Yeni Üyelik
31.
Bölüm

31 - gece yarısı

@sukunettekelimeler

 

 

“Her şey susmuştur böyle zamanlarda”*

 

 

 

 

- Emin Yiğitsoy

 

Bazı yolların dönüşü olmaz. Tek yönlü bir trene binmek gibidir bu yollar. Ya ilerlersiniz, ya da durursunuz. Üçüncü bir seçenek mevcut değildir. Geriye dönüp onca yolu hiç gitmemiş gibi yapmayı deneseniz dahi, başını kuma gömen bir devekuşundan farkınız kalmaz.

Anlamak eylemi de o yollardan biriymiş. Şu cümleyi bir yerde okumuştum: “Anlamak acıtıcı bir şeydir. Anladığınız anda geri dönemezsiniz hiçbir şeyden.”** Büyüdükçe bu sözün altındaki manaları daha iyi kavrıyordum.

Geçmişe bakıyorum. Çocukluk zamanlarım gözümün önüne geliyor. Babamın eve geldiği vakitler…O anlarda içimize sinen o ağır, huzursuzluk dolu havayı hatırlıyorum. Yalnızca kendini düşünmesini, bizimle asla ilgilenmemesini, aramızda buzdan duvarların örülü oluşunu ve bir kez bile samimiyetle beni sevmeyişini hatırlıyorum… Anneme sürekli eleştirel bir tavırla yaklaşımını, emirler ve istekler yağdırışını, asık suratlı hâlini anımsıyorum. Her akşam aynı şey olurdu; babam eve girer, hiçbir selam vermeden oturma odasındaki üçlü koltuğa yerleşir ve yüzündeki o memnuniyetsiz bakış, asla daha iyisiyle değişmezdi.

Babamın her şeyi kontrol eden bir varlık olduğunu sanırdım. Onun istediği yapılırdı: Babam hastaysa, annem etrafında pervane olurdu. Babamın canı bir yemek isterse, o yemek mutlaka akşama pişerdi. Babamın canı sıkkınsa benim oyun oynarken çıkardığım neşeli çocuksu sesleri dahi duymak istemezdi. Babam kızdıysa, öfkesiyle hepimizi susturur, bizden çıkartırdı hıncını. Bizim dünyamız, onun memnuniyeti üzerine kurulmuş bir kaleydi, ama bu kale bir mezardan farksızdı.

Bütün bunların normal olduğunu zannederdim. Çünkü başka türlüsünü görmemiştim. Çünkü başka bir yaşam biçimi bilmiyordum. Ancak büyüdükçe, etrafımda evlatlarının başını okşayan, onlara gülümseyen, can kulağıyla dinleyen, onları önemseyen babalar gördüm. Eşlerine sevgiyle bakan, ellerini tutan, onların ihtiyaçlarını gözeten babalar vardı. Yani yaşadığım aile hayatının başka alternatifleri mevcuttu. Herkes biz gibi değildi.

Böylece bir gün bunu anladım: Babam bize başka türlü davranabilirdi. Bizi sevgisiz ve ilgisiz bırakışı tamamen kendi tercihiydi. Bunu anlamasaydım hayatımı çok normal ve sıradan sanmaya devam edecektim ama bu farkındalık, minik aklımı bulandırmış, kalbimi derinden kırmıştı. “Anne, başka babalar çocuklarını ve anneleri seviyorlar, benim babam niye bizi sevmiyor? Yaramazlık yaptığım için mi?” diye soruvermiştim. “Hayır,” demişti annem. “Seninle ve benimle hiçbir ilgisi yok oğlum. Senin baban sevmeyi bilmiyor.”

Bu sözler aklımı daha da karıştırmıştı. Bilmediği şeyi öğrenebilirdi insan, öyle değil mi? Mesela ben de bir çok oyunu, kelimeyi, kavramı, günleri, sayıları bilmiyordum ama yavaş yavaş öğrenmiştim. Peki babam neden sevmeyi öğrenmiyordu? Hem de bu kadar büyük bir adamken! Şimdiye dek öğrenmiş olması gerekmez miydi?

