerden biridir. Ekonomik bağımsızlığını kazandığı bu dönemde kuzeniyle birlikte bir fidanlık açar ve ortak olurlar. Bir yandan fidanlıkta çalışmaktan keyif alırken, kısa sürede ünlü bir şirket haline gelmiş ve işleri gelişmiştir. İyi miktarda gelir elde eder ve mali durumu başkalarına destek olacak kadar iyi hale gelir.

Hakim, seviliyor, sayılıyor ve insanlarla iyi iletişim kuruyordu. Böylece hayatındaki neredeyse her şeyin tamamlandığını hissetti, hayatından memnundu. Artık evlenebileceğini düşünerek yaşadıkları apartmandan güzel bir daire satın aldı. Daireyi yeniletti ve mobilyalarla döşetti. Evlenmesi için uygun bir eş bulmak dışında bir sorun yoktu.

Ne yazık ki Hakim'in yeni dairesinin son halini görmek için fidandan eve döndüğü gün, Suriye'nin Dara bölgesinde başlayan çatışma ve protestoların Şam'a sıçradığı ve evlerinin hemen önünde kaosun yaşandığı gündü. Hakim kardeşinden gelen bir telefonla bu haberi öğrendi ve sorun çıkmaması için eve başka bir yoldan dönmek zorunda kaldı. Apartmana girip dairesini gördüğünde duvarlarda ve yeni aldığı mobilyalarda kurşun izleri buldu. Sokaktaki kargaşada polisin ateş açmasıyla çevredeki bazı evler gibi kendi evi de hasar görmüştü. Farkında olmasa da o gün hayatının değişmeye başladığının ilk günüydü ve bunun işaretiydi.

İşlerin bir şekilde yoluna gireceğini ve her şeyin düzeleceğini düşündü. Bir şekilde evini ve eşyalarını yeniden tamir ettirebilecekti. Sokaklarda giderek daha fazla yayılan bu kargaşanın sona ermesini bekliyordu. Ancak işler Hakim'in istediği ve beklediği gibi gitmedi. Ülkede ve bölgede olaylar gittikçe kızıştı ve Hakim bu protestolara karışmamasına rağmen bir gün sokakta gördüğü yaralılara yardım ettiği için tutuklandı ve hapse atıldı. Aynı zamanda düşünceli, yardımsever ve anlayışlıydı. Bir an için yardım edip etmemekte tereddüt etse de insanları sokakta öylece bırakamazdı. Bu iyi niyeti ve davranışları ne yazık ki onun için kötü sonuçlar doğurdu. Bir süre hapiste kaldı, işkence gördü, aç ve susuz bırakıldı. İşlemediği suçlarla itham edildi. Ajan olduğunu ve hükümete düşmanlık beslediğini itiraf etmesi istendi. Hücrede birlikte kaldığı onlarca kişi de onun gibi, hatta bazıları daha fazla işkence gördü. Bu deneyim onun için travmatik bir olaydı. Oradan çıkamayacağını ve orada öleceğini düşündü.

Bu büyük krizi, fidanlığındaki zengin müşterilerinden biri sayesinde atlattı. Bu kişi arkadaş oldukları biriydi ve sürekli Hakim'den şifalı bitkiler alıyordu. Hakim'in başının dertte olduğunu duyan bu kişi, onu serbest bıraktırmak için rüşvet verdi ve para ödedi. Hakim hapishane hayatından kurtuldu ve evine döndü ama her şey değişmişti. Fidanlığına ordu ve hükümet tarafından el konulmuştu. Orayı bir üs olarak kullanmaya başladılar. Böylece Hakim işini kaybetti. Fidanlık onun için hem iş, hem maddi gelir hem de hayatında devam etmek istediği en iyi uğraştı. Bu nedenle Hakim büyük bir üzüntü hissetti ve ne yapacağını bilemedi. Yeni bir krizle karşı karşıyaydı ve bunun bir çözümü yoktu.

Daha sonra Hakim'in küçük kardeşi de protestolara katılmaya başladı. Derken, henüz 18 yaşlarında olan bu genç adam bir gün ortadan kayboldu ve kendisinden haber alamadılar. Hakim ailesinin isteği üzerine ülkeyi terk etmek zorunda kaldı, çünkü insanlar haklı ya da haksız kendi çıkarları için birbirlerini hükümete şikayet etmeye ve tutuklatmaya başlamışlardı. Tekrar tutuklanmamak için, işler düzelene kadar kısa bir süreliğine Lübnan'a gitti ve bir arkadaşının yanında kaldı. Orada bir iş aradı, ailesine para göndermek için bir işe ihtiyacı vardı. Hakim kendini bir bilinmezin ortasında buldu. Mülteci olarak hayatının başladığından habersiz, kısa süre sonra ülkesine dönme umuduyla oraya gitti. Lübnan'da çok sayıda mülteci olduğu için Hakim iş bulamadı ve bu kez Ürdün'e gitti. Ürdün'de de işler iyi gitmedi. Bir arkadaşının daveti üzerine bu kez Türkiye'ye, Antalya'ya gitti.

