Yeni Üyelik
29.
Bölüm

29 - kraliçe

@sukunettekelimeler

 

 

“Göz varlığa değer, ruhlar birbirine.” *

 

Bazı şeyler insanın içine yavaş yavaş sirayet eder. Sevda gibi. Geçirdiğiniz her an bir ilmek gibi ömrünüze işlenir ve gün gelir o ilmeklerin kalbinizde devasa bir yapı inşa ettiğini görürsünüz. Usul usul, sessizce. Kendinize bile sezdirmeden. Şaşar kalırsınız.

Nereden bilebilirdim bunca zaman içimde neyin büyüdüğünü?

Fındık toplama işimiz artık bitmişti. Günlerdir süren yorucu çalışmanın ardından derin bir rahatlama hissi içime dolmuştu.

Emin'in bacağı ağrıdığı için sonrasında ona yere oturup bacağını uzatıp rahat edeceği şekilde toplaması için ısrar etmiştik. Aslına bakarsanız biz hiç tarlaya gelmemesini söylemiştik ama beyefendi inat edip gelince en azından bir şeyleri onun için kolaylaştırmak istemiştik. Bu kez onun kovalarını ben boşaltmıştım. Susayınca suyunu götürmüştüm. Yardıma ihtiyacı olunca yanına koşmuştum. Neyse ki son kısım düzlüktü de biraz rahat etmiştik.

Son ağacın altındaki fındıkları da topladığımızda, yorgunluktan tükenmiş halde “Artık yerde bir fındık bile görsem eğilip almam!” demiştim. Herkes gülmüştü bu halime, ama gerçekten de içimden geçen buydu.

Şimdi harman makinası denen o kocaman alet gelmişti ve fındıkların harmanı yapılıyordu. Gürültülü ve devasa bir makine fındıkları bir borudan çekiyor, yapraklardan, kumuşlarından ve çöplerden ayırıyor, taneler halinde çuvalara dolduruyordu. Ayrılan fındıklar taneler halinde çuvala doluyordu. Faruk abi, Oktay amca ve komşulardan bir kaç erkek daha bu işle ilgileniyordu.

Biz ise Reyhan teyzeyle birlikte çay demlemiş, sofra hazırlamıştık. Harman işi bitince yorgun ve acıkmış olan beylerin atıştırması içindi.

Az sonra makinanın o yüksek ve gürültülü sesi kesildi. Bir şükür mırıldandım. Yeniden kuş seslerini duyunca kulaklarım bayram etti.

Tam o sırada, elinde yarısı dolu bir çuval ile karşıdan gelen Emin'i görünce oturduğum sandalyeden kalktım ve yavaşça ona doğru yürüdüm. Yorgundu, ter içindeydi ve üzeri baştan aşağıya toz içindeydi. Yanına yaklaştıkça saçlarının arasına dahi tozlar ve ot parçaları doluştuğunu fark ettim. Bir an için onun bu hali karşısında içim cız etti.

"Bitti mi?" diye sordum.

"Bitti" dedi ve elindeki çuvalı kenarı bıraktı. Evin kapısından çıkan Reyhan teyzeye "Reyhan teyze, bu elek altıymış. Haberin olsun," diye seslendi.

- Tamam çocuğum. Dursun orada.

Reyhan teyze elindeki ekmek poşetini masaya bırakıp yeniden içeri girerken Emin üstü başını silkelemeye koyuldu. "Dur yardım edeyim," deyip sırtındaki tişörte yapışan tozları silkeledim. Ardından, toz içinde kalan saçlarına uzandım. Parmaklarım yumuşak saç tellerine değince ilkin garipsesem de ot parçalarını ayıklama işlemine devam ettim. "Biraz eğilsene," dediğimde söylediğimi yaptı ve başını eğdi. Saçlarını karıştırıp içindeki tozların yere düşmesini sağladım. Saçlarının arasına iyice karışmış tozları ayıklarken parmaklarımın Emin'in saçlarında gezinmesi garip bir sıcaklık yaydı içime.

Yeterince temizlendiğinde "Gerisi duş alınca gider," deyip zihnimden geçeni dile getirdim. Emin başını kaldırıp teşekkür ederken saçlarını fazlasıyla dağıttığımı fark edip hâline güldüm.

Göz göze geldiğimizde hayırdır manasında baktı bana. "Komik oldun da," dedim gülüşümü bastıramayarak.

