
“Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır; fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”
Mustafa Kemal Atatürk
Bugün, bağımsızlığımızın, özgürlüğümüzün ve çağdaşlığımızın simgesi olan Cumhuriyetimizin 102. yılını büyük bir gurur ve coşkuyla kutluyoruz. Cumhuriyetimizin temellerini atan başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, tüm kahramanlarımızı saygı, rahmet ve minnetle anıyoruz.
Atatürk’ün bizlere emanet ettiği bu değerli mirası sonsuza dek korumak, yaşatmak ve geleceğe taşımak hepimizin en kutsal görevidir. Unutmayın ki Cumhuriyet'i onlar kurdu, onu yaşatacak ve yükseltebilecek biziz.
Muhtaç olduğumuz kudret, damarlarımızdan akan kanda mevcuttur.
-Keyifli Okumalar-

Bölüm Şarkıları;
Tutun Sen Bana, Yüzyüzeyken konuşuruz
Zalim, Tolga Ayaz
Kalkan ile Kaputaşın Arası, Eslem Yıldırım
Gamzedeyim Deva Bulmam, Dedublüman & Çağrı Çelik
Nevale, Emir Can İğrek
Muhtemel Aşk, Yirmi7

🕊️
LVII
Düşüncelerle satranç oynamak, insanın kendi zihnin labirentine taş dizmesidir. Her hamle, ruhun kendi üstüne kapanan bir kapısıdır; açtığında kendini değil, kendinden doğan yankıyı bulursun. Akıl, bir vezir kadar kurnaz kalırken kalp, bir piyon kadar çaresizdir bu tahta da. Her biri aynı karede var olmaya çalışır.
Biri hükmetmek diğeri ise kurtulmak ister.
Asena Eyşan Çakır, zihninde bir satranç tahtası ile yaşıyordu. Her fikir, gözlerinde yankılanan bir hesap soğukluğuyla biçim alırdı. Veziri vicdanıydı, piyonu ise kalbi. Düşüncelerini sesle değil, yara izleriyle taşırdı.
Bazen bir anıyı feda ederdi, mantığını koruyabilmek için. Bazense aklını yakardı, bir duyguyu gömmemek için. Her kararında bir yara izi büyür, her susuşunda bir taş daha düşerdi iç dünyasından tahtasına. Düşünceleriyle oynadığı bu zihin satrancı, aslında Tanrı ile kendi arasında süregelen kadim bir hesaplaşmaydı.
Kazananı yoktu.
🪶
1 Eylül 2022 / Şırnak
Asena Eyşan Çakır, Ağzından
Tutun Sen Bana, Yüzyüzeyken Konuşuruz
Kıyamet öncesi gökyüzü, Tanrı’nın unuttuğu bir elyazması gibi yırtılmıştı. Güneş, bulutların arasında bir anlık perde aralığından bakan bir göz gibiydi. Karanlık yağmur bulutları, beyaz bulutlara doğru sürükleniyordu. Sanki bir tarafta günah diğer tarafta ise masumiyet vardı.
Şırnak, Eylül ayının sert girişine maruz kalmıştı.
Sabahtan beri dinmeyen yağmur, öğle saatlerine doğru yavaşlayarak bir nebze olsun toprağın ihtiyacı olan güneşin faydalı ışınlarını vermek için bulutlarını ikiye ayırmıştı. Yeryüzüne düşen geçici aydınlıkla hepimizi bir telaş bürümüştü. Lojmanların yapımı bugün itibari ile sona ermiş ve her birimize dairelerimizin anahtarları teslim edilmişti.
Ayda ile Cemile, Osman ile Deniz, farklı iki dairede kalacaklardı. Evli olan çiftler kendilerine olan dairede, Alev ile Barış ise tek kişilik dairede kalacaklardı. Dört katlı lojmanın girişinde durduğumda arkamdan gelen Mete’nin elindeki eşyalarla geçmesi için kenara çekildim.
Caner ile birlikte ikinci kata çıkmak için merdivenlere yönlenirken, Lara ile peşlerinden yukarıya çıkmaya başladık. Dairemiz Lara ile Caner’in dairesinin hemen yanındaydı. Karşı dairelerde Alev ile Barış kalacaktı. Hemen altımızdaki dairelerde Osmanlar ve Cemile ile Ayda kalacaktı. Yonca ile Kubilay, giriş katını tercih etmişlerdi.
İkinci kata çıktığımızda Mete ile Caner, aynı anda ellerindeki kolileri yere bırakıp bize döndüler.
“Evet hanımlar, kapıları açın da içeriye geçin bakalım,” dedi Mete. Sağ avcumda tuttuğum anahtarı sıkıca kavrayarak kapıya yaklaştım. Lara’ya baktığımda kıkırdayarak Caner’in yanından geçti ve elindeki anahtarı kilide soktu. Önüme dönüp kapının kilidine anahtarı soktum ve iki kere çevirip kapının aralanmasını sağladım.
İçeriye attığım ilk adımla gözlerimi etrafta gezdirmeye başladım. Geniş bir salon beni karşılarken küçük adımlarla yürümeye başladım. Arkamdan gelen adımların seslerini duysam da dudaklarımda çoktan küçük bir tebessümün tohumları atılmaya başlamıştı.
Sol tarafımda açık bir mutfak vardı. Ortasındaki ada tezgâhı, beyaz ve modern bir şekilde dizayn edilmişti. Hemen sağ tarafta bulunan gri televizyon ünitesi ve onunla uyumlu koltuk takımları salonun havasını temiz ve derli toplu bir hale bürümüştü. Bakışlarımı Mete’ye çevirdiğimde onun da salonu keşfettiğini gördüm. Elinden tutarak salondan koridora çıkan hole doğru ilerlemeye başladım. Kısa ama geniş koridorda üç tane kapı vardı.
Soldakinin kapısını açtığımda banyo olduğunu gördüm. Klasik ama modern bir tarzı vardı. Duşa kabindi. Kapısını açık bırakarak biraz daha yürüdüm ve birbiriyle karşılıklı olan iki kapının soldakini araladım. Klasik bir yatak odasıydı. Havadar ve sade görünüyordu. Geri çekilip diğer odaya baktığımda o odanın da aynı olduğunu gördüm.
“Burayı çocukların odasını yaparız, ne dersin?”
Mete’nin sorusuyla gözlerimi gözlerine çevirip dişlerimi göstererek gülümsedim. Mete, gözleriyle baktığımız odanın içini tavaf ederken birden bana baktı ve kaşlarını kaldırdı.
“Duvarları da yeniden boyarız, olmaz mı?”
Göğsüne doğru yüzümü yaklaştırıp kalbinden öptüğümde Mete’nin elini saçlarımda hissetmiştim. Dudaklarıma çarpan kalp atışları düzenli, güven veren ve sanki her şeyin yola girmiş olduğunu vaat eden bir gerçeklikteydi. Alttan ona baktığımda yüzünü, yüzüme doğru eğdi ve burnunu burnuma sürttü.
“Bu ev, çocuklarımızın ve bizim geleceğimizi yeniden şekillendirecek Eyşan. Kendimize ait sıcacık bir yuva içerisinde onları büyütmenin keyfini süreceğiz. İnan bana her şey yoluna girecek.”
Derin bir nefes alırken gözlerimi gözlerinde dolaştırıp gülümsemeye devam ettim.
“Duvarları maviye boyayalım mı?” diye sordum bir anda. Mete, dişlerini göstererek gülmeye başladığında kafasını salladı ve alnıma derin bir öpücük kondurup kendini geri çekti.
“Sen nasıl istersen öyle olacak ama ondan önce, yeniden yağmur yağmaya başlamadan diğer eşyaları alıp gelelim biz. Sizde kendinizi yormadan yerleşmeye başlayın.”
Mete’nin evden kısa bir süreliğine ayrılmasından sonra, getirdiği kutuları açmaya başlamıştım. Eski evimden kalan fotoğrafları ve değerli bulduğum eşyaları vitrinlere ve konsollara yerleştirirken elimde kalan çerçeve ile duraksadım. Çöktüğüm yerden ağırca kalkarken parmaklarım fotoğrafın üzerinde dolandı.
Zihnimin kıyısında bir gölge kıpırdadı. Sanki birinin adımı fısıldadığı bir rüzgâr geçti içimden. Gözlerimin önüne, yıllardır dokunmadığım o insanlar yerleşti. Ellerimde tuttuğum fotoğraftaki yüzler benimle konuşmaya başladı.
“Komutanım, Allah nasip ederse bir gün aynı lojmanda hep birlikte olur muyuz?”
