Yeni Üyelik
13.
Bölüm

IX - 25 SAAT 38 DAKİKA

@sultanakr

Oy ve yorumlarınızı lütfen eksik etmeyin, keyifli okumalar.

IX

2 Ekim 2021 / Şırnak

 

Düşünce ile mantık arasındaki fark, kalp ile beynin düşünce tarzıyla aynıdır. Sahip olunan düşünceler; yalnızca o anlık bir fikir üretirken mantık, eskiye dayalı bilgilere dayanarak hareket eder. Kalp o anki durumuna göre duyguya boğarken beyin, gerçekliğe dayalı düşünür.

Ben, bilinmezliğin tam ortasındaydım.

Aklım ve mantığım karmaşık bir durumun içinde kalmıştı ve ne yapabileceğim konusunda hiçbir fikrim yoktu. Gözlerimin odağındaki askeriye, zihnimin arkasında kurulmuş bir hayal dünyasında yok olduğunda korkuyla yerimde irkildim. Omzumda dokunan bir el hissederken ürkerek yanıma döndüm.

“Korkma, ben bir çaresini bulacağım.”

Alparslan albayın cümlesi, sağ kulağımdan sesli bir şekilde girdi ama sol kulağımdan geçerken boğuklaştı. Zihnimi meşgul eden düşünce seli sürekli mantığın önüne geçiyor ve sağlıklı düşünmemi engelliyordu. Hareketleri hızlı olan gözbebeklerim sürekli etrafta geziniyor ve bir çare bulmaya çalışıyordu.

Alparslan albay, iki eliyle omuzlarımın yanından tuttu ve yavaşça sarstı.

“Yüzbaşı, kendine gel. Bu, acil bir durum. Kimsenin burnu bile kanamadan bu işi çözmemiz gerekiyor.” dedi ama sesi aynıydı. Zihnimin içinde kurulmuş odalar, beni rahat bırakmıyordu.

“Komu-tanım.”

Deniz’in sesi.

Kulaklarımda büyük bir patlama meydana geldiğinde ürkerek etrafıma baktım. Çenemden tutulup önüme çevrildiğimde albayın yüzünü gerginlik bürümüştü.

“Boduroğlu, kendine gel!” diye bağırdığı an beni sertçe geriye doğru ittirdi. Gözlerimi kırpıştırarak özüme döndüğümde aslında her şeyin normal olduğunu izledim. Yüzümü buruşturarak albaya döndüğümde kafasını iki yana salladı ve yürümeye başladı. Hızlı adımlarla onu takip etmeye başladım.

Askeriyeye girdiğimizde gözlerim her yeri dikkatlice izliyor ve bir yerde farklılık arıyordu. Askılıkların tepelerindeki montların, üzerlerinde güller dikili saksıların, amblemlerin ve rozetlerin olduğu dolapların bile üzerinden öylece bakıp geçerken Alparslan albay adımlarını yavaşlattığında durdum. Bakışları bana çevrilirken özüme döndüm.

“Herkesi topla, beş dakika sonra toplantı salonunda olun.” dedi ve sırtını bana çevirip yürümeye devam etti. Birkaç adım attıktan sonra sağına döndü ve oturan nöbetçiye baktı.

“Askeriyeyi boşaltın ve acil durum sirenlerini aktif edin.”

Nöbetçi, albayın cümlesiyle emrini aldı ve hızla yanındaki butonlardan birkaçını aktif etti. Binanın içinde yankılanmaya başlayan siren sesiyle dişlerimi sıktım ve koşar adım koğuşlara yürümeye başladım. Attığım her adım sanki küçük kalıyor, koridorlar uzuyor ve gittikçe oradan uzaklaşıyor gibi hissediyordum. Yürümeyi bırakıp koşmaya başladığımda koğuşlardan birinin kapısı açıldı.

“Eyşan?”

Osman’ın sesini duyduğum an daha hızlı koştum. Osman, koğuşa girip bir şeyler söyledi ama kulaklarım duymamıştı. Osmanların koğuşunun önünde soluklandığımda hepsi dışarıya çıkmıştı.

“Hepiniz toplantı salonuna geçin, ben de hemen geliyorum.” dedim ve koşmaya devam ettim. Kendi odamın önünde durduğumda hızla kapıyı açtım ve içeriye girdim. Alev, üzerini giyinmiş bir şekilde bir anda karşıma geçti.

“Neler oluyor?” diye sorguladı. Kafamı hızla salladım ve elini tutup dışarıya doğru çekiştirdim.

“Toplantı salonuna gidiyoruz.” deyip kestirdiğimde elini sıkıca tutmaya devam ettim. Aralı toplantı salonuna girip kapıyı kapattığımda herkes gelmişti. Siren sesleri artık kesilmişti.

“Oturun.”

Albayın verdiği komut ile yerlerimize geçip ellerimi birbirine kenetledim. Caner, projeksiyonu açıp yerine geçtiğinde Alparslan albay ayağa kalktı ve perdenin yanına geçti.

