@sukunettekelimeler
|
“Her şey bir mucize, sen bakmayı bilirsen.” *
✦
Askerlik mevzusundan sonra pek konuşmamış ve insanlarla muhatap olmamıştım. Ayaklarımı dereye sokup oturmuştum. Eve döndüğümüzde ise ilk iş olarak banyoya girip duş almış, sıfır kollu pijama takımımı giymiş ve içeriye geçip oturmuştum. Biz piknikteyken bakamadığım için Hazal ve Ceyda’nın gruptaki konuşmalarını okumuş, bazı mesajlara cevap vermiştim. Bu sırada Emin de duş alıp eşofmanlarını giymişti. İçeriye girdiğinde ilkin göz göze geldik, ardından hızla bakışlarımı kaçırıp elimdeki telefona döndüm. Yapacak hiçbir şeyim olmasa da onunla ilgilenmemek için kendime bir kaçış olarak uygulamalar arasında boş boş dolandım bir süre. Fakat içimde biriken sorular ve hisler artık daha fazla bekleyemez ve bastırılamaz hale gelmişti. Telefonumu anıma bırakıp karşı koltukta oturan Emin’e döndüm. Patlamaya hazır olan cümleler istemsizce dilimden döküldü. “Askere gitmeyi düşündüğünü bana neden söylemedin?” Sesimde engel olamadığım bir sitem vardı. Emin bir an duraksadı. Yüzündeki sakin ifade değişmemişti ama bakışları ciddileşmişti. “Söyleyecektim. Ama bugün de Ali abi birden sorunca, biz daha konuşamadan öğrenmiş oldun.” Bu cevabı duymak içimdeki gerginliği hafifletmeye yetmemişti. “Bu kadar önemli bir şeyi bana önceden söylemeliydin,” dedim sertçe. “Ben de ona göre kendimi hazırlayabilirdim. Emin, kalkıp yanıma geldi ve biraz öteme oturdu. Bana döndü, güven verici bakışlarıyla konuştu. “Berra, daha kesinleşmedi ki... Zaten vakit var, konuşurduk. Ben de bir süredir bunun üzerinde düşünüyordum ama henüz net bir karar vermemiştim. Daha Haziran ayındayız, yine kendini hazırlarsın, korkma.” Bu açıklaması bile zihnimdeki karmaşayı dindiremiyordu. Aklımda bir sürü soru belirmişti ve hepsi birbirine düğümlenmiş gibiydi. “Sen askere gittiğinde ben ne yapacağım?” diye sordum, endişemin gölgesi sesime yansımıştı. “Annemlerle mi kalacağım? Babam varken nasıl okula gidip geleceğim? Babam benim okula gittiğimi bile bilmiyor ki!” Emin’in yüzüne baktım, onun sakinliği içimdeki fırtınayı daha da körüklüyordu. Kendimi bir anda o kadar çaresiz hissetmiştim ki, ona karşı olan tavrım dahi değişmişti. Fakat bunu henüz fark edememiştim. Anlayışlı olmaya çalışıyordum ama kalbimdeki korku ve endişe giderek artıyordu. Bu yüzden sesim daha sert çıkmıştı. “Sen gidince her şey altüst olacak. Hiçbir şey planladığımız gibi gitmeyecek, Emin. Bunu hiç düşündün mü?” Emin derin bir nefes aldı ve biraz daha ciddileşti. "Berra, bu iş er ya da geç olacak. Sadece benimle ilgili bir durum değil. Ülkem için bir görev. Bugün ya da yarın, bir şekilde yaşayacağımız şeyler bunlar. Eniştemin dediği gibi, ne kadar erken, o kadar iyi. Ayrıca, nerede kalacağını, okulu falan bir şekilde hallederiz. Konuşur, bir yol buluruz.” “Nasıl bir yol bulacağız? Annemlerle kalsam, babam her gün nereye gittiğimi sorgular. Ödevlerim var kitaplarım var, okula gittiğimi anlamaması gibi bir ihtimal yok. Burada tek kalmama da asla izin vermezler. Başkası benimle kalsa, kim kalsın? Herkesin kendi düzeni, işi gücü var. Söylediğin kadar basit değil yani.” Emin sessizce beni dinledi. Ardından “Endişelerinde haklısın ama sakin ol. Ben bu süreçte her şeyle ilgileneceğim, düşüneceğim bir yol. Şuan gereksiz yere öfkeli davranıyorsun, farkında mısın?” “Gereksiz yere öfkeli mi davranıyorum? Gereksiz yere?” diye şaşkınlıkla yineledim. “Öfkeli değilim, sadece haklı olarak sorunları ortaya koyuyorum.” diye sakince ona çıkıştıktan sonra tartışmak anlamsız gelmişti. Hızlıca ayaklanıp “Her neyse. Benim uykum geldi. Sana iyi geceler,” diyerek odadan çıkmaya yeltendim. İç çekip “Berra!” diye seslense de odama gidip yatağıma girdim. Yüzümü duvara dönüp gözlerimi yumdum. Uyumaya çalıştım. Bir süre dönüp durdum fakat sonunda uykunun kollarına bıraktım kendimi. O günden sonra bir şeyler değişmişti. Emin’i anlamaya çalışsam da kendime engel olamıyordum. Endişelerim beni ona karşı mesafeli kılmaya başlamıştı. Emin ne kadar sakin ve destekleyici olmaya çalışsa da içimdeki bu belirsizlik ona karşı daha ters davranmama sebep oluyordu. Dengesi bozul tartı gibiydim. Öte yandan, onu suçluyordum ve ona kızıyordum. Üstelik elle tutulur tek sebebi nerede kiminle kalacağım ve okulun ne olacağı değildi. Lakin bunu çok sonradan anlayacaktım.
