@sukunettekelimeler
|
"Her ayrılık, biraz daha büyümek demek; ama bazen büyümek acı verir." ✦
Zamanın hızına yetişemiyordum. Emin gideli iki ay olmuştu. O gittiğinden beri annemlerle kalıyordum. İlk başlarda, doğduğum ve büyüdüğüm bu evde yeniden yaşamak çok garip hissettirmişti. Her şey o kadar tanıdıktı ki, duvarların bile eski anılarla dolup taştığını hissediyordum, ama yine de kendi evimizi, Emin’le birlikte yaşadığımız o küçük ve güvenli dünyayı özlüyordum. Bir boşluk duygusu sarmıştı içimi. İnsan, her ne kadar zorlansa da uyum sağlamadan tutunamıyordu hayata. Annemlerin evine de bir şekilde alışmıştım ama içimde bir şeyler eksik, sessiz, tamamlanmamıştı. Onun yokluğu o kadar belirgindi ki her sabah ve akşam bu eksiklik daha da keskinleşiyordu. İçimde, adı olmayan bir duygu büyüyordu. Fırsat buldukça Eminle iletişim kuruyorduk. Telefon edip arıyordu beni. Birkaç fotoğraf da göndermişti. Uzun uzun incelemiştim onları. Emin’in saçları, sakalları yok denecek kadar kısaydı. Onu böyle görmek ilk başta garip gelmişti; oysa yüzündeki o sakin ifade, gözlerindeki tanıdık bakış yine yerindeydi. Ne var ki asker tıraşı, onun o tanıdık yüzünü başka birine dönüştürmüştü sanki. Saç ve sakal erkeğin süsüymüş, bunu anlamıştım. Yine de, Emin’in her haliyle, o değişmeyen güven veren gülümsemesiyle bana candan bir dosttu. Söylediğine göre yorulsa da her şey yolundaymış. Askerlik işte, sabahtan akşama dek koşturma, nöbet… Geçen aradığında biriyle tartıştığı için biraz sinirli ve keyifsizdi mesela. Ama anlattığına göre komik şeyler de oluyormuş. Döndüğünde bana anlatacakmış uzun uzun. O günleri iple çekiyordum. Her akşam o gelmeyecek bile olsa içimde büyüyen bir güçle hadis kitaplarımızı elime alıp okumaya başlıyordum. İtiraf edeyim, Emin’in yanında geçen o akşamları, ikimizin sessizce oturup kelimelerin derinliklerinde kaybolduğumuz anları özlemiştim. Yeni bir yıla girmiştik. Ocak ayındaydık. Kalorifer peteğinin önünde oturmuş ödev yapıyordum. Annemin getirdiği ıhlamur çayından yükselen buğuyu içime çekerken Emin’le geçirdiğimiz kışlar canlanmıştı gözümde. Ihlamurun sıcak, tatlı kokusu Emin’i hatırlatmıştı birden; kış mevsimiyle özdeşleşen o anılar usulca zihnime doldu. Birlikte yürüyüşe çıktığımız, kardan adam yaptığımız, soğuktan kızaran burnunu avuçlarıyla ovuşturup bana şaka yaparak güldüğü günler. O sırada, aniden çalan kapı sesiyle irkildim. Annemle göz göze geldik, o da şaşkındı. Babam ve abim cemiyetteydi; Buğlem hastalıktan bitap düşüp çoktan uyumuştu, Devran ise odasına kapanmış oyun oynuyordu. Birini beklemiyorduk. Annem kapıya doğru ilerlerken ben de istemsizce kulak kesildim. Kapıdan duyulan tanıdık bir ses, Aynur teyzenin sesi, dikkatimi çekti. Az sonra içeri girdiklerinde onu görünce emin oldum ve kalkıp hoş geldiniz dedim. Fakat bu akşam onun sorgu sualini ve anlatacaklarını çekecek modda hissetmiyordum kendimi. Aynur teyze iyi biriydi ama çok konuşurdu ve çok merak