Yeni Üyelik
24.
Bölüm

24 - ayrılık havadisi

@sukunettekelimeler

 

“Bazen etrafımızda o kadar esrarlı bir hadise olur ki ince teferruatına kadar bunu sezeriz fakat hiçbir şey idrak etmeyiz; ruhumuzun içinde ikinci bir ruh her şeyi anlar fakat bize anlatmaz, böyle korkunç işaretlerle bizi muammanın derinliklerine atar ve boğar.” *

 

 

Bazı anlar vardır; insan kendini öyle özel, öyle değerli hisseder ki. İşte o his hayattaki pek çok şeyden üstündür. Tadını alan, hiçbir şeye değişmez. Bütün yalnızlıkları delip geçen, yaraların sızısını dindiren, insanla adeta konuşan bir duygudur. “Ben yanındayım, seni düşünüyorum, gözetiyorum, benim için önemlisin ve bunu sana bir fener olarak verdim,” der adeta. Şaşar kalırsın, gözlerin dolar. Hiç beklemediğin bir anda yakalanmışsındır o hissiyata, fakat tam da ihtiyaç duyduğun zamanda…

Dünkü kırgınlığım hâlâ üzerimdeydi. Moralim pek de yerine gelmiş sayılmazdı. Ruhumda bir ağırlık vardı. Ne yaparsam yapayım üzerimden atamıyordum. İnsan, kalbini acıtan şeyleri kolay kolay geride bırakamazdı zaten.

Sabah kahvaltıdan sonra Emin birlikte çarşıya gitmeyi teklif etmişti. Asıl niyetinin benim kafamı dağıtmak ve biraz neşemi yerine getirmek olduğunu biliyordum. Yine de bu planını kabul etmiştim. Beni düşünmüştü çünkü. Onu geri çevirmek istemezdim.

Çarşıda biraz dolaşmıştık. Vitrinlerin ardındaki renkler ve hareketlilik biraz olsun kafamı dağıtmıştı. İhtiyacım olan bir şey yoktu fakat bir eteği çok beğenmiştim ve Emin’in de diretmesiyle almıştık. Ben de ona bir gömlek ve bir kaç tişört almamız konusunda ısrarcı olmuştum. Evlendiğimizden beri aynı kıyafetleri kullanıyordu. Hâlâ yeni ve temiz olsalar da farklılıklar iyiydi. Böylece o da benim bu teklifimi geri çevirmemişti ve birlikte gömlekle tişörtleri seçmiştik.

Ardından kitapçıya uğramış ve bir kaç kitap almıştık. Oradaki sakin hava, kitap kokusu ve raflarda dizilmiş ciltlerin arasında dolaşmak ruhuma biraz daha dinginlik katmıştı. Zeynep Ablanın önerdiği bir kitabı aramıştım ama yoktu. Ben de aynı yazarın farklı iki kitabı arasında kararsız kaldıktan sonra Emin’i daha fazla bekletmemek için ‘ya nasip’ deyip aceleyle birini seçivermiştim. Emin de bir kaç kitap almıştı. Ödememizi yapıp çıkmıştık.

Sıcaktan bunalınca Emin “Şurada bir dondurmacı var, dondurmaları efsane,” diyerek beni küçük bir mekana sürüklemişti. İkimiz de sipariş verip köşedeki masalardan birine oturduğumuzda nefeslenebilmiştim. Birbirimizin aldığı kitaplara göz gezdirmiş ve laflamıştık. Az sonra dondurmalarımız geldi. İlk kaşığı ağzıma attığımda gerçekten de Emin’in söylediği kadar lezzetli olduklarını fark ettim. Yoğun, doğal bir tat ve beni ferahlatan bir serinlik vardı. Buraya Ceyda ve Hazal’ı da getirmeyi aklıma not etmiştim.

Dondurmacıdan çıktığımızda eve dönmeye karar vermiştik. Fakat eve vardıktan kısa bir zaman sonra Emin’i evdeki bazı tadilat işlerine yardım etmesi için Faruk abiler çağırmıştı. Ben de yalnız kalınca kedere kapılıp gitmemek için bütün gün dolanıp durmuş, binbir türlü iş yapmıştım. Sanki hareket etmek zihnimi susturabilecekti. Misafir ağırlayabilecek denli çeşitli yemekler hazırlamıştım. İclal ve Berke’nin beni sürükledikleri karmaşadan ve içimde bir düğüm gibi duran sorulardan kaçmak istiyordum ama ne kadar kaçsam da düşüncelerin peşimde olduğunu hissediyordum.

