Yeni Üyelik
28.
Bölüm

28 - düşmek

@sukunettekelimeler

“Sen beni tutarsan hiç düşmem biliyor musun?” *

 

 

Hava çok sıcak olduğu için pek evden dışarı çıkasım yoktu. Buna rağmen -Ağustos sıcağında- Ceyda ve Hazal ile buluşmak için bir kaç kez çarşıya veya onların evine gitmiştim. Ceyda bugün yeniden mesaj atıp önümüzdeki hafta için bizi evine davet etmişti. Fakat Faruk abilerin köyüne fındık toplamaya gidecektik. Müsait olmadığımı belirten bir cevap yolladım. Hem ben de onları davet etmiştim ama henüz hiç bize gelememişlerdi. Bu durum biraz hevesimi kırmıştı.

Telefonu bırakıp fırına baktım. Sebzelerin yeterince kızardığına kanaat getirince düğmesine basıp kapattım ve fişi çektim. Tepsiyi elbezi yardımıyla tutup tezgahın üzerine bıraktım. Hava sıcak olduğundan Emin de ben de sıcak yemek yemeyi pek tercih etmiyorduk. Genelde salata tarzı veya yoğurtlu şeyler yapıyorduk. Eh, çorbayı ve sulu yemekleri özlediğimiz de oluyordu elbet. O zamanlarda yine eski rutinimize dönüyorduk.

Bugün de karışık kızartma yapıyordum. Yoğurtlayacaktım. Şimdiden mis gibi kokmuştu. Yanına bir de mercimek çorbası kaynatmıştım çünkü dün Emin’in canı istemişti. Emin’in işten geliş saatine yakın kızartmayı yoğurtladım ve sofrayı hazırladım. Çorba hâlâ yeterince sıcaktı, yeniden ısıtmadım. Kapı sesini duyduğumda masaya son olarak su koyuyordum.

Koridora çıktığımda karşı karşıya gelmiştik. “Selamün aleyküm!”

"Aleyküm selam," dedim hafifçe gülümseyerek. Gün boyu içimi sıkan sıcaklık, Emin’in varlığıyla yerini ferahlığa bırakmış gibiydi. "Yemek hazır," diye ekledim ona doğru bir adım atarken.

"Mis gibi kokuyor,”derken burnuna gelen yoğurtlu kızartmanın kokusunu içine çekti ve elini yıkamak için hemen banyoya yöneldi. Bu sırada ben de mutfağa geçip ekmeği kestim.

Emin sofraya otururken gözleri çorba tenceresine takıldı. "Çorba da mı yaptın?” derken sesi bu durumdan memnuniyet duyduğunu yansıtıyordu. Tabağı doldurup önüne bıraktığımda “Hem de mercimek çorbası! Özlemiştim, iyi ki yapmışsın," diyerek kaşığını eline aldı. Ben de masanın diğer ucuna geçip oturdum.

Emin çorbasını yarıladıktan sonra gözlerini bana dikti. “Ee nasılsın? Ne yaptın?”

“İyii, bildiğin gibi,” dedim ve çatalıma bir patates batırıp ağzıma attım. “Ceyda bugün mesaj attı, bizi evine davet etti ama onlara gidemeyeceğimi söyledim. Zaten fındık toplamak için Faruk abilerin köyüne gideceğiz. Ben kaç kere onlara gittim, ama kızlar hiç bize gelemedi, bu durum biraz hevesimi kırıyor açıkçası.”

Durup dururken içimi dökmüştüm yine. Emin’in yanında böyle oluyordu, bir çok şeyi onunla kolayca paylaşabiliyordum. Hatta paylaşmak gibi planlarım olmasa da bir şekilde duygularım dökülüveriyordu.

Emin, kaşığını bırakıp bir an için düşündü. "Haklısın, sizin bu davetler tek taraflı gibi görünüyor. Ama Ceyda ve Hazal da yoğundur, belki bir fırsat bulamamışlardır. Bir sebepleri vardır,” dedi sakin bir sesle.

“Orası öyle tabi. Bazen müsaitlikleri uymuyor. Ceyda’nın babası tek başına bir yere yollamıyor, kendi de çalışıyor; bırakamıyor arabayla. Kız otobüse binmemiş hiç hayatında. Hazal’ın annesi evhamlı biraz, kimseye yollamıyormuş kolay kolay. Bizim ev de ona uzak geliyormuş…”

Emin, yumuşak bir gülümseme ile bakarak kaşığını tekrar eline aldı. “İşte bak, bazen insanların kısıtlamaları olabiliyor. Ceyda'nın ve Hazal'ın aileleriyle ilgili söylediklerin gibi. Ellerinde olsa, onlara kalsa seve seve gelirler. Engelleri aileleri. Anlamaya çalış. Sen onları davet etmeye devam et, eminim bir gün gelebileceklerdir.”