“Mimba’yı yakaladık ve bize, buraya bir bomba yerleştirildiğini söyledi. Yolda geçirdiğimiz süreyi de sayarsak net olarak 25 saatimiz kaldı.” diyerek açıklama yaptığında herkesin suratını izledim. Endişeli bakışlar bana çevrildiğinde Mete’nin gözleri üzerimde gezindi. Kafasının hafifçe iki yana sallandığını fark ettim ama saniyeler sonra babasına baktı.

“Ne yapmayı düşünüyorsunuz, albayım?”

Alparslan albay önce oğluna sonra da bana baktı.

“Siz birlikte çalışacaksınız.” dedi ve ardından perdeye yansıyan askeriyenin bina planına baktı. “Önceliğimiz bomba imha ekiplerini çağırıp uzaktan bina taraması yaptırmak. Çünkü bombanın hangi derece büyük olduğunu bilmiyoruz. Nereleri kapsayacak, hangi yerlere hasarı daha fazla verecek önce bunu öğrenmeliyiz.”

“Albayım uzaktan ne kadar sağlıklı bir sonuç alabiliriz?” diye sorguladı Osman, yıllar öncesi tecrübesine dayanarak.

Alparslan albay, Osman’ın sorusunu önemsediğini kafasını sallayarak onayladı.

“Haklısın ama en azından bu bize, burada bir bombanın olup olmadığını ya da mevkimize olan uzaklığı hakkında bilgi verebilir diye düşünüyorum.”

“Mimba, size tam olarak ne söyledi?” diye sordu, Caner. Albay, oğluna bakıp beni gösterdi.

“Eyşan’a bir telefon verdi. Bu telefona ’25 saat 38 dakika sonrası bir arama düşeceğini ilk aramaya cevap vermemesi gerektiğini ama sonradan kendinin aramasını söyledi.”

Caner, albayın cevabıyla kafasını ağırca sallayıp bana baktı.

“Yüzbaşım telefonu alabilir miyim? Arkadaşlara versinler, hızlı bir taramadan geçirelim. Bu telefonda da bir şeyler olabilir.” diye söylendiğinde elimi kabana soktum ve telefonu çıkartıp Caner’e teslim ettim. Caner ayağa kalktı ve albaya selam verip arkasına döndü.

“Caner.”

Albayın seslenmesiyle Caner, yine bize döndü.

“Elini çabuk tut, fazla zamanımız yok.”

Caner, kafa selamı verip hızla odadan çıktı. Alparslan albay sağ elini gergince palaskasına yerleştirip bize baktı.

“Osman ve Deniz, Kubilay ve Yonca siz bomba imha ekibinden birilerini alıp buraya getirin. Alev ve Barış, Alper ve Mehmet sizde, askeriyenin etrafında güvenlik çeperinin oluşmasını sağlayın. Mete ve Eyşan, askeriyenin içinde nizamı sağlayın. Ben de hızlıca karargaha gidip Mimba’nın konuşmasını sağlayacağım.”

Albayın konuşması bittiği an ayağa kalkıp hazır ola geçtim. Tim, benimle birlikte hareketlerimi tekrarladığında bakışlarımı albayın üzerinde tutmaya devam ettim.

“Kubilay ve Yonca bomba ekibini hallettikten sonra Eyşan ve Mete komutanınızın yanına gidip onlara destek sağlayın.”

“Emredersiniz komutanım.”

Alparslan albay hepimizden önce toplantı odasından çıktığında bakışlarımı Kubilay ve Yonca’ya çevirdim.

“Albayın dediği gibi irtibat halinde kalalım. Öncelik olarak cephaneliğe gidip ekipmanlarını alın. Baskın yeme durumunu göz ardı etmeyelim.”

Artık mantığım, tüm duygularımın önüne geçmişti. Acımasızlığımın bir zehir misali damarlarımda gezindiğini hissedebiliyordum. Mete’ye baktığımda eliyle kapıyı gösterip geçmemi bekledi. Büyük adımlarla ilerlemeye başladım ve kapıyı açıp odadan çıktım. Adımlarım cephaneliğe doğru sürüklenirken peşimden gelen adım seslerini duyuyordum. Demir kapının önüne geldiğimde sürgüyü çektim ve içeri girdim. Silah ve mühimmat dolabına sürüklenip telsiz dolabını açtım. Herkes kendine göre gerekli şeyleri alıp çıkarken elimdeki telsizi üniformaya yerleştirdim.

“Deneme?”

Mete’nin sesi, kulaklığımdan dolaşıp zihnime nüksetmişti.

Bakışlarımı ona çevirip kafamı salladığımda kulaklığını düzeltip yeniden kenara çekildi ve geçmemi bekledi. Onu bekletmeden cephanelikten çıktım ve askeriyenin içinde dolaşmaya başladım. Bazı askerler durup bana bakarken elimle dışarıyı gösterdim.

“Bahçeye çıkıp bekleyin. Önemli bir durumun içindeyiz.”

Gerekli açıklamalar dilimden dökülürken yürümeye devam ettim. Bakışlarım sürekli olarak saatime inip dakikaları sayıyor ve ne kadar zamanımızın kaldığını hesaplamaya çalışıyordum.

24 saat.

Gerçeklerle yüzleşeceğimiz, son 24 saat.