Bu sorunun cevabını bulmam çok zaman almadı. Cümbür cemaat dedemlerdeydik. Belki de bir bayram günüydü, hatırlayamıyorum. Bütün akraba-i tarikatımız, çoluk çocuk… Babam, bir çocuğun başını okşadı o gün. Ona gülümsedi. Şakalar yaptı, güldürdü. Hatta cebine harçlık koydu. Kolundaki yarayı sordu. Kafam iyice karışmıştı. “Acaba babam sevmeyi mi öğreniyor,” diye düşündüm. “Ama neden bana belli etmiyor öğrendiklerini?”

Bir başka gün, annem beni babama emanet etmiş ve babaannem hasta olduğu için evini temizleyip yemeğini yapmaya gitmişti. Babamla birlikte oradan oraya gittik. Önce kahvede çay içti. Kim bilmiyorum, yanında oturduğu arkadaşlarından biri bana meyve suyu ısmarlamıştı. Beni düşünmüştü. Bu adam sevmeyi biliyordu. Belki babam da arkadaşlarından öğrenirdi sevmeyi. Ben de arkadaşlarımdan çok şeyler öğreniyordum çünkü.

Sonra birlikte birkaç dükkana uğramış, uzak bir mahalleye gitmiştik. O yabancı mahallede bir kadınla karşılaşmıştık. Bizi görünce gülümsemişti. Yanımızda durmuştu. Havadan sudan muhabbet edip babamla gülüşerek konuşmuşlardı. Babam onun gözlerine bakıyor, ona gülümsüyor, onu gülümsetiyordu. Oysa anneme hiç böyle davranmamıştı. Onu gülümsetmemişti. Acaba yeni mi öğrenmişti kadınları da sevmeyi? Akşam eve gidince annemi de sevecek miydi? Çok heyecanlıydım. Belki o gün eve döndüğümüzde, babam anneme de böyle gülümserdi. O an içim kıpır kıpırdı.

Ama akşam eve döndüğümüzde hiçbir şey değişmemişti. Babam yine o asık suratlı haliyle koltuğuna yerleşmiş, hiçbir şey olmamış gibi televizyon izliyordu. Ne bana ne de anneme göstermiyordu bildiklerini. Sabrettim bir süre. Kaç kez uyuduk uyandık. Ha şimdi, ha sonra derken annem bir gün çok hasta oldu. Kolunu kıpırdatacak hâli yoktu. Reyhan teyze gelip ilgilenmiş, babam işten geldiğinde ona annemi hastaneye götürmesini tembihlemişti. Babam, kadını geçiştirip evine yollamış, annemin hastalığıyla ilgilenmemişti bile. Ağrılarını önemsememişti. Durumunu umursamamıştı. Hastaneye gitme isteğini yanıtsız bırakmıştı. Terslemişti kadını üstelik. Azarlamıştı. Neden yemek yoktu evde? Ölecek miydi sanki, abartmamalıydı annem bu hastalık işini.

O gün annem acılar içinde kıvranırken babam her zamanki gibi koltuğunda oturup televizyon izlemişti ya, hiçbir şey olmuyor gibi, yine anlamıştım ben: babam sevmeyi biliyordu ama bizi sevmiyordu. Öyle bir niyeti de yok gibiydi. Başka çocuklar, başka kadınlar, başka insanlar önemliydi babam için. Biz ne ifade ediyorduk peki? Koca bir hiç.

Çocuklar daha içlidir, duyguları derinden hisseder, kavrayışları çok güçlüdür, bir çok şeyi sezer. Benim o gün anladığım şey içimde büyük bir yara açmıştı. Annemin yanına kıvrılıp keşfettiğim bu yeni sırrı açmıştım ona: “Anne, biliyor musun, babam sevmeyi biliyor. Bi çocuğu sevmişti, şakalaşmıştı onla. Arkadaşlarını da seviyor, gülüyor onlarlayken. Yolda gördüğümüz kadını da güldürmüştü. Ama bize gülmüyor, güldürmüyor da. Niye bana bizi seven bir baba bulmadın ki?”