✦
Pikniğimizin üzerinden bir kaç hafta geçmişti. Faruk abilerin köyüne kalmaya gitmeye karar vermiştik. Reyhan teyzeler bizi bir kaç kez davet etmiş ve köyün bir başka güzel olduğunu öve öve bitirememişti. Ballandıra ballandıra anlattığı serin, doğal kaynak suları, tertemiz havası, yeşil yaylaları, derin ormanları, bereketli tarlaları ve kum taneleri gibi çok olan yıldızlarla dolu geceleri gözümde canlanmıştı. Tüm bunlar bende büyük bir heves uyandırmıştı. Faruk abi ve ailesi bir arabada, biz ise Emin’le kendi arabamızda yol alıyorduk. Emin direksiyon başında sessizce yolu takip ediyor; arada bir bana bakıp konuşuyordu. Köy yoluna girdiğimizde her yer yeşilliklerle dolmuştu. Dağlar, tepeler, ve ağaçlarla çevrili bir yolda ilerliyorduk. İnsan bu yolculuk bitsin istemezdi, öyle güzeldi. Gördüğüm manzara beni büyülemişti. İlk defa doğayla bu kadar iç içe olacağım için hem heyecanlı hem de biraz tereddütlüydüm. Eh sonuçta böyle yerlerde böcekler de daha çoktur. Emin birden arabayı yavaşlattı ve sağ tarafı işaret etti. “Bak, burası un değirmeni. Köylüler buraya buğdaylarını falan getirirmiş, değirmende öğütürlermiş. Hâlâ çalışıyormuş. Faruk da eskiden buraya yürüyerek gelir, bir çuval unu sırtlanıp götürürmüş. Anlatırdı bana. İçine bakmak ister misin?” “Olabilir,” dedim düz bir sesle. Beni güzel manzaralarla veya aşinası olmadığım şeylerle tanıştırma gayreti hoşuma gitse de ona karşı olan mesafeli tavrımın tam olarak nedenini kendime bile anlatamıyordum. Bazen gayet normal ve sıcakkanlı davranıyordum, bazen ise içimdeki bu sıkışmışlık duygusuyla tersliyordum. Emin ise bu değişken halime sabırla karşılık veriyordu. Ya hislerimi anlamaya çalışıyor, ya da sadece zamanla geçeceğini düşünüyordu. Arabayı uygun bir yere park ettikten sonra değirmene doğru yürüdük. Tahta kapısını itip içeri girdik. Kilitli olmamasına şaşırmıştım. İçeriye göz gezdirdim. Kocaman değişik bir sistem kuruluydu. Zamana meydan okuyan eski bir mekanizmaydı. Emin hemen bildiklerini bana da anlattı. Nereye buğday koyulur, nerede una dönüşür, hangi taş ne işe yarar… Onun heyecanlı anlatımı karşısında gülümsemekten kendimi alamadım. Birkaç fotoğraf çekip, arabaya dönmek üzere dışarı çıktık. Emin önden yürürken koyu yeşil gömleğinin sırt kısmında beyazlıklar dikkatimi çekti. “Üstün hep un olmuş,” dediğimde durdu ve sırtına bakmaya çalıştı ama elbette göremedi. Yanına yaklaştım, ellerimle omuzlarından başlayarak sırtındaki unu silkelemeye başladım. "Uf, şuradaki çıkmadı," deyip biraz daha sert vurmaya başlayınca Emin’in gülüşünü işittim. “Vur vur, fırsat bulmuşken askerlik mevzusunun hırsını alıyorsun herhalde.” “Hiç de bile,” deyip itiraz etsem de tebessüm etmekten kendimi alamadım. Son birkaç un kalıntısını da temizledikten sonra, "Bitti. Ama ıslak mendille bir silersek daha iyi olur.” “Hallederiz,” diyerek başını salladı. Arabaya binip yola devam ettik. Yaklaşık on dakika sonra Emin arabayı yolun solundaki bir cebe çekti. “Burada manzara harika görünüyor, gel bak,” derken bulunduğumuz yeri bana göstermeye hevesli olduğu belliydi. Peşinden inip onu takip ederek ağaçların arasındaki açıklığa doğru yürüdüm. Başımı kaldırıp karşımdaki manzara baktığımda gerçekten de hayran kalmıştım. Dağların ihtişamlı dizilişi, gökteki bulutlar, doğallık, hayatın özü… “Çok güzel!” diye mırıldandım. Gözlerim parlıyordu. Bu manzara bana, dünyaya ait ne kadar çok şeyi unuttuğumuzu hatırlatmıştı. Ruhum ait olduğu bir yere kavuşmuş gibiydi. “Dimi,” dedi Emin bana