Yeni Üyelik
3.
Bölüm

II - İLK KURŞUN

@sultanakr

II

10 Eylül 2021 / Mardin


Her yaranın, kanayacağı günü bekleyen bir acısı vardır. O acı zamanı gelene kadar acır ne de hissedilir. Günler ayları, aylar ise yılları kovalar ve yaranın yeri unutulur gider. Ta ki o yaradan acıyana kadar. İşte o an yeniden kim olduğunu hatırlarsın.


Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.


Uzandığım yerin soğukluğu, üzerimdeki kabandan hissedebilecek kadar keskindi. Ne zamandan beri sabit duran gözlerim, hedefin tam olduğu noktada olmaya alışmış ve hiçbir şekilde odağını bozmamaya yemin etmişti. “Anne.” diye bağırdı, ruhumdan bir ses. Dişlerimi birbirine bastırarak dikkatimi dağıtmamaya çalıştım. Canımdan kopan o ses, yine benliğimin suskunluğuna aitti. İşaret parmağın hemen yanındaki tetik bölmesi ise onları susturan sesin sahibiydi.


“Eyşan.”


Gözlerim duyduğum ses ile baktığım dürbünden saniyeler içinde kaydı. Alaşağı olmuş dikkatim belki de sonumu yazacak bir fermanın son cümlesiydi. Kulağımın dibinde patlayan silah sesi burnuma dolmuş kan kokusuna bedeldi. Ardı arkası kesilmeyen patlamalar sonunda kolumdaki el ile irkildim ve avucumun arasındaki silahı arkama çevirdim.


“Sakin ol, benim. İyi misin?”


Gördüğüm kişi rahatlamama neden olurken sorduğu sorunun aynısını yeniden kendime sordum. Her gün gördüğüm ve duyduğum cümleleri, uykusuz gecelerimi ve su gibi akıp giden iki seneyi düşünecek olsaydım cevabım hayır olurdu.


“İyiyim.” diyerek yalanladım kendi cevabımı. Derin bir nefes alarak uzandığım yerden doğruldum ve bakışlarımı etrafta gezdirdim. Kan gölü dönmüş bir alan bana her daim o kanlı günü hatırlatıyordu. Acısını hissetmiyordum ama yaramın büyüklüğünün farkındaydım. Elimde tuttuğum keskin nişancı tüfeğini sol elimle destekleyerek Alev’e döndüm. Çenemle gitmemiz gereken tarafı işaret ettiğimde çoktan yürümeye başlamıştı. Hızlı ve aceleci adımlarla bulunduğumuz yerden ayrılmış ve gecenin karanlığında bekleyen araca binmiştik.


“Operasyon nasıl geçti?” diye sordu, şoför. Aracın içinde derin bir sessizlik hakimiyet kurarken göğsümü delen kalp atışlarım kulaklarımı doldurmaya başladı. Damarlarımdan her saniye akan zehirli sıcaklık bütün bedenimi sarıp sarmaladı. Derin bir nefes alıp parmaklarımı yavaşça sol bileğine götürdüm.


“Sessizlik!” diye bir ses yankılandı, zihnimden.


“Nerede olduğunuzu unutmayın. Burası ana kucağı değil, asker ocağı. Hal ve hareketlerinize dikkat edin.”


Benliğim zihnimin hapsolduğu o düşünceye savruldu.


“Yanacaksınız, yakacaklar. Canınızın acımasını önemsemeyecekler. Öldü deyip bırakmayacaklar.”


Kıdemli yüzbaşı, arkasında tuttuğu elinde tuttuğu urgan ipini parmaklarına sararak sıraların arasında yürümeye devam etti.


“Gözünüzün önünde canım, yoldaşım dediğiniz insana zarar verecekler. Sizden istedikleri tek bir cümle için vücudunuzda her gün hatırlayacağınız izler bırakacaklar.”


Parmaklarına sarılı urganı sertçe çekti. Parmak boğumları giderek beyazlaşırken gözleri, alev topuna dönüşmüştü.


“Nefesinizi kesecekler.”


Parmaklarındaki urganı serbest bıraktığında irili ufaklı kan toplulukları elinin üzerindeki varlığını armağan etmişti.


“Defterlerinizi açın ve dediklerimi yazın. İnsan bedeninde nabız alabileceğiniz bazı noktalar vardır.”


Parmaklarımın arasındaki kalemi, önümde açık olan deftere sürtmeye başladım.