Başka iş kalmadığında mutfağa girip dolabı açtım ve bir kaç saat önce yaptığım limonatadan bir bardağa doldurup tepsiye koydum. Yanına küçük tenceredeki sarmalardan, fırındaki böreklerden ve kase kase yaptığım irmik tatlısından da yerleştirdim. Daha başka şeyler de vardı ama şimdilik bunlar yeterdi; Emin eve döndüğünde diğerlerini onunla birlikte yeriz diye düşündüm.

Bahçeye çıkıp masaya yöneldim. Adımlarım yavaş ve ağırdı. Canım sedirde oturmak istese de kediler orada beni rahat bırakmaz, yemeklerime ortak olurdu. Bugün onların yaramazlıklarıyla ve enerjileriyle baş edemeyecek kadar yorulmuştum. Hemen biri ayaklarıma sürtünüp miyavlasa da ona yalnızca bir çift sevgi dolu laf attım ve önümdeki lezzet cümbüşüne yoğunlaştım.

Bahçedeki masa yemyeşil ağaçların gölgesinde duruyordu ve hafif esen rüzgar etrafta tatlı bir serinlik oluşturuyordu. Bu sıcak günde az dahi olsa rüzgar bir nimetti. Masanın üzerinde birkaç saat önce çarşıdan döndüğümde aceleyle bıraktığım üç kitap duruyordu. Hangisinden başlayacağıma bir türlü karar verememiştim.

Kitapçıdayken “Ya nasip” diyerek pek inceleyemeden aceleyle seçtiğim o kitaba uzandım ve kapağın üzerine göz gezdirdim. Kitabın bağlığının yanı sıra, aşağıya iliştirilmiş küçük bir cümle vardı. Bakışlarım da aklım da orada takılı kalmıştı.

“Bir ilişki inşa etmek bin aşktan evladır.”

Okuduğum yedi kelime balyoz gibi vurdu zihnime. Bu cümle içimde bir yerde yankılandı. Kalbimin derinliklerinde, bilmediğim bir teli titretti. Sanki o birkaç kelime aradığım cevapların bir kısmını içinde barındırıyordu. Düşüncelerim hızla o cümlenin etrafında toplanmaya başladı.

Bir yandan kafamı kurcalamıştı; öte yandan, henüz anlam veremediğim bir ferahlık yaymıştı içime. Bu cümlenin ardında saklı manalar konusunda meraklandım. Sanki büyük bir sır barındırıyordu içinde. Keşfetmeye ihtiyacım olan bir sır.

Kitabın kapağını heyecanla araladım. Sayfaların arasından yayılan hafif kâğıt kokusu beni bir an için bulunduğum yerden alıp bambaşka bir dünyaya çekti. İçindekiler kısmına göz gezdirdim; başlıklar ardı ardına sıralanıyordu. Her biri aşk, evlilik ve ilişkiler üzerine derinlemesine düşünülmüş konuları işliyordu. Gerçi başlığı da kendisini ele veriyordu ama kitapçıdayken aceleyle seçtiğim için o sırada dikkatimi çekmemişti. Rastgele almıştım bi nevi.

Kapaktaki cümlenin aslında bir bölüm başlığı olduğunu fark ettim. Hangi kısımdan başlasam diye düşünmeme gerek kalmamıştı. Bölümün numarasını bularak hızla 141. sayfayı açtım. “Bir ilişki inşa etmek bin aşktan evladır”** başlığını üçüncü kez, ilk kez okur gibi okudum. Cümlenin ağırlığını hissederek başımı kitaba eğdim ve ilk paragrafa daldım.

Hikâye, birbirine aşık bir çiftin yaşamından bahsediyordu. Evlenmişler ve hayatlarını birleştirmişlerdi. Fakat zamanla o parlak ve aydınlık duygular yerini belirsiz bir boşluğa bırakmıştı. Aşklarının sıcaklığı gitgide soğumuş, hoşnutsuzluklar, sessizlikler, kavgalar yerleşmişti aralarına. Eskiden ne kadar güzel sözler sarf etmişler, ne kadar tutkulu mektuplar, romantik e-postalar yazmışlardı. Ancak artık o mektupların yerini suçlamalar, öfke patlamaları ve hayal kırıklıkları almıştı. Masalın sona erdiği, büyünün bozulduğu o noktadaydılar.