Kulağımda çınlayan ses ile gözlerime yüklenen yağmur bulutlarını, gözlerimi kırpıştırarak savuşturdum. Parmak uçlarımda sıktığım fotoğraf çerçevesini vitrinin en görünen kısmına koyup düzelttim. Zamanın acımasızlığı ve ihaneti bizim hayallerimizi gerçekleştirmemizi engellemişti.
Eksilerek ve yaralanarak gerçekleştirdiğimizde ise yarım kalmıştık.
Kalan zamanımda kutunun içinde kalanları yerleştirirken Mete’de bana katılmıştı. Tüm işlerimiz bittiğinde birlikte sırasıyla duşa girmiş ve ilk kez birlikte koltuğa kendimizi atmıştık. Mete, siyah bir fincana yaptığı dumanı üstündeki kahvesinden bir yudum alırken, bende bana sıkmış olduğu portakal suyundan büyük bir yudum aldım.
Önümüzdeki sehpaya aynı anda koyup geri yaslandığımız sıra Mete, beni göğsüne doğru çekti. Derin bir nefes ile yanağımı göğsüne yaslayıp sol avcumu göğsünün hemen yanına yasladım. Gözlerim, cama vuran Tanrı’nın gözyaşlarında dolanırken gök, büyük bir gürültüyle gürledi. Mete, sol omzumun üzerinde parmaklarını gezdirirken nefesini saçlarımın arasında hissediyordum.
“Bugün çok yoruldun, iyi misin şimdi?” diye sorguladığında yanağımı çekmeden kafamı salladım. Bunlar tatlı yorgunluklarımızdı aslında. Yaşanan bunca şeyden sonra bize hiçbir şeyin zarar vermeyeceğini bildiğimiz o nefesin rahatlığıydı.
“İyiyim,” diye fısıldadım, usulca. “Aslında yorulmadım desem bile yeridir. Uzun süre sonra böyle rahatça nefes alabilmek bana çok iyi geldi.”
Mete’nin çenesi saçlarıma yaslanırken ruhum, onun gülümsediğini hissetmişti. Dudaklarımda onunla birlikte bir tebessüm inşa ettim.
“Daha güzel günler yaşayacağız canımın içi. Yapamadıklarımızı ve ertelediklerimiz yapacağız. İyileşeceğiz, yaralarımızı iyileştireceğiz.”
Yaraları iyileştirmek.
Biz, aynı yerden defalarca kanamış ve kanatılmış insanlardık. Birbirimize olan sevgimiz ve mücadelemiz bizi bir arada tutarken yaralarımız, yıkık ve izli bir hale kavuşmuştu. İyileşemeyecektik, yaralarımız hep orada kalacaktı ama onu bir daha kanatacak birisi olmayacaktı.
Önemli olan buydu.
Mete’nin derin bir iç çektiğini fark ettiğimde yanağımı göğsünden ayırdım ve yüzümü ona doğru çevirerek alttan bir bakış attım. Mete, dışarıdaki yağmuru izlerken gözlerini ağırca bana çevirdi ve ardından yüzünü de bana doğru döndürdü. Gözlerinden akan suskun, sakin ve köpüklü okyanuslarını ruhuma sızdırmaya başladı. Dudaklarımı dudaklarına yaklaştırıp küçük bir buse çaldığımda dudakları titreyerek iki yana kıvrıldı.
“Bu neydi şimdi?”
Onu öpmek içimden gelmişti. Omzumu silktim ve yeniden yanağımı göğsüne yaslayarak bir kedi gibi ona sarıldım. Mete, kalbimin hoplamasına sebep olacak bir kahkaha ile bana sarılarak karşılık verirken “İçimden geldi,” diye mırıldandım.
“Senin içinden ne güzel şeyler geliyor öyle?” diye alaycı bir tavırla söylendi. “Benimde içimde sana doğru gelmek isteyen birtakım şeyler var ama malum, aşağıda bizi gözetleyen iki tane evlat var.”
Mete’nin cümlesi bir an için unuttuğum düşünceleri zihnime yansıttı. Mete’den ayrılarak ellerimi karnıma yasladım ve burnumu kıvırarak ona baktım.
“Mete, yarın antrenman çizelgesi hazırlayalım. Ben iyice formdan düştüm. Kilo aldım baksana,” dedim ve kolumu kaldırıp pazımı sıktım. “Bak ne hale gelmiş? Erimiş resmen ya!”
Gözlerimin dolmasına engel olamazken Mete’nin yüzündeki şaşkınlık beni daha da ağlama noktasına getirmişti. Ellerini yanaklarıma yaslayıp kaşlarını kaldırdı ve kafasını iki yana salladı.
“Hayatım, bunlar olağan şeyler. Sen hamilesin. Canında iki can taşıyorsun. Sağ salim dünyaya geldiklerinde eski formuna kavuşursun.”
Eski formuma kavuşur muydum? Mete’de kilo aldığımın farkındaydı. Sol gözümden bir yaş akmak üzereyken Mete, onu parmak ucuyla durdurdu.
“Bak,” dedi, uzatarak, “Karıcığım, senin hormonların değişmeye mi başladı bu sıralar? Dün akşamda karpuz mevsimi bitti diye ağladın.”
Dudaklarımı bükerek gözlerimi Mete’nin bakışlarından kaçırdım. Ne yapabilirdim, bunlar benim kontrolümde olan şeyler değildi ki? İçime ektiği tohumları yüzünden oluyordu. Kaşlarımı çatarak yeniden ona baktığımda alt dudağını ısırdı.
“Hep senin çocukların yüzünden oluyor bana bunlar!” diye çemkirdim. Mete, gülmek ve gülmemek arasında kalırken dudaklarını içe doğru büktü. “Ne yapayım istem dışı oluyor.”
Mete, gözlerini kısıp muzip bir şekilde bana baktı.
“Onlar sadece benim çocuğum mu karıcığım? Unuttuysan nasıl yaptığımızı uygulamalı olarak bir kez daha gösterebilirim,” dedi ve bir anda üzerime doğru çullanıp ağırlığını vermeden dudaklarını dudaklarıma yasladı. Sırtım koltuğa yaslı kalırken dili, dudaklarımın arasına girmekte sabırsızlanıyordu. Sağ eli göğsümden karnıma doğru bir yılan misali sürüklenirken ruhumdaki kasıntı, onun dudaklarına doğru inlememe neden olmuştu.
Düşüncelerim bir toz bulutu gibi silinirken kim olduğumu ve nerede olduğumu unutmuş gibiydim. Sadece o ve ben vardım. Mete, araladığım dudaklarımın arasından dilini ustalıkla sızdırırken sol eli saçlarıma dolandı. Sağ dizinin, bacaklarımın arasındaki baskısını hissedebiliyordum. Belimi kaldırıp ona doğru yükselecekken çalan kapı ile Mete, mırıldanarak dudaklarının hızını kesti.
“Ben dedim, ben sana dedim. Bu timle aynı apartmanda kalmayalım dedim,” dedi ve üzerimden kalkıp beni de koltukta bir anda doğrulttu. Saçlarımı düzeltip kapıya yaklaşan Mete’nin arkasından bakakaldım. Mete, kapıyı açıp sağ elini duvara yasladı.
“Ne var Kubilay?”
Kubilay, gülümseyerek bana el salladı ve Mete’ye bakıp otuz iki diş sırıttı.
“Görüşmeyeli nasılsınız komutanım?”
Mete, gözlerini sımsıkı kapatıp kafasını arkaya doğru attı.
“Sinirliyim Kubilay. Üç saat önce yanından ayrıldığımda mutluydum ama şimdi o sinir yine tepemde Kubilay! Ne var yine, Kubilay?”
Kubilay, gözlerini devirip gülmesine devam ederken ellerini ceplerinden çıkarttı ve kağıdı Mete’ye doğru çevirdi.
“Yonca’m aşeriyor da benim imdadıma bir tek siz yetişirsiniz komutanım. Ben bunu nereden bulabilirim?” diye sorguladığında ayağa kalktı ve kapıya doğru yaklaştım. Mete, Kubilay’ın elindeki kağıdı aldığında elindeki kağıdı okudum.
Ejder Meyvesi.
Mete, okuduğu gibi Kubilay’a yeniden baktı.
“Oğlum bunu sen bulamadıysan ben nerede bulacağım? Yürü git, söyle Yonca’ya izah et. Böyle bir meyve yok dünyada de,” dedi ve kağıdı Kubilay’ın eline tutuşturup kapıyı yüzüne kapattı. Şaşkın bir şekilde Mete’yi izlerken Mete, elini enseme koyup beni kendine doğru çekti. Dudakları hırçın bir şekilde yeniden dudaklarıma yaslanırken ellerimi göğsüne koydum ve geri çekildim.