Zihnimin içinde bir oda inşa ettim ve mantığımın hiç hareketini bozmadan çalışmasını izlemeye başladım. O inşa ettiğim odaya zamanı koydum ve oraya hapsettim. Her tik ve takında kendimi uyaracak ve konsantrasyonumu bozmayacaktım.

Hataya yer yoktu.

Olmasına da izin vermeyecektim.

Sağ elimi sağ kulağıma götürdüm. “Kubilay, durum nedir?” diye konuştum.

Zihnimde Kubilay’ın sesi çınladı.

“Komutanım bomba imha ekibi sizinle görüşmek istiyor.”

Bakışlarım aldığım cevapla Mete’ye çevrildiğinde kafasını salladı. Hızlı adımlarla dışarıya çıktım ve kapıda ekipmanlarını kurmuş imha ekibinin karşısında durdum. Hepsinin üzerinde kendilerine özel tulumları vardı. Üç kişiden bir tanesi bana doğru yaklaştı ve elindeki tableti bana çevirdi.

“Komutanım; askeriyede bir bomba olduğu doğru ama şekli, uzaklığı ve tipi anlaşılmıyor. Daha kapsamlı bir şekilde arama yapmamız için içeriye girmemiz gerekiyor.”

Kafamı iki yana salladım.

“Can güvenliği riski var, sizi bunun için içeriye sokamam. Alparslan albayımın kesin talimatı var, dışarıdan arama yapılacak.”

Mantığım, zamandaki akrebin sesini dilime yansıttı.

“Ekipmanlarınızı bize verin, içeride aramayı biz yapacağız.”

Karşımdaki kişi kafasını salladı ve telefonunu çıkarttı. Bir şeyler yapıp kulağına götürdü.

“Memduh Kara, Erzurum. Alparslan albayım buradaki yüzbaşı, içeriyi taramamıza izin vermiyor.”

Kaşlarım çatılı bir şekilde karşımda duran kişiye baktım. Maskesinin ardındaki gözleri, gözlerimi tarıyor ve öylece telefonunu dinliyordu. Bir anlığına hoparlörü açtı ve bana doğru uzattı.

“Eyşan yüzbaşım, izin verin arkadaşlar içeriye girip taramalarını yapsınlar.”

Albayın cümlesiyle hayretle Mete’ye baktım. Mete kafasını hafifçe sola eğip kenara çekildiğinde karşımdaki kişi telefon konuşmasını sonlandırdı ve üç kişilik ekibini alıp içeriye girdi. Sıkıntıyla elimi enseme atıp sıvazladım ve derin bir nefes aldım.

“Alev Atsız, Eyşan Boduroğlu.”

Sağ elimi kaldırıp kulaklığıma dokundum.

“Eyşan, dinlemede.”

“Komutanım, çevre güvenliği sağlandı. Teğmen ve diğer askerler geçici olarak lojmanlara dağıtıldı.”

Derin bir nefes aldım. “Tamam, beklemede kalın.”

Ses gelmedi.

Boğazımı temizleyip ellerimi palaskama yerleştirip içeridekilerin çıkmasını bekledim.

“Mimba’yı nasıl buldunuz?” diye sorduğunda Mete, bakışlarımı ona çevirdim.

“O bize geldi.”

Mete, inanmamış gözlerle yüzümü incelerken gözlerimi devirdim.

“Alparslan albay, buralarda gezindiğini ve onu kendimize çekmemiz gerektiğini söylediğinde şehitliğe gittik. Oraya geldiğinde bizde yakaladık.”

Mete, endişeyle gözlerini gözlerimde sabitledi.

“Nasıl bütün belayı üzerinize çekiyorsunuz anlamıyorum?”

Tek kaşım sorgulayıcı bir şekilde yukarıya doğru kıvrıldı.

“Ne demek istiyorsun?”

Mete, kafasını iki yana salladı. “Zamanı geldiğinde daha açıklayıcı olurum.”

Zamanı geldiğinde bunu senin yapmana izin vereceğim.

Zihnimde çınlayan cümleyle gözlerimi kıstım. Benim cümlemi bana, değiştirerek geri sunmuştu. Tam dudaklarımı aralayacakken Mete’nin binaya baktığını gördüm. Üç kişilik bomba imha ekibi içeriden geliyordu. En önündeki kişinin elinde ise siyah bir kutu vardı. Önümüzde durduklarında aslında kutunun patlayıcı olduğunu anlamıştım.

“C4 patlayıcı, yemekhanenin hemen içindeki dolaplardan birine saklanmıştı. Artık içerisi güvenli. Gerekli olan taramalar yapıldı.” dedi ve elindeki patlayıcı ile yürümeye başladı. Zihnime yerleştirdiğim saate bakmayı akıl edebildiğimde henüz saatin durduğunu görmedim. Akrep yelkovanı kovalamaya devam ediyordu.

“Dur.”

Dilimden dökülen sözcük, hâlâ yürüyen ekibe ithafendi. Belimdeki silahın sürgüsünü çekip arkası dönük yürüyen kişilere doğru ilerledim.

“Size durun dedim!”

Üç kişilik ekibin etrafı Yonca, Kubilay ben Mete tarafından çevrilirken gözlerimi kıstım ve silahı indirmeden karşılarına geçtim. Elinde patlayıcı tutan kişiye elimi uzattım.

“Patlayıcıyı ver.”