"Haklısın," diye iç çektim. "Belki de çok takmamalıyım. Zaten onlar gelmeyi istiyor. Bir ara inşallah o da gerçekleşir.”

Başını salladı. "Aynen öyle. Arkadaşlıkta bazı noktalarda dengeyi bulmak zor olabilir. Ama rahat ol, onlar seni değerli buluyorlar. Sen de onları. Buna odaklan.”

Yüzüme hafif bir tebessüm yayıldı. "Doğru," diye mırıldandım. Emin, her zamanki gibi sakinliğiyle her şeyi daha iyi bir yere çekmişti.

Çorbasını bitirirken göz ucuyla bana baktı. ”Ee, fındık toplamaya hazır mısın?" dedi.

Sesindeki enerjik ton gülümsememe yol açtı. “Tabiki hazırım!” diye atıldım. “Ama ilk kez fındık toplayacağım. Nasıl oluyor, anlatsana.”

Emin, çorbasını bitirmişti. Kaşığı kenarı bırakıp bana döndü. Haber bülteni sunmaya hazırlanır gibi oturuşunu dikleştirdi. Zihninde yine neler dönüyordu acaba?

“Fındık toplamak aslında sabır isteyen bir iş. Sabah erken kalkıp tarlaya gidiyoruz. Hatta sabah namazından sonra, hava aydınlanır aydınlanmaz. İlk önce dallardaki fındıkları topluyoruz. Ama Oktay amcanın dediğine göre bu sene dalları eğip toplamayacakmışız, sadece silkeleyip geçecek, yere düşenleri alacakmışız. Çünkü dallar çok uzamış, eğmesi zormuş. Dalları silkelemek de zor oluyor, genelde bu işi genç ve kuvvetli kişiler yapıyor. Burada o kişiler Farukla ben olacağız. Gerisi daha kolay, yere düşen fındıkları toplamak. Herkes yerden toplarken işler hızlı ilerliyor. Ama dökülen fındıkları yerden toplamak biraz fazla zaman alıyor. İşin en güzel yanı, gün boyunca o tertemiz köy havasını solumak. Tek güzel yanı da olabilir.”

“Niye öyle dedin ya?”

“Çünkü saat ondan sonra Ağustos sıcağı yakıyor. Tozlar, böcekler…Bir süre sonra belin ağrımaya başlar, kolların yorulur, hatta parmakların bile uyuşur. Toplayacak çok fındık olur ve gözlerin yorulsa bile devam etmek zorunda kalırsın…”

Sözlerinin arasında beni korkutmak ister gibi hafifçe gözlerini kıstı, ama altındaki şakayı hemen anladım. "Emin, farkındaysan beni korkutmaya ve caydırmaya çalışıyorsun ama boşuna! Benim kadar hevesli birini bu kadar kolay yıldırmak imkânsız," diyerek karşılık verdim. Kendine güvenen bir ifade yerleşti yüzüme: “Hem belki de senden iyi fındık toplayıp herkesi şaşırtırım,” dedim ve kızartmadan bir lokma daha aldım.

Emin gülmeye başladı. “Evet, korkutmaya çalıştım ama o son söylediğin imkânsız, güzelim. Benden iyi toplayamazsın.”

“Görürüz!” deyip meydan okurcasına baktım ona.

“Var mısın iddiasına?” derken yüzünde hâlâ kışkırtıcı bir gülümseme vardı. Yine de pes etmedim.

“Varım!” diye cevapladım. “Neyine?”

“Kaybeden, kazanın iki gün boyunca istediklerini yapar?”

“Tamam!”

İkimizin de yüzünde meydan okuyan birer gülümseme vardı. Emin aramıza elini uzattı. Ben de karşılık verdim. Elim, uzun ve biçimli parmaklarının arasında kayboldu ve sıcacık oldu. Aynı anda o kelimeyi döküldü dudaklarımızdan: “Anlaştık!”