“Mete, benim de canım Ejder meyvesi çekti. Git, hemen bul ve gel. Yoksa çocuklarımızın bir yerinde o meyvenin izi kalır. Koş, çabuk!”
Mete, bir an dondu.
“Yavrum? O nasıl bir meyve Allah aşkına. Ayrıca ben onu nereden bulayım, Şırnak’ın izbe yerinde?”
Kollarımı göğsümde bağlayıp kaşlarımı kaldırdım.
“Bu beni hiç alakadar etmez. Canım çekiyor, söyle Kubilay’a gidin bulun ve gelin.”
Mete, yüzündeki büyük bir bıkkınlıkla kapıya doğru döndü ve kapıyı açtı. Kubilay, hâlâ kapının önünden ayrılmamıştı. Mete, kabanını eline alıp Kubilay’ın ensesine vurdu.
“Yürü başımın belası. Bulalım şu Ejder meyvesini,” dedi ve göz ucuyla bana baktı, “Yoksa oğlumun çükünde ejderha resmi çıkacak.”
Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım ve arkalarından kapıyı kapattım. Kıkırdayarak koltuğa yürüdüm ve televizyon kumandasını elime alıp arkama yaslandım. Bir dizide rastgele durduğumda koltuğa iyice yayılıp ellerimi karnımın üzerinde birleştirdim.
Zamanın akışı hissedilemeyecek kadar narindi.
Salondaki duvar saati, tik taklarıyla beni zamana bağlamaya çalışsa da ben o bağdan sıyrılıyordum. Sanki saniyeler, bir nehrin kıyısına düşen yapraklar gibi akıp gidiyordu önümden. Göz kapaklarımın ağırlaştığını hissettiğim anlarda nelerin olup bittiğinden bir haberdim. Zaman, bir su damlasının ucunda duruyormuş gibi hissettiriyordu. Ne düşüyordu ne de asılı kalıyordu. Son duyduğum şey, uzaktan bir gök gürültüsünün derinden gelen yankısıydı.
O yankının içinde sıcak bir nefesin, yüzümdeki dağılışına ve üzerime örtündüğünü fark ettim. Göz kapaklarımın ardında bir gökyüzü kıpırdadı. Koyu lacivert bir sessizliğin içinde, ince bir ışık sızıyordu. O ışığın kime ait olduğunu biliyordum, tanıdık bir nefes tanıdık bir sıcaklıktı bu.
“Mete,” diye fısıldadığımı hatırlıyordum.
“Geldim yavrum. Uyumana devam et, seni yatağımıza götüreceğim.”
Mete’nin parmak uçları, saçlarımın arasından geçerken zaman bir anda durmuş gibiydi. Bedenimin havalandığını ve saniyeler sonra daha serin bir yere konduğunu hissedebilmiştim. Arkama geçen bir bedenin sıcaklığıyla uyanıklık ve uyku arasında kalmıştım. Mete’nin ellerini karnımın üzerinde hissediyordum ama tepki veremiyordum. Gözlerimi aralamak istedim ama o an yapamadım. Çünkü o an, bizim için huzur vardı.
Bir battaniyenin üzerimize çekildiğini hissettim. Kumaşın hafifliği, tenimde bir kanat gibi süzüldü. Mete’nin kokusu yaklaştı, başımın hemen üzerine doğru eğildi.
“Senelerce hayalini kurduğum bir anın içindeyiz. Şimdi kollarımın arasında umutla ve huzurla uyuyorsun,” diye fısıldadığını hatırlıyordum. Saçlarıma değen nefesi içimde sesinin yankılanmasına neden olurken sırtımı daha da göğsüne yasladım.
“Ruhumun eşisin,” diye mırıldanmıştım, duymuş muydu bilmiyordum ama beni daha da kendine çektiğinde duyabildiğini şu sözlerle anlamıştım.
“Canımın içi... Sen, göğüs kafesimde sakladığım kalbimsin.”
🕊️
Göğü titreten gök gürültüsü, yeryüzünü delip geçen bir keman sesi gibi patladı; sanki karanlık bulutların arasından kopan öfke, her pencereyi, her çatıyı ve her yüreği sarsıyordu. Hava bir anlığına elektrikle doldu, rüzgâr telleri ve ağaç dallarını çırparken, yer de hafifçe titredi.
Ellerim üzerimdeki kamuflaj montunun ceplerinde saplı bir şekilde kalmışken gözlerim, bardaktan boşalırcasına yağan yağmurun altında eğitim gören Güvercin Timinin yedek teğmenlerini eğiten Mete’nin sırtında asılı kalmıştı. Üzerindeki, eskiden yeşil olan kısa kollu tişörtün, hâki rengine dönmesini umursamadan onlara eğitim vermeye devam ediyordu.
Bakışlarım yerde şınav çeken teğmenlerin üzerindeki tişörtlere çevrildiğinde burukça gülümsedim. İç burkan soğuğun onu, üzerindeki ıslak kıyafetlerle hasta olduracağını bile bile onları yalnız bırakmamıştı. Bedenini sola doğru döndürdüğünde alnına düşmüş saçlarından süzülen yağmur damlalarını görebildim. Rüzgârın hırçınlığıyla karışıyor, ama o sanki hiçbir şeyi hissetmiyormuş gibi duruyordu.
“En zorlu koşullarda eğitileceksiniz ki rahatta gözünüz kapalı nefes alabileceksiniz!” diye kükrediğinde gök, bir kez daha bu dediklerine katılıyormuşçasına gürledi. Ellerini palaskasına yaslayıp önlerinde yürümeye başladığında bakışları ufukta sabit kalmıştı.
Bir ara, sağa sola bakarken, teğmenlerin yüzlerindeki karışımı gördü: yorgunluk, korku ve hayranlık birbirine karışmıştı. Mete bunun farkındaydı; hatta bunu görmek, onun sert disiplinini bir nebze de olsa yumuşatıyordu. “Güç, sadece kasla değil, iradeyle de ölçülür!” diye bağırdı. Gökyüzü bu sözleri onaylarcasına bir kez daha gürledi.
Yağmur, adeta artık gökten bir sel gibi akıyordu. Teğmenler, çamurun içinde kayarken birbirlerine destek olmaya çalışıyor, her düşüşten sonra daha kararlı kalkıyorlardı. Mete, onları izlerken sessiz bir tatminle gülümsedi; her damla yağmur, her rüzgâr darbesi, hem onların hem de kendi iradesinin sınavıydı.
Arkamdan yaklaşan postal sesleriyle bir an için bakışlarımın Mete’den kopmasına izin vererek sağ omzumun üzerinden arkama baktım. Bora, elleri cebinde, üzerindeki kamuflaj üniformasıyla yanımda durduğunda gözlerimi yeniden Mete’ye çevirdim.
“Sana bir sır vereyim mi yenge?”
Bora’nın alay kokan sesiyle bakışlarım yüzüne çevrildi. Bora’nın sesindeki alaycı ton, gözlerindeki parlaklığa ve dudaklarındaki küçük bir kıvrımla var olmuştu.
“Huylu huyundan hiç vazgeçmez. Yedisinde ne ise yetmişinde de öyle olur. Bizimle eğitim yaparken de aynı Tarzan gibi davranırdı, şimdi yine öyle davranıyor,” dedi ve Mete’den bakışlarını çekip bana baktı.
“Ama sanki artık Tarzan değil de ıslak bir kedi yavrusuna dönüşmüş gibi,” dedi ve gülerek yeniden Mete’ye bakmaya devam etti. Gözlerimi devirdim ama dudaklarımdaki alaycı gülümsemeye engel olamadım.
“Mete’mi ıslak kedi Çilingir?” diye söylendim ve elimi cebimden çıkartıp Mete’yi işaret ettim. “Cüssesini görmüyormuş gibi ıslak kedi diyorsun benim kocama, ayıp ayıp.”
Bora’nın gülüşünün büyüdüğünü fark ettiğimde kafamı iki yana salladım.
“Aman tamam bir şey demedik kocana.”
Zaferle çenemi kaldırıp Mete’ye bakmaya devam ederken Bora, ıslık çalarak Mete’nin bize bakmasına neden olmuştu. Mete, yan durduğu profili bozmadan yalnızca kafasını çevirip bize baktığında ilk baktığı ben olmuştum. Dudaklarında yağmura rağmen görebildiğim küçük bir tebessüm oluştuğu an, bize sırtını döndü ve ellerini palaskasından çekti.
