Yeni Üyelik
26.
Bölüm

26 - çıkmaz sokak

@sukunettekelimeler

“Üşüyor musun, diye sorduğunda aslında seni seviyorum dediğini biliyor.” *

 

 

- Emin Yiğitsoy

 

Hani bazı zamanlar vardır, insan kendini anlamaz. İçinde dönüp duran bir şeyler, tezahür eden yabancı duygular vardır; manasını çözemez. Aslında biraz oturup kafa yorsa, kalbine dönse, yüzleşse; fark etmesi o kadar da zor değildir. Fakat korkar, çekinir. Neyden korktuğunu dahi bilmez belki ama bir duvar örülüdür işte gerçeklerle arasında. Çünkü anladığı anda geri dönemez insan hiçbir şeyden. Geri dönüşü olmayan yollar kimi ürkütmez ki?

Gözlerimi açar açmaz karşımda onun yüzünü görmüştüm. Aramızda iki karış mesafe ya var ya yoktu. İçime tuhaf bir huzur yayıldı. Bakışlarım masum yüzünde usulca dolandı. Kapalı olan göz kapakları, kahverengi harelerini örtmüştü. Salık bıraktığı saçları yastığa dağılmıştı.Yorganın altında kıvrılmış ve ona sıkıca sarılmıştı.

Gözünün hemen yanındaki küçük bene baktım. Kıvrılan kirpiklerine, çenesindeki küçük yara izine… Ara sıra yakınıp durduğu bir kaç sivilceye rastlayınca o sevimli hallerini hatırlayıp istemsizce gülümsedim. Bütün bunlar olurken kalbime ılık ılık yayılan hislerin varlığını arkalara itmiş, hepsinden bihaberdim.

Gece dönüp durmasından pek uyuyamadığını anlamış; hareketliliğinden ve farkında olmadan huzursuzca mırıldanmalarından ötürü bir kaç kez ben de uyanmıştım. Şimdi ise huzurla uyuyordu. Üstüne giydiği hırkamın kolları ona uzun gelmiş, yorganın dışında kalan bileğinden parmak eklemlerine dek uzanıyordu. Bir ara üşüyorum diye sayıkladığında kalkıp askıya astığım hırkamı almış ve ona getirmiştim. Uyku sersemi olduğu için hırkayı giymesine yardımcı olup düğmelerini iliklemiştim. O anları anımsadım.

Bir süredir onu seyrettiğimi idrak edince suçlu bir çocuk gibi bakışlarımı Berra’dan çekip sırt üstü döndüm ve tavanı izledim bir süre. Aklımda yine bin bir düşünce dolaşmaya başladı. Askerlik mevzusu, Berra’nın okul mevzusunu babamla konuşmam gerektiği, piknik günü bu konu açıldığından beri bana tutarsızca bir öyle bir böyle davranışları… Derin bir nefes aldım. “Hepsi geçecek, sakin ol; bunlar hep bir süreç,” diye telkin ettim kendimi.

Askere gitmem ve babamın okul meselesini öğrenmesi eninde sonunca gerçekleşecek ve bir noktada yaşayıp ardımızda bırakmamız lazım olan şeylerdi. İkisi için de kendimi bir süredir hazırlıyordum. Askerlik mevzusu kesinleşmişti, muhtemelen Ekim’in sonu, Kasım’ın başında yolcuydum. Buradan döndüğümüzde de müsait bir vakitte babamla konuşacaktım. Ben yokken Berra’nın onlarla birlikte kalması muhtemeldi. Öyle olmasa dahi okul mevzusunu artık babamdan saklamak gibi bir niyetim yoktu. Gizli saklı işler benlik değildi. Kendimi gergin ve huzursuz hissetmeme sebep oluyordu. Berra da bu konuda benimle aynı duyguları paylaşsa da babasının öğrenmesi konusunda çekinceleri vardı. Aramızın bozulmasından, bir çatışma çıkmasından, eğitiminin sekteye uğramasından korkuyordu. Korkularında haksız sayılmazdı ama bir noktada yüzleşmemiz gerektiği de bir gerçekti. Bu yüzden bana kızgındı, farkındaydım. Sitemlerinin ve gel gitlerinin nedeni de buydu ama hepsi göze aldığım şeylerdi.