"Karizmamı çizdin değil mi? Aşk olsun ya!" diyerek şakayla söylenmeye başladı.

Şu haliyle bir aşk romanı kahramanından çok, bir fındık işçisi gibiydi. “Bu hâlinle hiç aşk meşk olacağını sanmıyorum,” diye takıldım ona

- Ne varmış hâlimde? Emek nişanesi bunlar hep.

Huysuzlanmasına gülmeyi sürdürürken uzanıp saçlarını parmaklarımla taradım ve düzelttim. Yüzünde bir memnuniyet ifadesi belirdi. "Tamam, şimdi oldu. Artık elini yüzünü yıkayıp rahatça oturabilirsin."

Diğer erkekler de bu tarafa gelince ben içeriye geçtim. Reyhan teyzeyle birlikte biraz oturduk. Beyler yemeklerini yedikten sonra hepsi dağıldı. Biz Reyhan teyzeyle sofrayı ve bulaşıkları topladık. Yalnızca ev ahalisi kalmıştı geriye. Oktay amca ve Faruk abi evin yanındaki düzlüğe, çimenlerin oraya kocaman muşambalar serip üstlerine fındıkları boşalttı. Tane tane fındıklar çok hoş görünüyordu. Söylediklerine göre bunların deliklerini ayıklayacaktık. Aynı zamanda güneş altında kalıp kuruyacaklardı.

Emin de bu sırada duştaydı. Tozdan topraktan temizlenip üzerine yeni kıyafetler giymişti.

Çardakta oturuyordum. Gelip karşıma oturdu ve derin bir nefes aldı. "Oh be, rahatladım valla."

- Sıhhatler olsun.

- Sağ ol... Ee sen dinlenebildin mi bari?

- Tam olarak değil. Ama daha dinçim en azından.

- İyi iyi. Yarın erken kalkmak zorunda değlisin, dinlenirsin iyice.

- Aynen. Bu arada, yarın akşam eve gidecek miyiz?

- Gideriz. Pazartesi çalışıyorum, iznim bitiyor. Sen ne diyorsun?

"Bence de gidelim," dedim başımı sallayarak. Zaten askere gitmesine haftalar vardı. Çok az bir zaman yani. Bu süre içinde onu bir daha görebilecek miydim, ayrıldıktan sonra nasıl olacaktı? Daha babamla konuşacaktı, ben ise onun yokluğunda ne yapacağımı ve nerede kalacağımı düşünüyordum. Bu düşünceler bazen zihnimde beliriyor, sonra hızla kayboluyordu. Kendimi güçlü tutmaya çalışsam da, içimde hissettiğim boşluk her geçen saniye büyüyordu.

Emin az ötede fındıkları seren baba oğula bakıyordu. Gözlerinde her zamanki sakinlik vardı ama bir şeyleri düşünüyormuş gibi görünüyordu. Sözlerinde geçen "Pazartesi çalışıyorum" cümlesi, bana ne kadar az zamanımız kaldığını bir kez daha hatırlatmıştı. İçimde bir sıkıntı belirdi.

"Emin," dedim, sesim biraz boğuk çıkmıştı. İsmini söyleyince bakışlarını bana çevirdi. "Askerlik meselesi için ne düşündün?"

Emin, derin bir nefes aldı. Yüzünde hafif bir gerginlik belirdi. Bu konuyu konuşmayı istemediği belliydi, ama kaçınılmaz olduğunu biliyordu. "Gel biraz yürüyelim seninle," deyip ayağa kalktı. Peşinden ben de kalktım ve sessizce yan yana yürümeye başladık. Evden ve insanlardan uzaklaşıyorduk. Doğanın kalbinde baş başa kalmıştık. Etrafta sadece ağaç yapraklarının hışırtısı ve kuş cıvıltıları duyuluyordu.

Emin’in yanında yürürken içimdeki ağırlığı onun da fark ettiğini hissediyordum. Bir şeyler söylemek istiyordum, ama sözcükler dilimin ucuna gelmiyordu. O da sessizdi, ama sanki ne söyleyeceğini kafasında toparlıyordu.

Artık ağaçlardan ve hayvanlardan başka kimsenin olmadığı gölgelik bir yola geldiğimizde adımları durdu. Yüzüme baktı, derin bir nefes aldı ve yumuşak bir sesle konuşmaya başladı. "Berra, biliyorum, düzeninin değişmesi senin için zor olacak. Ama bu hayatın bir parçası. Gitmem gerekiyor. Hem, inanıyorum ki her şey yolunda gidecek. Senin bunu idare edebileceğine eminim."

