Yeni Üyelik
32.
Bölüm

32 - iyi ki varsın

@sukunettekelimeler

“ Her şey gülüşümüzün ardında saklıdır. Bizden her şeye, her şeyden bize yollar, sonsuz yollar vardır. Yolların içinde en aydınlığı kalpten kalbe olandır.”*

 

 

Yaşamak şaşkınlık verici bir deneyimdir,** diyordu şu anda okuduğum kitabın önemli bir karakteri. İlkin durup bir düşünmüştüm; yaşamak neden şaşkınlık verici olsun ki? Günlük hayatın koşuşturmacası, sıradanlaşan anılar ve her gün karşılaştığımız rutinler göz önüne alındığında, bu cümle kulağa fazla iddialı geliyordu. Yine de kafamın bir köşesinde kalıvermişti bu cümle. Gün geçtikçe anladım ne demek istediğini. Yaşamak, gerçekten de şaşkınlık vericiydi. İnsan gerçek manada bakabilirse hayrete düşeceği pek çok ayrıntı yakalıyordu dünyaya dair. Bir çiçeğin yaprağındaki damarlar, esen rüzgarın burnumuza getirdiği kokular, sükutun içinde yankılanan o tanıdık sesler ve başımızdan gelip geçenler…

Bugün doğum günümdü. Kendimi her zamanki gibi hissediyordum. Bugünün herhangi bir günden farkı yok gibiydi gözümde. Doğum günlerine fazla anlam yüklemezdim. Beni yakından tanıyanlar da bilirlerdi ki, özel günlerde bir kutlama beklentim yoktu. Yine de küçük jestler elbette ki insanı mutlu ediyordu; bunu inkar etmiyordum. İnsanların hediye almak, buluşmak, sevgilerini bekki etmek için belli günlere takılıp kalmamaları gerektiğini düşünürdüm. İlişkilerimde geneli önemserdim, bir günü değil.

Emin, çarşıya gideceğiz diye tutturmuştu. Gözlerindeki hafif ışıltı ve hareketlerindeki telaş, bu ısrarın altında başka sebepler yattığını fark etmiştim elbette. Sezgilerim güçlüdür. Bir şeyler planladığını hissediyordum, fakat bunu bana çaktırmamaya çalışıyordu.

Hazırlanmış, arabaya binmiş, merkezdeki parka gelmiştik. Derenin kenarında suyun sakin akışını izleyerek yürüyor, havadan sudan konuşuyorduk. Hava serindi ama rahatsız edici derecede değildi. Ağaçların arasından süzülen ışık, parktaki her şeye huzurlu bir ton katıyordu. Kuş cıvıltıları hafif bir melodi gibi işitiliyordu.

Emin, aniden rotamızdan sapıp ağaçlık alana yöneldiğinde şaşkınlıkla duraksadım. Suyun kenarında yürümek o kadar hoştu ki! “Nereye gidiyorsun? Suyun yanında yürümek daha güzeldi,” diye hafif itiraz eden bir ses tonuyla sordum.

“Şuradaki büfenin oraya,” diye cevap verdiğinde, su ya da başka bir şey alacağını düşünerek ona ayak uydurdum. Emin’in adımlarını sessizce takip ederken, etraftaki ağaçların gölgesi üzerimize düşüyordu. Birkaç adım sonra yönümüz değişip ağaçların arasına girince içimde hafif bir şüphe uyanmaya başladı. Merakla çevreme bakarken dikkatimi çeken ilk şey rengarenk balonlarla süslenmiş bir alan oldu. Şüpheci bir şekilde inceledim.

İki ağaç arasına gerilmiş ip, fotoğraflar ve hem ipe hem de dallara bağlanmış balonlarla süslenmişti. Ağaçların arasında serili duran kilim göz kamaştırıyordu, üzeri yiyecek ve içeceklerle doluydu ama uzaktan ne olduklarını tam seçemiyordum. Kalbim, bu sahnenin doğum günümle alakalı olabileceğini fısıldıyordu. Kalbim mutlulukla çırpınmaya meyilli olsa da kendimi hemen kaptırmamak adına duygularımı frenledim. Bu ortamı Emin hazırlamış olabilir miydi? Ama gün boyunca yanımdaydı, nasıl yapabilirdi ki?

Tam o sırada görüş açıma giren iki tanıdık siluetle her şey yerine oturdu. Ceyda ve Hazal, yüzlerinde parlak birer gülümsemeyle bana doğru koşarak geldiler. “İyi ki doğdun Berra!” diye cıvıldayıp boynuma atıldılar. Canım dostlarım, boğacaklardı neredeyse beni. Duygulandım. Şaşkınlık ve neşe karışımıyla gözlerimden yaşlar akacak gibi hissettim.

