Yeni Üyelik
17.
Bölüm

17 - Gurur

@sukunettekelimeler


“Beni yaralarım değil, dilimi lâl eden gururum öldürecek."*

 

Geçen gün telefonda babam “yakın bir zamanda uğrayın,” demiş, biz de onun isteğini aynı dakikalar içinde yerine getirerek ailemi şaşırtmıştık. Ziyaretimize mutlu olmuşlar, benimle ilgilenip nasıl olduğumu, tamamen iyileşip iyileşmediğimi sormuşlardı. Bu ilgi hoşuma gitmiş, değerli hissettirmişti. Onları özlediğimi fark etmiştim. Özellikle de kardeşlerimi.

Okula gittiğimi öğrendiği zamandan sonra annemle pek iletişim kurmamıştık. Hasta olduğum için durumumu merak ettiğinde Emin’in telefonunu bir kaç kez aramış ve takibini yapmıştı. Fakat benimle birebir konuşması bir iki dakikadan fazla değildi. Bu sebeple eve gittiğimizde annemden ilkin çekinsem de sonrasında onun gayet normal davrandığını fark edip kendimi rahatlatmıştım.

Mutfakta kahve yaptığım sırada annem yanıma gelmiş, babama hiçbir şey söylemediğini, söylemeyeceğini, fakat bu konuda içinin rahat olmadığını ve eninde sonunda onun da öğreneceğini belirtmişti. Hiçbir şey gizli kalmazmış hayatta. Pekala haklı olabilirdi ama birilerinin öğrenmesi artık beni ürkütmüyordu. Emin’in yanımda olacağını bildiğim için olsa gerek, eskisi kadar endişelenmiyordum.

Anneme bu sırrımıza ortak olduğu için teşekkür etmiş, biraz şımarıklık yapıp sarılmış ve kanına girmiştim. “Hemen de yüz buluyorsun,” diye laf etmesine rağmen o da bana sarılmıştı.

Bugün Ceyda bizi hafta sonu için annelerimizle birlikte oturmaya davet etmişti. “Bu akşam konuşun, gelip gelemeyeceğinizi yarın haber verin,” diye tembihlemişti. Tabi acil bir durum olmadıkça mutlaka gelmemizi istiyordu. Tamam demiştik ona. Eve gidince annemi arayacaktım ve durumdan bahsedecektim.

Okul dönüşünde yolda bunu düşünürken bir şey fark ettim: Annem okula gittiğim gerçeğini öğrendikten ve kabul ettikten kısa bir zaman sonra en yakın arkadaşım bizi annelerimizle evine davet etmişti. Eğer bu davet önceden olsaydı veya annem henüz öğrenmemiş olsaydı belki de yalan söylemek veya bir bahane bulmak zorunda kalacaktım. Fakat artık böyle bir yükün ve günahın altına girmem gerekmiyordu. Anneme rahat rahat sınıftan en yakın olduğum arkadaşlarımdan birinin bizi davet ettiğini söyleyebilirdim. O da müsait olup olmamasına göre davete icabet edebilir veya etmeyebilirdi. Ben de gerçek manada annemin cevabına göre arkadaşıma bir yanıt verebilirdim.

Kısacası zamanlama harikaydı. Annem okula gittiğimi ilk öğrendiğinde bu pek hoş bir olay gibi gelmese de şimdi üzerimde bir hafiflik vardı. Gerçekleşen ve şer gibi görünen bir şeyin arkasındaki hayrı görür gibi oldum. Aslına bakarsanız beni yalan veya en azından ‘dürüst olamamak’ gibi bir davranıştan da korumuştu. Bu fark ediş beni mutlu ederken şükrümü artırdı.

Geçenlerde din kültürü dersinde bir ayetten bahsetmiştik. “Bazen siz bir şeyden hoşlanmazsınız, halbuki o sizin için bir hayırdır. Ve bazen de bir şeyi seversiniz, halbuki o sizin için bir şerdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz,” (Bakara 216) diyordu. Şimdi bunun ardındaki anlamları biraz daha kavramıştım. İnsan galiba bir şeyler yaşadıkça o anlamlara adım adım yaklaşıyor ve idrak ediyordu.

Bu düşünceler içerisinde eve vardım. Öncelikle okul formamı çıkarttım ve rahat bir elbise giydim. Elimi yüzümü yıkadım, sobayı açıp içerisinin ısınmasını bekledim. Neyse ki zaten ılıktı, biz yokken sobayı kapatmamıza rağmen çok çabuk soğumuyordu.