katıldığını belli ederek. Bakışlarımı manzaradan ayırıp ona çevirdim. Yanımda dikiliyordu. Ela gözleri karşıdaki dağlara odaklanmıştı. Huzurlu görünüyordu. “Emin,” dedim içimi saran dinginlikle. “Çok garip değil mi? Aslında yeryüzünün özü ve gerçeği bu. Allah böylesine güzel yaratmışken biz dünyayı nasıl bu hâle getirdik? Şu sakinlik, kuş cıvıltıları, nehirler, dağlar, ağaçlar, ormanlar, temiz hava her yeri oluştururken bir de dönüp şehirlere baksana. Binalar, gökdelenler, beton yığınları, caddeler, kargaşa, gürültü… Ciddi bir değişim. İnsan kendini özünden ancak bu kadar uzaklaştırabilir. Çok acı.” Yavaşça başını salladı. “Bunu ben de düşündüm. İnsanoğlunun kendine yaptığı kötülüğü bir başka varlık yapmıyor, gerçekten de.” Aramıza bir sessizlik girdi. Yalnızca etraftaki kuşların böceklerin ve rüzgarın izi vardı. Biraz daha seyrettik Allah’ın yarattığı ihtişamlı dağları. Aklıma hangi surede olduğunu unuttuğum bir ayetin meali geldi. “Gerçek şu ki, biz emanetleri göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar. Fakat insan, o emaneti yüklendi. Çünkü o, çok zalim, çok cahildir.” (Ahzâb 72-23) Ayet üzerine düşünmeye başladım. “Faruklar nerede kaldık diye merak etmesin, yavaştan gidelim mi?” diye sordu Emin, düşüncelerimden sıyrılmamı sağlayarak. "Olur," diyerek arabaya yöneldim. Yola koyulduk yine. Yaklaşık on beş dakika sonra Reyhan teyzelerin arabasını gördük. Faruk abiler altından dere akan bir köprünün başında durmuş, bekliyorlardı. Biz de durup yanlarına gitmiştik. Hem akan suya bakmış hem de biraz laflamıştık. Erkekler bu dereye sık sık gelip yüzerlermiş. Derenin kaynağı yaylalardan gelirmiş. Suyu buz gibiymiş. Bu gibi bilgileri de edindikten sonra artık başka bir yerde duraksamadan köye kadar gittik. Eve vardığımızda ilk iş olarak etrafa bakındım. Eski zamanlardan kalma ahşap evlerin sadeliği ve doğallığı, modern hayatın getirdiği tüm karmaşayı geride bırakıyordu. Evin pencereleri ve kapıları yeşile boyanmıştı, bu detayı çok sevdim. Ayrıca Faruk abilerin evinin önünde bir çardak vardı; ahşap yapısı ve üzerini kaplayan üzüm sarmaşıklarıyla beni davet ediyordu. Kafamda hemen kendimi burada oturmuş, elimde bir fincan çayla gökyüzündeki yıldızları izlerken hayal ettim. Reyhan teyze kapıyı açıp besmeleyle içeriye girdi. Eşyalarımızı arabadan çıkardık ve eve taşıdık. Gıdaları koridorda bulunan buzdolabına yerleştirdikten sonra köşedeki çantalarımıza yöneldim. Reyhan teyze “Eşyalarınızı şu odaya koyuverin, orası sizin olsun kızım,” dedi ve sağdaki krem rengine boyanmış ahşap kapıyı işaret etti. “Tamam Reyhan teyzeciğim,” diyerek gösterdiği odanın kapısını araladım ve içine girdim. Duvarları beyaza boyanmıştı. Yer yer çatlaklar vardı. Tavan da ahşaptı. Yerde halıfleks seriliydi, üzerinde de bir halı vardı. Pencerenin önünde büyük bir divan, divanın karşısında da duvarın neredeyse tamamını kaplayan eski bir dolap… Kapının yanındaki duvara askılıklar çakılıydı. Altındaki küçük boşlukta bir komodin vardı. Bir de ayna asılıydı. Küçük oda bu az eşyayla dolmuştu. Sade ama sıcak bir atmosferi vardı. Odaya iyice bakındıktan sonra dikkatim tekrar divana takıldı ve fark ettiğim o gerçek sebebiyle kalbim bir an hızla atmaya başladı. Paniklemiştim. Yüzümde hafif bir sıcaklık hissettim. Emin’le kışın içeride yatarken aynı odayı paylaşmış oluyorduk, ama aynı yatakta hiç yatmamıştık. Buna alışkın değildim. Ve bu odada tek bir divan vardı. Bu durum beni biraz germiş ve utandırmıştı. "Şimdi ne yapacağız?" diye düşünmeye