 

 

Gözlerimi araladığımda dışarıdan gelen hafif kuş cıvıltıları sabahın serinliğine karışıyordu. Göz kapaklarımı açmakta zorlanıyordum; gece hemen uyumuştum. Başucumda çalan alarm sabah namazı vaktini işaret ediyordu. Sesten rahatsız olarak alarmı kapattım ve yeniden başımı yastığa koydum.

“Oo Berra hanım, öyle hemen geri yatmak yok. Namaz kılıp tarlaya gideceğiz.”

Emin’in sesini işitince başımı kaldırdım ve üstüne giydiği hırkanın fermuarını kapatırken rastladım ona. Uykumdam gerçek manada sıyrılırken "Sabah oldu mu?" diye kısık bir sesle sordum.

"Oldu, hadi kalk," dedi hafifçe gülümseyerek. "Bugün fındık toplama günü, unutma."

Besmele çekip kalkmak istedim ama yorganı üstümden biraz çeker çekmez üşümüştüm. Soğuğa temas eden bedenim ürperdi. “Çok soğuk!” diye hayıflandım.

“Bunu giy üstüne. Yataktan çıkınca hareket ettiğinde ısınırsın,” derken askıdan kalın hırkamı aldı ve bana getirdi. Oturur pozisyon alıp hızlıca hırkayı giydim. Ya şimdi ya hiç diye düşünerek birden bire yataktan çıktım ve koşar adımlarla banyoya gittim. Sıcak suyla abdest alıp kurulandıktan sonra odaya döndüm. Eşofmanımın üstüne etek giyip başıma şalımı taktım ve koridora çıktım. Emin’i seccade sererken görünce “Cemaat yapalım,” diyerek yanına doğru adımladım.

“Faruklar kılmış. Gel, ikimiz varız.”

Ben de bir seccade alıp arkasına serdim ve sabah namazımızı kıldık. Tesbihatımızı yaptığımız sırada Reyhan teyze odasından çıktı. “Hayırlı sabahlar, Allah kabul etsin çocuklar,” diyerek içeriye yöneldi. Duamızı da edip seccadeleri toparladık ve yerine koyduk.

“Şimdi hemen gidecek miyiz?” diye sordum Emin’e.

“Evet. Hazırlanıp gideceğiz. Biz toplamaya başlayacağız. O sırada Reyhan teyzem kahvaltı hazırlayacak. Kahvaltı için geleceğiz, ara vermiş olacağız hem. Sonra yine çalışmaya devam.”

“Ne giyeyim peki?”

“Yeni bir şeyler giyme. Rahat edeceğin şeyler olsun.”

Eteğimi kaldırıp altındaki eşofmanı gösterdim. “Bunla gelsem?”

Biz konuşurken Reyhan teyze yine koridora çıkmıştı. Neyden bahsettiğimi anlamış olmalı ki “Kızım ben sana uygun bir şeyler vereyim, o güzelim eşofmanı ziyan etme tarlalarda,” dedi ve beni peşine katıp odaya götürdü. Çiçek desenli bir şalvar ve saçlarıma toz düşmesin diye bir yazma vermişti bana. Teşekkür edip odama geçtim. Şalvarla üşüyeceğimi bildiğim için altına bir tayt da giydim. Üstümdekileri değiştirmedim. Penyem ve hırkamla mutluyum. Sıcak tutuyorlardı. Çoraplarımı ayağıma geçirdim, saçlarımı ördüm ve başıma yazmayı da taktıktan sonra dışarı çıktım. Evden gelirken eskiyen spor ayakkabılarımı getirmiştim, onları giydim. Emin’in elime tutuşturduğu bir kovayı sapından tuttum ve besmele çekip önümden yürüyen üç adamı tarlaya doğru takip ettim.

Sabahın serinliği hâlâ havadaydı. Etraf, güneşin ilk ışıklarıyla aydınlanırken tertemiz bir köy havası ciğerlerime doldu. Çevredeki ağaçların arasında hafif bir rüzgâr esiyordu ve yaprakların hışırtısını duyuyorduk. Yavaşça aydınlanmakta olan gökyüzü, her şeyin daha taze ve yeni görünmesini sağlıyordu.

Samanlığın arkasından geçip bir patika yola girdik. Fındıklıktaydık ama bu kısım Faruk abilerin amcasınınmış. Onların kısmına doğru yürürken ayaklarımın altına fındık taneleri gelince kayar gibi oldum. Neyse ki dengemi toparladım.