“Bu noktalar; sol el bileği, şakaklar, göğüs kafesi bölgesi, şah damarı ve koltuk altlarıdır. Bazı insanlar sol bileklerinden nabızları tam olarak alamadıklarından dolayı genellikle şah damarının olduğu yeri tercih ederler.”

Zihnimdeki ses giderek benliğimi terk etmeye başladığında parmaklarımı el bileğimden çektim. Dışarıya sabitlenmiş bakışlarım ağırca gökyüzüne çıkarken derin bir nefes bıraktım. Parmaklarımın ucu sızlamaya başladığında avucumun içine kırarak yumruk yaptım. Kolaylıkla nabız bulan bu parmaklar, geçmişimin en acı sahnelerinde görev almışlardı.

Yirmi yaşımda askeri okulu bitirdiğimde anne ve babamın olduğu bölüğe atanmış, orada on kişiden oluşan bir time katılmıştım. Bir sene zorlu bir eğitimden geçmiş ve yirmi iki yaşımda sayısız operasyonlara katılmaya hak kazanmıştım. Yirmi üç yaşıma girdiğim Ocak ayında ise gözüm kapalı, ezbere bildiğim dağların arasında doğum günümü kutlamıştım. O günün uğursuzluğu, belki de hayatımın nasıl da alt üst olacağının yalnızca bir bildirgesiydi.


“Güvercin, ses ver!”


Güvercinin kanatları kırıktı.


Kocaman bedenlerimizin arasında duran tenler, şehadet şerbetini içmiş mehmetçiklerimizdi.


“Yüzbaşı Asena Gündüz?”
“Burada.”


“Kıdemli üsteğmen Osman Çavdar?”
“Burada.”


“Kıdemli üsteğmen Yaren Dündar?”
“Şehit.”


“Üsteğmen Cengiz Korkmaz?”
“Şehit.”


“Teğmen Aslı Dönen?”
“Şehit.”


“Asteğmen Mücahit Dönen?”
“Şehit.”


“Astsubay Başçavuş Mehmet Atmaca?”
“Şehit.”


“Astsubay Üstçavuş Deniz Güler?”
“Burada.”


“Astsubay Üstçavuş Kubilay Cenk Eşver?”
“Burada.”


“Astsubay çavuş Alparslan Yiğit?”
“Şehit.”


Altı yangın yeri.
Tek bir vatan için, altı şehit.


Zihnimde ‘Her şey vatan için.’ askerlerin haykırışları dönerken kolumda bir el hissettim. Gözlerim anında aracın içinde gezinirken Alev ile kaldığımızı fark ettim. Elini çekip arabadan indiğinde peşinden bende indim.


“Yarım saat sonra ofiste buluşalım.” dedi Alev ve ardından hızla apartmana girdi. Gözlerimi kırpıştırıp merdivenleri arşınladım. Dairemin önüne vardığım sırada eğildim ve botuma sıkıştırdığım anahtarları çıkarttım. Açılmış kapıdan içeriye sızıp tüfeği askılığın yanına bıraktım. Yorgun adımlarım peş peşe tekli koltuğa doğru ilerlediğinde bedenimi geriye doğru bıraktım. Ağırlaşmış göz kapaklarım harelerimin üzerine kapandığı andan itibaren zihnimin derinliklerinde bir oda oluştu. Beyaz çiçeklerle dolu bir bahçenin içinde gözlerimi açtığımda meraklı bakışlarım etrafı tarıyordu. İleriye doğru yürümek isterken toprağa basan çıplak ayaklarımdaki kanın sıcaklığını hissedebilmiştim.


Ayaklarıma batan her bir diken, beyaz güllerin yapraklarına kanın bulaşmasına neden olmuştu. Birden bütün güller kırmızı renge dönerken bakışlarım uzakta duran iki siluete doğru kaydı. Canımı acıtan dikenleri umursamadan hızla o siluetlere koşmaya başladım. Attığım her adımda biraz daha uzaklaşan bedenler, ruhumdan canımın kopmasına neden oluyordu. Yelkovan, akrepten kaçtı ama akrep pes etmedi ta ki zaman durana kadar. Göğüs kafesimi delmek istermişçesine çarpan nabzım zamana inat atmaya devam ediyordu. Tam karşımda meydana gelen patlama ile çığlık attım ama sesimi duyamıyordum. Birden ellerimin arasındaki bedenlerle göz göze gelince sertçe yutkundum. Annemin kana bürünmüş yüzü, babamın üzerine sardığı koluna yaslanmıştı. Parmaklarım el bileklerine giderken damarın atmayışını fark ettim.