başladım. “Berra! Gel de sen evi süpürüver, ben de tuvalet banyoları yıkayayım, temiz havlu koyayım, mutfakta çabucak bir şeyler hazırlayayım kızım!” Reyhan teyzenin seslenmesiyle biraz olsun kendime geldim ve bu endişelerimi sonraya erteleyip odadan çıktım. Ben evi süpürürken Reyhan teyze de dediği gibi diğer işleri halletmişti. Faruk abi ve Emin ise tavandaki örümcek ağlarını temizlemişti. “İnşallah o ağları kuran örümceklerin hiçbiriyle karşılaşmam, amin.” Akşam yemeği için hazırlıklar tamamlandığında sofra kurmaya giriştik. Bahçedeki çardakta yemek yiyecektik. Yarın yaylalara gezmeye gideceğimiz için kahvaltı türü bir şeyler yapmıştı Reyhan teyze; artanlar ertesi gün yenemeyince ziyan olmasın diye.
Tavadaki kuymaktan dumanlar tütüyor, menemenin kokusu iştahımı kabartıyordu. Acıkmıştım. Faruk abi çayları doldururken Oktay amca da ekmekleri kesti. “Bu köy ekmeği, tadı bir başkadır kızım, bol bol ye,” deyip önüme bir kaç dilim bıraktı. “O pek bol yemez, çok yanlış kişiye söyledin Oktay amca,” dedi Emin hemen araya girip. Oktay amca “Köy yeri başkadır, insanın iştahını açar bu hava,” diye cevap verdi. Ben çatalları dağıtırken Emin ve Reyhan teyze de masaya yerleşince tamamdık. Az sonra besmeleyle yemeye başladık. Tatlı bir sohbet eşlik etti soframıza. Öte yandan, ağaçların arasından hafif bir esinti geçiyor, üzüm sarmaşıklarının yapraklarıyla usulca oynuyordu. Ortam şahaneydi. Oktay amca eski günlerinden bahsetmeye başladı. “Bizim zamanımızda köyde hayat bir başkaydı,” diye söze girdi. Gözlerinde bir parıltı vardı, anılarında kaybolmuş gibiydi. “Biz çocukken, kardeşimle birlikte ineklerimizi yaylalara götürürdük. Daha dokuz on yaşlarındaydım. O da benden bir iki yaş küçük işte. Koca koca dağlarda onları otlatırdık. Bir de yollar şimdiki gibi değildi, patikaydı. Yürü babam yürü! Çocukluk işte, enerjimiz yeterdi. Şimdi olsa yaylaya dek yürümek kim biz kim!” Oktay Amca’nın yüzünde ince bir gülümseme belirdi, ama o gülümsemenin ardında bir nebze de olsa yorgunluk vardı. Gençliğinde sahip olduğu o enerjiye duyduğu özlemi hissettim. “Hiç korkmuyor muydunuz Oktay amca?” diye sordum. Şaşırmıştım açıkçası. On yaşındaki çocukların koskoca dağlarda ineklerle birlikte gezip, yollarını bulup eve dönmeleri aklımın alabileceği bir şey değildi. Hem o yaştaki çocukların başına bir şey gelmesinden nasıl endişelenmiyorlardı? Anne babalar nasıl bu kadar rahat olabilirdi? Kendi büyüdüğüm hayatla kıyaslayınca, onların dünyası bambaşka bir evrendi. Garip gelmişti. Oktay amca gülerek başını salladı. “Alışkındık kızım, o hayatın içinde büyüdük sonuçta. İlk zamanlar az mı kayboldum! Bir keresinde yağmur bastırdı, inekleri sağa sola kaçırmadan ahıra geri götüreyim derken ayağım kaydı, çamur içinde buldum kendimi. Kardeşim de arkamda durup kahkahalarla gülüyordu. O kadar çamura battım ki eve döndüğümde annem beni tanıyamadı! Kimdir bu kirli oğlan diye kardeşime beni işaret edip sorduydu.” Herkes gülmeye başlamıştı. Ben de neredeyse gözlerimden yaşlar gelene kadar güldüm. Oktay amca anlatırken jest ve mimiklerini, ses tonunu öyle bir kullanıyordu ki hepimiz kendimizi o çamurlu günün ortasında bulmuştuk bence. Hele annesinin taklidini çok komik yapmıştı. Keyifle yemeğimizi yiyip sohbet ederken hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Güneş, gökyüzünü turuncu ve pembe tonlarına boyarken akşam serinliği etrafı sarmıştı. Az sonra sofrayı toplamaya koyulduk. Reyhan teyze ve ben bulaşıkları makineye yerleştirip mutfağı