ederdi. Bazen insan yoruluyor ve bunalıyordu. Beni de ilk zamanlar her gördüğünde evliliğim konusunda darlamıştı, nasıl gidiyor, anlaşıyor musunuz, şöyle mi böyle mi diye… Annem ona ikram etmek için ıhlamur hazırlamaya gittiğinde odada baş başa kaldık. Aynur teyzenin gözlerinde her zamanki merak kıvılcımları vardı. Daha ilk dakikada sorusunu patlattı: “Ee kızım, kocanla görüşüyor musunuz, nasılmış oralarda? Bir yaramazlık yoktur inşallah.” Bir an ne söyleyeceğimi bilemedim; boğazımda bir düğüm oluştu. Yüzümdeki tebessümü koruyarak kısaca, “İyiymiş şükür,” dedim. Bu cevap, aklımın içindeki duyguları anlatmaktan uzak, kısa ve sakin bir yanıttı. Aslında Emin’in yokluğunda hissettiğim derin yalnızlık bir an olsun sözcüklere dökülmek ister gibi, içimde kıpırdanıyordu. Ama Aynur teyzeye veya bir başkasına bundan söz etmek, Emin’le aramızdaki özel, sessiz bağın sırlarını anlatmak istemiyordum. Aynur teyzenin yüzündeki kurnaz, bir şeyler biliyor da paylaşmıyor havasını görür görmez anlamıştım, soruları hiç bitmeyecekti. “Ay iyi iyi,” dedikten sonra sesini alçaltıp sır paylaşır gibi bana doğru eğildi ve yüzündeki manalı ifadeyle “Şş, özledin mi kız kocanı?” diye sordu. Beklemediğim bu soru, beni bir an afallatmıştı. Yanaklarıma dolan hafif bir sıcaklıkla ona bakakaldım. O, beni bekletmeden devam etti. “Tabii özlemişsindir,” dedi kendi kendine emin bir tavırla. “Aynı ömrü ve yatağı paylaşıyorsun sonuçta. Çekinme, çekinme. Normal bunlar. Ama napacaksın, kaderde beklemek varmış.” Sanki Emin’in yokluğu üzerine içimde beslediğim tüm duygular açığa çıkacakmış gibi hissettim. Evet, özlüyordum onu. Fakat bu özlem sadece bir ‘beklemek’ değil, alıştığım sessizliğin içinde yankılanan, içten içe büyüyen bir boşluk gibiydi. O devam etti: “Eskiden iki yıl sürerdi askerlik, şimdi altı ayda bitiyor. Öyle düşün. Ben kocamı iki yıl kaynanamın yanında yaşarken beklediydim. Zulümdü resmen…” Tam o anda, annem içeri gelip ıhlamuru Aynur teyzenin önüne koyduğunda, duygu dolu bakışlarımı kaçırıp rahatlamış hissettim. Ödevimin başına döndüm; matematik denklemlerinin arasına saklanmak, az önce hissettiklerimi biraz da olsa unutturuyordu. Önümde duran sayfaya dalıp, sayılar ve simgeler arasında kaybolmuşken zihnim yeniden sessizliğe kavuşmuştu. O karışık duyguların yerini geçici bir sakinlik almıştı. Fakat Aynur teyzenin sesi, bir an sonra zihnime tekrar hücum etti. Sözlerinin arasındaki birkaç kelime, dikkatimi çekip beni denklemlerden çekip çıkardı: “Komşum, biz ayakta uyurmuşuz meğer! Geçen gün mahallede neler olmuş bir bilsen. İnsanın aklı duruyor,” diyordu alçak sesle, dramatik bir hava katarak. Annemin şaşkın bakışları dikkatimi dağıttı. “Hayırdır inşallah Aynur,” dedi merakla. Aynur teyze, çayını aceleyle yudumlayıp hızlıca devam etti: “Pek hayır sayılmaz. Aslı var ya hani bizim. Onun kızını evlendiriyorlarmış ya!” “Işıl mı?” diye şaşkınlıkla atıldı annem. “O kız daha on altı yaşında değil mi? Aslı da