@sukunettekelimeler
|
"Başlayan her şey biter. Yaşamın hem en umutlu hem de en trajik döngüsüydü bu." * —— Bazen tek yapabildiğiniz merak etmektir. Hayatınızda bir sonraki gün sizi neler bekliyor bilmeden, biraz tedirginlik, biraz da umutla bekleyip merak etmek. Emin, avcunun içinde kaybolan elimi usulca bıraktı. Tıpkı ben gibi o da biraz olsun rahatlamış görünüyordu. Onu rahatlatan şey neydi bilmesem de üzerinde durmadım. Ayağa kalktı. "Artık buradan gidelim o zaman. Kendi yolumuzu çizme vakti." Yavaşça başımı salladım. Kendi yolumuzu çizip kendi hikayemizi yazacaktık yani öyle mi? O yolculukta beni nelerin beklediğini bilmeden, on beş yaşında körpe ve bir çok şeyden, hatta kendinden dahi habersiz bir kız olarak heyecanlanmıştım. Kendi yolunu çizmenin tam manasıyla ne demek olduğunu bilmiyordum. Kolay ve güzel olacağını düşündüm. Belki biraz yanıldım. Çünkü sonradan anlayacaktım ki hayatta hiçbir şey zannedildiği kadar kolay yahut korkulduğu kadar zor değildir. Hayat canımızı bazen öyle sızlatır ki her şey bitti sanırız. Sonra güneş öyle bir parlar ki içimiz ısınır, yeniden doğarız. Düşeriz, kalkarız. Yaşamayı öğreniriz. Kendimizi tanırız. Her vukuatta derinlerimizdeki sırları birer birer keşfederiz. Bazen farkında dahi olmadan, bazen âşikâr bir fark edişle. "O zaman ben bahçede bekliyorum," deyip odadan çıkmak üzere kapıya yürümüştü ki aniden durdu. Arkasına dönüp bakışlarını bana çevirdi. Konuşurken biraz çekindiği yüzündeki mimiklerden belliydi. "Bu arada, dün gece üstünü annenler değiştirdi. Yani, kafana takılmasın diye söylüyorum." Bu durumda ben de utanmıştım. Utandığımda hep yaptığım gibi bakışlarımı kaçırdım ve "Hıhı," diye mırıldandım. Düşüncelerimi bu konudan uzaklaştırmam zor olmadı çünkü Emin cümlelerini sıralamaya devam etti. "Onlara seninle biraz konuşmak için yürüdüğümüzü ve gürültüden uzaklaşalım derken fark etmeden oraya dek gittiğimizi, sonra senin iyi hissetmeyip kendinden geçtiğini söyledim. Zeynep ablam da yorgunluktan bu tarz bayılmaların olabileceğini ekledi." Kaçmaya çalıştığımı söyleyip beni ele vermemiş, gizlemişti. Bunu saklamamayı tercih edebilirdi. Başıma dert açılır, ailemle bir anlaşmazlığın daha eşiğine sürüklenirdim. Anne babamla aramıza giren uçurumlar büyürdü. Fakat Eminden başka kimse kaçmaya çalıştığımı, her şeyi ve herkesi ardımda bırakmak için bir delilik yaptığımı bilmiyordu. Yani Emin beni korumuştu. Minnettar olduğumu gösteren bir şekilde yüzüne baktım. "Teşekkür ederim," dedim sakince. Başını hafifçe oynatıp önemli olmadığını belirtti ve odadan çıktı. —— Ben bıçağına teslim olmuş bir kurbanlık gibi yalnızca annemlerin peşinde dolaşırken alınmıştı bütün bu eşyalar. Kimisi yeni, kimisi ikinci el, kimisi hediye... Ve sonuçta bu ev düzülmüştü. Burası bugüne dek bir zindan, bir hapishane gibi görünüyordu. Şimdiyse herhangi bir duygu uyandırmaksızın başımı altına soktuğum bir çatıydı. Belki de bana yeni fırsatlar sunacaktı ve öncesinde düşündüğüm kadar da kötü olmayan anılara sahip olabilecektim. Emin'in sözlerine fazla güvenip güvenmediğimi sorguluyordum. "Hemen kendini kaptırıp hayaller kurma, ailen dahi yanında olmazken iki gündür tanıdığın bu yabancı da sözlerinin ardında durmayıp seni hayal kırıklığına uğratabilir," diyordu içimde bir ses. Bir yanım hep tetikteydi. Buna rağmen yaşamayı kendime zehir etmemek için çabalıyor ve o umut dalına tutumak istiyordum. Eve gelir gelmez üzerimdeki Emin'e ait olan kıyafetleri çıkartmıştım. Ağustos ayında giyilmeyecek kadar kalın ve uzunlardı. Dolabımdaki varlığını ilk kez fark ettiğim turuncu çiçekli kısakollu bir elbiseyi giymiştim. Zamanla anladım ki dolaptaki varlığını ilk kez fark ettiğim tek kıyafet bu değildi. Evliliğimden önce bana ait olan kendi eşyalarım hariç hepsinde aynı