“Hayır!” dedim, kendi kendime. Hızlıca şah damarlarına dokundum. İşte o an sanki onlara son kez dokunduğunu anlayan parmaklarım kaskatı kesildi.


“Onlar öldü.” dedi ruhumdan kopan bir ses, acımasızca. Kafamı iki sallayarak yeniden ve yeniden donmuş parmaklarımla dokundum bütün nabız bölgelerine ama hiçbirinde bir yaşam belirtisi yoktu. Başım geriye doğru yatarken dudaklarımdan dökülen haykırışlar zihnime bir acı misali yazılıyordu. Ruhum, anne ve babamın kanlı bedenlerini unutmamam için duvarlarına kazıyordu.


“Eyşan, uyan!”


Koluma dokunarak dürten kişiyle koltuğun yanındaki silaha uzattım ve alnına yasladım. Kapalı gözlerim saniyeler içinde açılırken elimdeki silah da eş zamanlı aşağıya çevrilmişti.


“Ne olacak senin bu halin?” diye sitem etti, Alev. Sağ elimle şakaklarımı ovuştururken Alev yanımdaki üçlü koltuğa oturdu. Sol elimde gezen parmakları sakin bir şekilde elimdeki silahı aldı. Ovduğum şakakları bırakıp gözlerimi ona çevirdim.


“Daha da mı arttı?”


Gülümsedim ama bu acının bende bıraktığı yansımaydı.


“Hiç geçmedi ki.”


Sehpanın üzerinde duran su şişesinin kapağını açıp dudaklarıma yaklaştırdım. Saniyeler içinde neredeyse hepsi biterken boşalan şişeyi kenara koydum. Şişe, dengesini alamayıp yere düşerken onu takmayıp Alev’e döndüm.


“Biz yarım saat sonra ofiste buluşmayacak mıydık, sen niye geldin?” diye söylendim ve ayağa kalktım. Göz ucuyla saate bakarken dudaklarım kıpırdadı.


Yarım saat geçeli çok oldu, gelmeyince bir şey oldu sandım.


“Yarım saat geçeli çok oldu, gelmeyince bir şey oldu sandım.”


Bingo. Alev’in sabit ve sıklıkla söylediği cümlelerden bilmem kaçıncısıydı. Gözlerimi devirip açık mutfağa yürüdüm, çaydanlığın altına su doldurup ocağı yakarak üstüne koydum. Kalçamı tezgaha yaslayıp tek kaşımı kaldırdım.


“Madem sen geldin, o zaman burada konuşalım?” diye sorduğumda Alev, yalnızca kafasını salladı ve üzerindeki siyah poları çıkartıp arkasına yaslandı. Bakışlarımı üzerimde dolanırken dudaklarına bir gülümseme yerleştirdi.


“Her an operasyona çıkacakmış gibi hazırsın be kızım, git bari de üzerini değiştir.”


Alev’in söylediği sözle bakışlarımı ufak çaplı üzerimde gezdirdim ve haklı olduğunu düşünerek odama doğru yol aldım. Kahverengi renkli kapıyı arkamdan kapatıp eşyalarımın serili olduğu yatağa yaklaştım. Bir yandan postallarımı çıkartırken ellerim boş durmuyor ve üzerimdeki kirli kıyafetleri çıkartmama destek oluyordu. Altıma gri bir pantolon geçirirken bakışlarım boy aynasına takılmıştı. Ağırca adımlarımı aynaya sürüklerken pantolonumun düğmesini ilikledim. Balıkçı kazağımın boynunu biraz aşağıya kaydırdığımda oradaki kırmızı boğum, gözümde saniyeler içinde bir görüntü oluşturdu. Benliğim, yine bu aynanın karşısında boynuna geçirilmiş bir iple aşağıya doğru sarkıyordu. Dizlerimin hemen altına sarılmış eller bedenimi kurtarmaya çalışırken, diğer bedenler beni bu hale getireni çoktan paketlemişlerdi.


“Eyşan, su kaynadı!”


Alev’i bekletmemek adına hızla odadan çıktım ve salona geçtim. Bakışlarım önce tezgaha sonra da sehpanın üzerinde duran iki kupaya mıhlandı. Ayaklarımı sürüyerek koltuğa oturdum ve elimi kupaya doğru uzattım. Parmaklarım kulpa dokunduğu an çalan kapı bakışlarımı Alev’e çevrilmesine neden olmuştu. Yavaşça ayağa kalkarken silahımı sehpanın üzerinden aldım ve kapıya yaklaştım. Kapı deliğinden baktığımda derin bir nefes vererek silahı belime yerleştirdim, kapıyı araladım.