Ev telefonunun yanına gidip ezberimdeki numarayı tuşladım. Bir kaç çalışın ardından hemen açılmıştı. “Aloo!” diye heyecanlı bir çığırışla cevap veren canım kardeşim Buğlem’di. Onunla biraz konuştuktan sonra annemi istedim. “Anne anne! Ablam arıyo!” diye bağırışları kulağımı acıtınca ahizeyi kendimden biraz uzaklaştırdım. Hışırtıların ardından az sonra annemin sakin sesi duyuldu: “Efendim kızım?”

Hal hatır sorduktan sonra anneme “Sana bir şey soracağım?” diye tatlı tatlı yol yaptım. Ceyda ve Hazal’ın en yakın arkadaşlarım olduğundan bahsettikten sonra “Bugün Ceydalar bizi davet etti,” diyerek konuyu açtım. “Anne nolur gidelim, sen de gel. Bahane uydurmak zorunda değilim artık hem, sen de biliyorsun her şeyi,” diyerek de en talepkâr ve duygusal şekilde ikna etmeye çalıştım.

- Okula gittiğinden haberdarım ama bu kişileri tanımıyoruz sonuçta kızım. Öyle hemen evine gidilir mi bilmediğimiz etmediğimiz insanların!

- Anne ya ben daha önce de gittim evlerine. Emin de tanıyor, izin veriyor hatta. Çok iyi insanlar, gerçekten bak.

- Ne biliyim… Karar veremedim şimdi.

- Nolur anne, lütfen!

Biraz duraksama ve sessizliğin ardından ben tam ümitsizliğe düşecekken annemin sesi duyuldu.

- İyi hadi, gidelim. Hem ben de tanımış olurum. Kızımın arkadaşları ve aileleri nasıl insanlar görmüş olurum.

Küçük bir sevinç nidası attım ve gülümsedim.

- Canım annem, süpersin! Teşekkür ederim.

- Hemen sevinme, hâlâ biraz tedirginim. Ama tanışmaya da kararlıyım. Sen baban yokken bi ara bana biraz bahsediver de hepten yabancı kalmayayım insanlara. Hem sonra iki yıldır kızın hiç mi anlatmadı bir şey demesinler.

- Tamam tamam, ben sana bahsederim genel şeylerden.

- İyi bakalım. Ocakta yemek var, kapatıyorum şimdi. Hadi Allah’a emanet.

- Sen de!

Telefonu kapattıktan sonra adeta bir sevinç örtüsü kuşanmıştım. Heyecanıma ve neşeme diyecek yoktu doğrusu. Bu enerjiyle yemek hazırlamak bile bana kolay ve zevkli gelmişti bugün. Üşenmeden Emin ve benim ortak sevdiğimiz yemeklerden pişirmiştim. Ödevlerimi yapmıştım.

Emin geldiğinde hemen ona bu haberi verdim. Ve o anlarda nasıl görünüyorsam artık, bana gülerek baktı.

Akşam sofrayı hazırladığımızda yemekleri görünce “Ooo hep böyle güzel şeyler pişirmen için galiba seni çok mutlu etmemiz lazım,” diye takıldı bana.

- Evet, üzersen ne olacağını da düşün artık.

Cevabıma gülümseyip geçti, besmele çekip yemeye başlarken “Ellerine sağlık,” dedi.

- Afiyet olsun.



 


Abdest almıştım ve ben havluyla kurulanırken Emin de açık kapıdan müsait olduğumu anlayıp acelesi olduğu için banyodan çıkmamı beklemek yerine dişlerini fırçalamak üzere içeriye girmişti. Fırçasını eline aldıktan sonra bakışlarıyla macunu aradı, fırçaların yanında değil de aynanın önünde olduğunu görünce de memnuniyetsizce uzandı.

- Allah’ım ya! Berra macunu neden şu kaba koymak varken aynanın önünde bırakıyorsun?

Emin’in söylenmesi üzerine “Ne olacak sanki, elini bir kaç santim daha oynatıyorsun altı üstü,” diye laf yetiştirdim. Elimdeki havluyu yerine asıp gömleğimin kollarını aşağı indirdim ve küçük kol düğmesini iliklemeye koyuldum.

- Olabilir, sonuçta macunun yerini orası değil, burası.

