Yeni Üyelik
21.
Bölüm

21 - renkli bir çöl

@sukunettekelimeler

“Sevmek, sıradan olanda sıra dışını bulmaktır...” *

 

 

İnsanlar olarak bazı şeyleri fazla büyütüyoruz gözümüzde. Her geçen gün daha iyi anlıyordum bunu. Sanki hayatın karmaşası içinde kayboluyor ve aslında küçük olan meseleleri dev gibi görüyordum. Ağlayacak kadar dert edindiğim meselenin tam ortasındaydım. Bugün Çarşambaydı ve misafirlerim içeride oturuyordu. Neşeli gülüşler eşliğinde sohbet ediyorlardı. Herkesin keyfi yerindeydi, ben de dahil olmak üzere.

Hiçbir şey düşündüğüm kadar zor olmamıştı. Emin ve annem, evi temizlemekten ikram hazırlıklarına kadar her konuda bana destek olmuşlardı. Allah gerçekten de hayırlı niyetlerde bulunduğumuzda yardım ediyor, işimizi kolaylaştırıyordu. Misafir ağırlamak ve ikramda bulunmak dinimizde de oldukça önem verilen bir mevzuydu ve o akşam lahmacunlarımızı yiyip eve döndükten sonra Eminle hadis kitabımızı sıradaki kısmı okumak üzere açmıştık. Anlaştığımız üzere bu adetimizi aylardır her akşam devam ettiriyorduk. Bazı günler aksadığı olsa da, çoğunlukla bir hadis dahi olsa okumadan uyumuyorduk. O akşam da Emin özellikle misafir konusu ile ilgili hadislerin bulunduğu kısmı açmıştı.

“Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse misafirine ikram etsin. Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse akrabasına iyilik etsin. Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse ya faydalı söz söylesin veya sussun!”

Bunun yanı sıra, “Misafir rızkını getirir ve (evdeki) topluluğun günahını (bağışlatıp) götürür,” hadisi de vardı.

Okuduklarımız bana misafirin ehemmiyetini hatırlatmıştı. Bu küçük ama önemli hatırlatma içimi daha da rahatlatmış, üzerime büyük bir hafiflik tezahür etmişti. Hakikatlerin tesir etmesi insana en büyük bir nimetti. Onu kalbinde hissetmek ve hayatında görmek, iç huzur sağlıyordu. Ve zorluklar yalnızca onları nasıl gördüğümüze bağlıydı. Bunu fark edebildiğim için mutluydum.

Çayların yanında servis edeceğimiz ikramları özenle tabaklara yerleştiriyordum. Böreklerden herkese üçer dilim koydum, kendime ise yalnızca bir dilim ayırdım. Sayıyı pek tutturamamıştık ve misafirlerimiz öncelikliydi.

Sıra tatlıya gelince duraksadım. Tepsideki dilimlere göz gezdirdim. Misafirlerimiz henüz gelmeden önce Buğlem ve Devran tatlıdan birer dilim istemişlerdi. İkisine de kıyamayıp vermiştik ama şimdi geriye yalnızca yedi parça kalmıştı, oysa biz sekiz kişiydik. Bizimkilere ve misafirlere vermemek olmazdı. Emin’e vermemek ise hiç olmazdı çünkü çok seviyordu bu tatlıyı. Canım çok istemesine rağmen, içimdeki diğergâm tarafa tutundum ve kendiminki hariç herkesin tabağına birer dilim tatlı koydum. Tatlıdan mahrum kalmanın burukluğu içimde yankılansa da, herkesin mutlu olduğunu görmek yeterli olacaktı. Özellikle de Emin’in...

Tabaklar hazır olmuştu ki annem mutfağa girdi. Elindeki boşalan çay bardağını tezgaha bırakırken “Yengen daha içmeyecekmiş,” dedi ve önümdeki tabaklara baktı. “Kızım, tabağın birinde tatlı yok. Niye eksik koydun?”

Sözlerinin altındaki sorgulayıcı tını içime dokundu. “Kendime koymadım, anne. O benimkiydi,” dedim hafif bir gülümsemeyle. Hemen ardından iki tabağı annemin eline tutuşturdum. “Sen misafirlere her şeyi tam olanlardan ver, diğerlerini ben getiriyorum.”

Annem göz ucuyla bana baktı, içimdeki fedakârlığın farkında gibiydi ama bir şey demedi. Tabakları eline aldığı sırada Emin de mutfağa girmişti. Bakışlarımız birbiriyle buluştuğunda her şey yolunda mı dercesine göz kırptı. Bu sevimli jestiyle içimde bir sıcaklık belirdi. Küçük bir tebessüm ederek karşılık verdim.