Düşüncelerimden sıyrılıp yataktan kalktım. Pijamalarımı çıkarıp üzerime gömlek ve pantolonumu giydim. Çantamdaki kıyafetleri düzenledikten sonra banyoya gidip elimi yüzümü yıkadım.

Evin önünden Faruk’un ve Oktay amcanın sesi geliyordu. Ben de oraya yöneldim. Kapıdaki terlikleri giyip çardaktaki masada oturan baba oğulun yanına vardım.

“Hayırlı sabahlar!”

“Hayırlı sabahlar Emin,” diye karşılık verdi ikisi de.

Reyhan teyze gelip seslenene dek orada oturup sohbet ettik. “Oktay! Ben kahvaltı hazırlarken siz de fındıklıktaki meyve ağaçlarına bakıversenize. Erikler kirazlar falan ne durumda, ona göre toplayın, çocuklar da yesin gitmeden. Sonra yaylaya gideceğiz, fırsat olmaz.”

“Bu kadın da böyle, hiç uğraşsız bırakmaz beni. Görüyorsun dimi Emin?”

Oktay amca ona şakayla takılınca Reyhan teyze gülerek “İşleyen demir pas tutmaz, senin iyiliğin için hepsi bey,” dedi ve içeriye döndü.

Biz de verilen görev üzere poşet alıp tarlaya gittik ve hem fındıklıkları gezdik hem de meyve ağaçlarını kontrol edip olgunlaşan erikleri ve sarı kirazları topladık. Dalından taze ve organik meyveleri bir yandan da mideye indirmiştik. Tadı bir başka oluyordu.

Yaklaşık kırk dakika sonra ellerimizde poşetlerle dönerken fındık ağaçlarına bakınıyordum. “Bu sene fındık var sanki ha Oktay amca?”

Oktay amca memnun bir ifadeyle başını salladı. “Var oğlum var elhamdülillah. Yine gelirsin toplamaya yardıma?”

Güldüm. “Tabi gelirim, ayıp ettin.”

Daha önce de bir kaç kere gelmiştim fındığa yardıma. Faruk ve arkadaşlarla da gezmeye gelirdik. Yabancı değildi bana buralar.

Sohbet ede ede eve döndüğümüzde çardağın altındaki masanın başında Berra dikiliyor, çay bardaklarını diziyordu. Güneş, çardağın örtüsü arasından süzülen ince ışık huzmeleriyle masayı aydınlatıyordu. Kahvaltı sofrası hazırdı. Köyde iştahım iyice açılmıştı. Bir an evvel oturup yemek istiyordum.

Oktay amca gür sesiyle, “Hayırlı sabahlar kızım, kolay gelsin!” diye seslenince Berra başını kaldırdı. Yüzünde sıcak bir ifade belirdi. Bize döndü ve gülümsedi. “Hayırlı sabahlar! Tam vaktinde geldiniz, biz de neredeyse sizi arayacaktık. Sofra hazır.”

“Elinize sağlık. Biz de acıktık vallahi.”

Berra, elinde tuttuğu bardakları masaya dizmeye devam ederken, “Meyve toplamaya gitmişsiniz, olmuşlar mı?” diye sordu.

Oktay amca elini yüzünü yıkamak için olsa gerek, içeriye yönelmişti. Faruk araya girip cevapladı. “Evet, sarı kiraz ve erikler olmuş. Topladık epey. Yersiniz kardeşim, eve de götürürsünüz.”

Berra yanımıza doğru gelirken “Yaa Allah razı olsun,” dedi çocuksu bir heyecanla. “Sarı kirazı en son çok küçükken yemiştim. Reyhan teyze bahsedince heveslenmiştim. Çok sevindim.”