“İyi akşamlar Hasan?” diye söylenirken Hasan, elindeki zarfı bana doğru uzattı.


“Eyşan Boduroğlu, Raşit Fas’tan tekil görevi için yarın saat 10:00’da üsse çağırdı. Görev içeriği gizli olarak zarfta belirtilmiştir, iyi akşamlar.”


Saniyeler içinde gerçekleşen durum içinde, elimdeki zarfla kapıda kalmıştım. Ayağımın tersiyle kapıyı kapattım ve bana merakla bakan Alev’e zarfı salladım.


“Sence yine nasıl bir görev verdi?” diye sorguladı Alev. Kafamı iki yana salladım ve zarfın kanadını yırtarak içindeki kağıdı çıkarttım.


“Görev içeriği yarın sabah 10:00’da açıklanacaktır. Raşit Fas.”


Okuduğum kağıt saniyeler içinde avuçlarımın arasında buruşarak küçüldüğünde derin bir nefes verdim ve mutfağa doğru fırlattım. Sehpanın üzerindeki kahvemi alıp arkama yaslandığım sıra Alev, dirseklerini dizlerinin üzerine koydu ve ciddi bir yüz ifadesiyle bana bakmaya başladı.


“Eyşan, ben artık bir şeylerden şüphelenmeye başladım. Seni buraya dahil etmeden önce bütün tekil görevlere beni gönderiyordu ama hiçbiri sana verdikleri kadar saçma olmuyordu. Adam sen geldiğin günden beri bulduğu her boşlukta buradan uzaklaştırmaya çalışıyor.”


Alev’in cümleleriyle kafamı iki yana salladım.


“Bilmiyorum Alev. Elinin altındaki her şey sahtelikten ibaret. Bir şey bulsaydı beni bugüne kadar sağ bırakmazdı. Elbette ki benim hakkımda araştırma yapmıştır ama onun işine yarayacak tek şey eski bir ajan olduğum yazılı.”


Alev ellerini kaldırdı ve tırnak işareti yaptı.


“Hain bir ajan.”


Gülümsedim. Bu gülümseme yanaklarımın gerilmesine neden olmuştu.


“Kısasa kısas bu işler be Alev. Bu dünyada kimse yaşattığını yaşamadan ölmez.”


Alev, kafasını iki yana salladı ve ne ara bitirdiğini fark etmediğim fincanını sehpanın üzerine bıraktı.


“Unutma Eyşan; vatan ihaneti affetmez. Sen kendinin ne olduğunun farkındasın, sorumluklarını sana öğretmeme gerek yok. Bazı yeminler verildi ama bu yeminler onun sağ bir şekilde geri götürmesi için şartlandı. Aklına mukayyet ol.”


‘Eğitimde merhamet , vatana ihanettir.’ diye yankılandı zihnimde albayın cümlesi. İhanetin bedelini ödeyecek bir hain, pusuda bekleyen bizlerden habersizdi. Her gün sinsice biten zaman, ona daha da yaklaştığımızın habercisiydi.

*


Tik. Tak.
Tik. Tak.


Zihnimin içinde yankılanan duvardaki saatin sesi en ücra köşelerde gezinirken, ruhumun duvarlarından akan kokusu burnumun direğini sızlatıyordu. Aklımın bir köşesinde toz tutmuş bir anı bana gülümsediğinde elinde tuttuğu kitaba baktım. Çok kitap okurdum, en çok da onu severdim, İntibâh’ı. Gözlerimin sabit kaldığı noktada derin bir nefes alıp karşımdaki adama baktım. ‘Keşke ne sen hain olsaydın ne de ben burada.’ dedim kendi kendime. Sonra zihnimdeki anı silindi ve ait olduğu yere, boşluğa düştü. Kulaklarımda yalnızca daha önceden konuştuğumuz cümleler çınlamaya başladı.


“Avaz. Çağın Avaz. Bu adamın hakkında yalnızca bir şey öğrenebildik. Adamımız iki seneden beri uyuşturucu kaçakçılığı yapan kişileri bulduğunda bir defter tutuyormuş. Ne yap et, o adamın bu verilere nasıl ulaştığını bul ve defteri bana getir. Bu aralar bir şirket açma işine girmiş. Kendisine yüklü miktarda yatırım yapacak bir ortak arıyor. İşte burada devreye sen gireceksin. Bugün saat 11:00’de Konak Plaza’da bir toplantıya katılacaksın. Bende tam karşındaki sandalyede olacağım.”


