Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3 - Celladımın Kollarına

@sukunettekelimeler

"Toprak gibi sessiz olduğum an bil ki şimşek gibi gökte gürlüyor feryadım" *

——


O akşam gözlerinin içine bakarak söylediklerime rağmen geri adım atmamıştı.

Tersine, bir sonraki gelişinde elinde bir demet çiçekle karşıma dikilmiş, hiçbir şey yokmuş gibi, ikimiz de hâlimizden mutluymuşuz gibi bir doğallıkla çiçeği bana uzatmıştı. Gülesim gelmişti.

Elbette gülmek istemem mutluluktan değil, içinde bulunduğum garip hâl gerçek mi, şaka mı yoksa kabus mu diyeydi. On beş yaşımda ilk çiçeğimi almıştım ama tamamen formalite olduğunu söylememe dahi gerek yoktu. Sinirlerim bozulmuştu. Sinirlerim bozulunca gülme refleksimin aktifleştiğini o gün fark etimiştim.

İlk çiçeğimi yıllar sonra alsaydım ama çiçekler daha bana uzatılmadan karşımdakine samimiyetle gülümseyebileceğim ve bunun hoşuma gideceği bir senaryonun içinde olsaydım keşke.

Evlenecektik, kesinleşmişti.

İlk başlarda işkence gibi geçen haftalar, zamanla sıradanlaşmıştı. Teslim olmaktan başka çarem yokmuş gibi hissediyordum. Kabullenmek, çektiğim acıyı azaltacaktı sanki. Hissizdim artık. Hiçbir duygu barınmıyordu içimde. İnsanı bu raddeye getirmek çaba istemezmiş, çok kolaymış.

Ruhum bedenimden sıyrılmış gibi bir cansızlıkla ortalarda geziniyordum. Kolumdan tutup nereye isterlerse oraya çekeliyorlardı beni. Alışveriş sırasında önerdikleri her şeye kafa sallayıp geçiyor, kendi fikrimi dahi sunmuyordum. Her şey bir şekilde hazırlandı. Nikah günü alındı. Gelenekler doğrultusunda oradan oraya savruldum durdum. Ne gerekiyorsa yapıldı, yapmalarına müsaade ettim.

Bu süreçte eşim olacak genci de uzaktan tek tük gördüm. Yüzükleri taktığımız gün mesela. Alışverişte yahut.

Süs niyetine bir dükkandan rengarenk yüzükler alacağım yaşta bir alyans girdi parmağıma. Beni mahkum ettikleri hayata dair bir nişâne...

Nişan günü yanımda dikilen gençle hayatlarımızı birleştirmişlerdi artık. Oysaki onu biraz bile tanımıyordum. O akşam dalgınlıkla bir kez dönüp baktım yüzüne. Ne çok yakışıklıydı ne de çirkin. Ortalama. Fakat insana çekici gelen sempatik bir yanı vardı ve bunu çok sonra fark edecektim. Doğaldı. Kasıntı olmaktan çok uzaktı. Samimiydi. Sakindi. Sessizdi. Efendi efendi duruyordu sahiden. Mutluluktan havaya uçmasa da gerektiğinde etrafa mütebessim bir tavır sergilemeyi beceriyordu. Bense mutluluğun taklidini dahi yapamıyordum.

Tanışmaya geldikleri akşamdan sonra aramızda hiçbir diyalog geçmemesi de garipti. Tek iletişimimiz benim ona verdiğim kasvetli mesajdı. Uzun zaman da öyle oldu. Birbirimizin sesini duysak da birbirimize hitap ettiğimiz hiç olmadı. Aynı bağlamdaki birbirine uzak doğrulardık.

Her şey gibi ona ve varlığına da aldırmadım. Ona karşı hiçbir şey hissetmiyordum, öfke veya nefret bile. Belki de celladımdı ama ben bomboştum. Ne olumlu ne olumsuz duygular barınmıyordu içimde. Silinip gitmişti hislerim. Hiçbir duygumun ssesini nicedir işitmiyordum. Bazı anlar boğazımdaki düğüm baskı yapıyor, ağlayasım geliyor, onu dahi beceremiyordum. Bir ağlasam belki biraz rahatlayacaktım ama olmuyordu.

Ve sonra düğün günümüz geldi. Öğlen saatlerinde dini nikâhımız kıyıldı. Zaten benim yaşımdaki birine resmi nikah kıyamayacaklardı. En azından on sekizime dek.