Emin yanımıza gelip masanın üzerindeki sürahiden temiz bir bardağa su doldurdu ve içmek için oturdu. Annemle birlikte tabakları alarak misafirlerin önüne yerleştirmek üzere oturma odasına doğru ilerledik. Sehpalara tabakları bıraktıktan sonra tekrar mutfağa döndüm. İçeri girdiğimde Emin masanın üzerineki boş tatlı tepsisiyle bakışıyordu. Bir şey diyecek gibi olmuştu ki ona fırsat vermeden eline iki tabak tutuşturdum. “Bunları götürür müsün?”

Emin, sessizce başını sallayarak tabaklarla oturma odasına geçti. Ben de son kalan tabakları alıp peşinden gittim. Her şey yerli yerindeydi, misafirler yerleşmiş, sohbet devam ediyordu. Tabakları sehpalara yerleştirip oturduğumda Emin’in bana baktığını fark ettim. Bir şey kafasında dönüyor gibiydi ama anlayamadım. Yengemin bir şey sormasıyla birlikte ona verdim dikkatimi.

Çayın yanında servis edilen yiyecekleri keyifle yerken, sohbet daha da derinleşti. Amcamın evlilik üzerine sarf ettiği patavatsız sözler beni utandırsa da o anları yokmuş gibi sayarak günüme devam ettim. Saat ilerledikçe çocukları uyku bastırmaya başladı ve küçük kuzenim huysuzlandı. Müsaade isteyip kalktılar. Her şey için teşekkür ettiler. Memnun kaldıkları yüzlerindeki mutmain ifadeden belliydi. Buna sevinmiştim. Burada hoş vakit geçirdiğini bilmek, yaptığımız tüm hazırlıkların ve uğraşların bir karşılığı olduğunu hissettirdi.

Evde kalanlar yalnızca ailem, annem ve iki küçük kardeşimdi artık. Buğlem çoktan yorgun düşüp uyuyakalmıştı ve onu yatağıma yatırmıştık. Devran ise oyuncak arabasıyla yerde oynuyordu. Tombik elleri arabayı itip çekerken kendi dünyasına dalmış gibiydi. Babam, Emin’le koltukta oturmuş, derin bir sohbete dalmışlardı.

Annemse bana yardım ediyordu. Akıttığı bardağı bana verirken “İyi oldu kızım, güzel geçti akşamımız,” diye lafa girdi. “Ne kimsenin gönlü kırıldı ne de sen dersinden geri kaldın. Şimdi biz gidince de biraz çalışırsın. Hem Allah daha çok yardım eder inşallah.”

Bardağı makinaya yerleştirirken ona döndüm ve “Evet,” dedim gülümseyerek. “Sana da çok teşekkür ederim anneciğim yardımların için. Beni hep böyle destekliyorsun.”

Annem, o her zamanki sevgi dolu sesiyle, “Rica ederim güzel kızım,” dedi ve mutfağa şöyle bir göz attı. “Başka bulaşık kaldı mı?”

"Emin tabağını daha bitirmemişti, içeride yiyordu. Onunki kaldı, gidip alayım,” diye cevap verdim.

Annem hemen araya girdi, “Dur dur. Ben Devran’a söylerim, o getirir. Zaten içeri geçeceğim, biraz oturayım, yoruldum. Sen de son tabağı yerleştir, sonra gel biraz yanımıza otur. Biz de kalkarız.”

“Tamam,” dedim. O mutfaktan çıkarken, ben de elime el bezini alıp tezgahı temizlemeye başladım.

Az sonra adım sesleri işitince arkamı döndüğümde Devran yerine, Emin’i gördüm. Elindeki tabağı masanın üzerine bıraktığında tatlısını yemediğini fark ettim. Hatta hiç dokunmamıştı; dilim hâlâ tabağın kenarında öylece duruyordu.

“Tatlını neden yemedin? Yesene,” dedim bakışlarımla masanın üstündeki tabağı işaret ederek. “Bitsin de tabağı makinaya yerleştireyim.”

Emin, gözlerini bana dikerek sordu: “Sen neden kendine almadın?”

İlk anda neyi kastettiğini anlamadım. Sanki kelimeler havada asılı kaldı. Bir an duraksadım. Ancak birkaç saniye sonra jeton düştü, ne demek istediğini kavradım. Yalan söylemeyi sevmeyen biri olarak, doğrudan itiraf ettim. “Eksikti. Yemesem de olurdu.”