Her zehir insanı öldürürdü. Sırf bu ölümlere bir çare bulabilmek için insanlar panzehir üretmişlerdi. Benim zehrim ise tam karşımdaki sandalyede oturuyordu. Dudaklarıma sahte bir gülümseme yerleştirip sundum. Gülümsememe karşılık verirken dilimi dişlerimin arkasında gezdirdim. Elime birçok fırsat geçmişti. Her dakika canım, canımın yandığı yerden kanarken neden bu haini öldürmüyorum diye sordum kendi kendime. Kim ve neden burada olduğumu hatırladıkça daha çok yandı içim, kabardı özlemim. İşte o an tamam dedim.


Onun bedeni ihanet ettiği vatana çarptırılacaktı.


“Hoş geldiniz.”


Bariton ama bir o kadar da naif bir ses sağ kulağımı kabarttığında oturduğum sandalyeyi yavaşça geriye ittirdim ve ayağa kalktım. Arkamda hissettiğim iki bedene döndüğümde direkt olarak mavi gözlü adamla göz göze geldim. Yüzündeki küçük gülümsemeyle elini bana doğru uzattı.

Bu yüz, bana Raşit Fas’ın tanıttığı adamın ta kendisiydi. Mavi gözleri derin bir okyanusa benziyordu, insanı içine çekecek türdendi. Parlak yanakları, daha bir saat önce tıraş olduğunu belirtiyordu. Güvercin Tim’i aklıma gelirken gülümseyerek bana uzattığı elini sıktım. Yanındaki adam bir şeyler gevelerken gözlerim yalnızca Çağın Avaz’a odaklıydı. Elini yavaşça çektiği andan itibaren gömleğinin manşetindeki küçük, kırmızı leke ile sahte gülümsemem genişledi. Elimi çekerek gerilediğim sırada Çağın Avaz, yanımdan geçti ve benim oturduğum sandalyenin yanında yerini aldı. Onun yanındaki sandalyeye kurulup derin bir nefes aldığımda burnumda saf bir koku yükseldi.


Adam, buram buram şarap kokuyordu.


Tek kaşım şaşkınlıkla yukarıya çıkmak için direnirken kendime mukayyet olup ellerimi birbirine kenetledim.


“Yeniden hoş geldiniz. Burada toplanma amacımız eski olan şirkete yeni bir güç kazandırmak. Eyşan Hanım altı aydan beri Boduroğlu Holding’i işletiyor ama artık bu işlerden sıkıldığı için yeni bir ortak arayışına girdi. Keza Çağın Bey’de kendisine bir şirket kurmak istiyor. Eyşan Hanım ve Çağın Bey’in güçlerini birleştirmesi iki tarafında bu işten karlı çıkabileceğini gösteriyor. İnşallah Çağın Bey sizi üzmez, Eyşan Hanım.” dedi, Raşit’in yanındaki adam. Gülümseyerek aklımdaki boşlukta gezinen dizeleri dilime akıttım.


“Şâne ger kâkülünün bir teline verirse zarar,
Çûb-i şimşâd biten sûzan ederim.”


Yanımda bir öksürük sesi duyduğumda bakışlarım Çağın’a çevrildi. Çakır gözleri, benim kuraklığımda gezinirken dudaklarında buruk bir tebessüm oluştu.


“Tarak senin kâkülünün bir teline zarar verecek olursa,
Şimşir kökü biten yerleri yakıp kül ederim.”


Onun dediklerine şaşkınca bakarken sol dirseğini masaya yasladı ve bana doğru döndü.


“Yaktın ey âteşzen-i aram yanmış gönlümü,
Nev-heves kıldın şu kendinden usanmış gönlümü.” dedi, Çağın.


(Ey erinci yakan sevgili, gönlümü yaktın. Şu kendisinden usanmış gönlümü yeni hevesler ister hâle koydun.)


Bu, ondan beklemediğim bir ataktı. Şansını zorlamayı düşündüm ama içimdeki ses bunun hata olduğunu sonradan kafama vura vura öğretecekti.


“Yetmez mi temâşâ-yi cemâl el de sunarsın,
Ey âşık-ı mihnetzede buldukça bunarsın.”


(Güzelliği etmek yetmez mi ki bir de el uzatıyorsun? Ey mihnete uğramış âşık; buldukça bunuyorsun.)