Sarılmalarımızın ardından Hazal, birkaç dakikadır az öteden bizi izleyen Emin’e döndü ve minnet dolu bir bakışla teşekkür etti: “Teşekkür ederiz, Emin abi. Yardımın olmasa bu sürprizi yapamazdık.”

“Rica ederim,” dedi Emin hafif bir tebessümle. “Berra hanımı getirmek biraz zor oldu ama sonuç olarak burada kendileri.”

Gözlerindeki yaramaz parıltı, sürprizi nasıl gizlediğini anlatıyor gibiydi. “Siz nasıl oldu da iş birliği yaptınız?” dedim açıklama getirmelerini isteyerek. Eh, onlar Emin’i abim sanırken, numarasına falan da sahip değilken…

Ceyda gülerek yanıtladı: “Anneni aradık. Onun aracılığıyla haber gönderdik, iletişim kurduk.” Bunu duyunca fark ettim ki herkes gizli bir ortak olmuştu bu sürprizi planlamak için. Anladığımı belirterek başımı salladım. İçimde tarif edemediğim bir şükran dalgası yükseldi.

Emin bana doğru birkaç adım attı ve samimi bir tonla “Saat üç gibi almaya gelirim seni. Haberleşiriz,” dedi.

“Tamam,” dedim hafifçe gülümseyerek. “Görüşürüz.” İçimdeki mutluluğu saklayamıyordum.

O da bana sıcacık bir gülümseme bıraktı. “Görüşürüz,” dedi. Ardından kızlara dönüp başıyla selam verdi, sesinde her zamanki o ağırbaşlılıkla ekledi: “Allah’a emanet olun.”

“Siz de,” diye karşılık verdi kızlar.

Emin arkasını dönüp giderken, Ceyda ve Hazal iki yandan koluma girdi, beni yere serdikleri örtünün üzerine çektiler. “Ooo döktürmüşsünüz,” dedim, özenle hazırlanmış yiyecekleri ve tam ortada duran pastayı görünce. Mis gibi yiyeceklerin kokusu burnuma doldu ve iştahımı daha da kabardı.

“Tabi, senin için! Eee sonuçta on sekiz oldun artık.”

“Aynen, reşitsin. Planların ne?”

Ceyda’nın sorusu üzerine gülerek kaşlarımı kaldırdım ve espriyle karışık bir şekilde cevap verdim. “Dünyayı fethetmek. Artık reşit olduğuma göre büyüdüm sayılır, yetişkinler gibi kahve içmeye başlamam lazım. Hımm, aklıma başka bir şey gelmiyor,” dedim abartılı bir ses tonuyla, sanki büyük bir karar alıyormuşum gibi.

Kızlar da gülmeye başladı. On sekiz yaşına girmek büyük bir olaymış gibi şaka yaparak, eğlenceyi iyice artırdık. Ama aslında gerçekten bir şey değişmiş gibi hissetmiyordum. Hâlâ içimde bir çocuğun masumiyetini taşıyordum. Dünya değişmemişti, ben de... Sadece yaşım biraz daha büyümüştü, o kadar.

Bir süre sonra, Ceyda ve Hazal bana ellerinde bir hediye paketi uzattı. İçinden, fotoğraflarımızla dolu bir albüm ve sevdiğim bir yazarın kitabı çıktı. “Kitap kurdunu en mutlu eden şey kitaplardır,” diyerek bana gülümseyen yüzlerine baktım. Kalbim, içimde ince bir sıcaklıkla doldu. Gerçekten mutlu olmuştum. Kitabın sayfalarını koklarken, sanki bir anlığına zaman durmuş, dünya benim için sadece o anın huzuruyla dolmuş gibiydi.

Emin’in beni almaya geleceği zamana kadar kızlarla sohbet ettik, anılarımızı hatırlayıp kahkahalar attık. Hava serinlemiş, hafif bir rüzgâr saçlarımızı okşarcasına esiyordu.

Emin geldiğinde kızlarla vedalaştım. Elime tutuşturdukları rengarenk balonların ilgi çekeceğini düşünerek biraz çekindim. “Beni gören insanlar deli olduğumu sanacaklar,” diye içimden geçirirken, bu düşüncelerin olumsuz getirilerinden beni koruyacakmış gibi Emin’e yanaşıp yakınında yürüdüm.

“Nasıl geçti?” diye sormuştu. Gözlerimdeki ışıltıyla gülümsedim. “Harika vakit geçirdik,” dedim, sevinçle. Ardından onun ne yaptığını sordum. Zaman geçirmek için etrafta biraz dolandığını söyledi.