Kirazlar bende olduğundan poşetin ağzını aralayıp ona doğru uzattım. Elini içine daldırıp bir kaç kiraz aldı ve ağzına attı. “Mmm,” diye beğeniyle mırıldandı. Yüzündeki mutluluk, gözlerindeki parıltıyla birleşti. Poşeti onun eline tutuşturdum ve sofraya oturmadan evvel elimi yıkamak için biraz ötedeki çeşmenin yanına gittim.

Kahvaltı sofrasına döndüğümde, Faruk çaydanlıkları getirmiş, herkes masanın etrafında toplanmıştı. Hava mis gibi, kuşlar cıvıldıyor ve hafif rüzgar yaprakları usulca sallıyordu. Sakince kahvaltımızı ettik. Kahvaltıdan sonra hanımlar mutfağı toplamış ve hazırlanmıştık. Yaylaya pikniğe gitmek üzere yola koyulduk.

Berra, arabadan dışarıya bakarken sık sık hayranlıkla bir şeyler mırıldanıyor, fotoğraflar çekiyordu. Doğanın bu kadar yakınında olmanın huzurunu ve dinginliğini iliklerine dek hissetmiş gibiydi. Onu böyle görmek bana da iyi geliyordu.

 

 

Yorucu ama güzel bir gün olmuştu. Buralara ilk kez gelen Berra doğaya hayran kalmıştı. Onun mutluluğunu yüzünden okuyabiliyordum. Gözleri pırıl pırıl bir şekilde her gördüğü ağaca, çiçeğe, her duyduğu kuş sesine dikkat kesiliyordu. Hele de tertemiz havayı içine çektiğinde yüzünde beliren o hafif gülümseme, sanki içindeki sıkıntıları alıp götürüyordu.

Bugün de bütün gün keyfi yerindeydi. Hatta yayladan ayrılma vakti geldiğinde epey üzülmüştü. “Beni burada bırakıp gidin siz,” demişti şakayla karışık bir ciddiyetle. Etrafına sevgiyle bakmıştı. “Bırakırdık ama biz varken bile evin oraya çakallar gelir diye korkarken, burada tek başına ayılarla, kurtlarla, yaban domuzlarıyla, tilkilerle hayatta kalabilir misin gece, bilemedim,” cevabıyla ona takılmaktan geri durmamıştım. Bütün o saydığım hayvanların burada olduğuna şaşırmıştı. “Gerçekten hepsi var mı?” demişti, tedirgin ama meraklı bir ses tonuyla. Gülümseyerek başımı salladığımda Berra'nın yüzündeki endişe ile heyecan arasında gidip gelen ifadeyi fark etmek beni eğlendirmişti.

Dönüşte yolda gördüğümüz geyik ise günümüzün zirve olayıydı. Aracımızın biraz ötesinde, yolun ortasında dikiliyordu. Arabayı hemen durdurmuştuk. Berra büyük bir heyecanla ormanda gerçek bir geyik görmenin şaşkınlığını yaşamış, gözleri bu asil hayvanın üzerinde kilitlenmişti. Uzaktan bir fotoğrafını çekmeye niyetlenmişti ama tam o sırada geyik bir şeylerden tedirgin olmuş gibi etrafa bakıp yolun karşısına geçerek ormanın derinliklerinde gözden kaybolmuştu. “Ne kadar da güzeldi,” diye fısıldamıştı bizimki, hayranlığını ve hayal kırıklığını gizleyemeyerek; “Keşke biraz daha dursaydı…”

Eve vardığımızda hava kararmış, akşam ezanı çoktan okunmuştu. Arabadaki eşyaları indirip namazlarımızı kılmıştık. Çardakta biraz oturup sohbet etmiştik. Berra yatsıyı zor beklemişti. Bir yandan keyifle yayla sohbeti yapıyor, diğer yandan da esnemelerini saklamaya çalışıyordu. Namaz kıldıktan sonra herkese iyi geceler dileyip dinlenmek için odaya çekilmişti. Eh, dağda bayırda epey yürümüştük. Yorulması normaldi.