Türkiye'de de iş bulamamış ama evlendiği kadın Najmeh ile burada tanışmıştı. Suriyeli bir kız olan Najmeh, savaş nedeniyle ailesiyle birlikte ülkesini terk etmek zorunda kalmış. Najmeh'in ailesi Hakim'e destek olmuş, onun için yeni bir aile olmuş. Ancak kendi ailesinden uzakta olmak, onlardan sık sık haber alamamak, yaşadıkları koşulları bilmemek, onlara para gönderememek, yardım edememek, onlar olmadan evlenmek zorunda kalmak gibi durumlar Hakim'i hep üzüyordu. İş bulamadığı için Suriye'deki ailesini ve Najmeh'le kurduğu ailesini nasıl geçindireceği konusunda sıkıntılar duydu. Eşinin babası da iş bulamamıştı. Bu nedenle daha fazla fırsat bulmak umuduyla İstanbul'a taşındılar. İstanbul'a taşınmak onlar için büyük bir umuttu ve beklentilerle doluydular.

Ama yeni bir sorunla karşı karşıyaydılar. Karısı hamileydi. Buna sevinmelerine rağmen Hakim kendini kötü hissediyordu çünkü işi yoktu ve bu şartlar altında bir bebeği nasıl büyüteceği konusunda endişeliydi. İstanbul'da iş bulamamasına rağmen yağmurlu günlerde şemsiye, sıcak havalarda ise soğuk su satarak kazanç elde ediyordu. Ne yazık ki polis mallarına el koymuş, sokakta satmasına izin vermemişti. Bir süre sonra Hakim'in oğlu İstanbul'da dünyaya gelmiş ve hepsi çok sevinmişti.

Ancak mutlulukları kısa sürdü çünkü ekonomik durumları çok kötüydü. Kayınpederi kaçak olarak Fransa'ya gitmeye karar vermişti. Kayınpederi Fransa'ya gitti ve kendi ailesini yanına almak için izin aldı ama Hakim ve oğlu için izin alamadı. Bu nedenle oraya sadece Najmeh gidebilirdi. Sonuç olarak, karısı Fransa'ya gitti, buna karar verdiler. Ve bebeğiyle kendisi için Fransa'ya gitme yolları ararken bu süreçte oğluna Hakim kendisi bakmak zorunda kaldı. Hem çocuğuna bakmak hem de çalışmak çok zordu.

Hakim elinden geleni yaptı ama bu çok zordu. Karısı yanında değildi ve telefonda her konuştuklarında ağlıyordu. Birbirlerini özlüyorlardı. Öte yandan Hakim, bakması gereken bir bebeği varken çalışamıyordu. Bebeğin maması ve bezi için yeterli parayı bulmaya çalışıyordu. Oğluyla birlikte Fransa'ya gidebilmek için her türlü yasal yolu denemiş, bu süreçte aylarca İstanbul'da kalmış ve başarısız olmuştu. Fransa'ya vize alabilmek için tüm umutları suya düşmüştü. Hakim bu süreçte depresyona girdi. Eşinin uzakta ve ayrı olması, ekonomik sıkıntıları, bakmak zorunda olduğu oğlu ve çözümlerin tükenmesi gibi durumlar onda bir kriz yaratmıştı. Artık kendini çok yorgun hissediyordu. Bir çıkmazdaydı.

Uzun bir süre kendini eve kapattı ve yatağa uzandı. Ev zaten sadece bir odadan oluşuyordu. Hakim odasından dışarı çıkmıyordu. Sadece oğlunu beslemek ve altını değiştirmek için yataktan kalkıyordu. Oğluyla ilgilenemiyordu. Mutsuzdu ve enerjisi yoktu. Bir gün eve gelen Suriyeli bir arkadaşı Hakim'in durumunu görünce endişelendi ve Hakim bebeğe bile doğru düzgün bakamadığı için arkadaşı Hakim'e ve bebeğe destek olmak için Hakim'in yanında kalmaya karar verdi. Arkadaşı, Hakim depresyonunu atlatıp tükenmişliğini yenene ve hayatıyla ilgili yeni kararlar alana kadar onlarla kaldı. Bu yeni karar İzmir'e gitmek oldu.