toparlıyorduk. Reyhan teyze "Ne güzel oldu böyle bir arada olmak, değil mi Berra?" diye sorunca onun sıcak ve içten tavrına gülümseyerek karşılık verdim. "Evet, gerçekten çok iyi oldu.” İşimiz bittiğinde Oktay amcanın “Hadi hanımlar siz de abdest alın da cemaatle akşam namazını kılalım,” teklifi üzerine lavaboya yöneldik. Önce ben abdest aldım. Çeşmeden akan suyun soğukluğu tenime dokunduğunda içim ürperdi. Namaz için uygun kıyafet giymek üzere bize verilen odaya girdim ve bavulu karıştırmaya başladım. Üzerimdeki elbise zaten uzundu ama kolları yarımdı. Hırkamı giydiğimde ısınmaya başladığımı fark ettim. Burası gerçekten de akşamları serindi. Evde çantalarımızı hazırlarken Emin “Havalar orada akşam serin oluyormuş, hırka ve uzun kollu kıyafet de al,” dediğinde alay ediyor sanmıştım. Sonuçta Temmuz ayındaydık. Köyde yazın bile yorganla yatıldığını söylediğinde ise şaşkınlığımı gizleyememiştim. Ne olur ne olmaz diyerek hırka, uzun kollu bir elbise ve pijama takımı almıştım yanıma. Gerçekten de haklıymış. Duvardaki aynanın karşısına geçip başıma şalımı güzelce örttüm. Namaz için hazırdım. Odadan çıktığımda Emin ve Faruk abi seccadeleri seriyorlardı. Oktay amca ve Reyhan teyze de geldiğinde cemaatimiz tamamlanmıştı. Faruk abi imam, Emin de müezzin olmuştu. Hepimiz yerlerimiz alıp niyet ettik ve namaza durduk Faruk abinin sesinin güzel olduğunu ve Kur’an’ı çok hoş bir makamla okuduğunu fark etmiştim. Kuran’ı okuma tarzı ve sesi o kadar huzur verici, o kadar derindi ki, surelerin arasında kendimi kaybettim. İçimde bir dalga yükseldi; dingin, güçlü ve içimi ısıtan bir dalga. Hani bazen bazı anlar olur, hayattaki anlamlar derinleşir; ben de öyle bir andaydım. Huşu içinde kıldığım namazlardan biri olmuştu. Emin’in de tesbihatları yaptırmasıyla birlikte namazımız bitti. Ellerimi açıp samimiyetle dua ederken, buradaki herkes için içimden tek tek hayırlı dileklerde bulundum. Reyhan teyze, Oktay amca, Faruk abi ve en çok da Emin... Dualarım yürekten geliyordu. Namazdan sonra çardakta oturup sohbet etmeye başladık. Az sonra çay da demlenince Faruk abi marketten aldığımız çerezleri getirdi. Güzel bir üçlüydü: çay, çerez, çardak. Reyhan teyze, demlenen çayı bardaklara doldurdu. Çaydan çıkan buhar, akşamın serin havasında mis gibi kokular yayarak çevreye dağılıyordu. Çerezin çıtırtısı, çayın sıcacık dokusu ve doğanın sessizliği...Köyün serin akşam havasında çayın ısısı içimizi ısıtırken, her şeyin nasıl bu kadar sakin ve huzurlu olabileceğini düşündüm. Hayat, bazen büyük kaygılar arasında böyle küçük anlarda gizli güzellikler sunuyordu. Bu da onlardan biriydi. Birden bire titrediğimde üşüdüğümü fark ettim. Hasta olmak istemiyordum. Bu güzel yerin tadını çıkartmak niyetindeydim, yatakta kıvranmak değil. İçeriye geçip bavulumdan bir çift çorap buldum ve ayağıma giydim. Şalımı da omuzlarıma sardım ve tekrar çardağa dönmek üzere evden çıktım ama başımı kaldırıp yukarı bakınca çardakla ev arasında duraksadım. Gökyüzü iyice siyaha boyanmıştı. O kadar berraktı ki bir an için nefes almayı unuttum. Yıldızlar, sanki dokunsam avucumda toplanacak kadar yakındı. Kum taneleri gibi yayılmışlar, her biri kendi parıltısını yayıyordu. Ay ise biraz ötede tüm heybetiyle karanlığı yarıp geçiyor Bu muazzam manzara karşısında hayranlıkla nefesimi tuttum. İlk kez böyle bir gökyüzüyle karşılaşıyordum. Faruk abi yolun biraz ilerisini işaret ederek seslendi. “Ihlamur ağacının altına doğru gidin, orada daha güzel görünüyor yıldızlar. Sokak lambasının ışığı