Parkın içinde sakince yürürken aklıma gelen fikir üzere Emin’e döndüm. “Balonlardan bir kaçını Buğlem’e ayırıp diğerlerini buradaki çocuklara dağıtalım mı? Hem sevindirmiş oluruz. Beklenmedik bir hediye herkesi mutlu eder sonuçta.”

Emin bana dönüp sıcak bir gülümsemeyle, “Çok iyi fikir,” dedi. Onun onayıyla daha coşkulu hissettim. Etrafta koşturan birkaç çocuğa balonlar vererek yavaşça ilerlemeye başladık. . Bazen çocukların yüzlerinde bir anlık şaşkınlık, bazen de utangaç bir gülümseme beliriyordu. Birkaç çocuk ise hiç mutlu görünmemişti; belki de duygularını dışa vurmaktan çekiniyorlardı, bilmiyorum. Ama gözüm, inik bir topla futbol oynayan üç çocuğa takıldı. Giysileri yıpranmış, ayakkabıları eskiydi. Onlara balon verdiğimde kahverengi gözlerindeki ışık birden parladı. Gülümsemeleri öylesine içtendi ki, gözleri mutluluktan kısılmış, sanki dünyanın en değerli hediyesine sahip olmuşlardı. Onları öyle görmek kalbime huzur verdi. Sanki dünya bir anlığına daha güzel, daha iyi bir yer olmuştu. Keşke onlara daha fazlasını verebilseydim, diye düşündüm.

Teşekkür ederken ses tonlarında yankılanan o tınıyı işittim ve o an, mutluluğun küçük şeylerde saklı olduğunu fark ettim.

 

Eve gitmeden önce annemlere uğramıştık. Ablamlar ve abimler de oradaydı. Yeğenlerim, kardeşlerim, derken, büyük bir şamata hakimdi ortama. Hep beraber toplanmayalı uzun zaman olmuştu. Özlemiştim onları. Hepsine sıkıca sarıldıktan sonra yeğenlerimle biraz vakit geçirmiştim. Büyük bir sevgi besliyordum içimde onlara karşı. Özellikle en küçük olanları yiyesim ve evlat edinesim geliyordu ama anaları babaları bırakmıyordu maalesef.

Sohbet edip çay demlemiştik. Bizimkiler pasta da almıştı. Öyle etraf süslemek, mum üflemek, kutlama yapmak adetimiz değildi ama bazı günleri fırsat bilip toplanıyorduk işte. Pastamı kesip dilimledikten sonra tabaklara koydum. Bizimkiler de dua etmiş ve iyi dileklerde bulunmuştu. Bunları yaparken espriler havada uçuşmuş, zaman zaman da beni sinirlendirmeye çalışmışlardı. Hele ki Oğuz abim ve Ali eniştem!

Babam, enişteme karşın beni koruyup sakınırken yeğenlerim elinde küçük bir hediye paketiyle geldi. Merakla paketi açtım; içinden çıkan resimler, minik parmaklarla çizilmiş renkli hayal dünyalarını yansıtıyordu. Heyecanla çizdiklerini anlatırlarken sevimli hallerine dayanamayarak duygulandım. Odama asacaktım bu şaheserleri. Hepsini yanaklarından öpüp resim becerilerine iltifatlar ettim.

Ardından Buğlem geldi ve hediyesini verdi. Boncuk gözleriyle tepkimi ölçtüğünü anlamamak mümkün değildi. Kendi elleriyle bileklik yapmıştı bana. Renkleri en sevdiklerimden seçmişti. “Çok güzelmiş bu!” diye hayranlıkla ona mutluluğumu belli ettim ve bileğime taktım. “Bakıp bakıp seni hatırlayacağım bitanem!”

Çocuklar getirdiğim balonlar ve oyuncaklarla oynamak üzere odaya döndü. Az sonra Ali eniştem yine bana laf atıp uğraşınca kendisini anne ve babama şikayet ettim, şakayla karışık. “Bak hâlâ ispiyonluyor, şikayet ediyor. Neren 18 olmuş senin, çocuk gibisin hâlâ. Büyü büyü,” diye takılmaya devam etti. Gülüşmeler içinde devam eden bu şamata esnasında bir ara Emin’in odadan çıktığını gördüm. “Lavaboya gidiyordur, belki mutfaktan bir şey alacaktır,” diye düşünerek pek üstünde durmadım. Ancak aradan on dakika kadar geçmesine rağmen ortalıkta olmayınca meraklanmaya başladım.

Ali eniştem ve Oğuz abimle didişmeyi bırakıp salondan çıktım. Çocukların doluştuğu küçük odaya baktım, belki onların radarına yakalanmıştır diye. Ama yoktu. Tuvalet banyonun ışıkları da kapalıydı. Mutfağa geçtim ama görünmüyordu etrafta. İyice merak etmeye başlamıştım, bir şeyler ters gitmiş olabilirdi. Tam geri gidecekken mutfak balkonunda bir karartı fark ederek oraya yöneldim.