ailesi de böyle erken evliliklere karşıdır. Zamanında bize de çok kızmışlardı. Hayatta evlendirmez kızını. Yanlış duymuş olmayasın?” Annemin bu çıkışı haklıydı; Aslı teyzenin böyle bir karar alması, onu tanıyan herkes için şaşırtıcı olurdu. Aynur teyze, bir bilgenin kendinden emin haliyle başını salladı. “Yok yok, eminim. Zaten normal şartlar altında olsa Aslı hayatta evlendirmez Işıl’ı, ama işin içinde başka şeyler varmış,” dedi, biraz daha fısıltıyla, ortama merak dolu bir hava yayarak. Bir an, kendi hikayem geldi aklıma. İçimi sıkıntı bastı; Işıl’ın da aynı zorluklarla baş başa kalacağını, onun da bir “kader” içine sıkıştırılacağını düşündüm. Aynur teyze, dünyanın en büyük sırlarını ifşa ediyormuş gibi bir dikkatle, yüzünde gizemli bir ifadeyle konuşmaya devam etti. Ona bakarken, bu bilgileri yayarken aldığı hazdan şüphe duyamadım. Sanki her kelimesini daha da süsleyerek anlatarak, odadakilerin ilgisini canlı tutmak için özel bir çaba harcıyordu. Her seferinde duraksayarak, söylediklerinin ağırlığını yüzlerimize taşır gibi bir hava katıyordu. Başkalarının hayatlarına böyle büyük bir merak ve müdahil olma isteği ne kadar da rahatsız ediciydi… İnsanın kendi derdi yetmezmiş gibi, bir de bu tür hikayelerin gölgesinde kalmaya zorlanması bıktırıcıydı. İçimdeki sıkıntıyı daha fazla bastıramadım; odadan çıkmak için eşyalarımı toplamaya başladım. Ancak Aynur teyzenin fısıltılı sesi kulaklarımı bırakmıyordu, söyledikleri bir gölge gibi peşimde sürükleniyordu. - Şu bizim Aylin’in oğlu yok mu, Berke? Kızı da var hani, Yağmur. Işılla arkadaşmış bunlar. Birbirlerinin evine gidip geliyormuş iki kız. Berke kızla ilgileniyormuş. Gençlik işte, ilgi ve sevgi Işıl’ın da hoşuna mı gitti artık, bilmem. Kızcağız zaten utangaç biri, öyle bi hatası olmamış, buluştuğu görüştüğü yokmuş Berkeyle… Aynur teyze, anlattığı her cümlede olayın karmaşasını ve mahremiyetini bir kenara bırakarak içini döküyor, büyük bir maharetle her ayrıntıyı açıklıyordu. - Bir gün Işıl, Yağmur’u ziyarete diye gitmiş. Evde de sadece Berke varmış. İçeri davet etmiş. Kız tereddüt etse de girmiş. Hoş beş konuşmuşlar, ama içi rahat etmemiş, ben gideyim, laf söz olur demiş. Ama işte, olan olmuş.. Bu son cümleyle odada ağır bir sessizlik oluştu. Aynur teyze, bu noktada daha da ciddileşerek, sanki sırların en büyüğünü ifşa ediyormuş gibi dramatik bir hava takınarak devam etti: “Kızcağız hamile kalmış. Zavallı, korkusundan kimseye bir şey söyleyememiş. Karnını okul sıralarına vurarak, belki düşer de kimse öğrenmez diye uğraşırmış... Ailesi anca sonra fark etmiş. İlkin kilo aldı sanmışlar ama sonra öğrenmişler olan biteni. Aslı’nın abisi, yani kızın dayısı, dayanmış bunların kapısına. O adam mafya gibi bir şey zaten. Yeğenimin namusuna dokundun, hamile, ortada bırakamazsın, evleneceksin demiş. Berke de korkmuş tabi, suçu da ortada. Hayır deme şansı yok. İmam nikahlarını kıymışlar önce, sonra da resmi nikahı… İçimde bir ürperti