Sözleri beni biraz rahatlatmıştı fakat belirsizlik ve korku hisleri hâlâ içimde bir yerlerdeydi. Ona baktım, yüzündeki ciddiyeti ve kararlılığı görünce kendimi biraz daha güçlü hissettim.

Emin bana biraz daha yaklaşarak omzuma dostça dokundu. Gözlerinde kalbimi ısıtan bir sıcaklık vardı. Konuşmaya devam etti. "Bak, sen düşündüğünden çok daha güçlüsün. Senin her şeyin üstesinden gelebileceğine inanıyorum. Ayrıca, babanla ve annenle konuşacağım. Okul meselesi hakkında onları ikna edeceğim. Eğitimin kaldığı yerden devam edecek. Tek sorunumuz nerede kalacağın. Sen ailenle mi kalmak istersin, evde mi?"

“Evde kalmayı tercih ederim tabii ki. Evimi özlerim. Ama annemler bırakmaz ki…” dedim, içimdeki çatışmayı ona da belli ederek. Söylediklerim doğruydu; annem ve babamın beni yalnız bırakmaya gönülleri razı olmazdı, ki bunu anlamak da zor değildi.

Omzumdaki elini hafifçe sıkarak sakinleştirici bir şekilde konuştu. "Haksız da sayılmazlar. Tek başına evde kalırsan benim de içim rahat etmez açıkçası. Dünyanın bin bir türlü hâli var. Biraz sizinkilerle kalsan, bunaldıkça eve gidersin. Yanına Devran'ı alırsın, ne bileyim, Zeynep ablamı çağırırsın. Sana eşlik eden birileri olduğunda evde kalırsın yani. Olmaz mı?"

Endişelerinde haklı olduğunu biliyordum. Söyledikleri de makuldu. Her ne kadar çok hevesli olmasam da bunu kabul ettim. "Olur," dedim başımı sallayarak, anlayışla.

Emin gözlerime derin bir şekilde baktı. Dudaklarında küçük bir gülümseme belirdi, ama bu gülümsemenin ardında hafif bir hüzün sezdim. "Hem sayılı gün çabuk geçermiş."

"Evet, sayılı gün çabuk geçer," diye mırıldandım. Buna inanmak istedim ben de.

Omzumdaki elini çekti. Ardından bakışlarını tekrar bana çevirdi. Yüzünde sakin ama meraklı bir ifade vardı. Sanki benim daha fazla şey söylememi bekliyormuş gibi duruyordu.

- Berra, bu konuyla ilgili aklına takılan başka bir şey var mı?

"Yani..." diye başladım, sesim biraz tereddütlü çıkmıştı. "Aslında, gittiğinde her şeyin nasıl olacağını tam olarak bilmiyorum. İnsan bilmediğinden korkarmış ya hani? Ama söylediklerin biraz olsun beni rahatlattı."

- Bazen korktuklarımızla yüzleştiğimizde sandığımızdan daha güçlü olduğumuzu fark ederiz. Sende de öyle olacak.

"Peki ya... Ya işler ters giderse? Ya her şey planladığımız gibi gitmezse?" diye sormaktan kendimi alamadım.

- Eğer bir şeyler ters giderse birlikte çözüm buluruz. Her zaman yeni bir plan yapabiliriz.

Bu sözleri duymak, içimdeki düğümleri biraz da olsa gevşetti. Hafifçe esen meltem elbisemin eteklerini ve saçlarımı uçururken üşüdüğümü hissedip hırkamın önlerini birbirine kavuşturup kollarımı kendime sardım.

Emin, elini hafifçe uzatıp saçlarımın bir kaç telini yüzümden nazikçe çekti. Parmakları tenime temas edince içimi aynı anda bir yanma hissi sardı. Oysa daha bir kaç saniye evvel soğuktan üşüyen bendim...

"İçinin rahat etmesini istiyorum," diye sakince konuşurken sesindeki derinlik bir an için ürpermeme sebep oldu. Bir denizin dalgaları kıyıya vurur gibi, dalga dalga vuruşlara gebe kaldı kalbim. Kelimelerinin altında yatan şefkati hissettim

Saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdıktan sonra eli havada kayarak aşağıya indi ve sessizce yanına düştü. Boğazımda oluşan düğümü yutkunarak gidermeye çalıştım. "İçim rahat," dedim alel acele. Fakat söylediğimde samimiydim.