yok orada ya, daha çok belli oluyor.” Heyecanla başımı sallayıp işaret ettiği yere yürümeye başladım. Ben yanlarından uzaklaşırken Reyhan teyzenin “Emin sen de git yavrum, korkar belki kız, orası karanlık,” deyişini işittim. Ihlamur ağacının oraya varınca adımlarımı durdurdum. Karşımdaki manzara ayrı güzeldi, yukarıdaki ayrı. Karşıda ay ışığında seçilen dağlar ve tek tük evlerin ışıkları vardı. Gökte ise çöldeki kum tanelerine benzeyecek kadar çok yıldız. “Büyüleyici sıfatını bu göğe armağan ediyorum,” diye mırıldandım kendi kendime. “Şuraya çimlere oturalım mı? Daha rahat bakarsın?” Emin yanıma varıp da az ötedeki boşluk alanı gösterdi. “Olur,” deyip oraya yöneldim. Çimlerin üzerine yan yana oturduk. “Böcek gelmez dimi? Karanlıkta görmem şimdi,” diye telaşla sordum hemen. “Gelmez gelmez,” derken sesi gülmeliydi. “Korkma, korurum ben seni, böcekler yiyemezler.” “Haha, çok komik,” deyip onun alayını es geçtim ve ellerimi toprağa dayayıp geri doğru yaslandım. Başımı kaldırıp göğe baktım. Her bir yıldız adeta pırlanta gibi parlıyordu. Sanki bana bir şeyler fısıldıyorlardı. Kim bilir nelere tanık olmuşlardı oradan? Gökyüzü sanki sonsuz bir evreni barındırıyordu. Uzaklarda, uzayın derinliklerinde neler oluyordu acaba şimdi? Kaç gök vardı böyle, kaç gezegen, kaç galaksi? “Biliyor musun, bu kadar yıldızı bir arada hiç görmemiştim,” dedim hayranlıkla. “Şehirde gökyüzü bu kadar net görünmüyor.” “Evet, şehirde ışık kirliliği var çünkü. Burada her şey doğal, olduğu gibi. Aramızda yapay engeller yok. Bu yüzden yıldızlar bu kadar parlak ve etkileyici…” Sözleri o kadar doğruydu ki... Şehir hayatı doğal olanı ne kadar da örseleyip bastırıyordu. Buradaysa yıldızların altında oturmak, yeryüzüyle gökyüzü arasında süzülen saf bir huzuru hissetmekti. İçimdeki gerginlik eriyip gitmişti. Bir süre sessizlik içinde yıldızları izledik. Ama bu rahatsız edici bir sessizlik değildi. Yıldızların ve gece gökyüzünün güzelliği, ruhumu derin bir dinginlikle doldurdu. Bu an, köy yaşamının ne kadar özel ve kendine özgü olduğunu bana çoktan öğretmişti. “Bak bak! Ateşböceği!” Emin sessizliği bozup heyecanlı bir şekilde parmağıyla bir yeri işaret ettiğinde iç alemimden sıyrıldım. “Hani? Nerede?” diye sordum sabırsızca. Daha önce hiç ateşböceği görmemiştim ve çok merak ediyordum. Parmağını çimenlerin üzerine doğru uzatıp bir nokta gösterdi. “Orada, görmüyor musun? Şu ışık topları…” Emin’in gösterdiği yere baktım. İlk başta göremesem de az sonra gözlerim o minik parıltıları seçmeye başladı. Küçük, sarımsı ışık topları bir yanıp bir sönüyor ve etrafta dans ediyordu “Ateşböceği!” diye fısıldadım heyecanla. Acaba yalnız mı derken bize doğru uçan ve yanıp sönen bir başka ışıltı fark ettim. “Bir tane daha var!” diye çığırdım neşele. “Bize doğru geliyor, bak!” Bir çocuk gibi mutlu olmuştum. Bir anda etrafa yayılmaya başlayan ateşböcekleriyle ortam daha da büyüleyici hale gelmişti. Küçük ışık noktaları, çimenlerin üzerinde hafifçe hareket ederek adeta bir ışık gösterisi yapıyordu. Bir yerdeki yıldızlara (yani ateşböceklerine) bir de gökteki yıldızlara bakıyordum. Kendimi bir masalın içinde gibi hissettim. Huzurlu, mutmain, dingin… Bir süre sonra Reyhan teyzenin seslenişini işittik. “Emin, Berra! Çaylar soğuyacak! Gelin, oturup biraz daha sohbet edelim!” “Geliyoruz!” diye bağırdı Emin, ardından bana döndü. “Hadi gidelim, yine bakarız yıldızlara. Bir kaç gün buradayız nasılsa.” Kalkıp çardağa doğru yürüdük. Çaylarımızı içip sohbetimizi sürdürdük. Bu