Kapıyı usulca açıp balkona adım attığımda serin hava aniden içimi üşüttü. Emin en köşede dikilmiş, omzunu duvara yaslamış, uzaklara dalmıştı. Düşüncelere gömülmüştü sanki; ruhu, içinde bulunduğu ortamdan çok daha uzaklardaydı. Parmaklarının arasında tuttuğu sigaradan havaya dumanlar karışıyor, karanlığa karışarak kayboluyordu. Uzun zamandır pek içtiğini görmemiştim oysa.

Yanına doğru yaklaşırken soğuktan ötürü kollarımı birbirine bağladım. Kimin geldiğini görmek için kısa süreliğine dönüp bakmış, ardından karşıdaki zeytin ağacınının sallanan yapraklarını seyretmeke koyulmuştu yine. Biraz ötesinde durdum ve bakışlarımı Emin’e çevirdim. Yüzündeki ifadenin derinliğini fark ettim. Sanki bir çatışmanın tam ortasındaydı. Bir yalnızlığa sarılmış, kalabalık içinde bile onu hissediyor, huzursuz düşüncelerin ağırlığını taşıyordu.

Soğuk rüzgarın taşıdığı endişe zihnimin köşelerine yerleşti. “Emin,” dediğimde sesim bile yankılanmadan kayboldu. “İyi misin?”

Sorduğum sorunun cevabını biliyor olmak canımı sıkıyordu aslına bakarsanız. Çünkü eğer Emin iyi olsaydı, beni gördüğü ilk an sigarasını söndürürdü. Rahatsız olduğum için yanımda içmemeye her zaman dikkat ederdi ama şimdi kendisini kuşatan melankolinin gölgesinde kaybolmuş gibiydi.

“Emin?” diye tekrar ismini söyledim. Bu sefer, sanki derin bir uykudan uyanır gibi silkelendi ve gerçekliğe döndü. Gözlerinde beliren boşluk, içindeki karmaşanın yansımasıydı. Sigarasını aceleyle söndürüp kenarıdaki çöpe atarken “İyiyim,” dedi geçiştirerek. Oysa sesi bunun tam tersini söylüyordu. Bana doğru dönüp omzunu yeniden duvara yasladı. “Hava alayım dedim. Gir içeri sen, geleceğim birazdan. Üşüyeceksin. Hatta hâline bakılırsa üşüyorsun bile.”

Bir şeylerin yolunda gitmediği belliydi, ama benimle paylaşmaktan kaçınıyordu. Üstüne üstlük, dalıp gittiği bu problem her neyse onu geri plana itip, benim burada dikilirken üşümemi düşünüyordu beyefendi. Bu iki durum arasıdaki mesafe aramızda açılan görünmez bir uçurum gibi hissettirdi o an.

“Üşürsem üşürüm, bırak şimdi beni. Sana ne oldu?” dedim sakin bir şekilde. İçimde biriken kaygıyı bastırmaya çalışarak, yüzündeki ifade değişimlerini incelemeye başladım.

“Dedim ya, bir şey yok.”

“Ben seninle her şeyi paylaşıyorum Emin. Sen de paylaşsan ne olur sanki?”

Bir derdi olduğu için canım sıkılırken, onun bu kesin tavrı karşısında çaresizlik hissim artıyordu.

“Yahu önemli bir şey yok, olsa anlatırım. Senden mi çekineceğim? Düşündüğün için sağ ol ama gerçekten anlatacak bir şey yok.”

“İnanmıyorum sana,” dedim inatla. Kaşlarım hafiften çatılmış, yüzüm asılmıştı. Hem onun için üzülüp hem ona kızıyordum. Garip bir duygu durumuydu. “Aptal değilim ben.”

Emin’in yüzündeki ifade, bir an için değişti. Derin bir iç çekti ve gözlerini kaçırarak “Ya tamam, annemi falan hatırladım bir an, duygulandım öyle. Başka bir şey yok. Asma suratını,” dedi. Sesindeki ton, içindekilerin bir kısmını paylaştığını ve beni anlamaya çalıştığını gösteriyordu.

Yüzümdeki ifadenin yumuşadığını hissettim. Elimde olmadan, refleksle ona biraz daha yaklaştım ve yanına sokuldum. Koluna dostça dokunup “Konuşmak ister misin?” dedim, içimdeki kaygının yerini ilgi ve merak alırken.

“Hayır, şimdi içeride o kadar insan var, zamanı değil,” dedi Emin, gözlerini göğe çevirerek. Bu, şu an bir şeyleri daha fazla açmak istemediğinin bir işaretiydi. Eh, söylediğinde de haklıydı.