Sayfaları çevirdikçe kendime sormadan edemedim: Neden aşk en başta her şeyi güzelleştirirken zamanla bir girdabın içine çekilip kaybolur? Birbirine bu kadar aşık iki insan neden evlendikten sonra bu hâle gelir?

Cevabımı almakta gecikmedim. Yazar, adeta sesimi duymuştu. Yanıtlar yazının devamında saklıydı. Her kelime bir iç hesaplaşmanın kapısını aralıyordu; her cümle zihnimde yankılandıkça kalbimde derin izler bırakıyordu

“Sevmenin, ötekiyle ilgilenmenin değil, ilgilenilmenin derdinde olduklarını bir türlü fark edemediler,” diye başlıyordu. “Oysa bu küçük ayrıntı, dokumadaki gözle görülmez sökük gibi. Gittikçe büyüyor, evliliklerini delik deşik etmek üzere. Bir hayat acemisi onlar. Hayat tezgahında dokudukları şeyin kıymetini anlamayacak kadar hem de. Bir aşk masalı için kalemi ellerine almışken, ayrılığın masalını yazacaklar.

İnsan ilişkiyi, aşk gibi öyle kucağında bulmaz birdenbire, onu adım adım inşa eder. İlişki inşası karşıdakini tanımakla olur. Bir insanı tanımaksa bazen bir kavgayla, bazen bir tebessümle, bazen itiş kakışla, bazen şefkatle, merhametle… Amma velakin, bir insanı tanımak, illa da samimiyetle olur. Samimi ve sahici bir kavga, ikiyüzlü gülücüklere tercih edilesidir.”

Yazının bu satırlarını okurken, zihnimde bir anda Emin’le olan ilişkimiz belirdi. Biz acaba bunun neresindeydik? Emin’le olan kavgalarımız geldi aklıma, küçük anlaşmazlıklarımız, bazen sessiz geçen vakitlerimiz… Belki de ilişkimizdeki en güçlü bağ, bu kavgalardan sonra dahi yeniden birbirimizle ilgilenmemizdi. Sonra yıllar içinde birbirimizi tanımamız, alışmamız, destek olmamız… Aramızdaki bağ güçleniyordu.

Evet evet, biz bir aşk masalının kahramanları değildik belki ve büyük bir aşk yaşamıyorduk. Ama ilişkimizi adım adım inşa ediyorduk. Her adımın anlamı vardı. Her kavga, her konuşma, her sessizlik bize bir şeyler katıyordu. Bu inşanın her tuğlası, samimiyetle döşeniyordu. Şefkatle, merhametle, ilgiyle, saygıyla, sevgiyle, didişmelerle, itiş kakışlarla hatta.

Okumayı sürdürdüm: “Bir insanı tanımak, kâinatı tanımaktır. Bir insanı tanımak, kendini tanımaktır. Bir ilişki insa etmek, bir kâinat inşa etmeye denktir.”

Biz, Emin’le birlikte bir kâinat inşa ediyorduk demek. Bu ilişkiyi yavaş yavaş büyütüyorduk. Romantik bir masal yazmıyorduk, tutkulu bir aşk yaşamıyorduk. Ama bir kâinatın temelini atıyorduk. Birbirimizi tanımak, anlamak için çabalıyorduk.

"Aşklarıyla, hissettikleri duygularla meşgulken, çalakalem bir ilginin yeteceğini sandılar karşıdakine. Her ikisi de kendi çevrelerinde döne döne başları döndü, yere yığılıp kaldılar sonunda. Masal yazmanın deniz kenarında kumdan kale inşa etmek olduğunu sanmışlardı. Bilmiyorlardı ki, aşkların masalı yoktur, ayrılıkları masalı vardır.

Birçok insanın düştüğü hataya düşmekten alıkoyamadılar kendilerini. Âşık olmanın, birine hissi bir ilgi duymanı, iki insan arasındaki ilişki için lazım ama asla yeterli olmadığını bilemeyecek kadar acemiydiler.”