“Kalkın, eğitim bitti. Üzerinizi değiştirip yarım saat sonra toplantı salonunda toplanın,” dedi ve teğmenlere sırtını dönüp bize doğru yürümeye başladı. Yağmur, her adımında biraz daha bedenini dövüyor ve o hiç buna aldırmıyormuş gibi yavaşça bize ilerlemeye devam ediyordu. Durduğumuz binanın altına girdiğinde yüzünü biraz bana doğru eğdi. Saçlarından dökülen damlalar zihnimin en gerisindeki bir anının tozlanmış sayfalarına dokunduğunda, dudaklarımdaki o soğuk öpüşü hatırladım.
Beni ilk öptüğü o yağmurlu günü anımsadım.
Mete'de sanki o anı bir an için hatırlamış olmalıydı ki saniyeler içinde dudaklarıma düşen gözlerini hızla hareket ettirdi ve çarpık bir gülümseme ile gözlerime baktı. Aramızda sallanan el ile Mete, dudaklarındaki gülümsemeyi yok edip gözlerini devirdi ve Bora’ya baktı. Bora, cebinden ne ara çıkarttığını bilmediğim bir mendili Mete’ye uzattığında Mete, hiç beklemeden mendili aldı ve yüzünü silmeye başladı.
Bora, “Hadi zamanında gençtin, kanın kaynıyordu. Şimdi kocaman adam oldun hâlâ mı yağmurun altında eğitim veriyorsun Mete?” dediğinde Mete, mendili yüzünden çekip tek kaşını kaldırdı.
“Ben hâlâ gencim Bora.”
Bora, göz ucuyla Mete’ye baktığında Mete, elindeki mendili Bora’nın yüzüne atıp kaşlarını çattı.
“29 yaşının neresi yaşlı Bora, Allah aşkına? Ayrıca hava şartları bunu gerektiriyordu ne yapabilirim? Yedek tim ne kadar zorlukta eğitilirse o kadar güçlü ve hazırlıklı olacaklar. Bunu en iyi kendi eğitimlerimizden biliyorsun,” diye bir açıklama yaptı. Mete, bir bakıma haklıydı.
Bora, alaycı bir tavırla Mete’yle uğraşmaya devam etti.
“Tamam ama o zamanlar daha bir göz alıcıydın. Şimdi elimde yıkadığım donuma benziyorsun. Suyunu sıkıp tele assam paçalarından su akıtmaya devam edeceksin.”
Mete, dişlerini sıkıp göz ucuyla bana baktı. Ellerini hızla kaldırıp kulaklarıma yasladığında gülmeye başladım. O ise yüzünü Bora’ya çevirmiş bir şekilde hararetle bir şeyler söylemeye başlamıştı. Bir an için durup ellerini kulaklarımdan yanaklarıma indirdi. Gözlerindeki sinir buğusu bir anda endişeye ve ihmale çevrilmişti.
“Lan üşümüşsün sen, ne zamandan beri dışarıda bekliyorsun?”
Onun timle çıkıp yağmurun altında eğitim yapmaya başladığından beri olduğunu bilmesine gerek olduğunu sanmıyordum. Çünkü o bunu bilecek kadar akıllıydı. Kaşlarını alnında büzüştürüp beni omuzlarımdan tuttu ve ıslak üstüne değdirmeden binanın girişine doğru döndürdü. Sol omzunun hizasından Bora’ya baktı.
“Beni burada bekle. Karımın yanında kulağını kapatıp küfür ettirdiğin için seni koşturacağım,” dedi ve Bora’nın konuşmasına izin vermeden beni içeriye doğru yürütmeye başladı. Lojmana yerleşmiş olsak bile her an için daima hazır olacak olan yatakhaneye doğru sürükledi. Kapıyı açıp içeriye girdiğinde sol kolumu nazikçe tuttuğunun bilincindeydim. Zihnimde bir kanser gibi nükseden anı, yeniden yayıldığında gözlerim onun yüzünde takılı kaldı.
Mete, kaloriferin ısısını arttırırken küçük adımlarla yanına yaklaştım. Elini döndürdüğü düğmeden çekip bana baktığında ellerimi kaldırıp göğsüne yasladım. Elleri bileklerime yaslandı.
“Yavrum, ıslağım. Tenin üşüyecek,” dedi ama onu duymazlıktan geldim.
“Beni ilk bu odada, bu halinle öpmüştün,” diye fısıldadığımda gözlerini kaplayan gökyüzü, dışarıdaki bulutla kaplı gökyüzünün tam tersiydi. Harelerinin içinde bir güneşi saklıyordu. Daha dikkatli baktığımda o güneşin benim olduğumu kanıtlayacak türden bakıyordu.
Ellerini, sardığı bileklerimden usulca çekerken sol eli nazikçe sağ kolumu kavradı. Sağ eli saçlarımın üzerinden enseme yaslandığında teninin soğukluğu, bir nefes gibi saç diplerime dağıldı. Gözlerini kapatıp dudaklarını yavaşça dudaklarıma bastırdığında avuç içlerimi göğsüne biraz daha bastırdım.
O günkü gibi itmek için değil, aklımı başımdan alıp dengemi bozduğu içindi.
Dudaklarıma yaslanmış soğuk teni, bu sefer ısıtmak için karşılık verdiğimde Mete, üst dudağımı dişlerinin arasına alıp öpüşünü derinleştirdi. Soğuk burnu, yanağıma yaslı kalırken kalbim, ilk günkü gibi göğüs kafesimi parçalayarak çıkmak için can atıyordu. Nefesimiz, birbirine karışıp bize yaşam olurken ruhum, bir kez daha aşkın ilk düştüğü o damlada ıslanıyordu.
Tekerrür eden anı, bir çığ gibi büyüyüp üzerimize kristallerini bırakırken Mete, ağırca dudaklarını dudaklarımdan ayırıp alnını alnıma yasladı. Gözleri ağırca aralanırken geceye dönmüş lacivertlerini bana sunmaktan çekinmedi. Sertçe yutkunduğunda saç diplerimi okşadı.
“O gün seni ilk öptüğümde soğuktan değil, senin kalbime bıraktığın hasardan üşümüştüm.”
İlk itirafı, gökyüzünden düşen bir kar tanesinin usulca yeryüzüne düşerken yağmur damlasına dönüşmesi gibiydi. Kristaline muhtaç kalmış toprağın, onu şaşırtacak kadar küçük bir yağmur damlasına dönüşeceğini beklemiyordu.
Gözlerimi kısarak alnımı hafifçe alnına bastırdım.
“O gün beni öptükten sonra kapının önüne koymuştun, hatırlatırım Mete.”
Mete, gülümseyerek burnunu burnuma sürttü ve aramızdaki şişmiş karnıma rağmen elini kolumdan çekti, belime kaydırıp beni kendine yaklaştırdı.
“O gün seni bu odadan çıkartmasaydım, karşında aşkından nutku tutulmuş bir adam görecektin. Ben seni bu kapının ardına koyduğumda titreyerek kendime sarıldığımı hatırlıyorum Eyşan.”
Mete’nin gözlerine bakakaldığımda kafamı iki yana salladım.
“Pişman oldun mu peki?” diye sorduğumda gözlerini pörtleterek ellerini yanaklarıma yasladı.
“Ne pişman olması?” dedi, sitem dolu bir sesle. “O anın hiç bitmesini istemedim ben Eyşan. Hatta kendime hâkim olamayacağım için çok korktum.”
Kıkırdayarak ellerimi göğsünden boynuna doğru bir yılan misali sürükleyerek ensesinde birleştirdim.
“Peki, kendine hâkim olmasaydın?”
Mete, çarpıkça gülümseyip burnunu yeniden burnuma sürttü ve dudaklarını yanaklarıma bastırıp kulağıma doğru sürükledi. Nefesini usulca şakağıma üflediğinde gözlerimi kapattım.
“Karnındaki veletler, daha erken gelirdi.”
Yaptığı imayla gözlerimi açıp ellerimi boynundan çözdüm ve sertçe omzuna vurdum.
“Ya! Ne biçim konuşuyorsun çocukların yanında?” diye bağırdığımda gülerek ellerini bedenimden çekip bir adım geriledi.
“Ne yalan mı? Kendime hâkim olmasaydım belki kucağımızda bile olabilirdi yani şu an.”
Sinirle Mete’ye atılıp vurmak için kollarımı kaldırdığımda Mete, kahkaha atarak bileklerimden tuttu, nazik, canımı yakmayacak kadar sıkı ve bir o kadar da çevik bir hareketle beni döndürüp göğsüne yasladı. Kollarımı kendi göğsümün üzerinde kenetleyip beni iyice kendine çekti. Burnu şakaklarımda dolanırken gülümsediğini, tenime değen dudaklarından anlayabiliyordum.