dolaştı. Genç bir kızın çaresizliği, mahremiyeti böyle ulu orta konuşuluyor, etrafta yankılanan bir hikayeye dönüşüyordu. Berke’nin adını duyunca kaçmak için hazırlandığım odadan çıkamamış, kapının kenarında duraksamıştım. Ayaklarım sanki eşikte çakılı kalmıştı. Onun başrolü oynadığı bu senaryo beni ürkütmüştü. Adeta buz gibi bir his, içimde büyüdü. Onun böylesine çalkantılı bir olayın başrolünde olması, içime huzursuz bir korku yerleştirdi. Işıl’ın yaşadıklarına duyduğum üzüntü bir yana, aklım İclal’e kaymıştı. Bu duruma düşmemiştir, kendine zarar verecek bir şeye bile bile yanaşmamıştır diye düşünmek istedim, ama içimde uyanan acabalar zihnime üşüştü. Ya Berke ona da zarar vermişse? Ya İclal de benzer acılar yaşarsa? İclal’in iyi olmasını diledim. Başına kötü bir şey gelmemiş olmasını… Odaya geçip yatağın kenarına çökerken zihnimde İclal’in Berke ile olan ilişkisini tekrar tekrar tartıyordum. İclal’in Berke’ye ne kadar bağlandığı, hatta bazı değerlerinden bile taviz verdiğini biliyordum. Berke’nin bir gün onunla evleneceği vaadi, İclal’i bu belirsiz ilişkide tutmaya yetiyordu. Berke’nin vaadi sahte olsa bile… İclal açısından her şeyin sadece bir hayal kırıklığından ibaret kalması için içimden dualar ettim. Umarım bunlardan bir ders çıkarır; kendini üzmeden, yıpratmadan çekip çıkabilirdi bu işin içinden. Işıl’ın başına gelenler ve İclal’in karşı karşıya kalabileceği tehlike, zihnimde dönüp duruyordu. Bir an, onların çaresizliği ve kırılmışlıkları içinde kaybolmuş hissettim. Empati kurmaktan kendimi alamadım; her iki kızın yaşadığı çaresizliği ve içinden çıkamayacaklarını düşündükleri durumu içimde hissetmek, beni daha da kötü hissettirdi. Kalbime ağırlık basmıştı; boğazım düğümlenmişti. Bunlardan kurtulmak, zihnimi arındırmak istedim. Yavaşça kalkıp abdest aldım ve namaza durdum. Namaz sırasında, Allah’ın kimseye kaldıramayacağı bir yük yüklemeyeceğini düşünerek biraz olsun ferahladım. İki genç kız için de, onların içsel yaralarını iyileştirmesi ve güç bulmaları için dua ettim. Ardından, ben ve sevdiklerim için, bu dünyada her zaman doğru yolda kalmaları için Allah’a sığındım. Dualarımın ardından uyumak için hazırlanmaya başladım. Fakat bir anda, o günkü hadis okumalarımı yapmadığımı fark ettim. Kitabımı açtım ve yeni konu başlığına gözüm takıldı: gıybet ve dedikodu. Bu karşılaşma, Aynur teyzenin sözlerinin bende yarattığı ağırlığı yeniden hissettirdi. Kitabı açıp konuyla ilgili ayetleri okumaya başladım. Her bir cümle, az önce duyduklarımın ne kadar yanlış olduğunu bir tokat gibi yüzüme vuruyor, içimi yeniden bir burukluk kaplıyordu. "Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah'a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir." (Hucurat,12) "Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi, yaptıklarından sorumludur." (İsra,36) Ayetlerin üzerinde durarak, Allah’ın bize çizdiği sınırları ve bize yüklediği sorumlulukları düşündüm. "Birbirinizin