Günlerdir aklımda olan fikir sebebiyle kendi isteğimle, rızamla ve hiçbir baskı altında kalmadan (!) onu kocam olarak kabul ettim. İmam efendi dua etti. Duayı öyle samimi, içten ve güzel etmişti ki gerçekten birbirini severek evlenen bir çifte edilse ömür boyu mutlu yaşarlardı herhalde.

Gel gör ki nikah kıyılırken üzerime büyük bir sorumluluk binmiş gibi hissettim. Görmezden gelmek istesem de kaçamayacağım kadar mühimdi. Omuzlarıma kocaman bir ağırlık yüklenmişti sanki. Fakat o anlarda buna anlam verememiştim.

Gelin olarak, düğününden çok cenazesine katılan biri gibiydim. Yüzümün güldüğü tek ân, bir buçuk saatin ardından Buğlem şebeklik yaptığında kendimi tutamayıp küçük kardeşimin komik hâline sesli bir şekilde güldüğüm o ândı. Uzun zaman sonra böyle içten bir şekilde tebessümle kıvrılmıştı dudaklarım. Ben bile şaşırmıştım gülebildiğime. İnsan en derin acıların koynunda dahi tebessüm edebiliyormuş demek. Zor da olsa. O tebessüme can kırıkları karışsa da.

Eğilip Buğlem'i yanağından öptüm ve doğruldum. Başımı kaldırdığımda direkt olarak ona rastladım. Biraz ötemde dikiliyordu ve bize bakıyordu. Bakışlarından utanarak arkama döndüm, Fatma ablamın yanına doğru gittim ve kucağındaki kızını yani yeğenimi sevme bahanesine sığındım.

Akrabalarımızın aksine bizimkiler bu düğün işlerini abartmayı pek sevmezdi. Kıvamında bırakırdı. Fakat bana bu dahi fazla geliyordu. Kimi yerinde Kur'an okunup dua edilen, kimi yerinde halay çekilen, kimi yerinde adeti, geleneği uygulanan bir akşamın ardından misafirlerin çoğu gitti nihayet.

Düğün, erkek tarafının sahip olduğu ağaçlık-kırsal bir alanda, evlerinin hemen yan tarafındaki arsada yapılmıştı. Artık sonuna gelmiştik ve etrafta sadece iki tarafın da yakın olduğu kişiler kalmıştı.

Bir ikilemde kalmıştım. Sabahtan beri o uygun zamanı bekleyip durmuştum. Oysa bir kaç fırsat karşıma çıkmıştı ama ben korkaklık yapıp değerlendirememiştim. İkilemim sürdü gitti. Zihnimde binbir ihtimal, olasılık, senaryo dolandı. Yine ve yine yapamadım. Ta ki bu durum katlanılmaz hâle gelene dek.

Bütün bunalmışlığım, korkularım, çekincelerim, tereddütlerim, hayal kırıklıklarımı heybeme aldım.

Mutsuzluğumu açıkça görmelerine rağmen ailemin bu evlilik için diretmesini düşündüm.

Tanımadığım biriyle aynı evde yaşamak, ona eş olmak zorunda kalışımı düşündüm.

Kimsenin beni anlamamasını, hayallerimi, isteklerimi, seçimlerimi, değerlerimi...

Seçeneklerin hangisinin daha kötü olduğunu düşündüm. Terazinin iki kefesi de eşit gibiydi. Biri diğerinden daha korkunç değildi. Öyleyse bana diretilenden kurtulmak üzerine yapacaktım son hamlemi. Kaçacaktım. Gidecektim buralardan.

Dikkatlerin başka yerde olduğu bir vakit kolladım. Ve sonunda buldum.

Sevdiklerime veda bakışları armağan ettim uzaktan. Anneme, babama, kardeşlerime... Buğlem benim zayıf noktamdı, ona çok bakmadım ki bu karardan vazgeçmeyeyim.

Uzun zamandır hissizdim ya hani, tam o an bir yıldız gibi içimde parlayan ve yanıp sönen bir sızı hissettim. Bunları yaşıyor olmamızın sızısı.

Kalbimdeki sancıya aldırmamaya çalışarak arkamı döndüm ve uzaklaştım oradan. Adımlarımı hızlandırdım, ardından gelinliğe benzeyen elbisemin eteklerini avuçlarıma topladım. Etekleri biraz kaldırdım ve ayaklarıma dolanmasını engellemeye çalıştım. Koştum. Koşabildiğimce.