Annem ağlamıştı. Daha sadece yirmi bir yaşındaydı. Beş-altı yaşlarındaki çocuğu ona böyle bir soru sormuştu. Ne kadar yaralayıcı olduğunu her seferinde bir kez daha fark ediyorum. İkimizin için de yıkıcı bir gerçekliğin başlangıcıydı o akşam. Annem, sessizce içinde biriktirdiği tüm acıları o günkü gözyaşlarına katıp dökmüştü. O da dayanamıyordu artık. Kısa bir süre sonra da boşanmışlardı zaten.

Zamanla büyüdüm, yaşananları daha iyi kavradım. Onun sessizce biriktirdiği acıları daha önce fark etmediğim için kendimi suçlu hissettiğim oldu. Annemin hep güçlü duruşu ve bana olan sevgisiyle, bu çatışmaları bastırdığını fark ettim.

Evliyken de, boşandıktan sonra da, annem hiçbir zaman bana babam hakkında kötü konuşmamış, beni bu durumdan uzak tutmaya çalışmıştı. Ancak ben, gerçekleri kendi gözlerimle görmeye başlamıştım. O beni hep güvende hissettirmiş, ama ben, onun yaşadığı karanlık gerçeklerin ağırlığını yeni yeni idrak etmeye başlamıştım. Annemin yıllarca maruz kaldığı ilgisizlik ve duygusal ihmal, beni derinden sarsmıştı. Ve bir gün, annemin tüm bu zorluklara rağmen bana her zaman şefkatle yaklaşıp güçlü bir birey olarak yetiştirme çabasını görünce, bu fedakarlığın ne kadar büyük bir anlam taşıdığını anlamıştım.

Bütün bunları anlamak acı verici olsa da, gerçekleri fark ettikten sonra geri dönmenin imkansız olduğunu görürdünüz. Tıpkı o tek yönlü tren gibi. Bir kez bindiğinizde, durmak mümkün değildir. Ve anladığınız anda, yolun sonunda bile olsanız, geri dönemezsiniz.

Küçük bahçemizdeki sedirde oturmuş, sigara içiyordum. Şu illeti kullanmayı epey azaltmış ve bir kaç haftadır hiç ağzıma sürmemiştim aslına bakarsanız. Bu gece uzun zamandır dokunulmamış paketimi dolaptan çıkartıp bir dal yakmama sebep olan tam olarak neydi, bilmiyorum. Bir yandan dumanı dışarıya üflerken öte yandan bütün bu düşünceler arasında kaybolmuştum.

İçimi epey kararttığımı fark edince “Abartma lan Emin,” dedim kendime. “Anlamak her daim acılara gebe olmuyor. Bazen değişimlere kapı aralıyor.”

Kontrolcülüğüyle hatırladığım babam her şeyi kendi düzenine göre şekillendirmek isterdi; evde nereye oturulacağından, hangi saatte yemek yeneceğine, kimin evine komşuluğa gidip kiminle arkadaşlık edemeyeceğimize kadar. Bizim ne düşündüğümüz, ne hissettiğimiz onun için pek de önemli değildi. Her şey onun kurallarına bağlıydı. Küçükken, bunu da normal sanırdım. Evdeki bu sessiz otoritenin, bu görünmez baskının altında yaşamaya alışmıştım. Ama büyüdükçe babamın bu kontrol etme çabası sadece kendini değil, bizi de boğduğunu idrak edebilir olmuştum.

Kendime bir söz vermiştim: babam gibi olmayacaktım. Babam her ne yaptıysa ben tam tersini yapacaktım bu hayatta. Bol bol gülümseyecektim, gülümsetecektim. Kimseye karışmayacaktım, insanlara saygı duyacaktım. Bir ailem olunca onlarla en iyi şekilde ilgilenecek, onları önemseyecek, sevecek, gerekince yanlarında olacaktım. Maddi manevi ihtiyaçlarını karşılayacaktım. Eksik hissettirmeyecektim. Merhameti, şefkati, sevgiyi, saygıyı en çok onlara sunacaktım. Annem gibi olacaktım ben. Beni önemseyen insanlardan başkasının da hayatıma müdahil olmasına müsaade etmeyecektim.