Emrimi ikiletmeden verdiğinde Kubilay’a uzattım.

“Al ve uzaklaş.”

Kubilay dediğimi yapıp uzaklaştığı an karşımdaki kişinin yakalarından tutup kendime çektim.

“Sen benim kim olduğumu biliyor musun?”

Normal şartlarda yakalarını tuttuğum kişi tanıdığım biri olsaydı korkardı ama bu kişi asla korkmuyordu. Gözlerimi kıstım ve derin bir nefes aldım.

“Osman!”

Osman, sesimi duyduğu gibi bana doğru yaklaşmaya başladı. Yanımda durduğunda karşımdaki kişiye baktı.

“C4 patlayıcının kapsamı nedir?”

Osman, kaşlarını çattı ve bakışları bana çevrildi.

“Yüksek hızda ve güçlüktedir.”

Aldığım cevapla silahımı karşımda duran kişinin kafasına sabitledim.

“Dışarıdan ölçülebilen bir bombayı nasıl içeriye girip alabildin!”

Silahın kabzasını sertçe yüzüne geçirdiğimde arkasındaki kişiler silahlarını çıkartmaya çalıştılar ama sadece çalışmışlardı. Mete ve Osman çevik bir hareketle onları etkisiz hâle getirmişlerdi.

“Ne oluyor burada?”

Alparslan albayın sesini duymama rağmen asla ona bakmadım ve mantığımın bana verdiği yetkiyi uygulamaya devam ettim. Yere savrulmuş tableti elime aldım ve hızla binanın önüne yürümeye başladım. Gözlerim bir tablete bir de binaya çevrilip duruyordu.

Bim bip.

Elimdeki tablet güçlü bir şekilde titrediğinde bütün binanın aslında bombayla çevrili olduğunu gördüm. Önümdeki resmin birçok yeri kırmızı noktacıklarla dolmuştu. Şaşkınlıkla arkama baktığımda yerdeki adamın iğrenç kahkahasını işittim.

“Kes lan sesini!”

Mete’nin sesiyle yerdeki adam biraz daha gülmeye devam etti. Mete, ayağını kaldırıp sertçe adamın yüzüne vurduğunda adamın artık sesi kesilmişti.

“Neler oluyor burada dedim!”

Alparslan albayın gür sesi, bütün askeriyede yankılanmıştı. Osman, hızla ona döndü ve hazır ola geçti.

“Albayım, bomba imha ekibinden gelen kişiler sahteydi. Eyşan yüzbaşının farkındalığı sayesinde erkenden elimize geçtiler fakat daha büyük bir sorunumuz var sanırım.”

Yürüdü ve elimdeki tableti alıp albayın yanına geri gitti.

“Her noktada farklı patlayıcıların olduğu görünüyor.”

Albayın bakışları bana çevrildi ve saniyeler sonra Osman’a çevrildi.

“Ekipmanlarını al ve içeriye gir.”

“Hayır.”

Dilimden dökülen sözcük ile albayın karşısına geçtim.

“Buna izin vermiyorum.”

Alparslan albayın kaşları çatıldı.

“Emre itaatsizlik mi yapıyorsun?”

Kafamı iki yana salladım.

“Mantığımla düşünüyorum.”

Albayın sinirlendiğini fark etmiştim. Derin bir nefes aldı ve gözlerini kapatıp açtı.

“O zaman mantığın ne söylüyor yüzbaşı?” diye söylendiğinde çenemi kaldırdım.

“Osman girerse biz de gireriz komutanım.”

Albayın gözleri artık sisliydi ve hiçbir duygunun okunmasına izin vermiyordu. Osman kafasını sallayıp içeriye doğru adımlarken geri adımlarla binaya doğru yürümeye başladım. Sırtımı onlara çevirip Osman’ın yanına yetiştim ve silahımı bacağıma yerleştirdim. Zihnimdeki zaman biraz daha ilerledi.

23 saat 17 dakika.

Boşa gidecek zaman yoktu. Bütün bombaların nerede olduğunu bulup imha etmemiz ve hızla nizamı sağlamamız gerekti.

“İlk rotamız neresi?” diye sorguladığımda Osman, eliyle koğuşları gösterdi.

“Siktiğimin çocukları hangi ara bu kadar malzemeyi yerleştirdi?”

Sinirle yumruklarımı sıktım.

“Bilmiyorum Osman ama bu işin sonunu da göremiyorum.”

“Tamı tamına 23 saat 10 dakikamız kaldı.”

Mete?

Bir hışımla arkama döndüğümde sadece Mete’yi değil arkasındaki timi de fark etmiştim. Kaşlarımı çatıp Deniz’e baktım.

“Mehmet’i de al Alev ve Barış’a destek çıkın. Bütün bir askeriyeyi tek başına idare edemezler. Kubilay, Yonca, Osman ve Mete buradayız.”

Deniz hızla kafasını sallayıp Mehmet’i alıp gittiğinde ellerimi yeniden palaskama koydum ve bakışlarımı Osman’a çevirdim.

“Rotaları belirleyelim ve dağılalım yoksa hepsini toplayamayız.”

Osman, kafasını salladı fakat Mete, yanıma yaklaşıp gözlerini gözlerime odakladı.