“O zaman eve gidince konuşalım, çok durmayalım, kalkalım tamam mı?”

“Güzel bir günü düşük enerjiyle bitirmeyelim bence. Sonra konuşuruz,” dedi Emin.

Beni düşünüyordu yine. Ama bir güne hem sevinçler hem hüzünler sığmayacak diye bir kural yoktu ki. “Nasıl bitirmek istediğim bana kalmış,” dedim kararlılıkla.

Emin derin bir iç çekti. “Tamam, tamam, şimdi içeri geçelim hadi. Evde konuşuruz. Titriyorsun bak.”

Hava iyice kararmıştı. Rüzgarın şiddeti artarken, gökyüzündeki bulutlar yağmurun yolda olduğuna dair işaretler veriyordu. Yavaşça başımı salladım ve birlikte içeri doğru adım attık.

 

 

Sohbet akşamı olduğunu unutmuştum. Emin, arabayı Sıdıka teyzelerin apartmanının kapısında durdurunca önce nedenini anlayamamıştım. Ardından “Bugün sohbet vardı ya? Sıdıka teyzenin torunları da gelecekti, o yüzden heyecanla bekliyordun hani?” diye hatırlattığında idrak etmiştim.

“Ama konuşacaktık hani senle? Gitmesem de olur, sonra tanışırız.”

“Hayır. Bir saat sürüyor zaten. Geldiğinde konuşuruz.”

Eh, haklıydı. Nasılsa aynı evde yaşıyorduk. Dönüp dolaşıp gideceğim yer belliydi. Saat de daha yediydi. Vaktimiz vardı. Hem Sıdıka teyzeyle de sözleşmiştik. Şimdi cayarsam ayıp olurdu. Torunlarıyla tanışmayı o kadar beklemişken gitmemek garip kaçardı.

Emin’e veda edip apartmana girdim. Sıdıka teyzelere çıktım ve kapıya vurdum. Her zamanki samimiyeti ve güler yüzüyle beni karşılayıp içeri buyur etti. Oturma odasına girdiğimde neredeyse herkesin gelmiş olduğunu gördüm. Topluca selam verdim mahalleliye. Ardından Sıdıka teyze beni kolumdan tutup mutfağa sürükledi. “Benim torunlar ikramları hazırlıyor, gel tanıştırayım sizi,” diye heyecanla konuştu.

Mutfağa girdiğimizde biri benim yaşlarımda, diğeri biraz daha büyük görünen iki genç kızla karşılaştık. Birbiriyle aynı modelde ama farklı renkte elbise giymişlerdi. Birininki yeşil, diğerininki mordu. Pileli, belden kemerli, uzun ve çok şıktı. Başlarında elbiseleriyle uyumlu birer şal örtülüydü.

Anaannelerinin sesini duyunca bize dönmüşlerdi. Yüzleri de kendileri gibi zarifti. Maşallah, çok güzellerdi. Hayran kalmıştım güzelliklerine. Yalnız dış görünüşleri değil, samimiyet ve güler yüzle yaklaşmaları, gözlerindeki ışıltı, hareketlerindeki asalet… Hani şu içerideki teyzelerden biri olsam ve oğlum olsa, kesin bu kızların birini gelin almak isterdim. Öyle bir şey işte.

Kızlarla tanıştık ve kaynaştık. Onlara ikramları hazırlamaya yardım ederken de muhabbetimizi sürdürdük. Sohbet başladığında yan yana oturup dikkatle dinledik. Onlar da zaman zaman bazı örnekler vermiş, yorumlarda bulunmuşlardı konu hakkında. Kendilerini ilmen de besledikleri belliydi.

Sohbet bittiğinde kızlarla biraz daha oturmuştuk. Frekanslarımız çok güzel uymuştu ve buna mutlu olmuştuk. Kızlarla birbirimizin numarasını da almıştık. Fakat aklımın bir köşesinde Emin vardı. Geç olmadan müsaade istedim. Herkese veda edip apartmandan ayrıldım.

Uzun bir gün geçirip oradan oraya gittiğim için yorulmuştum. Bu yüzden eve vardığımda kendimi bir nebze olsun rahatlamış hissettim. Sakinlik, durgunluk ve huzur hissi veriyordu burası bana. Adeta bir limana adım atmış gibi.

Emin kapıyı açtığında “Hah, tam zamanında,” diye mırıldandı. Sanki beni bekliyordu ve sabırsızlandığı bir vakitte zili çalmıştım. “Hoş geldin.”

“Hoş bulduk da, ne için tam zamanında?” diye sorarken ayakkabılarımı çıkartıp kenarı koydum. Eve girdim.