kusurlarını araştırmayın," diye buyurmuştu Allah; insanların mahremiyetine olan bu derin saygıyı, dedikodunun ve gıybetin ne denli yıkıcı olduğunu anlatan bu ilahi sözler, içimi titretmişti. Ayetleri okudukça, az önce Aynur teyzenin anlattıklarının ruhumda nasıl izler bıraktığını daha iyi anlıyordum. Ölü bir kardeşinin etini yemekten tiksinen insanın, başkasının kusurunu açığa çıkarmaktan da aynı şekilde kaçınması gerektiğini buyuran bu ayetler, adeta bana doğrudan hitap ediyordu. Ayetlerin ardından hadisler kısmına geçtim ve yine dikkatimi en çok çekenlerin altını çizdim. Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği hadiste, Resûlullah (s.a.v)’ın Allah’a saygı ve güzel ahlakı en yüce değerler olarak vurguladığını okudum. “İnsanları cehenneme en fazla götürecek şeyin ağız ve cinsel organ” olduğunu buyurduğu kısmı okurken, ağızdan çıkan her kelimenin ruhumuza olan etkisini derinden hissettim. Sözlerin, bir anlık hevesle veya düşüncesizce sarf edilse bile insanı nasıl bir yola sürükleyebileceği gözlerimin önünde belirmişti. Bir değerine geçtim. Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Gıybet nedir, bilir misiniz?" “Allah ve Resûlü daha iyi bilir,” dediler. Hz. Peygamber: "Gıybet, din kardeşini hoşlanmadığı bir şey ile anmandır" buyurdu. Söylenen ayıp eğer o kardeşimde varsa, ne dersiniz?" diye soruldu. "Eğer söylediğin şey onda varsa gıybet ettin; yoksa, o zaman ona iftira ettin demektir," buyurdu. (Müslim, Birr 70) İnsanların çoğu zaman “Ama olanı söylüyorum” bahanesiyle yaptıklarının aslında gıybet olduğunu görmek ürkütücüydü. Eğer söylenen şey doğruysa bu, gıybet; doğru değilse iftira oluyordu. Bu gerçek, hem dilime hem de niyetime karşı daha dikkatli olmam gerektiğini bir kez daha hatırlattı. Daha az önce Aynur teyzenin gelip bize hiç de hoş olmayan şeyler aktarmasını anımsadım. Bunları Işıl ve ailesinin işitmesi durumunda hoşlarına gitmeyeceğine eminken neden başkalarına da yayıyordu? Gıybet yapmış oluyordu. Berke’nin günahını ortaya seriyordu, Işıl’ın ise içine düştüğü zor durumu. İnsanların hatasını, ayıbını, eksiğini başkalarıyla paylaşıyordu. Aklıma “Günahları örtmede gece gibi ol,” sözü geldi Mevlana’nın. Ardından “Allah'a ve âhiret gününe inanan, ya hayır söylesin ya da sussun," hadisini anımsadım. Eğer hayırlı bir şey söylemeyeceksek susmalıydık demekti bu. Mesaj kısa ve netti. Fakat o kadar çok ihlal ediliyordu ki! Herkes ölü kardeşinin etini yemekte yarışıyordu, hayırda yarışmak yerine. Bu farkındalıkla hadislerin açıklama kısmını bitirip, son alt başlığa geçmeden önce içimden Allah’a dua ettim. Bu fark edişlerin hayatımda daim olmasını, dilimi ve gönlümü yanlışlardan koruyabilmem için yardım diledim. Bu öğütlerin hayatıma işleyen bir pusula olmasını dileyerek kitabı elimde daha sıkı tuttum; kalbimde bir kararlılık vardı artık. “Gıybeti anlatan kişi kadar dinleyen kişi de mesul olur. Bu bakımdan gıybet eden kişiye karşı bir şey söyleyemesek de