Önümde yürüyen Emin yavaşlayıp beni bekledi. Yan yana ilerlemeye devam ettik. “Şalvar yakışmış,” deyip yarı güler bir şekilde üzerimi işaret etti. Dalga geçmediğini yüzündeki ifadeden anlayabiliyordum. Ama iltifat da etmiyordu. Yalın bir gerçeği öylece dile getirmiş gibiydi.

“Tam köylü kızı oldum. Unutturma, böyle bi fotoğraf çekilelim, hatıra kalsın. Tamam mı?”

“Tamam,” deyip başını salladı ve yola uzanan bir dalı kenarı çekti. Geçmem için önümü açmıştı. Bu davranışı içimi ısıtırken onu bekletmemek için hızlıca geçtim. Patika daralınca önlü arkalı yürümeye başladık.

Oktay amcaların fındıklığına geldiğimizde bir besmele çektik. O an biraz tedirgin olmadım değil. İlk kez böyle bir iş yapacağım için ne yapacağımı tam bilemiyordum.

Sevecen bir tavırla "E hadi bakalım, başlayalım," dedi Faruk Abi. Ardından bana döndü: "Berra, sen ilk önce beş on dakika dinlen. Biz şu ağaçları bir silkeleyelim. Sonra silkelediğimiz ağaçların altından, yerden toplamaya başlayabilirsin."

“Tamam abi,” dedim ve olduğum yere oturup onların ağaç dallarını silkeleyişlerini seyrettim.

Oktay amca “Siz silkelerken ben de şu ötedeki ağaçtan biraz armut alayım, canım istedi,” deyip uzaklaştı.

Dallar epey yüksekti, her silkeleyişte onlarca fındık yere dökülüyordu. Ağaçların altına düşen fındıkların çıkardığı patırtılar sabahın sessizliğini bozuyordu. Garip bir şekilde hoşuma da gitmişti bu durum.

Emin’in ciddiyeti ve işine olan odaklanışı dikkatimi çekmişti. Tam böyle düşünürken, düşündüğümün aksine bir davranış sergileyerek beni yanılttı. Kalın bir dala asıldı ve ayaklarını yerden kesip tüm ağırlığıyla sallanmaya başladı. Şakacı bir edayla Faruk abiye seslenip gülerek “Hadi, sen de," dedi.

“Eskisi gibi, diyorsun!?” cevabını verirken Faruk abi de ona uydu. Böylece daha önce bunu yaptıklarını öğrenmiş oldum. Faruk abi de bir dala asıldı ve aynı şekilde sallanmaya başladı. “Yihhu!” diye bağırdıklarında bu çocuksu ve neşeli hallerine güldüm.

“Dikkat edin!” uyarısında bulunmaktan kendimi alamadım. Dallar çok ince olmasa da onları taşıyacak kadar kalın da durmuyordu.

Cümleyi kuruşumdan bir kaç saniye sonra bir çatırtı sesi yankılandı. O ses bir nevi haberciydi: dal kırıldı ve Faruk abi yere düştü. Ben endişeyle kalkıp yanlarına giderken Emin de asıldığı dalı bıraktı ve Faruk abinin yamacına ilişti. “İyi misin?”

Faruk abi eliyle bacağını ovalarken acıyla yüzünü buruşturdu. “Çanağı kırdık galiba ama iyiyim,” dese de gülerek toparlandı.

Tam her şey yolunda diye rahatlamışken Oktay amcanın bağırışını işittik: “Oğlum, gavurun malı mı da dallara asılıp kırıyorsunuz?!”

Üçümüz de aynı anda dönüp baktığımızda, elindeki armutları bir fındık ağacının dibine koyan adamın yüzündeki ciddi ifadeyi ve öfkeyi fark etmiştik. Bir suçum olmamasına rağmen ben bile ürkmüştüm. Emin ve Faruk abi kabahatli çocuklar gibi hemen suspus oldu. Faruk abi “ah ıh “ederek işinin başına dönerken Emin göz ucuyla bana baktı. Göz kırptı ve küçük bir sırıtma yerleştirdi yüzüne. Tüm bu olanlara karşın, sessizce gülümsemekten başka bir şey yapamadım.

 

 

Dördüncü gün. Artık olaya biraz daha adapte olmuştum. Mesela sabahları saat on buçuğa kadar hırkamla çalışabilirken, on buçuktan sonra güneş yükseldiği için terlemeye başlıyor ve hırkayı çıkartıyordum. Kahvaltıya da yakın saatlerde gittiğimizden, sabah üşüdüğüm için giydiğim taytı kahvaltı saatinden sonra tarlaya dönmeden evvel çıkartıyordum.