Bu sözler İclal ile Berke'nin ilişkisini düşünmeme sebep oldu. Onların aşkı belki de bu satırlarda anlatıldığı gibi bir yanılsamaydı. Bir masal sanmışlardı ilişkilerini ama bilmedikleri bir şey vardı: Masallar gerçek değildi. Biz Emin’le, böyle bir masalın peşinden koşmuyorduk ve ikimizin de ayakları yere sağlam basıyordu.

Sayfayı usulca çevirdim ve son satırları okudum.

“Mutlu olmak için sahici bir ilişki gerekir hâlbuki. İtişe kakışa, gerekirse kavga ede ede, yanlışlarla doğruları öğrene öğrene inşa edilecek bir ilişki. Bıkmadan, usanmadan, umutsuzluğa düşmeden, kaçmadan, yılmadan, sabırla, metanetle halis bir niyetle.

Aşk bir masalsa evlilik ilişkisi o kadar gerçektir. Aşk bir sarhoşluksa evlilik en derin uyanıklık.

Ve bir dane-i hakikat, bin masaldan evladır.”

İşte bu satırlar bana özel ve değerli hissettirmişti. Sanki tam ihtiyacım olduğu bir anda Allah önüme koymuştu bu kitabı. Aceleyle karar verirken onu seçmemin ardında İlahi bir güç ve irade vardı. Bu yazar bu satırları ben tam da bugün okuyayım diye yazmıştı. Hayır hayır, yazdırılmıştı ona bu cümleler; O’nun tarafından. Bir kez daha hissetim, O bizimleydi. Bana bu kitap aracılığıyla bir yol göstermiş, ilaç sunmuştu yarama.

Yazının sonuna geldiğimde, İclal ve Berke’nin bana söyledikleriyle ilgili içimdeki kırıklık yerini huzura bırakmaya başlamıştı. Aşkı gözümüzde büyüttüğümüzü düşündüm ilk kez. Eksikliğini hissetmedim. Eminle olan dostluğa ve güvene dayanan ilişkimiz çok daha değerli göründü gözüme.

Aşk coşkulu bir duyguydu. Esas olan sevgiydi. O coşku gitse de varlığını koruyan sevgi. Sevgi ise sadece duygularla yükseltilen bir kule değil, çaba, sabır ve emekle örülen bir bağdı. Bu yeni farkındalık, içimde bir yerde yankı buldu.

 

Gözlerimi sayfadan kaldırdığımda, farklı biri gibi hissediyordum. İçimdeki fırtına yavaş yavaş dinmişti. Bizim hikayemiz belki aşkla başlamamıştı, ama hayatın gerçeklerini de içeren ve birlikte inşa ettiğimiz bu bağ, bana gerçek anlamda huzurla güven veriyordu. Ve bu, aşkın ötesinde bir şeydi.

 

 

Yazların vazgeçilmezlerinden biri de elbette ki pikniklerdir. Biz de bugün ailecek toplanarak her yıl gittiğimiz o piknik meydanına gelmiştik. Dere kenarında yeşillik bir alandı. Çoğunluğu çam türünden ağaçlardan oluşan bir alanın yanı sıra açıklık bir küçük çayır da vardı. Derenin şırıltısı insanı rahatlatıyor, mavi gök suya yansıyordu. Doğa sanki bizi dünyanın kargaşa gürültüsünden korumak için kucaklayıp saklamış ve ruhlarımızı dinlendiriyordu.

Katlanabilir sandalyeleri, minderleri ve kilimimizi sermiştik bile. Üzerine oturduğumuz kilimin üstünde güneşin tatlı sıcaklığıyla toprağın serinliği karışıyor; rüzgârın hafif dokunuşu, kuşların cıvıltısına eşlik ediyordu.

Annemle ablam salata hazırlamaya koyulmuştu. Taze sebzeleri doğrarken bir yandan da aralarındaki tatlı sohbet sayesinde etrafa neşeli kahkahalar yayıyorlardı. Babamla büyük eniştem ise mangalın başındaydılar. Ateşi körüklenen etin o cezbedici kokusu etrafa yayılmaya başlamıştı.

Buğlem ve küçük yeğenlerim, pikniğin başından beri çimenler üzerinde koşuşturuyorlardı. Enerjileri bitmek bilmiyordu. Yüzlerindeki coşku çevredeki herkese bulaşmıştı. Onların kahkahaları ve sevinç çığlıkları içimizi ısıtıyor, dudaklarımızda tatlı bir tebessüm bırakıyordu.