duyguları yaşamıştım. Alışveriş sırasında ne kadar orada (ânda) değilsem artık, ne aldığımıza aşina veya tanıdık dahi olamamışım. Kahvaltı hazırlayacağım için saçlarımı rastgele bir ev topuzu yapmıştım. Şimdi de dolaptan çıkarttığım hiç el sürülmemiş kahvaltılıkları küçük kahvaltı tabaklarına yerleştiriyordum. Emin fırına gitmişti. Ekmek alacaktı. O sırada ben de beklemek yerine masayı hazırlamayı tercih etmiştim. Bugüne dek bana yabancı olan biriyle karşılıklı oturup artık ikimize ait olan bir evde, aynı masada, başbaşa yemek yiyecek olmak fazlasıyla garip bir duyguydu. Bunu düşünmemek için ben de önümdeki zeytinlere dikkatimi veriyordum. Kahvaltılıklar masadaki yerini aldığında kaynayan suya yönelip demlenen çayın altını kıstım. Ortaya bir de sıcak bir şey yapsam iyi olabilir düşüncesiyle dolaptan yumurta çıkarttım. Kolay ve pratik. Kapağı kapatacağım sırada gözüme sucuk çarpmıştı. Sade yapmak yerine sucuklu yapmak geldi içimden. Sucuklu yumurtanın kokusu etrafı sarıp tava da masadaki yerini aldığında kapının açılma ve kapanma sesini duydum. Emin gelmişti. Mutfağa girip elindeki poşeti masanın üzerine bırakırken "Simit de aldım," dedi ve bakışlarını yüzüme çevirip "Sever misin?" diye sordu. "Severim," deyip başımı salladım. Bir şeyleri onaylarken başımı sallayarak tasdik etmek gibi bir alışkanlığım vardı. "Sen masayı hazırlamışsın bile," derken onu da bekleyebileceğimi ve kendi başıma yapmak zorunda olmadığımı belli etmişti söyleyiş tarzından. Bu hoşuma gitti. "Sen gidip gelene dek yapayım dedim..." "Eline sağlık şimdiden. Ben ellerimi de yıkayıp geleyim o zaman." Emin mutfaktan çıktı. Ben de simitleri böldüm ve ekmeği kestim. Ekmeği kestiğim sırada geri gelmişti. Çaya bakıp "Olmuş bu," dedikten sonra bardakları doldurdu. Demliği ocağın üstüne geri koyup masaya doğru yürürken "E hadi otursana. Kendi evin gibi rahat ol," diyerek son cümlesinin espri olduğunu belirterek güldü ve önümdeki sandalyeyi işaret etti. Karşılıklı oturduk. Bu evde ilk kez birlikte geçiriyorduk. Kahvaltı ettik. Öncesinde biraz gergin hissetsem de sonrasında Emin konuşmuş, kahvaltılıklara dair yorumlarda bulunmuştu. Bir arkadaşıyla muhabbet eder gibiydi; doğal ve samimi görünüyordu. Biraz sohbet etmiş bile sayılabilirdik. Bu durum beni rahatlatmıştı. Ona dair bazı şeyler öğrenmiştim. Asla peynir yemediğini-yiyemediğini mesela. Helvayı çok sevdiğini. Bense peynire bayılırdım. O da bunu biliyordu artık. Sonra birden okul konusunu açtı. "Kayıt tarihlerinin bitmesine bir kaç gün kalmış. Seni bir an önce kayıt ettirelim okula. Hangi okulu kazanmıştın?" "Merkezdeki imamhatip lisesini." "Şu puanı yüksek olan?" "Evet." "Çalışkansın. Baya. Ya da zeki. Hangisi?" "İkisinden de biraz," derken ister istemez gülümsedim. Çünkü o da sorarken ardından bir şaka yapacak gibi gülmekliydi. Yapacaksa da benim aniden aklıma gelen bir gerçekle araya girmem üzerine ortamın havası benim için adeta değişti. "Okula gideceğimi bizimkiler öğrenirse asla izin vermezler. Karşı çıkarlar yine," dedim tedirgince. "O zaman öğrenmezler. Söylemeyiz." "Nasıl olacak o?" "Basbaya. Bilmek zorunda değiller. Hallederiz bi şekilde. Korkma." Emin, kendine güvenen ve bana da güven veren tavrıyla o masada beni sakinleştirmeyi yine başarmıştı. Hatta "Peki sen okumuyor musun? Üniversiteye gitmeyecek misin?" diye sormuştum ona. "Açıktan okuyorum ben," demişti. "Çalışmam lazım. İkisi bir arada olmaz. Yoksa bu evi kim geçindirecek?" Göz kırpmıştı bana, takılarak. Daha iyiydim. Bir akşamda altüst olduğu gibi bir sabahta da yoluna girmeye başlamıştı sanki her şey. Bu değişime şaşkınlık ve temkinle yaklaşıyordum. Öte yandan, bu yeni hayat konusunda, hayallerim, okulum, gelecek konusunda içim epey rahatlamıştı. Ta ki o güne dek. —— * Tarık Tufan |
0% |