Memnunca başını salladı. "Sevindim."

Gözlerine baktığımda, yüzündeki ifade bana bir şeyleri anlatıyordu: O her zaman yanımda olacaktı, gitse bile.

"Hadi geri dönelim yavaş yavaş," dedi Emin. Geldiğimiz yöne doğru yürümeye başladı.

Emin öndeydi, ben ise arkasından adım adım onu takip ediyordum. Gözlerim farkında olmadan Emin’in sırtına, yürüyüşüne takıldı. Onun güçlü ve kararlı yapısı, bana her zaman olduğu gibi beni koruyacağını ve yanımda duracağını hatırlattı.

Adımları durdu ve arkasına doğru döndü. Ona yetişmem için bekledi. Yan yana geldiğimizde yeniden yürümeye başladı. Az önceki ciddi konumuzun aksine, fındık toplama konusunda girdiğimiz iddiayı hatırlatıp yeni bir mevzuya geçiş yaptı. Havamız değişti, yine didişmeye başladık. Sonunda akşam çay içerken Oktay amca, Reyhan teyze ve Faruk abinin oyları ile kimin kazanan olduğunu belirlememiz gerektiğinde anlaşmıştık.

 

 

Bu çekirdek ailenin üç üyesi de hem Emin’in hem benim eşit derecede iyi birer fındıkçı olduğumuza karar kılmıştı. Sonuç: İkimizin de ikişer gün boyunca birbirimizin her istediğini yerine getirmesi gerekecekti. Bu ödülümüzü eve dönünce kullanmaya karar vermiştik. İlk bir kaç gün zaten fındık yorgunu olduğumuz için dinlenmeye karar vermiştik.

Bu haftasonu, yani bugün ve yarın benim günlerimdi. Hanımlara öncelik vermiştik. Haftaya iki gün ise Emin’in günleri olacaktı.

Günün erken saatlerinde Emin’i iş başına koymuştum. O da olayın eğlencesini tatmaya kararlıydı, bu yüzden her isteğimi itirazsız kabul ediyordu. İlk görevi bana kahvaltı hazırlamaktı. Şimdi ben yatakta tembelce uzanmışken, Emin mutfakta sesler çıkararak çalışıyordu.

“Berra, gerçekten kraliçe gibi hissetmeye başladın şimdiden, değil mi?” diye seslendi mutfaktan.

“Sen de çok ünlü bir aşçı gibi hissedeceksin birazdan!” dedim kıkırdayarak.

Biraz telefonda oyalanıp kızlarla mesajlaştıktan sonra kalktım. Mutfağa geçip hazır olmak üzere olan sofraya baktım. Masada kahvaltılıklar yerini almıştı. Ortadaki tabakta patates kızartması vardı. Derin bir kaba simit konmuştu. Ekmek almaya gittiğinde simit de almış olmalıydı. Domates de doğramıştı.

Emin ise tezgahın başında bir şeyler yapıyordu. Yanına yaklaştığımda dilimlediği ekmeklere çikolata sürmüş olduğunu ve güzelce tabağa dizdiğini gördüm.

“Çikolatalı ekmek mi? Emin, ciddi misin?” dedim kahkahamı zor tutarak.

“Ne var, dedin ya özel bir kahvaltı olacak diye. Ben de biraz farklılık katmak istedim. Kimse özel kahvaltılara hazır sürülmüş çikolatalı, ballı, reçelli ekmek eklemiyor, seninki bir ilk,” dedi göz kırparak.

Gülüştük. Üzerlerine çikolata, reçel ve bal sürdüğü ekmeklerin bulunduğu tabağını da sofraya koyup önümdeki sandalyeyi çekti. “Buyrun hanım efendi,” deyip kibarca oturmamı işaret etti.

“Teşekkürleer!” deyip keyifle oturdum. Emin çayları doldurdu ve karşıma oturdu. “Afiyet olsun.”

“Sana da!” dedim ve besmeleyle yemeye başladım.

Kahvaltı boyunca eğlenmiştik. Emin her seferinde bana daha fazla çay doldurup “Bir kraliçenin çayı hiç bitmemeli,” diye takılıyordu. Hoşuma gitmişti bu olay.

Kahvaltıdan sonra Emin mutfağı toplarken ben içeriye geçtim ve koltuğa uzanıp kitap okumaya başladım. Okudukça, sayfalar arasında kaybolup gidiyordum. İşi bitince o da gelmiş, karşıdaki kanepeye oturup biraz nefeslenmişti.