Fatma Ablam çantasını kurcalayıp aceleyle bir mendil çıkartırken Oğuz abim sabırsızca bağırdı: "E hadi, şu oyunu başlatalım!”

Fatma Ablam elinde tuttuğu mendili havaya sallayarak “Geldim geldim!” diye karşılık verdi. Herkesin yüzünde tatlı bir heyecan belirdi. Mendil kapmaca, çocukluğumuzdan beri aile pikniklerinin vazgeçilmezi olmuştu. Küçük büyük demeden oynardık.

Ali eniştem "Takımları belirleyelim o zaman," deyince çocuklar hemen yanımıza doğru koştular. Buğlem, gözlerini Emin'e dikerek “Ben Emin abimin takımında olacağım!” diye çığırdı ve koşarak onun koluna sarıldı. Emin, Buğlem’in bu isteğine tabiki şaşırmamıştı. Bizim de şaşırmadığımız gibi. “Gel prensesim gel,” diyerek onu kucağına aldı ve yanağına bir öpücük kondurdu.

Diğer çocuklar da fasulye olarak takımlara dağıtıldıktan sonra sıra bize gelmişti. “O zaman Devran benim takımımda,” dedim erkek kardeşimi yamacıma çekerek. Devran da bu durumdan gayet memnun bir şekilde bana göz kırptı. On dört yaşına yeni giren bir ergen olarak gururla “Tabi, benim takımım kazanacağı için ablam kendini garantiye alıyor,” diye kendine pay çıkarttı. Gülmekle yetindim. Son zamanlarda çocukluktan çıkmış, tavırları değişmiş, hem fiziken hem karakter olarak gözle görülür değişimler yaşamıştı ve bu oldukça hızlı gerçekleşmişti. Ergenliğe geç ama hızlı bir giriş yapmıştı bizimki. Şu anda, çocukluk yıllarının neşesi yerini ergenliğin getirdiği ciddiyet ve kendine güvene bırakmıştı.

Takımlar hızlıca kuruldu. Bir tarafta Emin, Buğlem, büyük abim ve Ali eniştem, diğer tarafta ise ben, Oğuz abim, Devran ve Fatma ablam vardık. Diğerleri kafalarına göre takılıyordu, oyunumuza dahil değildi. Kimi mangalla ilgileniyor, kimi çoluk çocuğunun peşinden koşuyor, kimi dereye ayaklarını sokmuş ferahlıyordu.

Oğuz abim mendili alıp anneme seslendi. “Anne! Salatayı ablam yapsın, sen gelsene mendili tut bize!”

Ablam hamileydi. Bu yüzden onun oyunda olası bir hasar almaması için annemi mendil tutucu ve hakem olarak çağırmıştı. Annem, Oğuz abimin bu talebini kırmayıp, ağrıyan belini tutarak yavaşça yanımıza doğru yürüdü. Mendili teslim aldı ve oyunun belirlediğimiz noktasında durdu.

Biz ise gruplar olarak belirlenen hizada, yan yana sıralandık. Her birimizin gözlerinde heyecan, yüzlerinde ise sabırsız bir beklenti vardı. Havanın tatlı sıcaklığı, çocukların kahkahaları ve oyun alanındaki canlılık, atmosferi daha da neşelendirmişti. Bu küçük rekabet sadece bir oyun değil, aile içindeki bağları güçlendirip neşe ve birlikteliği artıran bir etkinlikti. Bu anın değerini bilerek gülümsedim ve içimden şükrettim.

“Tamam, kuralları biliyorsunuz. Mendili ilk kapan kazanır. Hazır mısınız?” Oğuz abim, oyun lideri gibi bir tavır sergilerken bir yandan da enerjik bir tavırla hepimizi motive etmeye çalışıyordu.

İlk turda Ali eniştemle ben yarışmıştık. Hızlıca koşup mendili alsam da henüz yerime dönemeden Ali enişteme yakalanmıştım. Herkes yarıştığında en çok kazanan karşı takımda olduğu için yenilmiştik.

İkinci tura başlarken eniştem “Yenilen pehlivan güreşe doymazmış,” diye bize takılıp dursa da aldırmadık. Bu sözlerle aramızda tatlı atımalar ve sürtüşmeler yaşanıyor, oyuna tat tuz katıyordu. Gülüşüyorduk. Heyecanımız ve enerjimiz artıyor, hırsımız yükseliyordu.