“Ankara’da sana dokunan parmak uçlarım cennetinin sularına bulandığından beri, kasıklarımda bir bıçak taşıdım ben,” dedi ve dudaklarını şakağıma bastırdı. Söylediği cümleler aldığım itirafların boyutunu taşırken yutkunmama engel olamamıştım. “Beni her zorladığında, o taşıdığım bıçak benim cehennem azabım oldu.”
Gözlerimi bir an için devirip karnımdan aşağıya doğru inen nabzımın yolunu değiştirmek istedim. Kollarımı bırakması için göğsüne yaslanıp kendimi çekecekken şakağıma yaslanan dudakları ile duraksadım.
“Oysaki senin yokluğun benim en büyük azabımdı. Seninle her tartışmamın sonunda yine sana dönmemin sebebini anlıyor musun artık?”
“Neymiş o sebep?” diye sordum.
Yüzüme doğru eğildiğini hissettiğimde yüzümü Mete’ye çevirdim. Gözlerindeki alaycı ifadeye çok uzak bir bakış vardı. Muhtaç gibi bakıyordu, çünkü muhtaçtı. Şükrandı, çünkü benimleydi. Aşıktı, çünkü ölümü bile göze almıştı.
“Çünkü sen, cenneti taşıdığına inandırdın ve beni o cehennemden azat ettirdin. Karnında taşıdığın o evlatlar, bana da verdiğin en büyük ders oldu.”
Gözlerimi devirdim, ama dudaklarımdaki gülümseme engellenemezdi. Mete, hafifçe beni bıraktığında bedenimi ona doğru döndürüp çenemle üzerini değiştirdim.
“Git üzerini değiştir artık. Hastalanacaksın ama.”
Mete, “Bana bir şey olmaz,” dedikten sonra hapşırdığında hızla benden uzaklaştı. Gözleri büyüdüğünde yavaşça bir adım geri çekilip yüzüne bakmaya devam ettim.
“Bora haklıydı,” dedim.
Mete, kaşlarını çattı ve bir kez daha hapşırdı. Bir adım daha geriye gidip ellerimi üzerimdeki kabanın ceplerine soktum.
“Yaşlandın sen, artık eski formunda değilsin alış buna.”
Mete, tam bana doğru gelecekti ki hapşırarak geri çekildi. Burnunu çekerek sandalyenin üzerindeki katlanmış havlusunu aldı ve geri adımlarla yürürken bana söylenmeden çekinmedi.
“Kendimi bir süreliğine karantinaya alıyorum karıcığım. Beni fazla özlemesen iyi edersin.”
Ellerimi ceplerimden çıkartıp belimin yanlarına koydum.
“Ne demek fazla özlemesen iyi edersin?”
Mete, burnunu çekip banyo kapısını açtı ve omzunun üzerinden bana baktı.
“Lojmana taşınmadan önceki son gecemizde beni nasıl aşerdiğini hatırla ve beni bir süre hayallerinde iste bebeğim,” dedi ve hızla bir şey dememi beklemeden banyoya kaçtı. Bedenime kal gelmiş bir şekilde kapanmış banyo kapısına bakakaldım. Ellerimi karnıma yaslayıp gözlerimi kapattım. Anılar, bir film şeridi misali karanlıkta aktığında hızla gözlerimi açtım ve ellerimi karnıma daha sıkı bastırdım.
“Bunu duymadınız. Bu an hiç yaşanmadı,” diye konuştuğum sıra Mete’yi odada bırakıp koridora çıktım. Kafamı iki yana sallayarak yürümeye başladım. Düşüncelerim, birbiriyle çarpışan dalgalar gibiydi. Ne kadar güçlü görünürse görünsün, her insanın içinde bir çocuk gizliydi; bazen o çocuk, geçmişin karanlık bir köşesinde fısıldar, bazen de yağmurun ardından sessizce gülümserdi.
Kantine doğru ilerlerken koridorun sonunda Yonca ile Kubilay’ı gördüm. Yonca’nın yüzündeki kocaman gülümseme, tüm kasveti bir anda dağıtan bir güneş gibiydi. Adımlarını hızlandırdı ve yanıma geldiğinde o sıcak tebessümüyle, her şeyi bir anda sadeleştirdi.
“Komutanım, biz bir şey hesapladık,” dedi heyecanla. Kubilay’ın gözleri parlıyordu; içinde hem korku hem umut aynı anda dans ediyordu.
“Ne hesapladınız bakalım?” diye sordum, dudaklarımda farkında olmadan beliren bir gülümsemeyle. Yonca, ellerini karnına koydu; hareketindeki narinlik, kalbimi istemsizce yumuşattı.
“Hemen hemen aynı günlerde doğum yapacağız sanırım.”
Sözleri havada asılı kaldı bir an. Zaman o anda durdu sanki. İçimde bir sıcaklık yükseldi; hayat, bütün karmaşasına rağmen yeniden filizlenmenin bir yolunu buluyordu.
Kubilay, Yonca’yı kolunun altına çekip diğer koluyla da kolumu sarmalayıp yavaşça yürümeye başladı. Dudaklarımda asılı kalmış küçük bir tebessümle onlara eşlik etmeye başladığımda Kubilay’ın sesi kulaklarımda nüks ediyordu.
“Bir düşünüldüğünde hepsinin bir arada büyüyecek olması kulağa hoş gelmiyor mu?” diye sordu. Kafamı sallayarak onu onayladım ve dudaklarımı araladım.
“Evet, çok büyük bir cümbüş bizi bekliyor olacak.”
Kahkahalarımız ile kantine giriş yaptığımızda bizim ekibin bir masanın etrafında toplandığını gördüm. Osman, elindeki arabanın anahtarını çevirirken gözleri duvardaki saatte takılı kalmıştı. Bakışlarım saate çevrildiğinde gözlerim büyüdü. Saat ne ara 16:30 olmuştu. Kubilay’ın sessizce fısıldamasını işittim.
“Cemile’yi okuldan almak için bekliyor,” dediğinde çarpıkça gülümsedim ve masanın önünde durduk. Masadaki bakışlar bize çevrilirken Osman’ın bakışları henüz saatten ayrılmamıştı.
“Saate bakarak zamanı ileriye alamayacağını ya da hızlandıramayacağını biliyorsun, değil mi Osman?” dedim, alayla. Osman, gözlerini bana çevirdiğinde ormanın en sakin manzarasını izlediğimi sandım bir an için. Eskiden kurumuş bir çölün ortasında kalan cansız bakışları, şimdi yeniden can bulmuş ve balta girmemiş bir ormana çevrilmişti.
“Sen, komik olduğunu mu sanıyorsun Güvercin?”
Gözlerimi devirip sandalyeye oturdum ve ne ara önüme konduğunu fark etmediğim çaya uzandım.
“Ee sizin düğünü ne zaman yapacağız?” diyerekten bir laf attım. Osman’ın bakışları o andan itibaren donuklaştığında benden kaçırmak zorunda kaldı.
“Bilmem, hiç konusu açılmadı,” dedi ve oturduğu yerden kalkıp masanın üzerindeki anahtarı kavradı. “Belki de yakındır, bilemeyiz.”
Kimsenin konuşmasına izin vermeden kantinden ayrıldığında bakışlarım sırtında kalakalmıştı. Canını sıkan bir durumun olduğunu biliyordum ama ne yaşandığını bilmiyordum. Osman’ı çok aksattığımı ve eskisi gibi onunla dertleşemediğim aklımın bir köşesine kazındığı sıra, Ayda, Osman’ın kalktığı yerde var oldu.
Alperen ile Selçuk, yeniden gitmişlerdi ama bu sefer geri döneceklerinin bir sözünü de almıştık. Selçuk, Alperen’i istihbarat için hazırlıyordu ve bu zorlu yolda Ayda’dan uzakta durması gerektiğinin bilincindeydi. Ama bundan Ayda’nın haberi yoktu. Yalnızca Alperen’in kariyer basamaklarını tırmandığının farkındaydı. Ses çıkartmıyordu. Çünkü Alperen’in mutluluğu, Ayda’nın gözlerindeki ışık kadar önemliydi.
“Eyşan, Mete nerede?”
Bir an için Caner’in sesini duyduğumda gözlerimin odaklı kaldığı çaydan bakışlarımı çekip ona baktım. Üzerindeki takım elbisesinin ceplerini ellerine sokmuş bir şekilde ayakta duruyordu.
“Yedek tim ile toplantı salonunda toplanacaklardı,” dediğimde ise kafasını anladığına dair salladı ve sol elini cebinden çıkartıp saatine baktı. Yeniden bakışları bizi bulduğunda çenesini dikleştirdi.