esnada yatsı ezanı okunmaya başladı ve köyün camisinin minaresinden ezan sesleri yükseldi. Aynı anda bahçelerin ve ormanların derinliklerinden gelen uluma sesleri yankılanmaya başladı. "Bu ne sesi?" diye sordum, endişeyle. Yakınlardan geliyordu. Oktay amca yüzündeki sakin ifadeyle açıkladı. “Çakallar uluyor, her ezan okununca böyle ulurlar.” "Çok yakından geliyor sesleri," diye mırıldandım, içimde bir ürperti belirmişti. Faruk abi başını salladı. “Evet, bazen buralara kadar geliyorlar. Bir keresinde ben şurada, kulübenin orada karşı karşıya geldim bir tanesiyle. Önce köpek sandım, sonra çakal olduğunu fark ettim,” Bu hikaye, çakalların köy yaşamında ne kadar doğal bir parça olduğunu gösterse de, gece gece duyduğum bu sesler benim için oldukça ürkütücüydü. “Ayy inşallah biz buradayken gelmezler. Ben korkarım.” Emin gülerek “Gelirlerse seni bırakıp kaçarım zaten,” dediğinde ona kötü bir bakış attım. Nedense bu cümle üzerine yine askerlik mevzusunu hatırlamıştım. Böylece terazimin dengeleri bozulmuştu. Tam da bu sebeple “Bravo, tam sana yakışır bir hareket olur,” diye yanıtladım, öyle düşünmesem de. Eh ciddi olmadığımı ikimiz de biliyorduk. Reyhan teyze “Çakallar buraya pek yaklaşmaz kızım, merak etme,” deyince içime su serpildi. Ezan bitince ezan duası yaptık ve biraz oturup içeriye girdik. Yatsıyı da cemaatle kıldıktan sonra Reyhan teyzeyle birikte yatakları serdik. “Sen yumuşak yastık istemiştin, bunu al. Şu da Emin’in olsun. Bu yorgan temiz, nevresimini yeni geçirmiştim geçen gelişimde. Üstünüze de bunu alıverin. Çarşaf vermiştim dimi?” Reyhan teyze bizi ağırladığı için bazen fazla heyecanlı ve telaşlı davranıyordu. Misafire verdiği önem anlaşılsa da sakin olmasında bir sakınca olmazdı hani… “Vermiştin dermiştin,” dedim ve önce yastıklarla çarşafı, ardından yorganı kalacağımız odaya taşıdım. Reyhan teyze de gelip çarşafı sermeme yardımcı olduktan sonra yastıkları ve yorganı güzelce yatağa koydu. “Hadi Allah rahatlık versin kızım,” dedi ve odadan çıktı. “Hayırlı geceler,” dedikten sonra kapıyı arkasından kapatmasıyla odada yalnız kaldım. Az sonra Emin de gelirdi, lavaboya gitmişti. Bir yatağa bir de yan yana duran yastıklara baktım. Ellerim istemsizce terliyor, farkında olmadan dudağımı dişliyordum. Eminle evleneli iki yıl olmuştu ama bu duruma düşünce ilk defa gerçekten "evli" olduğumuzu hissettim. Arkadaş gibi yaşasak da aslında bir yatağı paylaşabilecek -hatta normal şartlarda paylaşması gereken- iki kişiydik. Fakat ben şu an tırnaklarıma kadar kızaracak kadar utanıyor, tedirgin hissediyor ve çekiniyordum. Oysa Emin’in yanında kendimi hep güvende hissederdim. O az sonra içeri girecekti ve ben duygularımı tam olarak anlayamıyordum. Bir süre hareketsiz durup derin nefesler almaya çalıştım. Yatağın kenarına oturdum, ama bir türlü kendimi sakinleştiremiyordum. Kalbim göğsümde hızla atıyordu. Neden bu kadar tedirgindim? Aslında çok basit bir şeydi. Evliydik, iki yıldır hayatı paylaşıyorduk. Ama işte bu yatağı paylaşma fikri sanki içimde başka bir kilidi açıyordu. “Ya gergin olduğumu fark ederse?” diye düşünmeden edemedim. Emin’in bana hep anlayışlı davrandığını bilsem de, bu yeni durum beni biraz zorlamıştı. Acaba o ne tepki verecekti? Belki de aldırmayacaktı. Sırtımızı döner uyuruz, büyütecek ne var diye düşünecekti. Evet evet. Kendime sakinleşmem gerektiğini hatırlatıp, derin bir nefes aldım. Tüm bu düşüncelerle zihnimi rahatlatmaya çalıştım, ama kalbimin hızlı atışı, heyecanımın daha uzun süre geçmeyeceğini