Yerden toplamak pek zor değildi ama uzun süre aynı eylemi yapınca sırtım ve omuzlarım ağrıyordu. Tabi dizüstü yere oturarak topladığımız için de dizlerim çok ağrıyordu. Öğlene doğru terlemeye başlayıp bunalıyorduk. Öğle ezanıyla mola verip yemeğe gidiyor, iki saat kadar dinlenip yeniden fındıklığa dönüyorduk. Düşündüğüm kadar kolay değildi; fakat Emin’in beni korkutmaya çalıştığı kadar zor da değildi. Yani bence.

Çok şükür bugün hava daha serindi. Hiç terlemeden ve bunalmadan topluyorduk. Ama sorun şu ki bayır olan kısma gelmiştik. Burada ayakta durmak oldukça zordu. Oturmak dahi zordu. Yerler kum ve çakıl olduğu için kayıyordu. Düşmemek için dallara tutunarak inmeye çalışıyor, daldan dala tutunurkense kendimi maymunlar gibi hissedip bu saçma düşünceme gülüyordum.

Yine o anlardan birindeydim. Öğlen molamız bitmiş, tarlaya gelmiştik. Aşağı doğru inerken kayıyordum. Düşüp yuvarlanmazsam iyiydi. Üstelik yakınımda tutunacağım bir dal da yoktu. Panik olmuştum. “Emin, Emin!” diye korkuyla seslendim hemen. Biraz ötemdeydi. “Düşeceğim!”

Endişeye bulanmış ses tonumu işitince hemen yanımda soluğu almıştı. Kolumdan tutup beni yakaladığında düşmekten kurtulmuştum. Rahat bi nefes alıp beline sarıldım. Diğer eliyle kalın bir dalı tutuyordu. Dediğim gibi; bu bayırda ayakta durmak zordu. Sadece bana değil, herkese. Tutunmazsa o da kayabilirdi.

Düşmeyelim diye insanların içinde sarılmıştık, iyi mi! Biraz utanç vericiydi doğrusu. Neyse, Reyhan teyze de Oktay amcanın elini tutup iniyordu. “Bunlar normal şeyler. Can güvenliğimiz için sadece.”

Emin’in belini saran kolumu geri çekip omzuna tutundum. “Ayy benden çok uzaklaşma sen, tamam mı? Her an kayma tehlikesi yaşayabilirim,” deyip tembihledim onu. Etrafa bakınıp beyaz kovamı bıraktığım ağaç dibini buldum. “Kovam orda! Şu ağacın dibinde kalmışım. Beni oraya indirsene.”

Emin gülerek yüzüme baktıktan sonra hiçbir şey demeden elime uzandı. “Sonuçta düşmemeni sağlamak yardım etmek için Berra,” diye geçirdim içimden ve elini sıkıca tuttum. Beni ağacımın altına dek götürdükten sonra eski yerine döndü. “Teşekkür ederim,” dedim arkasından.

Çömelip kovamı yanıma aldım ve fındıkları toplamaya başladım. Ara sıra yorulunca oturuyor, ağrıyan dizlerimi dinlendirmek için bacaklarımı uzatıyor ve bir kaç fındık yiyordum. Ara sıra sessizlik oluşsa da çoğunlukla sohbet ederek çalışıyorduk. Öylesi hem daha eğlenceli oluyor hem de işi daha çekilir kılıyordu. Kâh dünya dertleriyle dertleniyor kâh gülüyorduk.

Bu üç günde ilginç şeyler öğrenmiştim. Mesela bizim için ‘fındık’ olan fındıkları gruplara ayırıyorlardı burada. Alt türlere de diyebiliriz. “Sarı fındık,” “kara fındık,” “yumura,” “sivri fındık,” gibi isimler vermişlerdi cinslerine göre. Kimi küçük küçük, kimi daha iriydi. Kimi daha sarı, kimi daha koyu, kimi daha yuvarlak, kimi daha sivri. Eh gün geçmiyordu ki yeni bir şeyler öğrenmeyelim.

“Burada neden çakıllar var biliyor musun kızım, eskiden buralardan hep dere akardı ama sonra kurudu. Kuruyunca da buraya fındık dikmişler işte.”

Oktay amca yeni bir konu açıp bana ayrıntılarıyla anlatmaya koyulurken dikkatimi ona verdim. Böyle böyle geçti zaman.