- Üff, unutuyorum. Aynanın önüne bırakmak kolay geliyor. Ne abartıyorsun ki?

Emin dişlerini fırçalamaya başladığı için olsa gerek bana cevap vermedi ama aynadan ters bir bakış atmayı da ihmal etmedi. Çok da umrumda.

Canımı sıktığı için hızlıca banyodan çıkıp içeriye geçtim. Üstümü başımı düzeltip koltuğa oturdum ve çoraplarımı ayağıma geçirdim. Okula geç kalmamak için acele ediyordum. Bugün uyuyakalmıştık ve ben okula Emin de işe ucu ucuna yetişecektik.

Kabanımı, beremi ve atkımı da giyip çantamı sırtıma taktım. Koridorda karşılaştığım Emin’e az evvel gıcık olsam dahi “Görüşürüz,” demeyi ihmal etmedim ve evden çıktım.

Ara sıra problemler yaşıyorduk. Böyle zamanlarda çok sevdiğim Edebiyat öğretmenimizin sözlerini hatırlatıyordum kendime: “Her ilişkide problemler olabilir. İnsan ilişkileri stabil değildir. Kimse dört dörtlük olamaz. Önemli olan sorunlarla nasıl başa çıkmaya çalıştığınız.”

Bunları söylediği gün Hazal, Ceyda ve ben, boş dersimizde öğretmenimizle bahçede oturup onunla sohbet etmiştik. Çok değerli şeylerden bahsetmişti insan ilişkilerine dair. Psikolojiye de ilgisinin olduğunu biliyorduk ve sadece ilgisi değil bilgisi olduğunu da fark etmiştim.

Her neyse, o gün öğrendiğim şeyler vardı ve kenime bunları hatıratlamaya çalışıyordum. Bu sebeple sabahki olaya takılmamaya çalıştım. Belli ki Emin tersinden kalkmıştı.

İlk derse yetişip yetişemeyeceğimi hesap etmeye çalışarak durağa vardım. On dakika kadar otobüs beklemek zorunda kaldım. Sonunda geldiğinde “Galiba beş dakika geciksem de yetişeceğim,” diye düşündüm. Fakat beklenmedik şeyler olabiliyormuş hayatta. Otobüs yolda arızalandı mesela. Bir diğerini gönderdiler ve bu süreçte on beş dakika kadar daha zaman kaybettik.

Okula vardığımda ilk ders başlayalı yirmi dakika olmuştu bile. Kapıyı tıklatıp içeriye girerken bedenime bir ısı yayılmıştı ve kalbim gergince çarpmaya başlamıştı. Çok geç kaldığım için hocadan çekinmiştim. Neyse ki hoca hiçbir şey demedi. “Gel kızım,” diyerek beni derse aldı.

- Hocam ben bu kadar geç kalsam laf ederdiniz!

Sırama doğru yürürken patavatsız sınıf arkadaşlarımdan birinin isyankar sesi işitildi. Furkan. Serzenişinin benimle alakası olmadığını bildiğim için aldırmadım.

- Ederim tabi oğlum. Çünkü sen hep geç kalıyorsun, uyarılmazsan bunu huy ediniyorsun. Berra ayda yılda bir kere geç kalıyor. O da olur, insanlık hâli.

Benden bağımsız şekilde sınıfta diyaloglar sürerken ben çantamı koyup montumu çıkarttım ve askıya astım.

- Hoca haklı Furkan.

- Aşk olsun hocam! Sana da yazıklar olsun Yusuf, dostuz sanırdım!

- Dostluk gerçekleri söylemeye engel değil oğlum. Hadi dersi dağıtma artık. Herkes grup çalışmasına devam etsin çocuklar, cevapları biriktirin. Berra, sen de şu gruba gir kızım, onlar bir kişi eksik.

Hocanın yönlendirmesi üzerine Yusuf, Ali ve Deniz’in yanına geçtim. Günaydın dedikten sonra “Ne yapıyoruz?” diye sordum. Olayı bana özet geçtiklerinde hocanın sorusu üzerine beyin fırtınası yapıp cevaplarımızı not etmeye başladık. Ben gelmedene evvel de bir çok şey konuşmuşlardı. Sunduğum bir fikri oldukça beğenip onu da eklediler. Böylece derse daldım ve günün akışına kaptırdım kendimi.