“Hiiç,” dedi, yüzünde hafif bir muziplikle. Bana takıldığı belliydi. “Biraz daha gelmesen uyuyacaktım da.” Bunu söylerken sesindeki oyunbaz ton, gerçek cevabı sakladığını ele veriyordu; ama neyi kastettiğini çok merak etmeme rağmen, üstünde durmadım.

Çantamı bırakıp üzerimdeki trenci yavaşça çıkararak askıya astım. Ardından hırkamı giydim. Ekim’in sonuna yaklaştığımızdan örürü artık evin içi soğuk oluyordu ve üşüyordum.

“İçerideki sobayı yaktım, gel,” derken bana önden geçmem için nazikçe yol verdi. Sobayı yakması oturma odasının kapısının kapalı olmasını açıklıyordu. Kapıyı açıp içeriye girdiğimde ılık hava bedenime çarpıp içimi sıcacık etti. Yorgunluğum, bu sıcağın içinde yavaşça eriyip gidiyordu. İlk fark ettiğim şey, koltukların yerlerinin değişmiş olmasıydı. Evin kış düzenine geçtiği aşikardı. Yazın koltuğu sobanın ön tarafına çekiyorduk çünkü, böylece görünmüyordu.

Emin, arkamdan gelerek kapıyı yavaşça kapattı. Gözlerim sobaya doğru kayarken, üstündeki porselen demlik dikkatimi çekti. Sobanın önünde serili battaniye, üzerindeki iki minderle sıcacık bir yuva gibi görünüyordu. İki minder arasındaki boşlukta çay fincanları, bir çiçek saksısı, bir çerez tabağı, iki çatal ve geniş bir tabakta duran, gözlerimi hemen parlatan en sevdiğim tatlı vardı.

Odanın ortasında şaşkınlıkla durakladım. Gün sonunda böylesine ince bir düşünceyle karşılaşmayı hiç beklememiştim. Kaşlarım hafifçe havaya kalkmış, kalbim heyecanla göğsümde çarpıyordu. Emin’e döndüğümde sıcak bir tebessüm ederek karşılık verdi ve “Hadi,” deyip gözleriyle sobanın önünü işaret etti.

Heyecanımı bağrıma basıp sobanın önüne vardım ve minderlerin birine oturdum. Şu anın huzurunu ve samimiyetini en derinlerimde hissediyordum. Sadeydi ama özenle hazırlanmıştı her şey. En sevdiğim…

min de karşıma geçip demliğe uzandı, fincanlara çay doldurmaya başladı. Burnuma ulaşan nefis kokusundan en sevdiğim bitki çayını hazırladığını hemen anladım. İçmeyeli uzun zaman olmuştu ve özlemiştim. Sevinçle fincanı ellerimin arasına aldım. Sıcak fincan sayesinde avuçlarım ısınırken, dumanı üstünde tüten çayı burnuma yaklaştırdım ve kokusunu doya doya içime çektim. Adeta mest olmuştum.

Emin demliği yeniden sobanın üstüne koyup çatalların birini önüme bıraktı. “Teşekkür ederim,” dedim minnetle.

“Afiyet olsun,” diye karşılık verdi ve çayından bir yudum aldı. İçime bir rahatlık hissi yayıldı. Fincanı önüme koyduktan sonra gözüm saksıdaki çiçeğe kaydı. Sarılıp süslenmiş haliyle hediye olduğu belli olan bu zarif bitki, dikkatimi çekti. Uzanıp çiçeği kucağıma aldım. Kırmızı, beyaz ve mor, zarif çiçekleri vardı. Allah’ın sanatına onlarda bir kez daha şahit olurken gülümsemeden edemedim. Yaprakları hafifçe okşarken içimdeki mutluluk büyüdü.

“Bu çiçek çok güzelmiş, ne çiçeği?”

“Beğenmene sevindim. Aslında ben de bilmeden aldım. Çiçekçide dolanırken görünce içimden bir ses bunu seçmem gerektiğini söyledi. Bakımı için lazım olur diye adını öğrendim. Anemon çiçeği. Dağ Lalesi veya Rüzgar Çiçeği de diyorlarmış.”

Çiçeklerin yapraklarını usulca okşarken, bir yandan da fincanıma uzandım ve çaydan bir yudum aldım. Oldukça hoşuma gitmişti bu hediye. Ardından çatalıma uzanıp tatlıdan bir parça aldım. Klasik bir pasta almak yerine en sevdiğim tatlıyı sunmuştu önüme Emin. Bu çok daha anlamlıydı benim için.

“Beğendin mi?” dedi, ilgiyle gözlerini üzerimde gezdirerek.

“Beğenmek ne, bayılıyorum bu tatlıya. Bilmiyorsun sanki,” dedim, gülümseyerek.

“O zaman sıkı dur, sana bir sır vereceğim.”