Fakat bazı izler kalıyormuş insanda. Bilincinde dahi olmadan etrafımdaki birçok şeyi kontrol etmeye çalışıyordum; en küçük ayrıntılara bile takılıyor, bir şeyler yerli yerinde olmadığında huzursuz oluyordum. Biriyle aynı ortamda yaşamak durumunda kalana dek bu özelliğim su altında kalmıştı. Berra ile aynı evi paylaşmaya başladıktan sonra iyice ortaya çıkmıştı. Onunla tartıştığımız birçok an gözümde canlandı. Diş macununu yerine bırakmaması veya bulaşıkları lavabonun içine koyması gibi sebeplerle ona sitem edişim, söylenişim. Tartışmalarımız, takışmalarımız… Halbuki bunlar ne kadar önemsizdi. Ama o anlarda, sanki dünya benim kontrolümden çıkıyor gibi hissediyordum.

Berra’yla böyle anlamsız şeyler yüzünden tartıştığımızda, bu öfkenin nereden geldiğini hep merak etmiştim. Sonra bir gün, bir kitabın sayfaları arasında gezinirken karşıma çıkan bir kaç paragraf beni sarsmıştı: "Kontrol, insanın en büyük yanılsamasıdır. Hayatı kontrol etmeye çalıştıkça, aslında ne kadar küçük olduğunu fark edersin. İnsan, çoğu zaman hayatın her detayını kendisi şekillendirmeye çalışırken, bir yandan da yaşamın getirdiği belirsizliklerle yüzleşmekten kaçınır. Bu kaçış, kişinin kendisine bir tür sığınak yaratma çabasından başka bir şey değildir. Ancak unutulmamalıdır ki, hayatın akışı doğal bir süreçtir ve bu süreç, çoğu zaman bizim irademizin çok ötesindedir. Birey, her şeyi kontrol edebileceğini düşündüğünde, aslında en büyük yanılgıya düşmektedir. Çünkü hayat, anlık değişimler ve sürprizlerle doludur. Kontrol etme arzusu, bizi sadece daha büyük bir kaygıya sürükler ve bu kaygı, hayatın keyfini çıkarmamıza engel olur. Dolayısıyla, gerçek özgürlük, hayatın doğal akışına teslim olmaktan geçer. İnsan, kendini bırakmayı ve akışa uyum sağlamayı öğrendiğinde, aslında hayatın ona sunduğu güzellikleri daha derin bir şekilde deneyimlemeye başlar.”

İnsan, kendine dair büyük gerçekleri bir anda fark edemez. Ama bir kitap, bir olay, bir söz ya da bir an, zihninizdeki sis perdesini kaldırabilir. Tıpkı bana olduğu gibi.

Kitapta okuduğum o satırları düşünürken anlamıştım: Bu benim babamdan kaçış çabamdı. Babam gibi olmamak için, onun yaptığı her şeyden uzak durmaya çalışıyordum. Onun baskıcı ve kontrolcü tavrını reddediyordum. Ama ironik olan neydi biliyor musunuz? Ondan kaçarken, onun kurallarını reddederken, aslında kendimi onun yaptığı şeyin içine hapsediyordum. Ben de basit görünen onca şeyi kontrol etmeye çalışıyordum. Diş macununun yerini dahi belirlemenin benim için neden bu kadar önemli olduğunu düşündüğümde, bu gerçeği daha net anlamıştım. Babama benzememek için çabalarken, aslında onun yolundan gidiyordum.

Kitap beni kendimle yüzleştirmişti. "Neden bu kadar basit şeylere takılıyorum?” sorusuna artık bir cevabım vardı. O günden sonra "Sevdiklerim, kontrol ettiğim şeylerden daha mı az değerli?" diye hatırlattım kendime. "Bir diş macununun yeri mi, yoksa Berra’nın huzuru ve mutluluğu mu daha önemli?” “Faruk’un spontane bir şekilde arayıp buluşmak için çağırdığında sırf önceden plan yapmadık diye tereddüt etmem, arkadaşımın benimle vakit geçirmek istemesinden daha mı mühim?” Bunları sorarken içimde bir şeyler kırılıp dökülmüştü. Çok net anımsıyorum.