Saniyeler dakikaların oluşmasına izin verirken bulunduğumuz yerde çıt çıkmıyor ve sakinlik hâkimiyet kuruyordu. Karşımdaki adamın bakışları her defasında gözlerime biraz daha anlamlı bakıyor ve duygularının değiştiğini anlayabiliyordum. Odanın havasını değiştirmek için arkama yaslandım ve kollarımı göğsümde bağladım.


“Namık Kemal’i bildiğinizi hiç aklımın ucundan bile geçirmemiştim.” diye evhamlandım inatla. Çağın ise yalnızca omzunu silkti.


“Bende aynısını İntibâh için düşünmüştüm. Peki, size bu kitap neyi çağrıştırıyor?” diye sordu.


“Son pişmanlığın insana hiçbir şey kazandırmayacağını öğreten bir kitap sadece.” diyerek sorusunu cevapladım. Çağın bana doğru eğildiğinde burnuma hücum eden şarap kokusu dişlerimi sıkmama neden olmuştu.


“Bana göre bu hikayede yanan Dilâşûb oldu.”


Tek kaşım yukarıya kıvrılırken gülümsedim.


“Bana göre de bu hikâyenin tek salağı Ali Bey’di.”


Çağın, verdiğim cevaba gülümseyerek arkasına yaslandı.


“Onun tek suçu Mahpeyker’e aşık olmaktı.”


Yüzümü buruşturdum. “Kim kötü bir kadına aşık olmak ister ki?”


Çağın’ın gözlerinde fırtınalar kopmaya başladığında bacak bacak üstüne attı.


“Sangria’yı hatırlatan bir kokuya, gülü andıran bir yüze aşık olmayan adama ne dedir?”


Dudaklarıma buruk bir gülümseme yerleştirdim. Bu sefer ki gerçekti. Ruhumdan kopanı; askeriyedeki, ranzadaki beni hatırladım. Kitabı okuyan o kız çocuğu, üzerindeki üniformasına inat ruhumdan gözlerime baktı.


“Dilinde ölüm olan bir kadın, o adama ne verebilir?”


“Çok iyi anlaştınız diyorum ve sözlerinizi balla kesiyorum. Protokoller hazır Eyşan Hanım.” diye böldü Raşit Fas. Oturduğum sandalyede dikleştim ve önüme uzatılan dosyayı biraz daha kendime çektim. Sayfada yazılanları gelişi güzel okuyup sağ alt köşeye imzamı attım. Aynı şeyleri de Çağın’da tekrar ettiğinde derin bir nefes aldım.


“Hayırlı uğurlu olsun.” dedi ve ayağa kalktı. Raşit Fas ile tokalaştığında Raşit, yanındaki adam ile dışarıya çıktı. Bakışları bana çevrildiğinde ellerimi sandalyenin kolçaklarına koyup ayağa kalktım ve elimi uzattım. Eli gerçekten benimkinden büyüktü. Çünkü bir anda elim onunkinin yanında küçücük kalmıştı. Bir anda kaşları çatıldı ve elindeki elimi çevirdi, avcuma baktı.


“Spor yaparken eldiven kullanırsanız nasırlarınız oluşmaz, Eyşan Hanım.”


Tabii efendim.


Kıkırdamaya başladığımda role sadık kaldım. Omuzlarımı yükseltip alçalttığımda dudaklarımı büzdüm.


“Eldivenleri sevmiyorum, nasırlarımla mutluyum.”


Gülerek kafasını iki yana salladı ve eliyle kapıyı gösterdi. Elimi ağırca havaya kaldırıp manşetindeki lekeyi gösterdim. Gözleri lekede gezinirken alt dudağını dişledi kafasını iki yana doğru salladı.


“Kardeşim şarap üreticisi. Bende boş vakitlerimde Sangria yapıyorum. Bir gün size de tattırmak isterim.”


Belli belirsiz kafamı salladım. “Neden olmasın.”


“Haydi Eyşan.” Raşit Fas’ın sesiyle bir adım geriledim ve gözlerinin en içine baktım. Aslında okyanusları bir şeyler saklıyor gibiydi ama ne olduğuna anlam veremiyordum. Kafa selamı verip odadan dışarıya çıktım ve Raşit Fas ile plazadan ayrıldık. Bakışlarım sol bileğimdeki saate kayarken derin bir nefes verdim. Saat 11:00’de buradaydık ama şu an saat 15:00’dı. Zaman, akrep ve yelkovanı bir fanusun içine hapsetmiş tabiri caizse onlara hükmetmişti. Nasıl geçtiğini bile anlamamıştım. Su gibi akıp geçen an, bana nedense çok saçma geliyordu. Bu, olmamalıydı.