Satırlar arasında dolaşırken gözlerimin biraz yorulduğunu hissettim. Galiba göz doktoruna bir görünsem iyi olacaktı. Son zamanlarda eskisi kadar rahat uzağı da göremiyordum. Aklıma gelen fikirle birlikte ayracı kaldığım yerin arasına koyup doğruldum. Bakışlarım karşıdaki genç adama takıldı. Gülümsedim.

“Emin! Ben yoruldum da, kaldığım yerden sesli şekilde kitabımı okur musun?” derken kitabı ona uzattım.

- Ciddi misin?

- Evet. Hem de mümkünse dramatik yerleri abartarak oku. Duygulara göre role gir yani.

Emin yanıma gelip oturdu, uzattığım kitabı aldı ve kaldığım yeri açtı. Biraz teatral bir şekilde okumaya başladı. Cümleleri abartılı bir tonda okudukça, sesine yaptığı dramatik eklemelerle beni kahkahalara boğuyordu.

Bir süre sonra öykü kitabını kenara bırakıp günlük hadis okumaları yaptığımız kitabı aldık. Ciddileşerek normal hâlimize döndük ve okuduklarımızdan istifade ettik. Huzur verici bir sessizlik içinde, kelimelerin arasındaki anlamlara daldıkça, içimdeki belirsizlikler biraz daha azalıyordu.

Öğlen namazı vakti gelince Emin camiye gitmişti. Gelirken marketten alması için bir liste de tutuşturmuştum eline. Eh, akşam yemeği için yine şeflik yapacaktı ne de olsa.

Emin gelene dek kendime oyalanacak bir şeyler bulmuştum. Kur’an okudum, evi toparladım, çamaşır katladım. Emin döndüğünde elinde market poşetleriyle mutfağa girdi. Ben de su içmek için mutfaktaydım. "İşte, şefiniz için yemek malzemeleri," dedi ve poşetleri masanın üstüne bıraktı. Yüzünde heyecanlı bir ifade vardı. “Bugün özel bir akşam yemeği yapacağım. Bekle ve gör!”

Ne yapacaksın peki? Yine çikolata sürülmüş ekmek mi?” dedim, şakayla karışık.

“Cık cık, beni bu sözlerinizle çok üzüyorsunuz Berra hanım!” diyerek teessüf edercesine yüzüme baktı. “Patates ve tavuk, pilav, salata, çorba. Nasıl menü?”

“İyiymiş,” diye itiraf ettim. “Becerebilecek misin?”

- Bak yine üzücü sözler… Yemekleri yerken pişman olacaksın bu dediklerine!

Emin’in bu kadar hevesli olmasına sevinmiştim açıkçası. Gülümsedim. “Tamam, tamam. Ama ben de tatlı yapabilirim, değil mi?”

“Tatlıyı sen yapabilirsin, tatlı konusunda eline su dökemem. Ama bu akşamın yıldızı ben olacağım!” diye havalı bir hareket yaptı. Hemen mutfak tezgâhına yöneldi. Ben de eğer gerekirse ona yönlendirme yapıp yardım etmek için yanına yaklaştım.

Malzemeleri masanın üzerine dizip işe koyuldu. Arada bi telefonundan tarife bakıyordu. İşine olan bağlılığı ve odaklanışı göz yaşartacak cinstendi. Onun enerjisi bana da sirayet etmişti.

Mutfakta geçen bu hazırlık süresi, bizim için çok anlamlıydı. Emin’in gözlerindeki heyecan, benim kalbimde bir sıcaklık yaratıyordu.

Aradan zaman geçti.

Emin’in doğradığı soğanların keskin kokusu mutfağa yayılmış, beni dahi etkilemişti. “Aah! Bu soğanların etkisi ne zaman geçecek?” diye inledi. Gözleri kızarmış ve sulanmıştı. Güçlükle açılan göz kapaklarına rağmen inatla soğanları doğramayı sürdürse de zorlandığı anlaşılıyordu.

Bu hâline gülümsedim. “İstersen kalanını ben hallederim,” dedim ona kıyamayarak.

Gözlerinden aşağı yaşlar akmaya başladı. Burnunu çekti. "Hayır, ben yapacağım! Bu soğanları doğramak benim görevim.” Kendi komik durumunun farkında olmalıydı. Ama yine de dayanıyordu.