“Dağılırsak kimin nerede olduğunu fark edemeyiz. Hep birlikte hareket edelim. Osman, yalnızca olduğu konumları söylesin, biz de bombaları oradan alalım.”

Osman elini kaldırıp Mete’nin cümlesini böldü.

“Komutanım ben bomba tahrip eğitimi aldım. Bombaların konumlarını siz bana söyleyeceksiniz bende imha edeceğim.”

Osman ve Mete’nin dudaklarından çıkan her sözcük, zihnimdeki zamanın biraz daha geriye akmasını hızlandırıyordu. Elimi kaldırıp her ikisini de durdurdum.

“Fazla zamanımız yok. Bir an önce başlayalım. Osman’ın dediği gibi yapacağız.” dedim ve Osman’ın elinden tableti alıp haritaya baktım. İlk kırmızı nokta hemen solumuzdaki nöbetçi bölgesini gösteriyordu. Yavaş adımlarla oraya doğru adımlarken Osman’ın eli karnımın önüne gerildi.

“Dur.”

Osman’ın bakışları bir yere sabitlenmişti. Gözlerim, gözlerinin baktığı yeri izlerken kollarımdan tutup hafifçe geriletti. Yavaş adımlarla büyük masanın altına doğru uzandı ve orada kaldı. Kaşlarım çatılı bir şekilde dizlerimin üzerine çöktüm ve masanın altına baktım.

“Kal orada, hareket etme.”

Mete’nin eli koluma dolanırken beni ağırca geri çekti ve parmağıyla bir yeri işaret etti. Gözlerimi kıstığımda aslında ne olduğunu anlamıştım. Masanın solunda ve sağında gergin ip vardı o ip ise masanın altındaki düzeneğe bağlıydı. Küçük çaptaki patlayıcıyı Osman çıkarttı ve yere bıraktı. Bakışlarım farkında olmadan tablete çekildiğinde kırmızı nokta haritadan silindi. Yeniden bombaya baktığımda ise üzerinde yalnızca bir gps olduğunu gördüm.

“Bu bir patlayıcı değil.” dedi Osman ve masanın altından kalktı. Elimdeki tableti kendine doğru çevirdi ve kısa bir süre baktı. Hemen yakınımızdaki bir odayı gösteren kırmızı noktayı takip etti ve odanın önünde durdu. Daimî olarak yanından ayırmadığı iç cebindeki aynayı çıkarttı ve kapının altına soktu, gezdirdi. Aynayı geri çıkarıp doğrulduğunda kapıyı açtı, içeriye girdi.

Kırmızı nokta, bir saksıyı işaret ediyordu. Osman, hızlı ama dikkatli adımlarla saksının yanına yaklaştı ve hemen üzerine konmuş gps takılı patlayıcıyı buldu. Sağına ve soluna bakıp bize gösterdi.

“Bu da patlaması için yerleştirilmemiş. Tabletteki her kırmızı nokta, gps konumlarını gösteriyor.”

Üst dudağımı dişledim ve başımı sola eğdim.

“Ya içlerinden biri doğrudan bağlandıysa ve hepsini tetikleyecekse?” diye sordum. Osman, kafasını salladı.

“İmkânsız. Öyle bir durum olsaydı her birinden birer tane daha kablo geçmesi gerekiyordu.” diye cevapladı. Sıkıntıyla iç geçirirken Mete, düşünceli bir şekilde elimdeki tablete işaret parmağını uzattı.

“Ya her biri bizim zaman kaybetmemiz için yerleştirildiyse?”

Osman, Mete’ye baktı.

“Öyle zaten yüzbaşım ama emin olmak amaçla her birini kontrol etmemiz şart.”

22 saat 59 dakika.

Zihnimdeki saat her geçen saniye biraz daha geriye gidiyordu. Bakışlarımı tabletten çekip Osman ve Mete’ye baktım. İkisi de meraklı ve soru dolu gözlerle bana bakarken mantığımın dilime yansıttığı cümlenin akmasına izin verdim. “O hâlde süre bitene kadar bunların hepsini bitireceğiz. Yonca ve Kubilay; siz yukarıya çıkın, kulağınız telsizlerde olsun. Bu şekilde daha hızlı hareket ederiz.”

Yazar, Ağzından

Bir varmış, bir yokmuş.

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Gölge köyünün bağrında bir Akrep yaşarmış. O Akrep, zehri bol kuyruğu ile tanınır ve herkes ondan korkarmış. Her gece, köye karanlık bastığında dışarıya çıkar ve bulduğu herkese zehrini batırırmış. Bundan mustarip olan köy halkı onu gafil avlamaya yemin etmiş.

Yine bir gecenin karanlığına saklanan akrep, uzakta gördüğü bir avına yaklaşmak istemiş. Yürümüş, yürümüş, yol bitmemiş. Önündeki ufukta görünen kişiye ne olursa olsun yaklaşamıyormuş. Gecenin karanlığı, gündüzün doğmasıyla aydınlanırken o gördüğü kişi kaybolmuş. Daha fazla gitmeye bile hali olmayan akrep, tam gerisin geriye dönecekken arkasında o kişi belirmiş. Akrep; kuyruğunu hızla kaldırıp o kişiye zehrini batıracakken o kişi, Akrep’in zehir dolu kuyruğunu kesmiş. Kesilen kuyruktan toprağa karışan zehir ayaklarının ucunda siyah bir leke bırakmış.