Bu kez Emin ile ben karşı karşıya geldik. Gözlerim onun üzerindeydi. Emin’in yüzündeki meydan okuyan gülümseme, içimde hem rekabeti hem de neşeyi körükledi. Derin bir nefes alıp onu izlerken hazırlandım. Annem “Başla!” diye bağırır bağırmaz ikimiz de yerimizden fırladık. Kalbim hızla atarken sesi adeta kulaklarımda yankılanıyordu. Emin’in ne kadar hızlı olduğunu bir kez daha fark ettim. Ama bu sefer şans benden yanaydı; mendili kapar kapmaz geri koştum ve Devran’ın sevinç çığlıkları arasında kendi takımımıza puanı kazandırdım.

Emin hafifçe başını sallayıp gülümsedi ve “Bir sıfır,” dedi dostça bir tavırla.

Ali eniştem, “Oğlum, imkanı yok yenilmenin. Sen alırdın bu eli. Bilerek mi yenildin karına?” diye sitem etti. Ablam da onun fikrini desteklemekten geri kalmadı. “Bence de, kıyamadı kesin Berra’ya,” dedi alaycı bir gülümsemeyle.

“Ne alaka ya! Ben onu bileğimin hakkıyla yenemez miyim?!” diye çıkıştım hemen. Bana sataşmaya bayılırdı eniştem. Ben de karşılık vermeye.

Emin de araya girdi ve savundu kendini. “Yok abi, valla bilerek yenilmedim.”

“İyi madem, öyle olsun,” dedi Ali eniştem, tartışmayı noktalandırmış gibi görünerek.

Oğuz abim “Uğraşmayın kardeşimle!” deyip bana arka çıkınca ona minnettar bir bakış attım. Hemen ardından annem hakemliği ele aldı. “Hadi devam!

Oyun tüm hızıyla devam etti. Kahkahalarımız çimenlerin ve ağaç yapraklarının salınışına karıştı. Sık sık Emin’le göz göze geliyorduk ve yarışan biz olmasak da farklı takımlarda olduğumuz için her seferinde bir rekabetin içine girmiş gibi hissediyorduk. Ancak bu rekabetin altında eğlenceli, sıcacık bir tatlılık yatıyordu.

Son tura gelindiğinde herkes yorgun ama keyifliydi. Onlarda Emin ve Fatma ablam, bizden ben ve Devran kalmıştık. Bu sefer mendili kimin kazanacağı tam bir merak konusuydu. Çünkü durum berabereydi.

Emin gözlerini bana dikmişti. Sanki bir sonraki hamlemi tahmin etmeye çalışıyordu. Onun meydan okuyan bakışlarını görünce içimdeki heyecan daha da büyüdü. “Bu sefer kazanacağım Berra,” dedi alaycı bir gülümsemeyle.

“Göreceğiz,” diye karşılık verdim, içimde yükselen coşkuyu saklamaya çalışarak. Derin bir nefes aldım. Annemin üç demesiyle mendile doğru koştuk. İkimiz de mendilin başında durmuş, önce kimin uzanıp alacağını hesaplamaya çalışıyorduk. Buğlem aniden gelip Emin’in bacaklarına sarılınca dikkati dağıldı. Bu anı fırsat bilip mendili kaptım ve kaçmaya başladım. Fakat bu kez şansım yaver gitmemişti. Henüz yerime varmadan ayağım takılınca düşeyazdım. Emin hızlıca uzanıp beni düşmekten kurtardı ve dengemi sağlamama yardım etti, ardından bana göz kırpıp el çabukluğuyla mendili kaptı ve halay başı gibi havada salladı.

Eniştemgiller kahkahalarla gülerken, Emin eğilip yanımıza gelen Buğlem’i kucağına aldı. “Tam bir takım ruhu!” dedi gözleri parlayarak. Buğlem, kollarını gökyüzüne doğru kaldırıp büyük bir sevinçle, “Kazandık!” diye bağırdı.

Babamın uzaktan, “Hadi artık sofraya gelin!” diye seslenmesiyle, derede elimizi yüzümüzü yıkadık ve nefes nefese bir halde sofraya döndük. Kilimin üzerine yorgun ama mutlu bir şekilde oturdum. Çimenlerin serinliği ve gökyüzünün geniş maviliği, içimde tatlı bir huzur bırakıyordu. Koşuşturmanın verdiği yorgunluk, yerini neşeli bir doygunluğa bırakmıştı.