 


Tenefüste Ceyda’ya kutlu haberi vermiştim. Hazallar da müsaitti. Yani haftasonu onlara gidiyorduk. Şimdiden nasıl vakit geçireceğimie dair planlar yapmaya başlamıştık.

Dördüncü derste sınıftan bazı kişiler bir müsabaka için okuldan ayrılmışlardı. Yani sayımız azdı, eksilmiştik. Hoca yeni bir konuya geçmek yerine “Geçen haftaki konumuz olduğu için münazara yapacağız!” diyerek iki kişi seçmişti. Yusuf ve Hazal idi bu şanslı kişiler. Daha önce hiç münazara yapmadığım için biraz gergindim. Tam olarak nasıl bir süreç geçireceğimiz hakkında endişelere sahiptim.

Hoca tahtaya yazdığı cümleyi işaret etti. “Bunun haklılığı ve doğruluğunu ispat etmek için savunmayı Yusuf ve ekibi yapacak. Tam tersini, bu tezin geçersizliğini ise Hazal ve ekibi ispat etmeye çalışıp savunacak. Şimdi ikiniz tahtaya gelin ve sırayla isim söyleyerek gruplarınızı oluşturun.

Hazal ve Yusuf tahtaya çıkıp aralarında biraz mesafe bırakarak durdu. Hazal, “Hanımlar önden,” diyerek başlaması için ona müsaade eden Yusuf’a tebessüm edip “Ceyda,” diyerek ilk kişiyi seçti. Sonrasında da beni seçeceğini hepimiz tahmin ediyorduk. Önce kendi arkadaşlarından başlamıştı. Onlarla olmak bana rahat hissettirdiği için gerginliğim biraz olsun azalacak diye ümit ediyordum.

Ceyda, duvar kenarındaki kısımda oturduğumuz için kalkıp cam kenarına yürüdü. Bu sırada Yusuf kendi ekibinin ilk üyesini ilan etti: “Berra.”

Yusufla bir anlığına göz göze geldik. İsmimi ondan işitince hem şaşırmış hem de gerginliğim biraz artmıştı. Yakın arkadaşlarımla farklı takımda olacaktım. Oysaki onlarla olursam biraz daha rahat hissedeceğimi ummuştum.

Zaten duvar kenarında oturduğum için yerimden kalkmadım. Stresle bacağımı sallamaya başladım.

Neden ilkin beni seçmişti ki!? O kadar arkadaşı vardı, erkekler de vardı daha. Uff. Neyse, Yusuf bu, kızamıyorum da.

Hazal bana üzgün bir bakış attı, ben de ona. Yapacak bir şey yoktu.

Ekipler oluştuktan sonra tahtadaki cümleye baktık: “İki birden iyidir,” yazıyordu. Öncesinde anlamakta biraz zorlansak da hocanın ipuçları ve destekleri ile hem süreci hem de meseleyi biraz daha idrak etmiştik. Öyle ki az sonra tezlerimizi üretmeye başladık.

- Not al, iki birden iyidir kanka. Allah bize iki göz, iki kulak, iki el, iki ayak vermiş. Bir değil, iki. Demek ki var bi hikmeti!

Furkan’ın yorumu hepimizin hoşuna gitmişti. Hemen not aldık. “Çok iyi!” diye mırıldandım kendi kendime. Aklıma bu açıdan bakmak gelmemişti. Yavaş yavaş ısınıyorduk galiba.

- İki daha çoktur, çokluk da berekettir. Çok olan şeyi paylaşabilirsin mesela. İki ekmeğin vardır, birini ihtiyacı olana verirsin, gibi.

Begüm’ün örneği de hoşumuza gitti ve hemen not ettik. Bu sırada daha fazla şey üretmek için düşünüyor, beynimizi zorluyorduk. Yusuf’un da bir örnek vermesiyle söyledikleri aklıma bir başka şey getirdi.

- Allah varlıkları çiftler halinde yaratmış. Mesela Nuh’un gemisine türler, çiftler halinde binmişler. Benzer şekilde insan da iki ayrı cinsten oluşuyor: kadın ve erkek. Tek başına olamazlar, aksi halde nesiller de devam edemez zaten. Bu da önemini belirtir.

- Süper örnek!

Yusuf iltifat edip söylediğimi not alırken Furkan araya girdi: “İki kişi bir kişiden iyidir. Mesela bir iş varsa yük bölünür ve iş kolaylaşır. Bir nöbet tutulacaksa sırayla yapılabilir, biri dinlenirken biri tetikte olur.”