“Sen beni öldürdün.” demiş, Akrep.

“Sen de beni öldürecektin.” demiş, o kişi.

Ayaklarının altındaki siyah leke giderek büyümeye devam ediyormuş ama ikisi de fark etmemiş.

“Bunca süre senin peşinden yürüdüm, yakalayamadım.” demiş, yine Akrep.

İşte o an karşısındaki kişinin ayaklarının altındaki siyah leke, Akrep’i ve o kişiyi içine çekmiş. O Gölge köyünün bağrında bir yuvarlağın içinde sıkışmışlar. Akrep, yine onu yakalamaya devam etmiş ama Yelkovan, hep ondan kaçmış.

Zehirli olan siyah leke, zamandı. Onlar, zamanın içinde sıkışmışlardı fakat sadece sıkışan onlar değildi.

Güvercin Timi’nin birkaçı hâlâ tablette görünen kırmızı noktaları bulmaya çalışıyorlardı. Eyşan tabletten yer tarifleri yapıp kişilere dağıtırken zihnindeki zamanla yarışıyordu. Tik ve tak sesleri her daim kulaklarının ötesindeydi. Asla vazgeçmiyor, şakağından akan teri bile silmeye zaman yok diyordu.

Tabletteki küçük kırmızı noktalar, her zaman diliminde silinip giderken, yorulan Güvercin Timi bir noktada buluştu ve birbirlerine bakarak hasar durumu yaptı. Mete yüzbaşı, endişe ve güvenle Eyşan’a bakarken sıkıntıyla derin bir nefes aldı. Ya ona bir şey olursa korkusu ağırca kalbine bir tohum bırakmıştı.

O bakış, Eyşan’ın gözünden kaçmadı.

Bir şeylerin farkındaydı, biliyordu, hissedebiliyordu kalbindeki tomurcukları ama zamanı değil dedi, yine. Kafasını iki yana salladı ve yeniden işe koyuldu. Mete’nin de gözünden kaçmayan durumlar vardı. Eyşan, her bombanın yerini söylediğinde ürkekçe Mete’yi izliyor ve çözüldüğünde rahat ama korkulu bir nefes alıyordu.

‘Hele bir bitsin.’ dedi, Mete yüzbaşı. ‘Her şey bittiğinde zamanı geldiğinde yapacağım şeyi yapacağım.’ diye söylendi durmadan. Daha yeni bulmuştu, onu bırakmazdı.

Zamanın içine hapsolmuş akrebin zehri sayılara yansımıştı. Her geçişinde yelkovanı hasta ediyor ve sanki daha hızlı hareket etmesini sağlıyordu. Zamanın içinde hızlı hareket eden biri daha vardı.

Caner Cenk Çakır.

Parmak boğumları direksiyona kitlenmiş bir şekilde arabayı son sürat sürüyor ve zamanla yarışıyordu. Mit binasının önüne geldiğinde aracı ani bir frenle durdurdu ve hızla indi. Koşarcasına geçtiği yollardan binaya girdi ve koridorları arşınladı.

“Komutanım.” diye bağırdığında bütün gözler ona çevrildi. Ona bakan gözleri aldırış etmeden tam karşıda duran adamın yanına vardı. Mezarcı, bir Caner’e bir de elindeki poşetteki telefona bakarken Caner soluklandı.

“Mimba’nın, Eyşan Boduroğlu’na verdiği telefon. Alparslan albayımın size söylediğini umuyorum.”

Mezarcı, ağırca kafasını salladı ve Caner’in elindeki telefonu aldı. Kilitli poşet yer yer ıslaktı ama umursamadı, açtı ve içinden dikkatlice telefonu çıkarttı. Telefonun ekranını açıp göz gezdirdiğinde bir uygulama dikkatini çekti. Uygulamaya bakıp bakmama konusunda tereddüt ederken yanındaki bilgisayar başında oturan kişiye döndü.

“Bu telefonu çok acil bir şekilde, güvenlik önlemlerini alarak sistemimize aktar. On beşinci ekrana yansıt.”

Mezarcı, telefonu verdiği andan itibaren sırtını on beşinci ekrana döndü ve beklemeye başladı. Bir durumdan rahatsızdı ama zihni ısrarla bir şeyin olmayacağını söyleyip duruyordu, emin olamadı ve Caner’e baktı.

“Baban Mimba’yı konuşturabilmiş mi?”

Caner, kafasını iki yana salladı.

“Bir bilgim yok komutanım.”

Mezarcı, ağıca kafasını salladığı vakit ekranda bir harita belirdi.

“Burası neresi?”

Caner, kaşlarını çattı. “Burası bizim askeriye komutanım. Mimba, askeriyeye bir bombanın yerleştirildiğini söylemiş.”

Mezarcı, kaşlarını çattı ve yanındaki masada duran telefonu eline aldı. Uygulamadaki haritayı incelerken bir arka planın sürekli olarak çalıştığını fark etti. O arka plana tıkladığında biraz önce gördüğü haritada kırmızı noktalar belirdi.