Faruk’la çardakta biraz daha oturduk. O kadar huzurlu bir atmosfer vardı ki, gecenin sükutu ve cırcır böceklerinin sesi ninni gibi gelmiş, yorgunluğum yavaş yavaş kendini belli etmeye başlamıştı. Göz kapaklarım ağırlaştıkça uykunun beni yavaşça içine çektiğini hissettim. En sonunda Faruk'a, “Sanırım ben artık dayanamayıp yatacağım,” dedim.

Gülümseyerek başını salladı. “Tamam hadi git, dinlen. Ben de bi on dakikaya yatarım.”

“Hayırlı geceler.”

“Sana da, Allah rahatlık versin.”

Önce lavaboya gittim. İhtiyaçlarımı giderdikten ve dişlerimi fırçaladıktan sonra odaya geçtim. Berra uyuyor olmalıydı. Onun arkası dönük olmasını ve loş ışığı fırsat bilip çabucak pijamalarımı giydim. Yorganı kaldırıp altına girdiğimde Berra yavaşça arkasına döndü. Onu uyandırdığımı düşünüp bir an rahatsızlık duydum. Fakat bakışlarım yüzünü bulduğunda hiçbir uyku emaresine rastlayamadım. "Uyumadın mı hâlâ?" diye sordum şaşkınlıkla ve sessizce. Başımı yastığa koyup yüzümü ona döndüm. Yan yana yatmaya hâlâ alışamadığım için biraz tedirgindim.

“Yok,” dedi o da sessizce. Fısıldamasak da oldukça kısık sesle konuşuyorduk. Evdeki herkes yatmıştı çünkü. Sanki sesimiz yükselirse gecenin sükunetini bölüp büyük bir suç işlemiş olacaktık.

“Neden? Üşüdün mü yine? Hırkamı vereyim mi?”

Yorganın altından kolunu çıkarttı ve hırkamı gösterdi. “Giydim ki zaten.”

Bunu yaparken o kadar doğal ve içtendi ki, gülümsemeden edemedim.

“Düşünüyordum öyle, dalmışım. Ondan uyumadım” diye devam etti.

“Ne düşünüyordun?” diye sorduğumda az önceki uykulu hâlimin dağıldığını, Berra ile konuşmanın yorgunluğumu da uykuyu da unutturduğunu fark ettim. İçimde onunla daha fazla muhabbet etme isteği büyüyordu.

“Buraları. Her şey gerçekten çok güzel, Emin. Daha önce hiç bugün gittiğimiz gibi bir yayla görmemiştim. O kadar huzurlu, o kadar doğal ki… İnsan kendini burada yeniden buluyor gibi. Ağaçlar, o temiz hava, sessizlik… Nefes almak bile burada daha güzel. Şehre dönmek istemiyorum desem yeridir.”

“Böyle doğanın içinde olmak, her şeyden uzak, sakin… İnsanın buna her zaman ihtiyacı var aslında. Farkında olmasak bile,” dedim, çünkü aynı duyguları ben de yaşıyordum.

“Bence de.”

Kısa bir sükut anı girdi aramıza. Cırcır böceklerinin sesi doldurdu o boşluğu. “Burayı sevmene sevindim,” diyerek içimden geçenleri söylemeden edemedim. “İstediğin zaman yine geliriz.”

Yüzünde büyük bir gülümseme belirdi. "Gerçekten mi?" dedi, çocukça bir heyecanla. “Çok iyi olur. Burası hayatı ve yaşamayı hissettiğim bir yer oldu. Hele o geyik!”

“Hiç geyik görmedim de demezsin,” diye takıldım ona. “Bak, herkese nasip olmaz. Birdahakine de belki ayı falan görürsün, ha?”

“Ayy ayı görmeyeyim! Ama bir daha gelelim mutlaka.”

“Zaten Oktay amca yardım için fındığa çağırdı bile,” diye gülmekli bir hâlde ekledim. “Yalnız, fındık toplamak öyle kolay değil. Bakalım köyün bu iş güç tarafıyla tanışınca ne düşüneceksin?”

“Gülü seven dikenine katlanırmış,” dedi iddialı bir şekilde. Fakat özgüvenden ziyade teslim olmuşluk vardı cümlesinin ardında.