Sofranın etrafında toplanıp, yiyecekleri tabaklara koymaya ve dağıtmaya başladık. Emin yanıma gelip oturduğunda göz ucuyla ona baktım. Yüzündeki huzurlu ifadeyi fark ettim. Onu huzurlu görmek beni de memnun etmişti. O an, kalbimde bir dinginlik hissettim

Ayağım takılıp neredeyse düştüğüm anı hatırlayıp, ona şakayla karışık laf attım: “Ayağım takılmasaydı seni yine yeniyordum, biliyorsun değil mi?” Bugün çenem epey düşmüştü. Çok konuşmuştum ve hâlâ konuşacak yer arıyordum.

Emin gülerek omuz silkti. “Tabii canım,” diye geçiştirdi. “O zaman ben de Buğlem dikkatimi dağıtmasaydı seni zaten yeniyordum.”

“Bu kadar şımartırsan, köstek de olur tabii destek de.”

“Kıskandın bizi, değil mi?” diye şakacı bir şekilde kaşlarını kaldırdı.

“Ne kıskanacağım sizi ben!”

“Orasını bilemem artık…” dedi alaycı bir tonla.

Bana uzatılan tabağı yanımdaki Emin’e verip bir diğerini de kendi önüme koydum. “Kızdırma bak, köftelerimi paylaşmam senle,” diye tehdit ettim hemen. Napayım, yorgundum ve akıllıca karşılıklar bulamıyordum. Tehdit her zaman işe yarardı.

“Buğlem paylaşır,” deyip kurnazca göz kırptığında bir uyarı ve tepki olarak dirseğimi hafifçe koluna geçirdim. Emin’in dudaklarının kenarında küçük bir gülümseme belirdi.

Koşturunca epey acıkmıştık. İştahla yemeye koyulduk. Köfte, tavuk, pilav, salata…Hepsi özenle hazırlanmıştı ve gün boyu koşuşturmaktan sonra böyle bir ziyafet bize ilaç gibi gelmişti. Ancak bizim ufaklıklar sayesinde köftelere dokunmak zorunda kaldığımdan ellerim hızla yağlanmıştı. Dağılan saçlarım sürekli yüzüme düşmeye başlamıştı. Ellerim yağlı olduğundan saçımı geri atamıyor, hafif bir rahatsızlık hissetmeye başlıyordum.

Oflayarak bir kez daha saçımı geri atmaya çalıştığımda içimden yağlı ellerime rağmen saçımı güzelce toplamak geldi ama elbette yapmadım. Tam o sırada, Emin’in bakışlarını üzerimde hissettim. Bir an duraksadı, sonra yanımdan hafifçe doğrulup oturduğu yerde biraz geri kaydı. Elini saçlarıma uzattı. Şaşkınlıkla bakışlarımı ona çevirdim. Büyük bir doğallıkla, yüzüme düşen saçları geriye topladı ve nazikçe kulağımın arkasına yerleştirdi. Bu hareketi öylesine zarif ve düşünceliydi ki, bir anlığına nefesim kesildi. Ardından gevşeyen tokayı yavaşça çıkartıp saçlarımı daha sıkı ve düzgün şekilde yeniden topladı. Bir at kuyruğu yaptı.

Emin’in parmakları saçlarımda gezerken, gösterdiği bu özen ve şefkat beni derinden etkilemişti. Küçük dokunuşları içimde beklenmedik hisler uyandırmıştı. Kalbim hızla çarpmaya başladı, yüzüme bir sıcaklık yayıldı. Sanki bir an için etraftaki herkesin sesleri silinmiş, yalnızca ikimiz kalmıştık.

Bana dakikalar gibi gelse de kısa süren bu eylemin ardından “Daha rahat oldu mu şimdi?” diye sordu sakince.

Sesi, içimdeki karmaşık duyguları biraz dağıttı. “Evet, teşekkür ederim,” diye yanıt verdim, yüzüme yayılan o sıcaklıkla birlikte. Ama içimin derinliklerinde bir şeylerin izi kalmıştı sanki.

Ali eniştemin Emin’e seslenişiyle düşünce ve duygularımın arasından sıyrılmaya çalışıp dikkatimi onlara verdim. “Emin, askerlik ne zaman? Bir an önce git de şu görevini yap, bak gençsin daha. Ne kadar erken o kadar iyi.”