Kalbim öyle hızlı çarpıyordu ki nabzımı çok net şekilde işitiyordum. Bahçeden de evden de uzaklaşmıştım. Biraz yavaşladım. Güm güm güm. Kalp atışlarımın sesi çok net ve baskındı. Bundan olsa gerek, arkamdan birinin daha geldiğini fark etmemiştim bile. Ne adımlarını duymuştum ne bir yaprak hışırtısı.

Biri ismimi seslendi. Ne tanıdıktı de yabancı.

"Berra!"

Durdum öylece. Olduğum yere çakılı kaldım. İhtimallerim, çabalarım, yaptığım seçim silinip gitti ve anlamını yitirdi.

Arkamdaydı, bana doğru geliyordu. Bir kaç adımda yanıma ulaştı ve karşıma geçti.

Yakalanmıştım. Kaçmayı becerememiştim.

İnsan ne kadar uğraşırsa uğraşsın kaderinden uzaklaşmayı başaramıyormuş.

"Berra," dedi yeniden. Bakışlarımı yerden kaldırdım, gözlerine çevirdim. Karanlıktan ötürü rengi seçilmeyen hârelerine rastladım. Az önceki cesaretim yitip gitti.

Son iki aydır beni kuşatan hissizlik, bir buzdağının parçalara ayrılması gibi dağıldı ve yok oldu. Onca zaman bastırılmış ve bir gün yüzeye çıkmayı bekleyen bütün duygular aynı anda kalbime, zihnime, bedenime, damarlarıma akın etti.

Acı. Hayal kırıklığı. Hüzün. Korku. Çaresizlik. Kayıp. Yas. Öfke. Dehşet. Mutsuzluk. Keder. Endişe. Suçluluk. İsyan. Hüsran. Stres. Izdırap. Kaygı. Boşluk. Yorgunluk. Kırıklık. Yalnızlık. Karamsarlık. Yenilgi.

Ağır geldi. Boğazıma düğüm olan her bir susuş ve kabulleniş, her bir acı, gözyaşına evrildi ve yanaklarıma doğru süzülmeye başladı. Omuzlarım ani bir sarsılışa gebe olurken ellerimin ve bacaklarımın karıncalandığını hissettim. Dudaklarım arasından bir hıçkırık firar etti ve bedenimi bir titreme aldı.

Daha fazla dayanamayacağımı fark ederek bütün maddi/manevi yorgunluğumla beraber olduğum yere çöktüm.

O da karşımda çöktü. Bir şeyler söyledi ama algılayamadım.

Şimdiye dek biriktirdiğim her şeyi ağlayarak dışa vurdum. Omuzlarım sarsıldıkça, gözyaşlarım aktıkça, dudaklarımdan hıçkırıklar firar ettikçe biraz olsun hafifliyordum.

Önce sol kolum hissizleşti, hareket dahi ettiremedim. Ardından bacaklarım uyuştu.

Ağlamaktan nefesim kesilecek raddeye geldiğimde omuzlarımdan tuttu beni. Hafifçe sarstı. Ona baktım. Endişeli görünüyordu. Bense korkuyordum. Nefes alamamaktan korkuyordum. Boğulmaktan. Hıçkırıklar ve boğazımda biriken düğümler soluğumu kesiyordu. Vücudum uyuşuyordu ve kontrol edemiyordum.

Bir şeyler söylüyordu ama anlamıyordum, suyun altından, uzaklardan gelen boğuk bir ses gibiydi işittiğim. Seçmesi zor.

Elleri omuzlarımdan ayrıldı. Yüzümün iki yanını avuçları arasına aldığını hissettim. Yanaklarımı sildi. Söyledikleri tekrar boşluğa karıştı gitti.

Sonunda derin bir nefes almayı başardım. Ciğerlerim hava doldu. Halsizleştim. Başım döndü. Ayrıca beynim yerinden çıkacak gibiydi. Zonkluyordu.

Bilincimi kaybetmeden önce son hatırladığım şey, bana endişeli ve merhamet dolu bir bakışla baktıktan sonra ceketinin cebinden telefon çıkartıp birini aramasıydı. Etraf karardı. Celladımın kollarına yığıldım.

Tam da bana yaraşır bir düğün sonu.

——


* Sinan Yağmur


Loading...
0%