“Söyle,” manasında başımı salladım merakla. Ağzıma yeniden tatlıdan attığım için konuşamıyordum.

“Tatlıyı kendim yaptım,” dedi gururla.

Kaşlarım hayretle havaya kalktı. Dudaklarıma şaşkın bir gülüş yerleşti. “Ciddi misin?”

Emin keyifli bir kahkaha attı. “Gerçekten.”

“Eline sağlık, harika olmuş,” diyerek samimi hislerimi söyledim. Allah’ım, en sevdiğim içecek ve tatlı yan yanaydı. Üstelik gözlere şenlik güpgüzel bir çiçeğim vardı. Karşımda ise bana huzurlu hissettiren bir yoldaş. Daha ne olsundu? İçimden bir şükür mırıldandım. Ne de olsa şükür nimeti artırırdı.

Emin, hafifçe boğazını temizleyip biraz çekingen bir tavırla, “Imm, bir küçük hediyem daha var,” dedi. Sesindeki tereddüt, sanki ne yapacağını tam kestiremediğini hissettiriyordu. Geri doğru kayıp duvara yaslı bir karton çantaya uzandı. O ana kadar çantanın varlığını bile fark etmemiştim. Emin minderin üstüne yeniden yerleştiğinde yüzüme bakmaktan kaçındı. Çantayı bana uzattı. Onun bu utangaç hali, içimde tatlı bir heyecan uyandırdı. Aramızda duran çantaya uzanıp alırken mahçup hissettim kendimi. Öte yandan hediyemin ne olduğunu merak da ediyordum.

Elim sert bir yüzeye dokunduğunda nesnenin ne olduğunu anlamaya çalıştım. İlk temasımda çerçeveye benzer bir şey olduğunu sezmiştim. Acaba fotoğraf çerçevesi miydi? Tuttuğum nesneyi yavaşça çıkartıp kucağıma koydum. Dikdörtgen, uzun ve biraz da büyüktü. Çerçeve olamazdı çünkü buna sığacak boyutta fotoğraf olacağını sanmıyordum.

İyice meraklanarak paketi sıyırdım ve açtım. Elimde çerçevelenmiş bir hat yazısı duruyordu:

“وَمَا تَوْف۪يق۪ٓي اِلَّا بِاللّٰهِۜ”

“Hii, çok güzel!” dedim hayranlıkla. Sesim heyecandan biraz titremişti. Böyle şeylere bayılırdım; hat sanatı her zaman ruhuma huzur vermişti. Yazıya dikkatle bakarak yazanı okumaya ve harfleri anlamlandırmaya çalıştım. Ardından, bakışlarımı Emin’e çevirdim. “Bu ayet, dimi? Hangi ayet?”

Emin, sakin ve derin bir sesle “Hud suresi, seksen sekizinci ayet,” dedi. O an bu hediyeyi ne kadar ince düşünerek seçtiğini daha iyi anladım. Sadece bir eşya değil, içinde derin anlamlar saklayan bir aracıydı. İçime işleyen bu anın büyüsünde kaybolurken ona tekrar sordum, “Anlamını biliyor musun?”

“Başarım ancak Allah (ın yardımı) iledir,” diye yanıtladı Emin. Sözler, kalbime işleyerek güven ve teslimiyet hissettirdi. Bu ayet, içinde bulunduğum her zorlukta bana yol gösterecek, adeta bir rehber olacaktı.

“Bunu evin en güzel yerine asacağım,” dedim içten bir şekilde. “Çok teşekkür ederim Emin. Her şey için.”

Emin, hafifçe başını eğip dudaklarının kıyısında beliren o tanıdık gülümsemeyle, “Teşekküre gerek yok, hadi tatlını ye,” dedi. Sesi, sıcak bir dostun samimiyetiyle doluydu. Onun bu rahat tavrı, içimdeki tüm gerginliği bir anda dağıttı. Ben de dediğini yapıp tatlıya uzandım, çatalımdaki lokmayı yavaşça ağzıma götürürken huzur dolu bir nefes aldım.

Hattaki ayetten yola çıkarak bir sohbete giriştiğimizde ortam iyice yumuşamıştı. İkimiz de mahcubiyet, minnet, utanç, heyecan gibi hediyelerle ilişkili duyguları kenarı atıp doğal halimize döndüğümüzden, odadaki atmosfere iyice aşina olup kapılmıştık.

Saat ilerlemeye başlayınca hadis kitabımızdan kaldığımız yeri açıp birkaç sayfa okuduk. Her şey oldukça doğal ve akışındaydı. Aramızda sessiz bir uyum vardı. Kitabı kapattıktan sonra ortalığı toparladık, yatsı namazını kıldık ve sonunda ben, içerideki kanepeye yatağımı serdim. Burası sıcak olduğu için artık yine oturma odasında yatacaktım. “Hoş geldin kış.”