Hayatın benim elimde olmadığını, aslında hiçbir zaman tam anlamıyla kontrol altında tutamayacağımı kabullenmeye başlamıştım. Her şeyi kontrol etmeye çalıştıkça, kendi dünyam daralacaktı."Ben kimim ki her şeyi kontrol etmeye çalışıyorum?” Mutlak hakimiyet sahibi O değil miydi? Allah’a teslim olmak, her şeyin O’nun elinde olduğunu bilmek... Bu düşünce zihnimde çınlamaya başlamıştı. Hayatın doğal akışına bırakmayı öğrenmeliydim. Her şey zaten olması gerektiği gibi olacaktı. Ve ben, sevdiklerimle geçirdiğim zamanın tadını çıkarmalıydım. Her detayın mükemmel olmasına gerek yoktu.

Bazen yine içten içe bu kontrolcülüğe kapılıyorum, biliyorum. Buna rağmen bildiğim daha önemli bir şey var: Hayatın kontrolü benim elimde değil, her şey Allah’ın elinde. Ve şimdi ise her şeyin kontrolünü Allah’a bıraktım. O’na güveniyorum.

İkinci sigaramı da küllüğe bastırıp söndürürken bakışlarımı gökyüzünde parıldayan Ay’a çevirdim. “Madem O’na güveniyorsun, hâlâ niye asıl düşünmen gerekenlerden kaçıp geçmişteki fark edişlerinle meşgulsün Emin?” diye serzenişte bulundum kendime. “Yüzleş artık. Nereye dek erteleyebilirsin? Gece yarısı oldu. Dünya sessiz. Herkes uykuda. Bir başka ‘anlamak’ eylemi için tam vakti!”

Bu düşünceler zihnimden geçmeye başlar başlamaz, Berra’nın sureti gelip düştü önüme. Film şeridi gibi derler ya hani, öyle, onu en saf haliyle zihnimde izliyordum. Özellikle güldüğü sahnelerde uzun uzun durdum. Çünkü o güldüğünde dünya biraz daha anlamlı hale geliyordu. Derin bir nefes aldım. Ruhuma sızan bu hisle nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum. Soğuk ekim gecesi, sessizliğiyle beni sararken içimde fırtınalar kopuyordu. Yüzümü hafifçe kesen serin rüzgar yanaklarımı üşütse de bedenimdeki donukluk içimdeki yanma hissini söndüremezdi.

Hatıralar zihnimde canlandıkça Berra’nın hayatımda ne kadar derin bir yeri olduğunu fark ettim. Üstelik onunlayken kontrolü elimden bırakıyordum. Yalnızca Emin’dim. En yalın haliyle, iyisiyle kötüsüyle, zaaflarımla ve eksiklerimle.

Akşam kayın babamlardayken mutfakta bana samimiyetle ve sevinçle sarılışını anımsadığımda kalbim göğüs kafesimi ezercesine attı. İçimde bir hareketlenme, derinlerden yükselen bir dalga hissettim. Dünyam uzun bir süredir onun etrafında dönüyordu.

Onunla konuşurken farkında olmadan gülümsemem; birlikte bir şeyleri paylaşmak, onu dinlemek... Ne zaman bir sorunu olsa hemen çözüm arayışına girmem, onun üzüldüğünü görmek istememem... Yanındayken hissettiğim huzur, bana duyduğu güven, gülüşü, göz göze gelmenin dahi benim için ifade ettiği manalar… Onunla birlikteyken, bir parçam tamamlanıyordu. Dünyamı daha yaşanabilir, daha güzel kılıyordu. Üstelik bu duygular bir arkadaşa veya dosta karşı beslenecek duygulardan oldukça farklıydı.

Bunların her birini düşündüğümde, kalbimde bir yerlerde saklayıp da itiraf edemediğim o gerçek gün yüzüne çıkıyordu: Berra’ya aşıktım. Daha fazla inkar edilemeyecek kadar net bir duyguydu bu. Bütün bu anılar, duygular, hisler bir araya geldiğinde, cevabın ne olduğunu anlamak kaçınılmazdı. Berra sadece hayatı değil, aynı zamanda kalbimdeki en derin duyguları paylaşmak istediğim kişiydi.

Derin bir nefes alıp yavaşça verdim. Bunu nihayet kendime itiraf etmek, içimde biriken ağırlığı hafifletmiş, biraz olsun rahatlamamı sağlamıştı. Yüzleşmiştim işte. Yüzleşmiştim. Berra’yı seviyordum.