Yanaklarına süzülen yaşları omzuna ve koluna silmeye çalışsa da pek beceremedi. “Dur dur,” deyip gözyaşlarını silmek için yüzüne uzandım. Parmaklarım onun ıslak yanaklarına dokunduğunda bir sıcaklık içimi sardı. “Çok inatçısın,” dedim şikayetlenerek.

Emin’in gözlerinde hala sulanma vardı ama artık gülümsemeye çalışıyordu. Gözlerindeki parıltı, yaşların oluşturduğu bulanıklığın ardında bile kaybolmamıştı. “Evet, inatçıyım. Ama iyiyim, dayanacağım.”

“Peki madem,” deyip üstelemedim. Fakat o an, Emin'in azminin yalnızca soğanları doğramak için gösterdiği bir mücadele değil, aynı zamanda hayata karşı duruşunu da yansıttığını fark ettim.

Masaya doğru yürüyüp oturdum ve onun soğanları doğramayı bitirmesini beklerken arka planda çalsın diye bir müzik açtım.

Yavaş yavaş hazırlıklar tamamlanmaya başladıkça, içimden bir huzur dalgası yayılıyordu. Emin, patatesleri ve tavukları baharata bularken, taze baharat kokuları etrafa yayılmaya başladı. Kokular beni acıktırmaya başlamıştı bile.

Pilav konusunda tecrübelerime dayanarak biraz yardımcı olmuştum ona. Geri kalan vakitte ise tatlıyla ilgilenmiştim. Çorba kaynarken, patates ve tavuk fırında pişerken, pilav ocakta suyunu çekerken; Emin de benim tatlı hazırlamama yardım etmişti.

Yemek hazırlıkları sona erip sofrayı kurduğumuzda, ortamda oluşan sıcaklık ve rahatlık daha da belirginleşmişti. İkimiz de acıkmıştık ve yemeklerin lezzeti konusunda merak içindeydik. Emin bey misafirlik takımları koymuştu sofraya. Her şey düzen ve nizam içindeydi.

“Bir daha misafir gelince sofrayı sen kurmalısın Emin,” dedim hayranlığımı belirterek.

Yüzünde bir gurur ifadesi belirdi. “Ayıp ettin, kurarız.”

Çorbaları kaselere koyup masaya bıraktı. “Otur hadi! Acıktık valla!”

Karşılıklı oturduk ve besmele çekip çorbalarımızdan ilk kaşığı aldık. Tadı gerçekten lezzetliydi. “Vay, çok güzel olmuş!” dedim içtenlikle. Gözleri parladı, gülümsemesi büyüyerek yüzüne yayıldı.

Çorbalar bitince yavaşça ana yemekleri de servis etti. Patatesler ve tavuk, harika kokular eşliğinde masanın üzerinde yerlerini alırken, tatlı da masanın köşesine konmuştu. Hepsi de lezzetli olmuştu. Emin merakla yorumlarımı beklemiş, güzel şeyler söylediğimde de mutlu olmuştu.

Huzurlu bir şekilde sohbet ederek yemeğimizi yedikten sonra mutfağı toplarken ona yardım ettim. Son bulaşıkları da makinaya koyduktan sonra çalıştırmak için düğmesine bastım. Tezgaha yaslandım ve ellerini havluyla kurulayan Emin’e döndüm. “Bugün için teşekkür ederim, Emin,” dedim içten bir sesle. “Gerçekten her şey çok güzeldi. Sende de ne cevherler varmış, hiç çaktırmıyorsun.

"Teşekkür ederim Berra," dedi. “Yemek yapmak eğlenceliydi. Tabi bu hep yapacağım anlamına gelmiyor, haha.”

Birbirimize manalı manalı bakıp güldük. Ardından dinlenmek için içeriye geçtik.

Günümüzün kalanı daha sıradandı.

Gece sakince köşelerimize çekildiğimizde başımı yastığa koymuş, uykuyu çağırırken, o inatla benden kaçıyordu. Zihnimde Emin'in askere gitmesine bir buçuk hafta bile kalmadığı yankılanırken, o düşünceyi savıp bugün geçirdiğimiz güzel zamanları yeniden yaşıyor gibi aklımda canlandırıyordum.

Sonunda dudaklarımda küçük bir tebessümle göz kapaklarım ağırlaştı ve kahverengi harelerimi örttü.

Bugün işlenen ilmekler, rüyamda da o inşaata tuğla eklemeyi sürdürdü.

 

 

 

 

*Kemal Sayar

Loading...
0%