hissettiriyordu. Emin’in lavabodan gelen ayak seslerini duydum. Kalbim daha da hızlandı, ellerimi dizlerimin üzerine koyup derin bir nefes aldım. “Rahatla, sakin ol,” diye telkin ettim kendimi. Kapı hafifçe aralandı ve Emin içeri girdi. Yüzünde her zamanki gibi sakin, dingin bir ifade vardı. Çantasının başına geçip biraz karıştırdıktan sonra elinde pijamalarla ayağa kalktı. Bakışları kısa bir anlığına bana çevrildi. “Biraz arkanı dönebilir misin? Telaşla “Hıhı, tabi,” diye mırıldanıp pencereye doğru döndüm. O üstünü giyerken gergince beklemeyi sürdürdüm. Neyse ki ben namazdan sonra zaten bir eşofman ve uzun kollu penye giymiştim. “Giyindim,” diye rahat olabileceğimi söylemek istercesine haber verdiğinde yeniden yan döndüm. Çıkarttığı kıyafetleri düzgünce askıya asarken “İkimiz için de yeni bir durum ha?” dedi. Sesinden onun da umursamaz veya rahat olmadığı anlaşılıyordu. Garip bir şekilde bu beni biraz rahatlattı. Demek ki duygularımda yalnız değildim. Yüzünü yeniden bana dönüp odanın ortasına doğru bir kaç adım attı. “Hangi tarafta yatmak istersin?” diye sorduktan sonra Göz göze geldiğimizde elini ensesine götürüp hafifçe ovaladı. Bu hareketi bana onun da utandığını ve hatta belki gergin olduğunu hissettirmişti. “Duvar kenarında,” diye yanıtladım. Yavaşça başını salladı ve eliyle buyur dercesine işaret etti. Ben yatağa girip duvar dibine kayarken Emin ışığı kapatmak için kapının yanındaki prizlere yöneldi. Bir yandan da beni rahatlatmak ister gibi konuşmayı sürdürdü. “Korkma, genelde nasıl yattıysam öyle uyanırım. Rahatsızlık vermem yani. Horlama falan olmadığını zaten biliyorsun, aynı odada kalıyoruz kışları.” “Hıhı,” diye mırıldanıp yavaşça başımı salladım. Bir cümle kuracak cesaretim yoktu, sesim çıkmayacaktı sanki. Işık kapandı. Gözlerim ilkin garipsese de Emin yatağa gelene dek çoktan karanlığa alışmıştı. Koridordaki gece lambası kapının buğulu camından odaya yansıyıp loş bir şekilde aydınlatıyordu. Başımı yastığa koyup en dibe dek çekildim. Emin de diğer köşeye uzandığında yorganı üstümüze çektik. İkimiz de en uçtaydık ve yorgan aşırı büyük olmadığı için güzelce kendimi saramıyordum. Emin’in de farklı olduğunu sanmıyordum. İnşallah üşümeyiz diye düşündüm. “Allah rahalık versin,” Emin’in sakin sesini işitince “Sana da. Hayırlı geceler,” diye cevapladım ve gözlerimi yumdum. İkimiz de birbirimize arkamızı dönmüştük. Bir süre mumya gibi dursam da rahat edemeyip sırt üstü yattım. Uzunca bir süre sırtüstü yatıp uyumaya çalıştım ama nafile. İçimdeki gerginlik hafiflese de bu sefer üşümeye başladım. Yorganın bir ucunda kıvrılmış dururken, sırtım açıkta kalıyor ve soğuk tenime işliyordu. Yorganı daha sıkı sarmaya çalışacak olsam Emin’in üstü açılırdı. Bu yüzden çekiştirmek istemedim. Kendi içimde bir savaş veriyordum; hem üşüyor hem de hareket etmeye çekiniyordum. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Sonunda soğuğa ve beni üşümekten uyuyamayışıma dayanamayıp ortaya doğru kaydım. Sırtım duvardan uzaklaştıkça yorgan beni daha fazla kapatmaya başlamıştı. Derin bir nefes alıp titredim. Az sonra nihayet biraz daha ısınmıştım. Bu hareketimle Emin'e de biraz daha yaklaşmıştım ama kendimi avuttum ve gözlerimi sıkıca kapadım. “Bir şey olmaz, aramızda hâlâ mesafe var,” diye düşündüm. Kendi içimdeki çelişkilerle boğuşurken bedenim biraz daha rahatladı. Soğuk yavaş yavaş çekiliyordu, ısınmanın verdiği rahatlıkla da göz kapaklarım ağırlaştı. Kendimi uykunun tatlı kollarına bıraktım.
✦
*Kemal Sayar
|
0% |