- İnsanın arkadaşa da ihtiyacı var, tek başına yaşayamayız. Birbirini destekleyen dostlar önemli. Bu da fazlalığın kıymetini ve iyiliğini gösterir.

- Kesinlikle. Aa mesela kuşların da iki kanadı var, bir olsa denge sağlanamaz.

Yusuf’un dostlukla ilgili dediği şey aklıma benzer bir örnek daha getirince araya girerek belirttim hemen.

- Yusuf’un dediğine ek olarak aklıma şu geldi: Bazı Peygamberler kendilerine bir destekçi istemişler. Mesela Hz Musa, dini tebliğ etmek konusunda kardeşi Harun’u Allah’tan kendisine bir destekçi olarak istemiş. İki kişi birlikte bu yolda yürümüşler.

Örneklerimizi sıramaya devam ediyorduk. Bir noktada tıkanmış ve düşünmeye başlamıştık. Bu sırada grubumuzda sessizlik oldu ve karşı takımın konuşmalarını işittim. Ceyda “İki birden iyi olamaz, örneğin Yaradan yani İlah bir tanedir. Tektir. Tevhid önemlidir. Eğer birden fazla Yaratıcı olsa evrende büyük bir karmaşa hakim olurdu. Bu tekliğin önemini vurgular,” diyordu. Oldukça güçlü bir örnek bulmuştu. İçimden onu tebrik ettim ve kendi grubumdan Begüm konuşmaya başlayınca yeniden buraya odaklandım.

Az sonra süremiz bitmişti. Hoca artık durmamızı, şimdi sözcülerimizin gelip savunmalarımızı yapacağını söyledi. Önceliği karşı gruba verdik. Deniz sözcüydü. Verdikleri örnekler ve söyledikleri şeyler oldukça değerliydi. Bazılarına hayret etmiş “Bu nasıl akıllarına geldi?” demiştim. Haklarını vermek gerek. Ardından sıra bize geldi. Not ettiğimiz her şeyi anlatan Yusuf da oldukça iyi bir iş çıkartmıştı.

Hoca bir kazanan seçmedi. İki grubu da tebrik etti ve bazı önemli noktalara değindi. Kısıtlı vakit ve imkanlarla yaptığımız münazaranın gerçekte uygulanışı hakkında bir kaç şey daha ekledi.

İlkin gergin olsam da ders çok iyi geçmişti. Ufkum açılmıştı. Gittikçe rahatlamış, kendimi meseleye kaptırmıştım. En sonda hem ekip içinde hem de diğer grupla karşılıklı birbirimizi tebrik etmiştik.

Teneffüs zili çalınca Hazal ve Ceyda ile kantine indik. Bir yandan da laflamaya başladık. Köfte ekmeklerimizi alıp boş bir masaya oturduk. Münazara hakkında konuşuyorduk hâlâ.

“Yusuf seni seçmeseydi ben ikinciye de seni söyleyecektim. Kusura bakma Berroş ya!”

Hazal’a sorun olmadığını belirttim ve ayranımdan bir yudum aldım.

“Zaten neden hemen seni seçti ki!” derken sorgular bir biçimde söylemişti Ceyda.

- Sınıfın en çalışkanlarından ya ondandır.

- Doğru, olabilir.

Kızların yorumları bölündü. Begüm gelip yanımıza oturmak için müsaade istemişti çünkü.

- Oturabilir miyim kızlar?

- Tabiki.

- Afiyet olsun hepinize.

- Sana da.

- Naber Begüm?

- İyidir Hazal, sen?

- Ben de iyii. Bir şey diyeceğim, biz senin teyzenle aynı sitede oturuyormuşuz!

- Aa gerçekten mi!?

Hazal, Begüm’ün teyzesiyle ilgili fark ettiği bu gerçeği ve nasıl öğrendiğini anlatmaya başlarken koyu ve eğlenceli bir sohbete daldık. Öğle aramız geçmiş oldu.



 


Eve döndüğümde biraz dinlenip ödevlerimi yapmaya ve ders çalışmaya koyuldum. Yarına olduğunu unuttuğum uzunca bir ödevim vardı ve kızlarla öğlen arası daldığımız o koyu muhabbette ödevi laf arasına sıkıştırdıklarında şok geçirmiştim. En azından hatırlamış olmuştum. Buna da şükür. Şimdi de onu yetiştirmeye çalışıyordum. Stresliydim açıkçası.