“Ben de yemesem olurdu,” dedi yumuşak bir ses tonuyla. Birbirimize kısa bir an baktık; bu basit konuşmanın içinde daha derin bir şeyler vardı.

“Ama sen çok seviyorsun bu tatlıyı,” dedim gözlerinin içine bakarak. “Senin yemeni istedim. Sen seviyorsun diye.”

Sözlerim Emin’in yüzünde ince bir tebessümün belirmesine yol açtı. Cevabımı işittiğinde gözlerindeki hârelerde bir kıpırdanma oldu. Onu düşünmem hoşuna gitmiş gibiydi.

“Önceliği hep başkalarına vermişsin. Fark etmedim sanma. Herkese üç parça börek koymuştun, kendine bir,” derken, Emin yavaşça yanıma yaklaşmıştı. Aramızda sadece birkaç adımlık mesafe bırakıp durduğunda, içimde bir şeylerin titremeye başladığını hissettim. Kalbim hızlanmıştı; sanki her an duyulacakmış gibi gürültülü atıyordu. Emin’in kararlı bakışları üzerimde gezindikçe, bakışlarının ardındaki o sıcak ve samimi parıltılar, karnımda adeta karıncaların dolaşıyormuş gibi bir his uyandırdı.

Ne zaman kendini de düşünmeye başlayacaksın?” diye devam etti. "Hem sen de benim kadar seviyorsun bu tatlıyı. Üstelik canın çekmişti. Ben de senin yemeni istiyorum,” derken sesinde sevecen olduğu kadar inatçı da bir tını vardı.

Sözleri hem hoşuma gitmiş hem de içimde tuhaf bir gerginlik yaratmıştı. Kalbim güm güm çarpmayı sürdürdü. Utanmıştım. Ne yapacağımı bilememiştim. Bakışlarımı onun aydınlık yüzünden ayırıp tabaktaki tatlı dilimine çevirdim. Masanın üzerindeki meyve bıçağına uzanıp tatlıyı ikiye böldüm. “İkimizin de istediği olmuş olsun o zaman.”

Emin gülümseyerek başını oynattı. “Harika çözüm,” deyip çatalına uzandı ve böldüğüm dilimlerin birini yemeye başladı. Saniyeler içinde, iki lokmada bitirmişti. Aldığı haz yüzüne yansımış bir şekilde “Çok iyi olmuş, yapıyorsun sen bu işi,” derken hâlâ son lokmasını çiğniyordu.

“Ağzın doluyken konuşmasana,” uyarısında bulunmaktan kendimi alamayıp hemen sonra yumuşadım ve “Teşekkürler bu arada,” diye gururla iltifatını kabul ettim. Hemen ardından çekmeceden bir çatal alıp kendi payıma düşen kısmı yavaşça yemeye başladım. Lokmamı çiğnerken, dilimde eriyen tatlının tadı bütün yorgunluğumu aldı götürdü.

Bu sırada o da yanımda çene çalmayı sürdürdü. “Siz niye buraları toplamakla uğraştınız, ben hallederdim.”

“Olsun, annemle birlikte olunca hemen bitti zaten,” dedikten sonra son parçayı da ağzıma atmadan evvel konuştum: “Ama senden son bir şey daha isteyeceğim bugün için. Çamaşırları toplamayı unuttuk, onları toplar mısın annemler gittikten sonra?”

“Tamamdır, toplarım. Ben içeri geçeyim artık,” dedikten sonra Emin yanımdan ayrıldı. Lokmamı çiğnerken Allah’a verdiği nimetler, çeşitli tadlar ve onları hissedeceğimiz duyular için şükrettim.

Bulaşık makinesine son tabağı yerleştirip düğmesine bastıktan sonra derin bir nefes aldım. İçeriye geçtim. Annemler de müsaade isteyip kalktı. Babam, mışıl mışıl uyuyan ve kim bilir kaçıncı rüyasını gören Buğlem’i kucakladı. Kapıda onları geçirdiğimiz sırada Emin uzanıp minik kardeşimin alnına bir öpücük kondurdu. Ardından Devran’ın başını okşayıp “Görüşürüz abim,” dedi. Ama ayrılmadan önce her zamanki gibi futbol sohbetine de küçük bir dokunuş yaptı. “Ama bence sen şu takım işini bir daha düşün.”

Devran, bu lafa kayıtsız kalamayarak, “Asıl sen düşün! Göreceksin, ilk üçteyiz, birinci biz olacağız,” diye hemen karşılık verdi. Annem araya girip “Hadi çocuğum, sonra konuşursunuz,” diye Devran’ı önüne kattı ve ayrıldılar.