Kalbim, bu gerçeği kabullenmenin verdiği ferahlıkla çarpıyordu. Kendi içimdeki karmaşayı çözümlemiş, sonunda ona duyduğum bu derin hislerin yüzeye çıkmasına izin vermiştim. Berra, bir güneş gibi hayatıma girmişti; karanlık köşelerimi aydınlatıyordu. Ona olan sevgim, zamanla büyümüş, evrilmiş, bir bahar çiçeği gibi renklenip açmıştı.

Ellerimin hafifçe titrediğini fark edince istemsizce hâlime güldüm. “Aşk böyle bir şey mi?” diye söylenip gözlerimi yumdum ve sakinleşmeye çalıştım. Fakat içimdeki çalkantıyı dindirmeye yetmedi. Kuvvetli duyguların etkisi altında aklım sarhoş olmuştu. İçimdeki bu yoğun hislerle başa çıkamıyordum.

Birden içimde yeni bir endişe belirmeye başladı: Bundan sonra ne olacaktı? Duygularımı gizlemem mi yoksa ifade etmem mi gerekiyordu? Kendimi açıkça ifade etmeye cesaret edebilir miydim? Kendime dahi yeni itiraf etmişken, ona duygularımı açmak için biraz beklemek daha makul gibiydi. Çünkü onunla konuşursam, aramıza bir soğukluk girerse, henüz kabullendiğim ve kucakladığım bu gerçeğin ardından yeni sancılarla yüzleşmek beni korkutuyordu.

Pakete uzanıp bir sigara daha çıkarttım. Parmaklarımın arasına aldığım mereti çakmağımla saniyeler içinde yakıp dudaklarıma götürdüm. Tütünün acı tadı, düşüncelerimi yavaşlatmaya çalışıyordu ama kalbimdeki kaygı sarmalı bir türlü gevşemiyordu.

Duygularımın ne kadar güçlü olduğunu bilmek, beni hem heyecanlandırıyor hem de korkutuyordu. Peki ya hislerim yüzünden olur da bilinçsizce ona farklı davranırsam, aramızdaki ilişki zarar görür müydü? Yanlış bir şey yapmaktan korkuyordum. Onu ürkütmek istemiyordum. Az önce gözlerimde beliren parıltı, şimdi bir tereddütle harmanlanmıştı. Kalbim, sanki bir kıskaç arasında sıkışmıştı.

Galiba aşk, her şeyden önce bir cesaret gerektiriyordu. Birini karşılıksız sevme cesareti. Bunu kabul etme cesareti. Bununla yaşama cesareti. Ve bunu onun da bilmesini sağlamak cesareti. Ama ben sonuncusu için henüz yeterli cesareti bulamıyordum. İçimdeki ikilemle baş başa kaldım; bir yandan ona olan hislerimi ifade etme arzusu, diğer yandan korkularım, beni bir labirentte kaybolmuş gibi hissettiriyordu.

Sigaramın dumanı havada dans ederken, tüm dünyamı saran bu karanlık ve belirsizlik içinde, gözümün önünde Berra’nın yüzü canlandı ve bir ışık gibi parıldadı. Korkularım su buharı gibi eriyip gitti. Ben bu yolculuğun başlarındaydım. “Acele etme Emin,” dedim kendime. “Daha demin demiyor muydun, Allah’a güveniyorum diye. O’na bırak şimdilik. Zaten daha askere gidip geleceksin. Düşünmek için yeterince zamanın olur.”

Bu hatırlatma beni dinginleştirdi. Karmaşalar sakinleşti. Sigaranın ağır gelmeye başladığını hissettim. Henüz bitmemiş olsa da şimdiki ruh halimle artık ona ihtiyaç duymuyordum. Sigara dalını ağır bir hareketle kül tabağına bastırıp söndürdüm.

“Oğlum Emin, sen asıl şimdi altı ay boyunca Berra’dan ayrı kalacağın derdine yan.” Onun gözlerine bakmadan geçireceğim koca altı ay. Düşüncesi bile boğazımı düğümlemişti.