hal ve hareketlerimizle yapılan gıybeti dinlemek istemediğimizi göstermemiz gerekir. İlk yapmamız gereken, “Kim ki yanında Müslüman kardeşinin gıybeti yapıldığı halde, gücü yeterken ona yardım etmezse, Allah onu dünya ve ahirette zelil kılar” hadis-i şerifini hatırlamak olmalıdır. Bu söz sadece bizimle konuşanın yaptığı gıybeti değil; çevremizde, radyoda veya televizyonda yapılırken dinlediğimiz gıybetleri de içine almaktadır. O anda kendimizi gıybeti yapılan kişinin yerine koymalı, bizden gıyabımızda bu şekilde söz edildiğinde rahatsız olup olmayacağımızı sormalıyız. Onuru zedelenen kişinin üzülmesi gerekiyorsa üzülmeli, hakkını savunması gerekiyorsa savunmalıyız. Önce kalbimizde derin bir rahatsızlık meydana gelmeli, gıybeti dinlemeye tahammül edemez hâle gelmeliyiz. Gıybeti yapılan kişi dostumuz ise, müdahale edip onun hakkında konuşmasına mâni olmalıyız. O kişiyi susturmanın bize zararı olacaksa, ‘rahatsızlığımızı hissettirmek şartıyla’ oradan hemen uzaklaşmalıyız. Radyo veya televizyonda yapılıyorsa, hemen kapatmalıyız. Bunları yapamıyorsak, dinlememeye çalışmalıyız. Dahası, gıybeti dinlediğimiz için Allah’tan af dilemeli, gıybeti yapılan kişiye dua etmeli ve duyduklarımızın tesirinde kalarak su-i zan etmemeye itina göstermeliyiz. Dahası, ikaz edip düzeltemediğimiz kişilerin yanından uzaklaşmalıyız.” Bu kısmı okuyunca aklıma “Onlar boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler." (Kasas, 55) ayeti gelmişti. Az önce Aynur teyze gıybet ettiği için onun suçunu rahatça belirtmiştim ama buna ben de ortak olmuştum. O an, içimde bir şeyler kırılıyordu. Duygularım birbirine karışmıştı. Burada da yazdığı gibi, müdahale edip güzel bir üslupla durdurabilirdim belki de. Ben de sorumluydum. Şu an nefsim, rahatsız olup odadan çıkmaya yeltenmemle içimi rahatlatmaya ve kendini temize çıkartmaya çalışsa da ona kanmadım. Berke’nin ismi geçince merak edip kapının orada duran bendim. Evet belki İclal’den ötürüydü, arkadaşım için endişeleniyordum ve bir bağlantısı olabilir diye durmuştum ama olsun. İnsan kendinden başkasında hatayı hemen fark ederken kendi benliğine dönünce hatalarını görmesi ne kadar da zordu. Gözlerim yaşardı. O an, Emin’in eksikliği hissi içimde ağırlaştı. Onunla paylaşabilirdim, içimi açabilirdim burada olsaydı. Bütün bunlara olgunca bakıp beni sakinleştirirdi. Ama şimdi yalnız başımaydım; bu karmaşık, ağır duygularla yüzleşmek de yalnızca bana kalmıştı. Ellerimi açıp hepimiz için ve kendim için af diledim. Bir an için kendimi kaybettim, bir an için, o kadar derinlere battım ki, bir çıkış yolu ararken Allah’a sığındım. Kendimdeki noksanlıkları görememekten, onları düzeltememekten, fark edememekten, günaha ortak olmaktan Allah’a sığındım. Bu dua, sanki içimdeki o ağır yükü biraz olsun hafifletir gibiydi, ama ne kadar azaldı, ne kadar rahatladım bilemiyordum. Bir rahmet, bir huzur, bir umut duydum içimde; aynı zamanda kaybolmuş hissettiğimi de fark ettim.