Emin seccadesini çekmeceye koyup ayağa kalktı. “Ben de yatıyorum o zaman, hayırlı geceler,” dediğinde elimdeki yastığı koltuğun üzerine bırakıp ona döndüm. “Sen de burada yatmayacak mısın?”

“Yok, odamda kalmaya devam ederim. Henüz pek üşümüyorum. Yorgan yetiyor.”

“Emin misin?” diye üsteledim. Kendim üşürken başkalarını da ben gibi hissediyor sanıyordum.

“Evet” dedi kararlı bir şekilde.

“Peki madem,” diye mırıldandım.

Emin tam arkasını dönüp gitmek üzereyken, içimden bir his onu durdurmam gerektiğini fısıldadı “Emin?”

Yavaşça arkasını dönüp gözlerime baktı, konuşmamı bekleyerek.

“Konuşacaktık ya hani? Unutmadım,” dedim annemlerin evindeyken balkonda söylediği sözü anımsatarak.

Düşünür gibi bir an duraksadı, bakışları etrafı dolaştıktan sonra tekrar bana döndü. Yüzünde, iç dünyasında yankılanan duyguların izi vardı. “Böyle sakin ve huzurlu bir akşam olarak kalsın bu akşam. Olmaz mı?”

Konuşmaktan kaçmak için değil, gerçekten de bugünü iyi bitirmek ve hatırlamak istediğinden ötürü söylediğini gözlerinden anlayabiliyordum. Bu yüzden ısrar etmek yerine ona müsaade ettim. “Olur. Madem öyle istiyorsun. Ama sözün olarak yazdım kenara, tamam mı?”

“Tamam,” deyip kendini tutamayarak güldü. Bu gülüşün benim kararlı tavrım için olduğunu anlayacak kadar onu tanımıştım. Ben de bu sıcaklığı içimde hissederek gülümsedim.

“Hayırlı geceler Emin.”

“Hayırlı geceler.”

Odanın kapısını açıp çıkmak üzere bir adım attığında yeniden durdu. Yavaşça arkasına döndü; gözlerinde bir şey söylemek isteyip de tereddüt eden bir ifade vardı. “Berra?”

“Hım?” diye mırıldandım, ona dikkatle bakarak.

“İyi ki varsın.”

Sesi, kalbimin en derinlerine dokunan bir melodi gibiydi. Birkaç saniyelik sessizliğin ardından içime dolan sıcaklığı fark ettim. “Sen de,” dedim, samimiyetle.

“Sen de.”

Emin, gözlerimin içine bir kez daha baktı, yüzündeki o küçük gülümseme, binlerce kelime yerine geçiyordu. Sonra kapıyı sessizce arkasından kapatıp gitti. O an, aramızdaki bağın derinliğini daha önce olmadığı kadar yoğun hissettim.

Yatağıma uzandım ve başımı yastığa koyar koymaz derin bir huzur duygusu içimi sardı. Bütün sevdiklerime dua ettim. Onların bugün beni mutlu etmelerine karşın, ahirette de dünyada da Allah’ın onları kat kat mutlu etmesini ve en güzel nimetleriyle nimetlendirmesini istedim.

Gözlerimi kapatıp uyumaya çalıştım, ama zihnim bir türlü susmuyordu. Düşünceler dalga dalga gelip beni kuşatıyor, bilinçaltımın derinliklerine doğru sürüklüyordu. Üç yıl öncesine doğru sürüklenirken, o dönemde yaşadığım zorlu günler yeniden gözümde canlandı. Zorla evlendirildiğim, hayatımın bir dönüm noktasına sürüklendiğim o karanlık günler... Kalbimde hissettiğim o keskin korkuları, geceleri içimde yankılanan endişeleri ve tüm dünyaya karşı duyduğum öfkeyi hatırladım. Her şey ne kadar zordu... Yaşarken, o günler hiç bitmeyecekmiş gibiydi.

Fakat beklediğimin aksine o evliliğin hayatıma bambaşka kapılar aralamıştı. Bana yabancı olan o gencin bir cellat değil de bir dost ve nimet olarak ömrüme girdiğini idrak ettim mesela… O, benim sandığım gibi hayatımı karartmamış, aksine ışık olmuştu.

Şaşırdım kaldım.

Ve derinlere gömdüğüm o cümle kafamda yankılandı: “Yaşamak şaşkınlık verici bir deneyimdir.” Anlamaktan öte, tüm zerrelerimde hissettim kelimelerin manasını.

 

 

 

*Mustafa Ulusoy

**Aynalar Koridorunda Aşk

 

Loading...
0%