Hava kararmaya yüz tutmuştu. Oktay amca ve Reyhan teyze yaklaşık on dakika önce bugünkü mesailerine son vermişti. “Görünmüyor, yeter bugünlük,” demişlerdi. Bense hâlâ yerdeki fındıkları seçebildiğim için toplamayı sürdürüyordum.

Akşam ezanını duyulunca çakallar da bağırmaya başlamıştı. Neyse ki sesleri çok uzaktan geliyordu. Emin, Oktay amcaların ardında bıraktığı kovaları çuvala boşaltıyordu. Faruk abi de bir başka çuvalı sırtlanmış götürüyordu.

“İstersen fener getireyim, maden işçilerinin fenerlerinden. Başına tak, gece de çalış sen.”

Bana takılmak için yine bir fırsat bulmuştu beyefendi. Eğlencesini bozmadım. “Olur!” diye karşılık verdim.

Gülerek “Hadi hadi bırak,” dedikten sonra elindeki çuvalla birlikte yanıma geldi. Çuvalı silkip içindekilerin iyice sıkışmasını sağladıktan sonra kovama uzandı ve onu da boşalttı. Kovayı ağacın dibine ters bir şekilde koyup uçmaması için yasladım ve ayağa kalktım. Emin “Bismillah!” deyip çuvalı sırtlandı. Bir eliyle çuvalı tutarken diğerini aramıza uzattı. İlkin anlamasam da saniyeler içinde beyin hücrelerim yorgunluğunu atıp “elini tut diye uzattı” mesajını idrak edebilmişti.

Parmaklarına usulca uzandım. Alışık olmadığımdan ötürü biraz garip gelse de durumu yine mantık zeminine oturtarak kendimi rahatlattım. Bayırı çıkarken kayıp düşmeyeyim diye el ele tutuyorduk sonuçta.

“Çuvalı taşıyorsun ama, zor olmasın. Ben ağaçlara tutunurdum.”

Elini tutmama rağmen onun için içimde beliren endişeyi de belirtmekten kendimi alamamıştım.

“Sıkıntı yok, gel sen,” diyerek avucunun arasındaki elimi incitmeden sıkıca tuttu. Diğer elimle yine erişebildiğim dallardan destek alıyordum. Bayırı sağ salim çıktığımızda içim rahatladı. Patika yolda sohbet ederek ilerledik.

“Yarın biter muhtemelen. Az kaldı. Şu düzlüğe inince son.”

“Aa gerçekten mi?” derken sesimde şaşkınlıkla birlikte sevinç de vardı.

“Çok mutlu oldun bakıyorum. Ne oldu, yoruldun mu?”

“Yoruldum tabi. Dizlerim, sırtım, ayaklarım falan nasıl ağrıyor. Hele omuzlarım!”

“Kıyamam sana!” Bunu içinden gelerek söylediği ses tonundan anlaşılıyordu. “İstersen akşam masaj yaparım omuzlarına.”

“Bilmem, bakarız,” dedim çekindiğim için. Aksi takdirde harika bir teklifti doğrusu. İhtiyacım olan yegâne şey güzel bir masajdı. Biri omuzlarımı ve boynumu ovsa yeterdi hatta.

Kısa bir sessizliğe büründüğümüz esnada hâlâ el ele tutuyor olmamızın idrakine vardım. Oysa çoktan düzlüğe erişmiştik. Bakışlarım istemsizce Emin’in yüzüne kaydı ve yan profiline takıldı. Ela gözleri hava karardığı için koyu bir renk almış, derinleşmişti. Başında fındık toplarken taktığı kasketli şapka vardı.

Yorulduğu belliydi. Omzundaki çuval ağırlık yaptığı gibi bütün gün ağaç silkelemiş, yerden de daldan da fındık toplamışlardı. Başka çuval da taşımışlardı. En çok Faruk abiyle Emin yoruluyordu, buna kanaat getirmiştim. Yine de enerjileri yerindeydi. Şakalaşmaları, sohbetleri ve gülüşleri eksik olmuyordu. Faruk abi ara sıra türkü de söylüyordu. Emin de bazen ona eşlik ediyordu. Günümüz renkleniyordu.