✦
Bugün biraz stresliydim. Son sınavlar, İclal’in hali, Emin’in yokluğu… Her şey üst üste gelince kafam gövdeme ağır gelmeye başlamıştı. Hazal ve Ceyda’yla kütüphanede ders çalışırken bile düşüncelerim dağınıktı. Biraz olsun rahatlamak için hava almak istemiştim. Kantinden çay alıp bahçeye çıkacak, çayımı yudumlayıp biraz kış ayazı yesem de soğuk sayesinde kendime gelecektim. Planım buydu. Kantindeki görevlimiz olan ablaya açık bir çay istediğimi söylediğimde hemen bir karton bardak alıp çayı doldurmaya koyuldu. Parasını vermek için elimi kabanımın cebine atmıştım ki “Berra’nın çayını da buradan al sen abla,” diyen tanıdık bir ses işittim. Başımı kaldırdığımda Yusufla göz göze gelmiştim. Bunu hiç beklemiyordum. Mahcup hissettim ve hemen nazikçe teşekkür ettim. “Çok teşekkür ederim, ama gerek yoktu…” “Gereklilikten değil. Arkadaşımıza çay ısmarlayamayacak mıyız? Afiyet olsun,” dedi mütebessim bir ifadeyle. Küçük bir gülümseme ile karşılık verdim. Yusuf kibar ve iyi biriydi. Bu okuldaki çok değerli insanlardandı nezdimde. Doğal ve içtendi. Böyle şeyler yaptığında bunu ara ara yeniden fark ediyordum. Ben üstünden dumanlar tüten çayıma, o da kahvesine uzanırken, aklımda bu haşlak çayın az sonra dışarıda dakikalar içinde buz gibi olacağı vardı. “Bahçede bir iki tur atacağım, ders arası verdim. Katılmak ister misin? Hem sana bir şey sormak istiyordum.” Yusuf’un bakışlarını üzerimde hissedince bana sorduğunu ancak idrak edebilmiştim. Dedim ya, kafam dağınıktı. Zaten ben de dışarıya çıkacaktım. Çayımı da Yusuf ısmarlamıştı. Teklifini geri çevirmedim. Hem ne soracağını merak etmiştim. Umarım yardım edebileceğim bir konudur, diye geçirdim içimden. Çünkü artık Yusufla aynı sınıfta değildik. Hazal ve Yusuf sayısal sınıftalardı. Hazal’ın yanına gittiğimizde ona da rastlıyor ve selamlaşıyorduk. Bazen de koridorda karşılaşıyorduk. Ha tabi çözemediğimiz matematik sorularındaki yardımlarını da unutmamak gerek. Yusuf matematik dehası olduğundan, bazen çözemediğim soruları Hazal da çözemediyse üçüncü kişi olarak Yusuf’a başvururduk. Sağ olsun hiç geri çevirmez, çok güzel açıklar ve çözümlerdi. Kantinden çıktık, bahçede yan yana yürürken biraz tuhaf hissettim. Yanımda Emin’den başkasıyla böyle ufak da olsa vakit geçirmeye alışkın değildim. “Nasılsın Berra? Belki haddime değil ama, bu ara seni biraz farklı görüyorum. Yani farklı derken, sıkıntılı mı desem, üzgün mü… Her neyse, sen anladın beni. Her şey yolunda mı?” Böyle bir soru beklemediğim için afallamış ve garipsemiştim. Aynı sınıfta olmasak da bu değişimi fark etmiş olması aklıma takıldı bir an ve beni şaşırttı. “Her şey yolunda,” diye cevapladım. İnanma yahut bununla yetinmeme ihtimaline karşın aceleyle devam ettim: “Bildiğimiz şeyler, sınav stresi, yoğunluk falan… Dönem sonu geliyor ya bir de, onun yorgunluğu birikti.” Yusuf, biraz buruk bir şekilde başını salladı, anladığını belirtircesine. "Anladım… Ben buradayım eğer yardıma ihtiyacın olursa, biliyorsun, her zaman…" Yüzüne kısa bir anlığına baktığımda gözlerindeki ifade ve samimiyeti dikkatimi çekti. Güvendiğim nadir kişilerden biri olduğu için önce bana sunduğu ilgi ve destek hali içimi ısıttı ve bana iyi hissettirdi. Hemen ardından ise kalbimde bir çelişki peydah oldu. Başka düşünceler bir şimşek