Aslında yasal bir yöntem olmadığı için Ege Denizi'ni geçip tekneyle Avrupa'ya ulaşmak oldukça pahalıydı ve Hakim'in bunu karşılayacak parası yoktu. Ancak yaşlı bir komşusu ona ve oğluna para verebileceğini, içinde bulundukları zor durumda onlara yardım etmek istediğini söyledi. Hakim'e bu öneriyi getiren de o komşusuydu. Daha önce büyük bir ikilem yaşamış ve oğlunu tehlikeye atamayacağını düşünmüş ama işler daha da kötüye gidince bu fikri düşünmeye başlamıştı. Bu, hayatında verdiği en büyük ve en zor karardı. Psikolojik olarak bundan çok etkilenmişti. Sonunda insanlar "Başka seçeneğin yoksa bunu dene, ölme riskinle hayatta kalma riskin aynı" dediklerinde, bir gün bunu risk almaya değer buldu çünkü şu anda yaşadığı hayatın ölümden farklı olmadığını düşünüyordu. Sonunda Hakim İzmir'e gitti ve yasadışı yollardan Avrupa'ya, oradan da Fransa'ya, ailesinin yanına gitmeyi planladı.

Bu zor seçim sonucunda birkaç hafta İzmir'de kaldı ve kendisini karşıya geçirebilecek uygun ve güvenilir bir kaçakçı aramaya başladı. Sonunda biriyle anlaştı ve belirlenen tarihte tehlikeli yolculuğu başladı. Şişme bir botla gece vakti Yunanistan'ın Sisam adasına geçmeye çalıştılar. Yolculuk sırasında bot birkaç kez durdu ve çalışamaz hale geldi. Boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kaldılar. Umutlarını kaybedip boğulacaklarını ve orada öleceklerini düşündüklerinde, onları almaya gelen bir Yunan gemisi tarafından kurtarıldılar. Bu süreçte Hakim büyük bir stres ve baskı hissetti. Oğlunun hayatı için çok endişeleniyor ve korkuyordu. Onlar gemideyken oğluyla ayrı düşmüş ve bu korkuyla yaşamıştı. Neyse ki kısa süre sonra oğlunu bir kadının kollarında gördü ve onunla yeniden bir araya geldi. Sonunda Samos'tan Atina'ya götürüldüler ve Makedonya'ya giden bir otobüse bindirildiler.

Hakim'in yolculuğu üçüncü kitapta da devam ediyor ama ben sadece iki kitabı okudum ve onlara göre Hakim'i kısaca anlattım. Anlaşılacağı üzere Hakim kendi ülkesinde çok iyi bir konumdayken, iyi yaşam olanaklarına sahipken, mutluyken ve iyi gelecek planları yaparken ülkesinde yaşanan olaylar nedeniyle mülteci konumuna düşüyor ve hayatında hep zorluklarla mücadele etmeye başlıyor. Bir sorun bittiğinde bir diğeri ortaya çıkıyor. Hakim henüz gençken, yirmili yaşlarındayken tüm bunlarla yüzleşmek için mücadele etti. Psikolojik olarak yıprandığı zamanlar olsa da her zaman güçlü kalmaya ve elinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştı. Boş durmak yerine çabaladı, emek verdi ve ilerlemeye çalıştı.

Ben bu kitabı okuyunca mülteci olmak ve göç etmek etmek ne demek çok iyi anladım. Suriye mevzusuyla alakalı da kafamdaki bir çok soru cevap buldu. İnsanların yaşadığı o hayatın gerçek manada ne kadar zor olduğunu gördüm. Hem maddi hem manevi olarak öyle yıpratıcı şeyler vardı ki. Sizlere de kitabı okumanızı tavsiye ederim. Benim sunacaklarım bu kadardı. Dinlediğiniz için teşekkürler."

Konuşmamı bitirdiğimde herkesi olduğu gibi beni de alkışlamışlardı. Bir görevimi daha tamamlamış olmanın verdiği huzurla gülümsedim. Yerime dönüp sırama oturdum. Yusuf ve Ali'nin kitapla ilgili sorularına cevap verdiğim sırada zil çaldı.

Günün kalanı çabuk geçti. Çıkışta tıpkı konuştuğumuz gibi Emin beni almıştı ve Faruklara gitmiştik. Reyhan Teyze ile yakından tanışmıştık. Beni ağırladığı için çok mutluydu. Oldukça cana yakın, samimi ve anaç bir kadındı. Bol bol sohbet etmiştik. Bana bazı yemek tarifleri vermişti, bir kaç püf noktasından bahsetmişti. Sonra Emin ile Faruk Abi'nin bir çocukluk anısını anlatmıştı. Güzel dualar etmişti.