“Eve mi geçeceksin?” diye sordu, Raşit Fas. Kafamı sallayarak arabasına doğru yürüdüm. Zihnimde anlam veremediğim bir yorgunluk kendini bariz belli ediyordu. İlk defa böyle bir durumla karşı karşıyaydım ve ne yapacağımı bilmiyordum. Sayısız operasyona katılmış, görevlerde yer almış, sorunları çözmüş bir askerdim. Her birinde alnımın akıyla çıkarken bunda kalakalmıştım.


“Geldik.”


Bir hayalet gibi arabadan indim ve kendimi apartmana attım. Merdivenleri nasıl çıkıp kapıya ulaştığımı bilemiyordum. Kapının zilini çaldığımda Alev, kapıyı açtı ve kafasını yandan çıkarttı.


“Hoş geldin, neymiş görev, nasıl geçti?” diye sorgulamaya başladı bir anda. Gözlerimi devirip kapıya abandım ve içeriye geçtim. Topuklu ayakkabılardan kurtulurken pantolonuma sıkıştırdığım gömleğin eteklerini dışarıya çıkarttım.


“Bok gibi! Üzerimi değiştirip geliyorum.”


Alev, kapıyı kapatıp sehpanın üzerindeki kahve fincanını eline aldı.


“Kahve yapıyorum?”


Başımı sola doğru yatırdım.


“Şu an hayır diyebileceğim son şey.”


Alev, kıkırdadı ve mutfağa ilerledi. Odaya girip dolaptan temiz eşyalarımı çıkarttım ve kendimi banyoya sürükledim. Üzerimdeki her şeyi çıkartıp bedenimi duşa kabine soktum. Bir elim musluğa uzanırken gözlerimi kapatıp tepemden akan suyu hissetmeye başladım. Soğuk su, tüm aklımdaki ve ruhumdaki tozu silip süpürürken başımı düzelttim ve gözlerimi açtım. Kirpiklerime çarpıp tenimle bulaşan su görüntümü bulanıklaştırıyordu ama rahatlatıyordu. Kenardaki şampuana uzanıp saçımı köpükledim. Durulama işlemini halledip tepemden akan suyu kestim ve bornoza bürünüp banyodan çıktım. Kurulanıp temiz kıyafetlerimi giyerken saçıma bir havlu bağlayıp odadan çıktım.


Burnuma kahve kokusu dolarken, şarap kokusundan artık eser kalmamıştı.


“Anlat bakalım.”


Kendimi sertçe tekli koltuğa atıp Alev’e baktım.


“Çağın Avaz diye birisi var. Uyuşturucu kaçakçılığı yapanların isimlerini alıp bir defter tutuyormuş. Raşit, benden bu defteri bulmamı ve nasıl bu isimleri öğrendiğini bulmamı istedi.”


Alev, bu sefer hayretle bana baktı.


“Bak sen şu Raşit’e. Küçük balık, büyük bir av peşine düşmüş.”


Tek kaşım yukarıya doğru kıvrıldı.


“Raşit, küçük balık?” diye sordum alayla. Alev sakince kıkırdadı ama bu kıkırdama giderek büyüdü.


“Bırak küçük balığı sinek bile olamaz.” diye söylendi kahkahalarının arasında.


Yüzümde hiçbir mimik oynamazken gözlerimi devirdim ve kahveme uzandım. O sırada Alev’in telefon ekranı açıldı ve arayan ismi belirdi. Dudaklarımın kenarları yana doğru çekilirken Alev’e baktım.


“Al, seni şom ağızlı.”


Alev, eğildi ve telefonuna baktı. Sol elindeki fincan bir anlığına titredi ve bir tutam kahvenin parmaklarına dökülmesine neden oldu.


“Hay sikeyim.” diyerek fincanı sehpaya koydu ve telefondaki aramayı cevapladı.


“Alo?”


Telefonu hoparlöre aldı.


“Eyşan, nerede?”


Alev ile gözlerimiz birleşti.


“Yanımda.”


“Telefonunu aramıştım ama Çağın açtı. Git ve telefonunu al. Bu telefona konum gönderiyorum.”


Avcumun içini sinirle alnıma vurup arkama yaslandım. Lanet olsundu ama benim bir suçum yoktu ki. Telefon taşımama alışkanlığı askerliğimde kazandığım bir olaydı. Hızla ayağa kalktım ve başımdaki havluyu saçlarımda kazıyarak çektim.