“Bir görev dosyası geldi. Akşam 20:00’de herkes koordinasyon merkezinde toplanacak,” dedi ve arkasına dönüp kantinden ayrıldı. Yavaş yavaş eski benliğimize dönüyorduk. Görevler çıkacak ve her biri yeniden timi bir araya getirecekti. Zorluklara direndiğimiz gücümüz, belki de bu görevlerin hiçbirinde tam olarak kullanılmayacaktı.
“En zorunu atlattınız,” dedi, iç sesim. Kafatasımın içindeki balçığa saplanmış duyguların ve tecrübelerin hepsi toplandı ve iç sesimi susturdu. Kimseyi hafife almamamız gerektiğini bana yeniden hatırlattı. Evet, zoru atlatmıştık ama her görevde yeniden o acılarda çektiğimiz anları hatırlamaktan başka bir şey yapamazdık. Çünkü düşmanı hafife almak, bizi güçten düşürürdü.
Ve bunu hiçbir zaman yapmayacaktık.
2 Eylül 2022 – 16:52 / Şırnak
Osman Çavdar, Ağzından
Zalim, Tolga Ayaz
Camın ötesindeki gökyüzü, kendini unuturcasına ağlıyordu. Her damla, varoluşun sonsuz yankısında bir nabız gibi cama çarpıyor, kayıp zamanın suretini çiziyordu. Arada hızlanıp yavaşlanan damlalar, ritmini bulan bir monoloğa dönüşmüştü. Sert takırtılar, metalin üzerinde yankılanırken rüzgâr arada o sesin arasına karışıp damlaları biçimsiz bir müziğe dönüştürüyordu.
İnsan o an anlıyordu ki yağmur sadece gökten değil, içimizden de yağıyordu. Her biri geçmişin bir hatırası, söylenmemiş bir sözü ve affedilememiş bir anı gibi kalbe vuruyor, süzülüyor ve kayboluyordu. Dışarıdaki gökyüzü yeryüzü için gözyaşı dökerken benim kalbim, zihnimi alt eden bir çift Zebercet için atmaya devam ediyordu.
Arabanın farları yola ince şeritler halinde uzanmış, altta yanan sis farı ise bir nebze olsun ortalığı buğulu bir atmosfere çevirmişti. Tenime bir kucak gibi sarılan soğuk, zihnime sızan acımasız bir yılan gibiydi. Sırtımı yasladığım dondurucu duvar, üzerimdeki kabandan bile hissedebiliyordu.
Gözlerimi önümdeki arabanın farklarından çekip binanın girişine baktım. Elimde tuttuğum şemsiyenin sapıyla oynarken gözlerim o boşlukta salınmaya başladı. Başımıza gelen o olaylardan sonra düşüncelerim bir bıçak misali kesilmişti ama kabuslarımdan çıkmayan bir cümle asla dinmiyordu. Geceleri gördüğüm karabasan, beni Cemile’siz bir uykusuzluğa bırakıyordu.
“Osman.”
Kulaklarıma dolan naif bir sesle oynadığım şemsiyenin sapını sımsıkı tuttum ve bedenimi bina girişine doğru çevirdim. Sesini duyduğum ilk andan itibaren dudaklarıma kazınmaya başlayan gülümsemenin yapay olmadığını biliyordum ama gözlerimin kıvrımının oluşmadığının da farkındaydım.
O da bunun farkındaydı.
Zebercetlerini daha da belirgin bir şekilde görmeme neden olan, küçülmüş obrukların odağımda kalmasına dikkat ederek başımla arabayı işaret ettim.
“Hadi üşüme, arabaya geçelim,” dedim ve şemsiyeyi yana doğru açıp üzerimize yükselttim. Cemile, şemsiyeyi tuttuğum kolumdan destek alarak benimle yürümeye başladığında onun oturacağı koltuğa doğru yavaş adımlarla ilerledim. Islanmamasına özen göstererek kapıyı açıp binmesini bekledim. Cemile arabaya bindiğinde hızlı adımlarla aracın önünden dolaştım ve şemsiyeyi kapatıp arka koltuğa bıraktım. Üzerime düşen yağmur damlalarını görmezden gelip şoför koltuğuna yerleştim.
Cemile, ellerini birbirine sürterek rahat bir nefes alırken göz ucuyla kızarmış burnuna baktım. Şırnak’ın ayazına alışmış zihnine rağmen henüz bedeni alışmamıştı. Elim otomatik olarak aracın çalışan ısıtıcını daha da yükseltmek için harekete geçerken Cemile’nin beni izlediğini biliyordum.
“Bu sıralar canını sıkan bir durum var Osman. Bir sorun mu var?”
Sorun yoktu. Sadece içinde bulunduğum o karanlık dönemi atlatmam gerekti.
Gözlerimi onun sarıya çalmaya başlayan harelerine diktiğimde bir kez daha hayranlıkla doldum. O zebercet taşının sarılı yeşilli renginin, en nadide bir parçasını gözlerinde taşıyordu. Doğrucu olmaya karar verdim, gözlerindeki ışığın hüzne bulanmasına izin veremezdim.
“Bu sıralar kâbus görüyorum.”
Cemile, gözlerini kıstığında aracı yerinden oynatmak için el frenini indirdim ve direksiyonu kavrayarak gaza bastım.
“Kâbus görüyor olman benimle uyumanı engellemez Osman,” dedi, ılımlı bir ses tonuyla. Ama derinlerinde barındırdığı kırgınlığını tınılarını işitebilmiştim. Göz ucuyla ona bakıp yeniden yola baktım ve çalışan sileceklerin önümü göstermesine izin verdim.
“Uykunu bölmek istemiyorum Cemile. Zaten yeterince okulda yorgun düşüyorsun. Bir de benim sürekli uyanmamdan dolayı uykusuz kalmana göz yumamam.”
Cemile’nin kollarını göğsünde bağladığını gördüm.
“Peki, bu ne zamana kadar devam edecek?” diye sorguladığında sessiz kaldım. İnan ki bende bilmiyorum Cemile, demek istedim ama demedim. Bu ne zaman kadar devam edecek, inan, bende bilmiyorum diyemedim.
Aracı boğan uğursuz bir sessizliğe gömüldüğümüzde kırmızı ışıkta aracı yavaşlattım ve dirseğimi cama yaslayıp elimi dudaklarımın üzerine kapattım. Bana döndüğünü hissettiğimde yüzümü çevirip ona baktım. Gözlerinde bir bulut silsilesi oluşmuştu. Her an akmaya hazır olan yaşları gördüğümde yutkunamadım.
“Beni artık sevmiyor musun yoksa?” dediğinde gözlerimin açıldığını fark ettim. Ensemin köküne sanki düşman, sert bir demirle vurmuşçasına acı çektim. “Bana eskisi gibi gülmüyorsun. Gözlerindeki ışıltıları bana göstermiyorsun. Bana dokunmaktan kaçıyorsun.”
Emniyet kemerimi bir anda söküp ona doğru döndüm ve yanaklarını avuçlarımın arasına aldım. Baş parmağıma dökülen gözyaşıyla başımın döndüğünü hissettim. Nasıl olurdu da böyle düşünebilirdi?
“Sen ne dediğinin farkında mısın Cemile? Benim nasıl seni sevmediğimi düşünürsün? Gözünden şu an akan yaşın kalbimi nasıl sıkıştırdığını, parçalara ayırdığını bilseydin eğer, böyle konuşmazdın.”
Cemile, gözlerini benden sakındığında dişlerimi köklerimi yerinden oynatacak kadar sertçe sıktım.
“Bana böyle hissettiriyorsun ama. Sana dokunmak istediğimde beni geri çeviriyorsun. Yanında uyumak istediğim anlarda yanımda olmuyorsun.”
Bir anlığına, sileceklerin bile durduğunu sandım. O kadar çıplak, o kadar savunmasızdı ki sesi, kelimeler değil, sanki soluğunun kırıklarıydı konuşan. Bir sükûtla doldu kulaklarım, ardından dışarıdan bir şimşek sesi geldi; gökyüzü bile bölünüyordu sanki.
“Ben,” dedim, yanaklarını iyice avuçlarımda kavrarken. “Kendimden korkuyorum Cemile. Var olduğunu bildiğim şeyleri kaybetmekten korkuyorum. Seni o kadar çok seviyorum ki kim olduğumu unutmak istemediğim için o kâbusla baş başa kalıyorum.”
Cemile, gözlerini açıp bana yeniden gözlerini sunduğunda ciğerlerime dolan ılık nefesin canıma can kattığını anladım. O an anladım ki bana bakmadığı her an nefesimi kesecek bir boşluğa düşüyordum. Yaşamım, ellerimin arasına aldığım bu kadındaydı.