Yalnız o da değil, Emin her ne kadar pek belli etmese de bir gözü hep bendeydi. Kovam dolunca hemen gelip boşaltıyordu mesela. Benim çuvalın yanına gitmeme gerek kalmıyordu. İşimi kolaylaştırıyordu. Susadığımda su şişesini ve bardağı yanıma getiriyordu. Ara sıra nasıl olduğumu soruyordu. “Çok yorma kendini, ben senin yerine de çalışırım,” derken şakayla karışık takılsa da cümlesinin ardındaki gerçekliğin de farkındaydım.

Tüm bunlara karşın içimde garip bir duygu oluşmuştu ona karşı. Bu minnet değildi, borçlu hissetmiyordum. Başka bir şeydi. Ama adını da koyamıyordum. Ilık ılık içime yayılan bir duyguydu.

“Baltayı şurada unutmuşlar, onu alsana.”

Emin’in ricasıyla düşüncelerde sıyrıldım. Ellerimiz bu mecburiyetten ötürü usulca ayrıldı. Az ötedeki baltayı alıp Emin’in yanında yürümeye başladım.

Bir kaç adım ilerlemiştik ki aniden ayağı kaydı. Taşıdığı çuvalla birlikte yere düştü. Dudaklarının arasından bir ah nidası çıkarken yüzü acıyla buruştu.

Emin, yere düştüğünde bir an için zaman durdu gibi hissettim. Elimdeki baltayı bir kenarı bırakıp hemen onun yanına dizlerimin üstüne çöküverdim. Kalbim hızla çarparken, bir endişe dalgası göğsüme yerleşti. "Emin! İyi misin?”

Derin nefesler alıp bacağına uzandı ve ovalamaya başladı. “Bacağın mı acıdı? Çok mu kötü?” diye kaygıyla sordum.

"Bir şeyim yok, Berra," dedi ama sesi pek de ikna edici gelmiyordu. Bir süre bacağını ovaladıktan sonra kalkmaya yeltendi.

Hemen ayaklandım ve koluna uzanıp ona destek oldum. “Yürüyebilecek misin? Basınca acıyor mu?”

“Biraz ağrıyor ama yürürüm,” deyip onunla beraber düşen çuvala uzandı.

Ne yapacağını anlayınca “Faruk abiyi çağırayım o alsın çuvalı. Bacağın zaten ağrıyor, bir de onu taşıma,” dedim fakat Emin kararlıydı.

“Olmaz, bir şey yok, taşırım. Az kaldı zaten.”

Hayal kırıklığı içinde kalakaldım. “Ama düştün, önemli bir şey olabilir. Bari sen bi ucundan ben diğer ucundan tutalım," diye ısrar ettim.

Emin hafifçe gülümsedi, ama yüz ifadesindeki kararlılık değişmedi. "Öyle daha zor. Sırtımda daha rahat taşırım," dedi ve çuvalı yeniden omzuna aldı ve yürümeye başladı.

Oflayarak baltayı aldım ve ardı sıra gittim. Bakışlarım hafiften topallayan bacağındaydı. İçime bir sıkıntı çöreklenmişti. Emin’in bacağına bir şey olup olmadığını düşünmekten kendimi alamıyordum.

Eve vardığımızda durumdan hemen Reyhan teyzeye bahsetmiştim. “Bi hastaneye gidin istersen oğlum,” demişti ama Emin buna gerek olmadığına ben hariç herkesi ikna etmişti. Biraz kızmıştım bu tavrına açıkçası. İnsan biraz kendini düşünür, dimi?

Neyse ki Reyhan teyze ağrısına iyi gelecek ki farklı yöntem önermişti: “Bari yemekten sonra ağrı kesici iç. Bir de kantaron yağı vardı, Faruk bacağına sürsün de masaj yapsın onunla. İyi gelir.”

Aynı dediği gibi yapmıştık. Yemekten sonra ilaç içmişti. Çayın demlenmesini beklerken de Faruk abi bacağına kantaron sürüp masaj yapmıştı ve sarmıştık.

Bahçedeki çardakta çaylarımızı içip yorgunluğumuzu iyice attığımız esnada yatsı ezanı okunmuştu. Tarlada yorulduğum için bir kaç gündür yatsıyı kılar kılmaz uyuyordum. Yine öyle yapmıştım. Diğer günlerden farklı olarak bugün Emin de erkenden dinlenmeye çekilmişti. Tam yorganı üstüme çekip iyice sarıldığım esnada odaya girmişti. Pijamalarını giyip yatmıştı o da.

“Bacağın nasıl?” diye sordum kısık sesle.

“Biraz ağrıyor. Ama geçer."