Emin geldiğinde selam verdi ve biraz dinlenmek için koltuğa uzandı. Öyle de uyuyakaldı. Belli ki yorulmuştu. Uyuması için ona biraz müsaade ettikten sonra kalkıp sofrayı hazırladım. Ardından ismini seslenip kaldırdım. Elini yüzünü yıkayıp sofraya geldi.

Yemeğimiz tam bitmişti ki ezan sesi duyuldu. Camiye yetişmek için aceleyle sofradan kalkarken “Bulaşıkları ben dönünce hallederim, sen ödevini yetiştirmeye bak,” dedi ve namaza gitti.

Sofrayı çabucak kaldırıp üzerindekileri mutfağa taşıdım. Bulaşıkları lavabonun içine koydum. Gerisini Emin’e bıraktım. Dediği gibi, gelince makinaya yerleştirir ve toparlardı. İçeriye geçip ödevime devam etmeye koyuldum.

Yaklaşık on beş dakika sonra kapının açılma sesini işittim. Anahtarla açtığına göre Emin’di. İçeriye uğramadığına göre de direkt mutfağa geçmişti. İçimden onun destekleyici olması özelliğine teşekkür ve dua edip ödevime döndüm.

Bir kaç dakika sonra Emin’in kendi kendine söylendiğini duydum. Yanlış giden bir şeyler olduğunu düşündüm. Kısa bir tereddütten sonra kalemimi bırakıp mutfağa gittim. Amacım ne olduğunu anlamak ve böyle hararetle söylendiği sorun hakkında yardımcı olabileceğim bir şey varsa yardım edip çözüme kavuşturmaktı.

- Ne oldu?

Emin suratı asık bir şekilde elindeki tabağı kenarı bıraktı. Yönünü bana doğru çevirip yüzüme yarı bakar yarı bakmaz şekilde şikayetlendi.

- Bulaşıkları lavabonun içine koymuşsun. Demiştim sana, böyle yapılmasından hoşlanmıyorum. Kirli olmayan yerleri bile kirleniyor tabak çanağın.

Bir numaralı problem sebebimize merhaba! Evet, kendisi herhangi bir nesnenin (bu tabak olabilir, çatal kaşık olabilir, bardak veya tencere olabilir) lavabonun içerisine konulmasına aşırı derece karşıt biriydi. Bunun sebebini anlayamıyordum. Ben de annemden alışmıştım ve bulaşıkları lavabonun içine koyup oradan akıtarak makinaya yerleştiriyordum. Mutfak toplayan bensem sorun yoktu ama Emin ise durum malumdu.

“Bazen bazı şeylere çok takıntılı oluyorsun Emin,” dediğimde bana sitemli, suçlayıcı, yargılayıcı ve memnuniyetsiz bir bakış attı.

- Sen de kaç kere söylediğim halde aynı şeyleri yapmaya devam ediyorsun. Tercihlerimin hiç kıymeti yok herhalde.

“Ne alakası var!” diye çıkıştım. Aceleden unutmuştum çünkü aklım ödevimdeydi. Hem ne fark ederdi ki yani? Gidecekleri yer ve geçecekleri işlem aynı. Ayrıca genel olarak tercihlerine de gayet kıymet veriyordum. Aksi halde sevdiği yemekleri yapmazdım. Onu düşünerek kararlar vermezdim.

- E öyle Berra. Çok zor şeyler değil ama yapmıyorsun inatla. Lavabonun içine koymasan bulaşıkları daha rahat halledeceğim, bu kadar basit.

Aramızdaki gerginlik içimi büyük bir huzursuzluğun kaplamasına sebep olmuştu. Zaten sabah da diş macunu için söylenmişti bana.

Öfkelenmiştim ve hayal kırıklığına uğramıştım. “Tamam, bırak sen. Ben yaparım,” dedim. Gururluydum. Bunca şeyden sonra ona müsaade edecek değildim. Lavabonun önüne, yani onun yanına doğru gidip çekilmesini işaret ettim. Bu kadar laf edecekse yardım etmese de olurdu. Ben kendi işimi görürdüm.

“Yapamam demedim, sen ödevinle ilgilen,” derken olduğu yerden milim kıpırdamadan bir tabağa uzandı ama henüz o çeşmeyi açmadan ben atılıp elindeki tabağı almaya çalıştım.