“O hâlde paylaş benimle. Ne gördüğünü anlat, neler hissettiğini konuş ama beni kendinden mahrum bırakma Osman.”
Bu cümle, içimde bir şeyleri kırdı. Üzerimize vuran yeşil ışıkla ellerimi her ne kadar istemesem de Cemile’nin yanaklarından çekip direksiyonu kavradım ve gaza bastım. Sessizliğin bir çığ gibi büyüyüp üzerimize yuvarlanacağını hissettiğim anlarda lojmanın önünde aracı durdurdum. Karanlık, filmli kaplı camlardan dolayı üzerimize ağırca çökerken gözlerimi Cemile’ye çevirdim. Yanacağımı bile bile elimi ona takılı olan emniyet kemerine götürüp çıkarttım.
Ne yapacağımı merakla izleyen gözlerinin yüzümde gezindiğini biliyordum.
Elim, turuncu saçlarına yaslanırken parmaklarımla saçlarını kavrayıp yüzünü kendime doğru çektim. Bunu beklemiyormuşçasına dengesini kaybetti ve ellerini aramızdaki kolçağa yaslarken dudaklarından şaşkınlıkla dolu bir nefes bıraktı. Bıraktığı nefesi ciğerlerime dudaklarından çekmek için dudaklarımı yasladım.
Ciğerlerime çektiğim nefesinde, akşamüstü içtiği kahvenin ve tenindeki yasemin kokusunun izi vardı. Kolçağa yaslanmış elini nazikçe kavradım ve boynuma yükseltip hissetmesini istedim. İlk temasımız bir soruydu, bir cevaptı, her şeydi. Cemile, atan nabzımın çılgın temposunu hissettiğinde dudaklarını aralayarak bana karşılık vermeye başladı.
Bu sakinliğin içinden bir yoğunluk doğdu. Başımı biraz daha eğip dudaklarımı daha fazla araladım. Artık sadece bir dokunuş değil, bir tadıştı. Nefesini içime çekişim daha derin, daha istekliydi. Onu bana doğru çekerken, dişlerim hafifçe alt dudağına değdi.
“Seni sevmiyorum öyle mi?” diye mırıldandım ağzının içine onu öperken. Konuşmasına izin vermeden dudaklarını dudaklarımın içine hapsedip sömürdüm. İtirazı, nefesi, her şeyi sömürdüm.
Boynumdaki eli enseme doğru kayarken, diğer eli de onunla aynı kaderi yaşamak için yukarıya yükseldi. Hissettiği her vuruş, onu ne kadar istediğimin bir yankısıydı. Nefesini benimle paylaşması için dudaklarını bir an için rahat bıraktığımda aralı dudaklarından sızan oyunbaz nefesi tuttum ve kendime sakladım.
“Seni sevmiyorum, öyle mi?” dedim yeniden, ama bu sefer kelimelere bastırarak. Saçlarını kavrayan parmaklarım yüzünü daha çok yüzüme doğru çekiştirmeme neden olduğunda dudaklarını öpmeye devam ederken bütün içimdeki zehri onun ruhuna akıtmaya ant içtim.
“Sen benim için bir cehennemsin,” diye dudaklarının arasına fısıldadığımda boynundaki elini yavaşça alıp kasıklarıma bastırdım. Hissettiği sertlik, onun dudaklarıma inlemesine neden olduğunda elini daha çok bastırmak için hareketlendi. Ona bunu yapması için izin verdiğimde saçlarına asılarak yüzünü yüzümden milim santimetre ayırdım.
Sıktığım dişlerim yüzünden köklerimin ağrıdığını hissederken, “Ama ben sahip olduğum cennetten çıkmak istemeyecek kadar korkak bir adamım,” diye dudaklarına doğru tısladım. Gözlerinde parıldayan iki şey görüyordum. Biri mahcubiyetti. Çünkü onu sevdiğimi anlamıştı. Diğeri ise zevkti. Onun için ne kadar çaresiz kaldığımı görüyordu.
Tekrar dudaklarına düştüm. Ellerim yanaklarını kavrarken dudaklarını ısıra ısıra onu öpmeye başladım.
“Beni olduğum cennetten kovdurma Cemile. Bana zaman ver,” diye fısıldadığımda elini kasıklarımdan çekip yanağıma yasladı ve nefes nefese geri çekildi. Titreyişini, kalbinin yerinden fırlayacakmış gibi atışını hissedebiliyordum.
“Sen,” dedi, yüzüme çarpan nefeslerinin arasından. “O kâbuslarında bir şey mi arıyorsun?”
Kafamı belli belirsiz salladığımı gördüğünde gözlerini derince yumdu. Sanki içimdeki tüm cevapları, tüm korkuları bu küçük hareketimde yakalamıştı. Derin bir nefes bırakmama neden olduğunda yeniden o gözlerini bana bir hediye gibi sundu. Cehennemin aslında cennetten daha iyi olduğunu neredeyse inandırabilecek kadar ahenkli bakıyordu.
Bana öyle bir bakıyordu ki ruhumun çoktan ateşinde yandığını hissedebiliyordum. Onun bakışları, tenimde dolaşan bir alev gibiydi. İçimi yakan, beni kül eden ama aynı zamanda hiç olmadığım kadar canlı hissettiren bir alev.
“Belki de aradığım tek şey sensin,” diye fısıldadım, sesim titreyerek. “Kâbuslarımın içinde bile sen varsındır.”
Cemile, bu sözlerim karşısında hafifçe gülümsedi. Bu gülümseme, acı ve tutkuyla dolu bir gülümsemeydi. Elini yanağıma götürdü, parmak uçları tenime değdiğinde için için yanmaya başladım.
“Öyleyse kâbuslarına hoş geldin,” dedi, sesi bir tehdit kadar yumuşak. “Çünkü ben senin en büyük kâbusunum.”
Ve o an anladım ki, onunla geçirdiğim her an bir kâbustu. Ama bu kâbuslardan uyanmak istemiyordum. Çünkü onunla yanmak, onsuz yaşamaktan daha iyiydi. Aracın içinde ritmik çalan cep telefonumun sesiyle elimi kabanımın cebine sokup telefonumu çıkarttım.
Kurma Kolu
Boğazımı temizleyip aramayı cevaplandırdım ve telefonu kulağıma yasladım.
“Efendim Kubilay?”
Kubilay, derin bir nefes verdi.
“Nerede kaldın be oğlum? Caner hepimizi koordinasyon merkezinde toplayacak. Cemile’yi de buraya getir. Ayda’da burada hem. Yalnız kalmasın kız,” dedi ve konuşmamı beklemeden suratıma kapattı. Gözlerimi devirerek Cemile’ye baktığımda gülmek ve gülmemek arasında kalmış bir suratla bana bakıyordu. Elini kaldırıp telefonu gösterdi.
“Gerçekten Kubilay’ı kurma kolu olarak mı kaydettin?” diye sordu ve elini şişmiş dudaklarına yaslayarak gülmeye başladı. Elini nazikçe dudaklarının üzerinden çekerken kulağıma dolan melodilerine gülümsedim. Gözlerimin altındaki kırışıkları hissedebiliyordum.
“Gizleme gülüşünü benden. Bırak yaksın kavursun ateşin beni.”
Cemile, derin bir iç bırakarak bana bakarken dudaklarımı alnına yaslayıp derince öptüm.
“Sen benim korktuğum her şeysin Cemile. Zamanı geldiğinde de helalim olacaksın. O zamana kadar sınırlarımı bana zorlatma.”
Cemile, kızaran yanaklarını gizleme gereksinimi duymadan kafasını salladığında yanağını okşayarak aracı yeniden çalıştırdım. Onun tüm direnci, benim tüm savunmalarımı bir bir yıkıyordu. Ve o yıkıntıların arasından gün geçtikçe kendimi ona bırakıyordum.
Biz, birbirini tamamlayan iki yarılmış ruhtuk. Bir araya geldiğimizde hem iyileştiriyor hem de zehirliyorduk. Onun varlığı, eski yaralarıma merhem olurken aynı anda taze acıların kaynağına dönüşüyordu.
Bu durum, bir uçurumun kenarında dans etmek gibiydi; tehlikeli ama bir o kadar da cezbedici.
2 Eylül 2022 – 20:05 / Şırnak
Yazar, Ağzından
Kalkan ile Kaputaşın Arası, Eslem Yıldırım
Güvercin Timi, tüm ciddiyetiyle koordinasyon merkezinde yeniden toplanmış ve masa başında oturan Alparslan Çakır’ın okuduğu dosyadan kafasını kaldırmasını bekliyordu. Hemen yanında ayakta duran Caner Cenk Çakır, elinde tuttuğu dosyayı iki katlamış ve gözlerini Alparslan Çakır’ın arkasında duran projeksiyon perdesine sabitlemişti.