Artık yorulmuştum. Saat iyice geç olmuştu. Sigara paketini ve çakmağı alıp içeriye geçtim. Bahçe açılan kapıyı sessizce kapattım. Berra çoktan uyumuştu, rahatsız etmek istemezdim. Banyoya doğru yürürken her adımımda evde geçirdiğim son zamanlar olduğunu fark ediyordum. Kısa bir süre sonra ayrılacak olmanın verdiği hüzün peşimde dolaşan bir gölge gibiydi.

Elimi diş fırçasına uzattım, biraz macun sıktım ve dişlerimi fırçalamaya başladım. Fırçanın ritmik sesi banyoda yankılanıyordu. Ardından duş alıp sigaranın o rahatsız edici kokusundan tamamen kurtulmak istedim. Suyun altında temizlenirken düşüncelerim de suyla birlikte akıp gitmişti. Ferahlamıştım.

Duştan çıktım, üstümü değiştirdim. Tertemiz kıyafetlerimi giyince koku falan kalmamıştı üstümde. Yatmak için odama gitmek üzere koridoru adımladım. Berra’nın odasının önünden geçerken içimde aniden beliren garip bir dürtü beni durdurdu. Kapı aralıktı. Koridordan gelen cılız ışık odanın içine yansıyor, etrafı zayıf da olsa aydınlatıyordu. Sessizce içeriye süzüldüm. Resmen ayaklarım beni buraya çekiyordu.

Yatağa doğru yaklaştım. Berra, ince bir yorganın altında hafifçe büzülmüştü. Sonbahar gelince bizim üşürgeçin üşümeleri başlamıştı elbette. Gülümsedim. Sırtı açık kalmıştı. Yatağına doğru eğilip yorganı usulca kaldırdım ve omuzlarına kadar dikkatlice çektim. Aynı anda derin nefesi odada yankılandı ve sanki tüm evdeki sessizliği o doldurdu.

İçimde beliren bir anlık zayıflıkla yatağın önüne çöktüm. Berra’nın yüzüne uzunca baktım. Dışarıdan gelen loş ışık sayesinde yüz hatları yeterince seçiliyordu. Onun yüzüne baktıkça gönlümde iyice büyüyen hisler beni biraz ürkütüyordu.

Parmaklarım benden bağımsız bir şekilde saçlarına uzandı. Dokunduğum yumuşak saç telleri parmaklarımın arasında kayarken sanki dünyada başka hiçbir şey önemli değildi. Önüne düşen bir tutamı yavaşça yüzünden geri doğru aldım. Bunu bin yıldır yapıyor gibi aşikar şekilde hem de… O an dünyadaki her şey durmuş gibiydi. Sanki zaman, o odada sadece ikimiz için akıyordu.

Az sonra bakışlarım onun kapalı gözlerine değince ne yaptığımı fark ettim. Kalbim sıkıştı. Kız her şeyden habersiz uyurken şu hareketim! "Dakika bir, gol bir… Ne yapıyorum ben?" dedim kendi kendime, sessizce. Bu hisler beni hazırlıksız yakalamıştı. Kapılıp gittiğim bu duygular yüzünden şaşkına döndüm. Hemen toparlandım, geri çekildim. Kendi kendime söylenerek ayağa kalktım. Çabucak odadan çıktım. Kalbim hâlâ hızla atıyordu. Yavaşça kendi odama doğru ilerledim. “Emin, sen ne yapıyorsun?”

Yatağıma uzandığımda hâlâ üzerimde o anın etkisi vardı. Yorganı üstüme çektim, gözlerimi kapattım. Dualarımı okuyup gözlerimi yumdum. Bir günde iki yüzleşme gerçekleştirmenin verdiği manevi yorgunlukla uykunun kollarına kısa sürede teslim oldum.

Hayat bize her şeyi zamanında verirdi. Benim için bu aşkın vakti gelmişti. Merak ettiğim şey ise Berra için öyle bir vaktin gelip gelmeyeceğiydi.

 

 

 

**Tarık Tufan

 

Selamm. Kaç saattir bölüm yazıyorum yeminle yoruldum :D

E siz de bi yıldıza basmayı ve fikrinizi belirtmeyi çok görmezsiniz inşallah. Emin'e doyun bu bir kaç bölümde hadi. Ondan da daha çok gelecek artık :) Buyrun o zaman yorumlara (kalpkalp)

Loading...
0%