“Son aldığım bilgiye göre bizimkiler bunları temizliyor.”

Mezarcı, sıkıntıyla telefona bakmaya devam etti ve bir açık aradı.

“Neredesin, nerede?” diye söylendi kendi kendine. Gözleri sürekli olarak ekranı tarıyor farklı, değişik yerlere dokunuyordu.

“Komutanım.”

Caner’in seslenmesiyle Mezarcı, ekrana baktı. Ekrandaki son arama kayıtları farklı numaralardan oluşuyordu. Bir telefon numarasıyla alakası bile olmayan sayılar, zihninin tam ortasını işgal etmeye başlamıştı. Numaraları mantığında şekillendirmeye çalıştı ama en sonunda zihnine bir anı düştü.

“Koğuş, kalk!”

Tüm koğuş nizami bir şekilde yataklarından ayaklanmış ve ranzalarının önünde sıraya geçmişti.

“Sağ baştan say.”

“1.”

“2.”

Nöbetçi komutan, elinde tuttuğu uzun namlulu silah ile ranzaya baktı. Yorganın şiş olduğunu fark ettikten sonra bir adım ilerledi ve silahını tek eliyle tutmaya devam etti.

“Kalkman için davetiye mi göndereyim asker!” dedi ve yorganı bir hışımla kenara itti. Yorgana takılan bir yastık yere düşerken nöbetçi komutan kaşlarını çattı. Yatak şişirilmişti.

“Tüm kapının dikkatine, 1. koğuşta yerinde olmayan bir asker var.” derken kapıya doğru yürüdü.

“Kimse yerinden kımıldamasın.” dedi ve koğuştan çıktı. Erdinç, yatağın kenarına sıkıştırılmış bir kağıdı gördü, uzanıp aldı. Birbirinden bağımsız rakamlar, kağıtta farklı yerlere serpiştirilmiş öylece duruyordu.

3,12,22 - 9,27,18 - 11,7,22 – 24,7,29 – 23,19,18 – 11,22,11,4,11,15

Düşündü Erdinç. Rakamlar alfabeyi temsil ediyorsa diye saydı hızlıca zihninden fakat aklı 9. rakamda karıştı. Yumuşak g, olduğunu anımsadığı vakit tamam dedi. Rakamlar, alfabenin bir önceki sayılarını işaret ediyordu.

Bir gün, her şey sona erecek.

Erdinç gözlerinin önünden silinen anıyla hızla telefonu masanın üzerine bıraktı ve köşedeki kutudan bir kağıt çekti. Siyah mürekkepli bir kalem parmakları arasında sabitlenirken mürekkep, kağıda numaraların izlerini bırakmaya başladı.

Alfabenin her sırasındaki son harfiyle uyuşan rakamlar, yine bir cümleyi meydana çıkartmış ve Erdinç komutanın kaşlarının çatılmasına neden olmuştu.

“Bomba ilk çalışta değil, arayışta çalacaktır.” diye söylendi ortaya, Erdinç komutan. Caner ile bakışları kesişti ve elindeki telefonu ağırca masanın üzerine bıraktı.

“Mimba, Eyşan’a tam olarak ne söylemiş?” diye sordu, Caner’e. Caner, sıkıntılı bir nefes alırken dudakları aralandı. “Bu telefonu ilk arandığı zaman açma, seni arayan kişiye geri dön, demiş.”

Erdinç komutan, bakışlarını yanındaki kişiye çevirdi.

“Bu telefonu, ivedilikle inceletin. Telefonda bomba olma ihtimali yüksek, dikkatli olun.”

Bilgisayar karşısında oturan kişi kalktı ve telefonu alıp hızlı adımlarla salondan ayrıldı. Mezarcı’nın ve Caner’in yeniden bakışları birleşirken Mezarcı, gergince sağ elini cebine soktu.

“Raşit’ten bir haber alabildik mi?”

Caner, kafasını iki yana salladı. “Hayır, sanki yer yarıldı ve içine girdi.”

Mezarcı, zihnini birbirine katan düşünceleriyle bakışlarını yere çevirdi. Birbirinden farklı soru kalıpları cevaplarını bulmaya çalışırken tıkandı ve bakışlarının Caner’e çevrilmesine neden oldu.

“O halde telefondan haber beklemekten başka çaremiz yok, bekleyeceğiz.”

 

3 Ekim 2021 / Şırnak

 

Her bilinmezliğin içinde bir sır gizlidir. O bilinmezliğin ne zaman çözüme kavuşacağı, yolun sonunda neyin belireceğini ve nasıl başa çıkılacağını yine o sır belirlerdi. Önemli olan çözmek değildi, sırrın ne olduğuydu.

Sırrın ortaya çıkmasına az bir süre kalmıştı.

30 dakika 22 saniye.

Sürenin neredeyse sonuna doğru yaklaşmıştık ama elimizde yalnızca gpsle bağlanmış bombalar vardı.

“Eyşan, bu sondu.” diye söylendiğinde Osman, elindeki bombayı sağındaki masanın üzerine bıraktı. Geniş alnında birikmiş küçük ter birikintilerini elinin tersiyle sildi. Bakışlarım iki elimde, sıkıca tuttuğum tablete çevrildiğinde artık hiç kırmızı nokta yoktu.