gibi belirip kayboldu. Kafam karışmıştı. İçime küçük bir ihtimal de olsa şüphe düşmüştü. Yine de onun bu tavrını dostça yorumlamayı tercih ettim. Başka türlüsü mümkün değildi. Yavaşça bakışlarımı yere kaydırdım, ancak gözlerim yine de bir şekilde Yusuf’a kayıyordu. “Teşekkür ederim,” dedim küçük bir tebessümle, rahat olmaya çalışarak. Buna kendimi de inandırmak istiyordum galiba. Arkadaştık biz. “Bilmukabele.” Bir yandan da aslında bir adım geri çekilmek istiyordum. Konuyu kendimden uzaklaştırmak adına “Sen nasılsın, nasıl gidiyor dersler?” diye sordum. Çayımdan bir yudum aldım. Soğumaya başlamıştı. Bardağı tutan elim de yavaş yavaş üşüyordu. “İyi gidiyor şükür. Biraz yorucu oluyor dediğin gibi ama idare ediyoruz.” Havadan sudan ve derslerden konuşarak bahçedeki turu tamamladığımızda hem üşüdüğüm için hem de daha fazla onunla durursam rahatsız hissedeceğimden ötürü adımlarımı kapının orada durdurdum. “Ben üşüdüm de, içeriye girip çalışmaya devam edeceğim. Çay için tekrar teşekkürler. Görüşürüz Yusuf.” “Görüşürüz Berra.” Elimdeki boş karton bardağı geri dönüşüm kutusuna atıp kütüphaneye yöneldim. İçimde büyüyen bir boşluk vardı. Her geçen gün derinleşiyordu. Ve Yusuf’un yanından ayrıldıktan sonra attığım her adımda onun ilgili tavrı, tebessümü, yumuşak ve güven veren ses tonu, anlam barındıran bakışları tekrar tekrar gözümün önüne geliyor, zihnimde beliriyor, o boşluğu dolduruyordu. İçeri girdiğimde Hazal ve Ceyda aynen bıraktığım yerde test çözmeye devam ediyordu. Dünyalarımız birbirine o kadar yakınken, ben bir yabancı gibi hissederek aralarına katıldım. O an, zamanın bana göre daha farklı aktığını hissettim. Her şeyin hızla geçip gittiği bir dünyada tek başıma kalmış gibi. Sessizce selam verdim ve sandalyeme oturup kalemimi elime aldım. Zaten açık olan kitabıma yaklaşıp sorularımın arasına daldım ama dikkatimi veremedim. Kelimeler sırayla gözlerimin önünden kayıp gidiyor, anlamları kayboluyordu. Yusuf’un yüzündeki o garip bakışları taşıdım durdum zihnimde. Kendime engel olmak istesem de yapamadım. Ben kovdukça kaçtıklarım peşimden gelmeye devam etti.
✦
Not: Gıybet, laf taşıma ve iftira gibi günahları işleyen kimse, mutlaka kendi ve Allah arasında tövbe ve istiğfar etmesi gerekir. Ancak söylenen söz, hakkında konuştuğu kişiye ulaşmışsa ona gidip helallik istemesi gerekir. Haberin ona ulaşıp ulaşmadığından emin değilse hakkında konuştuğu kişi için dua eder onun günahları için istiğfar eder ve onun hakkında iyi şeyler söyler. Aynı şekilde ona söylendiği takdirde düşmanlık olması ihtimalinde ona dua eder, istiğfar eder ve onu över. Ebu Hureyre Radiyallahu anhu’dan rivayet edildiğine göre Rasulullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle demiştir: “Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyamet günü gelmeden önce O kimseyle helalleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa, kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” Buhârî/2317
✦
Şükür kavuşturanaaa. İlk bir buçuk hafta falan yoğundum ve yazmaya fırsatım olmadı. Sonra tam heveslendim, bilgisayarım bozuldu. Henüz de tamir edilmedi. Dayımınkini ödünç aldım bu hafta için. Fırsat bulunca da hemen yeni bölümle geldim. Yorumlarınızı düşüncelerinizi bekliyorum. Dualarınızı da. Selametle... |
0% |