- Gerek yok! Önce mutfağı toplar sonra ödev yaparım ben!

- Saçmala Berra. Yapacağım ben işte.

- Çık diyorum! Ver şu tabağı da!

Gururum ona boyun eğmemi engelliyordu. İnadımı ise körüklüyordu. Bu sebeple tartışmamız son bulmayı bırakın, uzadıkça uzadı. Emin’i kenarı itelemeye çalışırken, o ise bu davranışıma anlam veremeyip beni içeriye yollamayı denerken gittikçe daha fazla sinirleniyordum. Bu hislerin boyundurluğu altında oluşum güçleniyordu.

Sinirlenince ağlardım. Ve şuan kendimi ağlamamak için zor tutuyordum.

- Hayır. Senden öyle bir şey isteyen olmadı. Tabağı da bırak.

- Sen bırak asıl!

Çekelediğimiz tabak Emin’in aniden tutuşunu gevşetmesi ile elimden savruldu. Kayıp düştüğünde kırılma sesi mutfakta yankılandı. Yerde parçalara ayrılan tabağa bakarken “Al işte, kırıldı!” diye bağırdım bu kez. Gözlerim doldu. Sesim ağlamaklıydı. Duygularımı daha fazla bastıramıyordum. Öfke ve kırgınlık gözyaşı olarak yanaklarıma süzülüyordu.

Emin ağladığımı fark edince az önceki sitemini unutmuş, gergin havasından kurtulmuş, sesine sakinlik ve merhamet çökmüştü.

- Niye ağlıyorsun? Bir şey olmaz, toplar süpürürüm.

- İstemiyorum! Git! Ben toplarım da süpürürüm de!

Ağlıyor olmam inadımın sürmeyeceği anlamına gelmiyordu. Gurur denen o şey incindiğinde insan bambaşka bir hâle evrilebiliyordu.

Emin meselenin benim için bu kadar büyümesine pek anlam verememiş gibiydi. Öylece sözünü dinleyip ödevimin başına dönmemi bekliyordu ama bu mümkün değildi.

Yerdeki kırıklara yöneldiğimde beni kolumdan yakaladı ve geri çekti.

- Napıyorsun? Ayağında terlik yok, kesilebilir.

- Bir şey olmaz! Kesilirse de kesilsin, sana ne!

- Berra abartıyorsun. Hadi, burayı bana bırak, içeri geç.

- Hayır!

Ona kararlı bir şekilde baksam ve güçlü durmaya çalışsam da bir yandan ağlıyordum. Ağlamak zayıf hissetmemi sağlıyor, iyice canımı sıkıyordu.

İnadım sürerken derin bir nefes alıp la havle çektikten sonra bakışlarını üstümde gezdirdi. Bir şeyleri hesaplar gibiydi ama anlamamıştım.

“İyi o zaman, günah benden gitti,” diye mırıldandığında şüpheye düşmüş, neyi kast etmiş olabileceğini düşünmeye başlamıştım. Belki de bu kabullenişinin ve bana müsaade edeceğinin ifadesiydi. Buna inanmak isterken kazağımın koluna gözyaşlarımı siliyordum.

Bir anda ayaklarımın yerden kesildiğini hissedince boşluğa düşer gibi oldum ve korktum. Ellerim tutunacak bir şey aradı ve çok geçmeden buldu da. Emin beni omzuna atmıştı! Büyük ama sakin adımlarla mutfaktan çıkarken tutunduğum omzuna güçsüz bir yumruk geçirdim.

- İndir beni!

- İndireceğim. Ama içeride.

- İndir!

- Düşeceksin, vurma!

Oturma odasına girdiğimizde ayaklarım yeniden zemine temas etti. Hemen karşımda duran gövdesini kendimden uzağa ittirip gözyaşlarım arasında “Aptal!” diye bağırdım. Hiç aldırmadı.

Afallamışlığımdan faydalanıp beni odaya kitledi. “Sen dersini yap. Mutfağın işi bitince kapıyı açacağım,” diye kapının ardından seslendiğinde sinirle yeniden bağırdım.

“Yapmayacağım!”

- Sen bilirsin!

Omuzlarım sarsılırken ödevimi bitirmeyeceğimi artık biliyordum. Koltuğa uzanıp yüzümü yastığa gömdüm ve gözyaşlarım kumaşı nemlendirirken uyuyakaldım.



* Tarık Tufan

Loading...
0%