çeri girer girmez ilk işim namaz kılmak oldu. Namazı geç saate bırakmayı sevmiyordum; yoksa zorlaşıyor, beni de huzursuz ediyordu. Secdeye vardığımda bütün günün yorgunluğu, koşuşturmaları, küçük sıkıntıları içimden akıp gitti.

Yarınki sınav için son bir konu tekrarı yapmaya niyetlendim ve masanın başına oturdum. Emin de bu sırada çamaşırları toplamıştı. Elinde sepetle gelip koltuğa oturdu ve çamaşırları katlamaya başladı. O sessizce kıyafetlerimizi katlarken ben de dersime odaklandım. Günün yoğunluğu ardımızda kalmıştı.

Çalışmayı sürdürürken arka planda Emin’in katladığı kıyafetleri odaya götürdüğünü, elinde kitapla kanepeye geçip uzandığını ve okumaya başladığını da fark ediyordum. Ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum, artık esnemeye başladığımda ara vermem gerektiğine karar verdim. Defterimi kapatıp olduğum yerde öylece halıya uzandım ve tavana baktım. Tavanın desenlerinde kaybolmuş gibiydim, düşüncelerim bir o yana bir bu yana savruluyordu.

Az sonra doğrulup oturdum ve “Bugünkü hadisimizi okuyalım hadi,” diyerek Emin’e döndüm ama beni duymuyordu kendisi. Çoktan uyuyakalmıştı. Yüzünde bugünün yorgunluğunun izleri vardı. Onun bu haline mütebessim bir şekilde baktım.

Sessizce emekleyerek koltuğa doğru yaklaştım ve onu hafifçe kolundan dürttüm. “Emin?” diye fısıldadım. Hiçbir tepki alamayınca biraz daha dürttüm, sonra da ismini tekrar tekrar seslendim. Fakat bu küçük uyandırma çabalarım etki etmeyince haylazlığım tuttu. Dizlerimin üzerine oturdum. Parmaklarımla Emin’in gözlerine uzanıp altından ve üstünden çekeleyerek göz kapaklarının aralanmasına sebep oldum. Ela harelerindeki renk geçişleri dikkatimi çekince meraklı bir çocuk edasıyla yüzüne doğru yanaştım. Kahverengiden sarıya ve yeşilin tonlarına uzanan renkli bir çöl gibiydi. Ve son zamanlarda bana baktığında o çölde yürüyormuş gibi hissediyordum kendimi.

“Gözlerin ne güzelmiş ya,” diye mırıldandım. “Bizimki de düz kahverengi işte,” dedikten sonra bir an duraksadım. Nankör olmak istemezdim. İçimden hemen şükrettim: “Çok şükür Allah’ıma, gözlerim var ve görüyor.”

Emin’in göz bebekleri kayarken, komik bir görüntü ortaya çıktı ve kendimi tutamayıp kahkahayı patlattım. Zavallı çocuk irkilerek uyandığında beni de dibinde görmeyi beklemiyor olacak ki iyice şaşırdı. Gülmeme engel olamazken dudaklarımı birbirine bastırıp geri kaçtım hemen. Yaramazlık yaparken yakalanmış gibi hissediyordum. Ve bu his pek iç açıcı değildi.

“Noluyor ya?” diye mırıldandı uykulu sesiyle.

“Hiiç,” dedim sanki az önce gözlerinin rengini incelerken habersizce fiziki sınırlarını ihlal eden ben değilmişim gibi. “Seni uyandırmaya çalışıyordum sadece. Yatağına yat hadi.”

Emin, bu cevabımdan pek tatmin olmamış gibi bana baktı ama sonunda doğrulup yatağa gitmek için kalktı. “Hayırlı geceler o zaman,” diye mırıldandı.

“Hayırlı geceler!”

Emin odadan çıkarken elimi kalbime götürdüm. İçimde bir heyecan dalgası vardı. Bir macera atlatmış gibi hissediyordum kendimi. Tabi bir de yaramazlık yapmış olmanın verdiği o hafif utanç hissini duyumsuyordum. “Bir daha böyle saçma davranışlarda bulunmak yok Berra!” diye tembihledim kendime. “Çocukluk etme. Büyüdün sen.”

O anlarda bilmediğim şey ise henüz tam olarak büyümediğim ve içimde hep bir parça çocukluk taşıyacağımdı. Ve o çocuk, arada sırada bu şekilde kendini göstermekten hiç çekinmeyecekti.

 

 

* Kemal Sayar

Loading...
0%