Aramızda yeniden sessizlik vuku bulunca “Hayırlı geceler,” dedim ve konuşmamız bittiği için yüz yüze durmamıza gerek kalmadığından, usulca sırt üstü yatar şekilde pozisyon aldım.

“Hayırlı geceler.”

Bir süre zihnimin derinlerine dalmış, hemen uyuyamamıştım. Her şeyin ne kadar hızlı değiştiğini ve buradaki huzurun aramızdaki karmaşaya nasıl kısa bir mola olduğunu düşünmeye başladım. Üstelik askerlik mevzusundan ötürü bana arada bir ters davranan Berra da şimdilik olanları ardında bırakmış gibiydi. Gayet normal davranıyordu. Hatta yaylada oldukça güzel vakit geçirmiştik.

Birden bire çatıda bir tıkırtı sesi duyuldu. İlk başta pek aldırmadım çünkü Oktay amca çatıda sincaplar olduğundan bahsetmişti. Muhtemelen onların işiydi.

Berra’nın hareketlendiğini ve huzursuzca kıpırdandığını hissettim. Bir süredir nefes alış verişi düzenliydi, uyuduğunu düşünüyordum. Sanırım tıkırtıdan ötürü rahatsız olmuştu.

Tam gözlerimi kapatıp uyumaya çalışıyordum ki, tıkırtı bir anda büyük bir gürültüye dönüştü. Çatıda kocaman bir şey devrilmiş ve yuvarlanarak bu eski ve ahşap evi titretmişti sanki. Ben dahi irkilmiştim. Berra da uykulu haliyle korkmuş olsa gerek, tedirgin bir şekilde bana doğru sokuldu ve koluma sımsıkı sarıldı. “Ne oluyor?” diye fısıltıyla sorarken şaşkın ve endişeliydi.

Bu kadar yakınımda olması sebebiyle kalbim hafifçe tekledi. Nefesinin hafif titremesini hissediyordum. İçimde tuhaf bir heyecan, sevgi ve şefkat dalgası yükseldi. Bu yakınlık beni hem utandırıyor hem de garip bir şekilde mutlu ediyordu. Her ne kadar dışarıdan sakin kalmaya çalışsam da içimde fırtınalar kopuyordu.

Dikkatimi onun bu ürkmüş hâline verdim ve içimde bir koruma duygusu belirdi. “Korkma, Oktay amca söylemişti, çatıda sincaplar dolaşıyormuş. Onların sesidir. Bir şeyler yuvarladılar herhalde.”

Berra, rahatlamaya çalışır gibi bir iç çekti, ama yine de temkinliydi. Korkusunu yenmeye çalışıyordu ama gözlerindeki endişeyi saklayamıyordu. “Sincaplar mı?” diye mırıldandı. Yüzünü bana çevirdi; tepkimi tartmaya çalıştığı anlaşılıyordu. Neyse ki sakindim, o da böylece rahatladı. “Sanki ses çatıdan değil de evin dört bir yanından geldi. Tam uykuya dalıyormuşum, korktum. Deprem oluyor sandım.”

Koluma sarılan elleri, sanki güvendiği birine tutunmanın ifadesiydi. Bu olay karşısında tepkimi ölçerek ona göre yatışması da vardı tabi. İçimde garip hisler belirdi. Mutlulukla karışık bir huzur, sıcaklık…

Diğer tarafımdaki kolumu kaldırdım ve güven vermek ister gibi, usulca Berra’nın sağ koluma doladığı ellerinin üzerine koydum. Fakat bu basit hareket bile beni derinden etkiledi.

“Öyle bir durum yok, sakin ol. Uyu hadi.”

Berra’nın gözleri yeniden kapandı. Yüzüne yavaş yavaş inen sakinlik üzere rahatladım. Bakışlarımı tavana çevirdim. Çatıda sincaplar koşuşturuyor olabilirdi, ama asıl koşturmaca ve çalkantı benim içimdeydi.

 

 

*Tarık Tufan

 

Loading...
0%