Bu soruyla bir anda tüm dikkatler Emin'e yönelmişti. Masada bir sessizlik olmuş, herkesin bakışları ona dönmüştü. Bu mevzuyu ben neredeyse tamamen unutmuştum. Konunun gündeme gelmesi içimde bir merak uyandırdı, aynı zamanda anlamlandıramadığım bir rahatsızlık ve tedirginlik de hissettim. Kalbimde bir yerlerde bana huzursuzluk veren bir duygu filizlenmişti, ama sebebini tam olarak çözemiyordum.

Emin, elindeki çatalı yavaşça bıraktı. “Önümüzdeki sonbaharda gitmeyi düşünüyorum,” dedi. Ardından bir an durakladı, düşünceli bir ifade belirdi yüzünde. “Muhtemelen Mayıs celbiyle giderim. Yani Ekim-Kasım civarı. Henüz kesin değil, ama o dönem gibi görünüyor.”

Bu duruma hazırlıksız yakalanmıştım. Emin’in bu kadar yakın bir zamanda askere gideceğini hiç düşünmemiştim. Bir an, zaman sanki durdu. Elimdeki çatal havada kalmış, gözlerimi ona dikmiş öylece bakıyordum. Daha önce bu konuda hiç konuşmamıştık. Şimdi bu haber benim için tam anlamıyla bir sürprizdi. Yüreğime bir sıkıntı çöktü. Ama yüzümdeki ifadede bir değişiklik olmaması için elimden geleni yaptım. Sesim istemsizce titrerken dudaklarımdan dökülen soruyu engelleyemedim: “Ekim mi?”

Emin, benim bu tepkimi fark etmiş olmalıydı. Gözlerini bana doğru çevirirken gülümsemeye çalıştı. "Evet," dedi sakince, durumu yumuşatmak istercesine. “Seninle bu konuyu konuşamadık ama artık ertelemeden halletmek istiyorum.”

Beni rahatlatmak için olduğuna emin olduğum küçük bir espri ekledi: “Ekim ayından itibaren başınızı yastığa rahat koyabilirsiniz. Güvenle uyuyun, gezin, dolaşın…”

Devran, hemen fırsatı yakalayıp işbirliği yaparcasına konuşmaya dahil oldu. “Tabii, sonuçta sen bizler için nöbet tutuyor olacaksın enişte!”

Göğsümdeki ağırlık gitgide artıyordu. Emin’in askere gitmesi demek, düzenimizin altüst olması demekti. Her şeyin bir anda değişeceğini, hayatımın merkezinde koca bir boşluk oluşacağını hissediyordum. Ve en acısı, aylarca görüşemeyeceğimiz gerçeğiydi. İçimi bir huzursuzluk kapladı. Kafamda yeni sorular kol gezmeye başladı. Emin yokken ben tek mi kalacaktım? Hayır, ailem buna müsaade etmezdi. Yani evimizde olamayacak mıydım? Onsuz ne yapacaktım? Okulum ne olacaktı? Bu düşünceler beynimi kemiriyordu. Daha önce böyle bir ayrılık hiç yaşamadığımız için her şey bana korkutucu geliyordu. Ama bütün bu hisleri kimseye yansıtmamaya çalışıyordum. İçimdeki bu korkuyu ve endişeyi belli etmemek için çaba sarf ediyordum. Yüzümdeki sakin ifadeyi korumak uğruna adeta bir savaş veriyordum.

Emin ise durumu gayet sakin karşılıyor gibiydi. “Daha kesinleşmedi tabii,” diye ekledi. "Ama şimdiden hazırlanmakta fayda var."

Onun bu sakinliği, içinde bulunduğum fırtınanın tam zıttıydı. Oysa ben hiç tanımadığım bir boşluk duygusuyla karşı karşıya kalmıştım. Bu boşluk öyle derindi ki beni içine çekiyordu. Ancak, bu duyguyu bastırmak zorunda hissedip derinlerime gömmeye çalışıyordum.

Ama yine de biliyordum ki kalbimin bir köşesinde pencereyi tıklatan, bilinmezliğin getirdiği o soğuk korku bana gitgide yaklaşıyordu.

 

 

 

*Tarık Tufan

 

** Mustafa Ulusoy: Evlilikler, Yalnızlıklar, Umutlar

Loading...
0%