Sıkıntıyla bir nefes aldım. Keşke ağrıları dindirmenin kolay bi yolu olsaydı… Yapabileceğim başka bir şey olmadığından Emin için dua ettim ve hayırlı geceler dileyip gözlerimi kapattım. Uykunun kollarına teslim oldum.

Gece onun kıpırdanışlarını duyarak rüyamdan sıyrıldım ve arkamı dönüp yatağın diğer köşesine baktım. Gözlerim loş ışığa alıştığında Emin’i oturur pozisyonda bacağını ovalarken görmüştüm. Hafifçe doğruldum ve “Emin?” diye mırıldandım uyku mahmuru bir hâlde. “Ne oldu?”

“Ağrım arttı da, uyuyamadım.”

“Doktora gitseydik keşke. Niye inat ettin ki?”

“Doktorluk bi durum yok Berra.”

“Dedi kırk yıllık ortopedi uzmanı Emin Yiğitsoy.”

Atışmayı bıraktığımızda ne yapabileceğimi düşündüm ama farklı bir çözüm yöntemi bulamadım. Dizinden aşağısını güçsüzce ovalamaya çalışan genç adama baktım ve hafifçe iç çektim.

Aklıma bir şey gelmişti aslında ama çekiniyordum. Garip olur muydu ki? Etrafıma bakındım, böyle bir şey yapmanın uygun olup olmadığını düşündüm. İçimdeki endişe bütün tedirginliklerimi görmezden gelmemi sağladı.

“İstersen sen uzan, bacağını ovalayayım? Belki iyi gelir.”

“Zahmet olmasın. Sen yat hem, iyice dağıtma uykunu.”

“Saçmalama, sen ağrı çekerken arkamı dönüp hiçbir şey yok gibi uyuyacak mıyım?” dedim hafiften azarlayan bir şekilde.

Kontrolü elime almaya karar verdim. “Sen şimdi uzanıyorsun, yat bakayım. Hah, aferin,” derken sözümü dinlediğinde onu tebrik etmeyi de unutmadım. “Bacağın uzat, rahat bırak. Ben masaj yapacağım. Neresi ağrıyor, yine dizinden aşağısı mı?”

“Evet,” dediğinde yorganın bir ucunu üstüne örtüp dizinden aşağısını açıkta bıraktım. Yatağın ortasına doğru emekleyip uygun bir yere oturdum ve pijamasını dizine dek sıyırdım. Titrek parmaklarımı uzatıp bacağını ovalamaya başladım. İyi gelmesini umuyordum. Bir yandan da dua okudum ki o iyi gelişin ihtimali artsın.

“Sen gözlerini kapat, uyumaya çalış, tamam mı?”

“Tamam,” dedikten bir kaç dakika sonra “Teşekkür ederim Berra,” diye mırıldandı. Uykusunun iyice bastırdığı sesinden belliydi.

“Senin şimdiye dek benim için yaptıkların yanında bu ne ki,” diyemedim. Fakat o rahatlayıp uyuyakalana dek bacağını ovalamaya ve dua mırıldanmaya devam ettim.

Nefes alış verişleri düzene girdiğinde hafifçe eğildim ve sağ yanına çevrili yüzüne baktım. Uyuyakalmıştı. Ağrıdan tekrar uyanmasın diye bir süre daha bacağına masaj yapmayı sürdürdüm. Parmaklarım güçsüzleşip yorulduğunda artık bırakmam gerektiğine kanaat getirdim. Dizine dek sıyrılı eşofmanının kumaşını tutup dikkatlice aşağı indirdim. Bileklerine dek kapanmıştı. Yorgana düzeltip üstünü güzelce örttüm.

Ben de yatıp yorgana sıkıca sarıldım. Bakışlarım Emin’in yüzüne doğru kaydı. İçime ılık ılık merhamet ve şefkat hisleri aktı. Gözlerimi usulca yumdum ve bir rüyaya daldım.

 

 

Selamünaleyküm. Bir haftalığına buralarda olamayacağım. Bir yolculuğa çıkıyorum. Hayırla geçmesi için sizlerden dua beklerim.

Gitmeden evvel son bir bölüm atmak istedim, o bir haftanın telafisi olsun. Dönünce inşallah kaldığımız yerden devam ederiz. Düşüncelerinizi yorumlara yazmayı unutmayın, bana enerji veriyorlar. Hepiniz hayırla ve iyilikle kalın. Allah’a emanet :)

Loading...
0%