“Ee, sonuç?” diye sorguladı, Mert. Sakince ona baktığımda omzumu silktim ve tableti Osman’a uzattım. Osman, çevik bir hareketle tablete baktı ve saniyeler sonra bakışları üzerimizde gezdi.

“Bir bomba görülmüyor.”

Tablette herhangi bir kırmızılığın görülmemesi yine de içimdeki şüpheyi ve korkuyu azaltmıyordu. Tedirginliğim her geçen saniye daha da belirginleşiyor ama bir şekilde bunu yansıtmamaya çalışıyordum.

“Osman, askeriyeden çık ve Alparslan albaya tableti göster. Tüm noktaların temizlendiğini ve ne yapmamız gerektiğini sor.” dedim ve dilimi dişlerimin arkasında gezdirdim. Osman, elindeki tableti alıp gözden kaybolduğunda derin bir nefes verdim ve arkamdaki duvara yaslandım. Bakışlarım Mete’ye çevrildiğinde ise bana baktığını gördüm. Gözlerimi ondan hiç kaçırmadan bakmaya devam ettiğimde göz kapakları ağırca kapanıp açılmıştı.

“Eyşan, sana bir çağrı var.”

Osman’ın sesiyle bedenim ona çevrilirken herkesin yanıma geldiğini fark ettim. Osman’ın elindeki telsiz telefonu alıp kulağıma yasladığımda daha önce hiç duymadığım bir tını kulağımı okşadı.

“Ben Mit komutanı Mezarcı. Mimba’nın sana verdiği telefonu inceledik ve bombanın hâlâ askeriyede olduğunu fark ettik. Kaç dakikanız var asker?”

Hızlıca bileğimdeki saate baktım.

Zaman, sanki bizimle dalga geçiyordu.

“Son 5 dakika komutanım.”

Telefonun ucundan hışırtılı ve gürültülü sesler yükseldi.

“Dağılın ve insanları etraftan uzaklaştırın. Canınız maldan daha kıymetlidir.”

Telefon kapandığı an bakışlarımı bizimkilere çevirdim.

“Dışarıya çıkıyoruz.”

Hızlı adımlarla bulunduğumuz yerden ayrılıp çıkışa yürümeye başladığımızda elimi kulaklığa götürdüm.

“Kubilay ve Yonca, hızlıca dışarıya gelin.”

Telsizden cevap gelmezken kaşlarımı çattım ve adımlarımı durdurdum.

“Kubilay Başçavuş, beni duyuyor musun?”

Yine ses gelmiyordu.

“Telsizleri kapalı olabilir mi?” diye sorduğunda Osman, kafamı iki yana salladım ve adımlarımı ters yöne çevirip soldaki merdivenleri tırmanmaya başladım. Arkamdaki adım sesleri beni takip ettiklerinin bir göstergesi olurken Kubilayların en son nerede olabileceğini düşündüm.

En üst kat.

Beşinci katın merdivenlerine çıkmaya başladığımda nefesim hızlanıyor ve kalbimin ritmi daha çok artıyordu.

“Kubilay.” dedi, Mete.

“Yonca.” dedi, Osman.

Merdivenlerin son basamağına vardığım an Kubilay’ı gördüm. Rahatlamış bir şekilde ciğerlerimde bırakan nefesimi bırakırken bakışları kapısı açık odaya çevrildi. Büyük ihtimalle Yonca’da o odadaydı. Bir anda askeriyenin içinde bir telefon sesi yükseldi.

“Alparslan albayın odasından geliyor.”

Bakışlarım istemsizce bileğimdeki saate çevrildi.

Tu ji êşên zêdetir re amade yî, fermandar?

Akrep, yelkovanı yakalamıştı.

“Açma!”

Öne atılıp koşmaya başladığım anda bir sıcak hava dalgası yüzüme savruldu ve biri kolumdan tutup bedenimi göğsüne sarmaladı. Sırtım sert zeminle buluşurken kulaklarımda büyük bir çınlama meydana geldi. Üzerimdeki bedenin ağırlığı nefes almamı zorlaştırırken gözlerimin üzerinde uçuşan siyah tozları gördüm. Tam tepenin solunda kopmuş olan floresan cızırtılı bir şekilde patlayıp söndüğünde göz kapaklarım devrildi.

Yıkıldığım karanlığın arkasında bir tabut gördüm.

Ay yıldızla bezenmiş tabut, hepimizin göz yaşı olacaktı.

-

 

 

 

 

BÖLÜM SONU

BÖLÜM SONU MEDYALARI

Instagram: _jupiterdebirokur

Tiktok: jr.napolita

X: sultanakr9

 

Huh... Merhabalar efenim nasılsınız? Umarım iyisinizdir.

Yine bir bölümün sonuna gelmiş bulunuyoruz. Bölüm hakkındaki yorumlarınız ve eleştirileriniz benim için çok değerli. Lütfen desteğinizi eksik etmeyin.

Aklınıza takılan soruları cevaplamak isterim. Koyduğum son noktada görüşmek üzere.

 

 

 

Sultan Çakır.

 

 

 

on iki ekim iki bin yirmi dört

Loading...
0%