Giderayak "Ah ah, Ferhunde seni ne kadar çok severdi kim bilir. Sağ olsaydı... Kendi kızı gibi görürdü. Aranızdan su sızmazdı. İkiniz çok iyi anlaşırdınız, seninle tanışınca daha çok emin oldum buna," deyişi ise içime bir miktar merak ve hüzün mayalamıştı. Acaba nasıl biriydi Ferhunde Teyze? Nasıl bir hayatı vardı?

Emin pek bahsetmiyordu. En son geçen gün ailesinin konusu açılmış, onda da moralimiz bozulmasın deyip geçiştirmişti. Ama gözlerine bakınca anlaşılıyordu: Emin'in yaraları vardı. Çocukluğundan gelme yaralar açılmıştı kalbine.

Bazen sormak istiyordum ama çekiniyordum. Yaraya tuz basmak istemezdim çünkü. Yahut o kabukları kaldırmak...

Lakin Ferhunde Teyze hayatta olsun, Emin'in başını omzuna yaslayacak bir annesi bulunsun isterdim. Benim aile fertlerim de onu oldukça seviyordu ve benimsemişti ama insanın kendi öz ailesinin yerini tutmazdı elbet.

Reyhan Teyze ve ailesiyle vedalaşıp ayrıldığımızda saat sekizdi. Faruk Abi'nin babası arabayı bize vermişti. "Nasılsa yarın işe Farukla aynı yere gideceksiniz, geçerken Faruk'u da al, şimdi bu kış günü eve rahat dönün Berra kızımızla," demiş, Emin'in naklettiğine göre. Allah razı olsun, düşünceli bir adamdı, tıpkı eşi gibi. İyi insanlara rastlamak beni mutlu ediyordu.

Eve doğru giderken Emin araba alma fikrini açtı bana. İnsan ihtiyaç duyuyordu, bir yere gitmek istediğimizde otobüslerle zor oluyordu. Açıkçası ben olumlu bakmıştım bu düşüceye. Emin de sevinmişti. Kararımızı vermiştik. Araba alma niyetindeydik.

"Ama on sekiz olunca ben de ehliyetimi alır, sürerim, ona göre bak!" diye Emin'e şimdiden planlarımı açıkladığımda güldü.

- Sen yeter ki iste, sürersin. Ben öğretirim sana.

- Yok, olmaz! Ben ne kadar babadan, abiden ve eşten araba sürmeyi öğrenme hikayesi dinlediysem hepsi trajik ve travmatik. Kursta hoca öğretir.

- Bu kategorilerde sayılmam ki! Ben arkadaşındım hani?

- Yine de olmaz! Şoförlük yapmaya sıra gelince içinden canavar çıkmayacağı ne malum?

Tepkim üzerine daha çok güldü ve alay edip üstüme geldi. Küçük bir tartışmaya giriştik.

Telefonu çalınca şamatayı kestik. Cihazı ceketin cebinden çıkarttı. Hemen uzanıp aldım elinden.

- Sen yola bak, ben açarım.

Zaten arayan yabancı değilmiş. Babamdı. Uzun zamandır onlara uğrayamamıştık. Açıkçası annem okul mevzusunu babama söyledi mi bilmediğim için gitmeye çekinmiştim. Bir de zaten hastaydım, ancak iyileşmiştim. Özlemiştim ailemi, özellikle kardeşlerimi.

Telefonu açıp babamın selamını aldıktan hemen sonra işittiğim şey "Ne zamandır hiç uğramıyorsunuz!" diye başlayan bir sitem paragrafı olmuştu. Mahçuptum ama bahanem hazırdı. Ancak bu hafta iyileştiğimi babama söyleyip gönlünü almaya çalıştım. O da zaten uzatmadı. Halimizi hatrımızı sordu, yakın bir zamanda uğrayın diye ekleyip kapattı. Uzun konuşmayı sevmezdi.

Telefonu kucağıma bırakıp yola verdim dikkatimi. Emin'e bir şey, açıklamama gerek yoktu çünkü zaten duymuştu.

Camdan dışarıya, önüme baktım. Ev yolunu geçmiştik.
"Dönüşü kaçırdın!" dedim atılarak.

- Kaçırmadım, sakin ol. Hazır araba varken, saat de çok geç değilken küçük bir sürpriz yapalım sizinkilere.

Yoldan çektiğim bakışlarımı refleksle Emin'e çevirdim. Dikkati önündeydi. Yan profilden görünen yüzüne baktım. Hiçbir şey diyemedim ama kalbime bir ılıklık misafir oldu. Emin, sevilmeyecek biri değildi. Sevilmeyi hak ediyordu. O an yine o düşünce geçti içimden; Keşke Ferhunde Teyze hayatta olsaydı ve Emin'i bir anne şefkatiyle sevip kuşatsaydı.


——


* Tarık Tufan


Loading...
0%