“Konumu attı.”


Alev’in elinden telefonu alıp haritaya baktım. Buraya tam olarak yarım saatlik bir mesafe uzağımdaydı. Telefonu verdiğimde Alev ayağa kalkmak için yeltendi. Elimi kaldırıp onu durdurdum.


“Gelmene gerek yok. Ben hallederim.”


Kafasını sağa eğip kaldırdı. Hızla odaya geri girip dolaba yöneldim. Rastgele elime aldıklarımı üzerime geçirip boy aynasına baktım. Beyaz bir boğazlı kazağım ve mavi jean pantolonum bana alayla gülümsüyordu. Dişlerimi sıkıp odadan çıktım. Dört adımda kapıya ulaşıp botlarımı ayağıma geçirdim.


“Fazla resmisin güzelim.”


Gözlerimi devirip Alev’e işaret parmağımı salladım.


“Dalga geçme Alev haydi, gittim.”


Apartmandan ışık hızıyla dışarı fırlayıp ellerimi ceplerime soktum. Zihnime kazınmış koordinatları gözlerimin önüne getirerek yürümeye başladığımda havanın karardığını fark ettim. Zaman, bugün bana karşı bir harekete geçmiş gibiydi. Umursamadan adımlarımı hızlandırdığımda bir binanın önüne yaklaştığımı gördüm. Siyah bir siluet kapıda belirirken ellerimi ceplerimden çıkarttım ve adımlarımı küçülttüm. Siluet bana doğru yaklaşırken nefesimi tuttum ve bıraktım.


“Telefonunu plazada unutmuşsun. Raşit Bey seni aramıştı.” derken yüzüme bir ışık huzmesi vurdu. Çağın’ın arkasından bir motor hızla yaklaşırken kollarına uzandım ve kendime doğru, arkaya çektim. Tam o sırada büyük bir silah sesi patladı. Dişlerim acıyla birbirine çarparken tuttuğum bedene yapıştım.


“Siktir.”


Bilirdim kurşun yarasını. Tenimin her noktasında; memleketimin her karış toprağından bir leş kazandığım anlarda, izlerini bırakan yaralarım vardı. Yanık tenimin kokusu ve ardından da sırtımı sızlatan o acıyı yeniden hissettim. Çağın’ın elleri sırtımdaki yarada durduğunda dudaklarımdan bir inilti koptu.


“Siktir, Eyşan!”


Acıyordu.


Dizlerimin bağı çözülürken artık tuttuğum kollar bedenimi sarmalamıştı. Bakışlarım gökyüzüyle buluştuğunda başım onun dizleri üzerine yatmıştı. Göz kapaklarım giderek ağırlaşıyordu ama ısrarla açık tutmaya çalışıyordum.


“Caner!” diye bağırdı, Çağın. Sesi bir boşluk gibiydi. Dilim, birbirine yapışmış ve kurumuş dudaklarımı ıslatmak istiyordu ama ona bile gücü bulamıyordum. Gözlerim gökyüzünden birden Çağın’a kaydığında mavi gözleri benim gökyüzüm olmuştu. Göz kapaklarım giderek ağırlaşıyor, her kapatışımda açarken zorlanıyordum.


“Sakın uyuma Eyşan. Sakın uyuma.”


Çağın’ın yüzüne vuran kırmızı ve mavi ışıkları görürken görüşüm puslandı ve göz kapaklarım giderek ağırlaştı. Ruhumdaki küçük kız çocuğu göğsüne yasladığı kitapla uyuyakalırken sırtımdaki yara sızladı.
‘İlk kurşun.’ dedi, derinlerden bir ses ama bilmediği bir şey vardı.


İlk değildi ve son da olmayacaktı.

 

-

 

 

BÖLÜM SONU

BÖLÜM SONU MEDYALARI

Instagram: _jupiterdebirokur

Tiktok: jr.napolita

X: sultanakr9

Wattpad: sultanakr

 

Merhabalar efenim, yine bendeniz Sultan. Yavaş yavaş buraya alışma ve adapte olmaya çalışıyorum. Lütfen hatalarımı görmezden gelin ve destek amaçlı oy vermeyi unutmayın. Kitap hakkındaki düşünceleriniz benim için çok önemli.

 

Sultan Çakır.

 

yirmi dört ağustos iki bin yirmi dört

 

 

Loading...
0%