Projeksiyon perdesine yansıyan görüntüler, bir slayt gösterisi olarak hazırlanmıştı. Bir nefes boşluğu kadar arayla akıyordu.
Zamanın akışı Alparslan Çakır’ın dosyanın üzerinde gezdirdiği gözleri kadar ağırdı. Albay, tecrübesinin gerektiği düzeyde yavaş ve sakince dosyada yazan tüm yazıları zihnine kazımak için kendine zaman tanıyordu. Güvercin Timine de bu şekle saygı göstermek kalıyordu.
Alparslan Çakır, boğazını temizleyerek yüzünü kaldırdığında Caner, derin bir nefes alarak önünde tuttuğu dosyayla ellerini, bu sefer arkasında bağlayarak babasına göz ucuyla baktı.
“Hazırsanız başlıyorum albayım?” diye sorgularcasına bir cümle kurdu. Alparslan Çakır, önündeki dosyayı ittirdi ve sandalyesini kenara doğru çekerek projeksiyon perdesine bakmaya başladı.
Caner, “İki gün önce elimize ulaşan bir bilgiye göre; bir çeşit terörist grubu Milli İstihbarat Teşkilatı’nın ağına girdi,” dedi ve perdede akan görüntüye baktı. Bora, elindeki kumanda ile görseli durdurduğunda ekranda ağlarla örülmüş bir fotoğraf düzinesi ve tam üstünde yazan Arı İstasyonu yazısı belirdi.
“Arı İstasyonu, Türkiye çapındaki istihbarat ağını temsil ediyor. Bu grup o istasyona sızmaya çalıştığında da devreye giren blok sistemleri onların yerini saniyeler içinde tespit edip acil uyarı sistemini etkinleştirdi. Belki saliseler süren bir hızda gerçekleşen veri tabanı ile birçok sihaların verisi karşı tarafa sızdı.”
Bu duruma şaşıran ilk kişi Barış oldu. Ellerini masaya yaslayıp öne doğru eğildi.
“Sis bölüğü devreye girmemiş mi?” diye sorguladığında bütün gözler Barış’a çevrildi. Caner, Barış’a bakıp kafasını iki yana salladı.
“Sızma işlemi gerçekleşirken araya giren acil uyarı sistemi otomatik olarak onu görmezden gelmiş. Daha büyük bir veriyi alacağını düşünürken grup, aslında büyük ama küçük olan verilere saldırmış.”
Osman, düşünceli bir şekilde kaşlarını çatarken ellerini masanın üzerinde kenetledi.
“Peki, Güvercin Timinin istihbarat sorunuyla ilgisi nedir?”
Eyşan, Caner’den önce Osman’ın sorusunu cevapladı.
“Sorun güvenlik açığının zafiyetidir.”
Caner, kafasını sallayarak Eyşan’ı onayladı ve Bora’ya bakıp perdeye geri döndü. Bora, kumandaya bir kez daha bastığında açılan görüntü, bir resim sergisinin mekânını gösteriyordu.
“Bizim işimiz buradan itibaren başlıyor. O grup yalnızca zafiyet açıklarımızı kullanmıyor, planladıkları her ülkede bizim bilgilerimizi dışarıya satıyor. Aldıkları parayla ise uyuşturucu ticareti yapılıyor. O uyuşturucuyu ise yeniden bizim ülkemize sokup zafiyet açığımızın güçlenmesine neden oluyor.”
Mete, işaret parmağıyla perdeyi işaret etti.
“Genelde böyle mekanları mı kullanıyorlar, alışveriş için?”
Caner, hızla başını salladı.
“Evet, aynı tarz ama farklı yerler. Asla sabit kalmıyorlar, her an her yere açtıkları resim sergisinde işlerini kolaylıkla yürütebiliyorlar.”
Eyşan, parmağını şıklatıp arkasına yaslandı.
“Zengin işi. Bilgileri alıyorlar ama faturalarına tablo almış olarak yansıyor. Böylece kendilerini masum bir iş adamı olarak gösteriyorlar.”
Caner’de kafasını ağırca indirip kaldırdı ve gözlerinde basit bir gururla Eyşan’a baktı.
“Aynen öyle.”
Mete, göz ucuyla Caner ile Eyşan’a bakıp dudaklarının kenarını büktü. Mete, karısının ikizi ile her şeye rağmen anlaşıyor olmasına hayran kalıyor ve bunu gizlemekten asla gocunmuyordu.
Bora, bir kez daha görseli çevirdiğinde ekrandaki grubun fotoğrafı herkesin zihninde kazınmaya başladı. Caner, arkasına gizlediği dosyayı kaldırıp tek tek işaret etmeye başladı.
“Soldan sağa Mira Solak, Melissa Öztürk, Alek Mirov ve Omar Süleiman. Kızlar Türk asıllı ama yurt dışında pis işlere bulaştırılmış. Bu iki andaval ise onları bu işe sürükleyen kişiler,” dedi ve dosyayı masanın üzerine bırakıp ellerini ceplerine soktu. “İstihbaratın Güvercin Timinden istediği, bu kişileri yakalamaları ve sızdırılan bilgilerin saklandığı yeri bulup kimlere ulaştığını öğrenmek. Bu konu da yalnızca üç kişi sahada çalışacak.”
Eyşan, çenesini dikleştirip kafasını salladı.
“Barış ile Alev’i yapılacak sergi alanına gönderebiliriz. Aramızdan bir kişiyi de hem onları koruması hem de sızdırılan bilgilere ulaşması için yönlendiririz.”
Caner, gözlerini kırpıştırıp göz ucuyla Lara’ya baktı ve yeniden Eyşan’a baktı.
“Benimde aklımdan geçen isimler oydu. Barış'ın istihbarat bilgisini kullanırken Alev, hem ulaşımda hem de taklit kısmında işimize yarayabilir. Sızdırılan bilgilere ulaşma konusunda ben de göreve dahil olmayı düşünüyorum. Biliyorsunuz ki eskiden Milli İstihbarat Teşkilatının bir mensubuydum. Evrakların ve dijital bilgilerin nasıl işlendiğini herkesten daha iyi biliyorum.”
Lara, araya girecek özlemin yavaşça içinde bir tohum gibi büyümesini önemsemeden burukça gülümsedi ve Caner’e bakmaya devam etti. Eyşan, bakışlarını Alparslan Çakır’a çevirdiğinde Alparslan albay, burnunu düşünceli bir şekilde hızla kaşıyıp kafasını salladı.
“Son karar Güvercin Timi komutanı Asena Eyşan Çakır’ındır.”
Asena Eyşan Çakır, gözlerini Güvercin Timinde gezdirip kafasını salladı.
“Operasyon adı, Sis Bölüğüdür. Gidin ve devre dışı kalmış o sis bölüğünü yeniden aktifleştirin.”
Caner, Eyşan’ın imalı cümlesiyle Mete’ye bakarak silikçe gülümsedi. Yengesinin bu kadar akıllı olması kadar, Mete’nin aklıyla yarışacak birinin varlığı onu heyecanlandırıyordu.
Alparslan Çakır’ın ayağa kalkmasıyla herkes bir anda kendine çeki düzen vererek ayaklandı.
“O hâlde hazırlıklarınıza başlayın ve bu işi bir an önce bitirip geri dönün,” dedi ve hızlı adımlarla koordinasyon merkezinden çıktı. Alev, Barış’a ve Caner’e bakıp Eyşan’a döndü.
“Bende bir hava üssüne gidip Kerem Albay’dan uçuş için gerekli izinleri alayım. Sana imzalatmak için odana getiririm,” dedi ve odadan ayrıldı. Bora, Mücahit’in oturduğu masadan siyah kapaklı dosyayı alıp masaya yaklaştı ve Caner’e uzattı.
“Bu dosyada yeni yerlerin adresleri var. Oraya yakın yerdeki istihbaratçılardan bilgi alıp nerede yapılacağını öğreniriz.”
Herkes, bir işin dağılımını yaparken Eyşan, odasına çekilip operasyonun detaylarını belgelemek için koordinasyon merkezinden ayrıldı. Barış ile Caner, boş bir bilgisayar masasına kurulurken elinde tuttukları dosyadaki adreslerde ulaşabilecek istihbarat mensuplarının telefonlarını bulmak için kollarını sıvamışlardı.
On dakikalık bir arayla Alev, 16. Filoya ulaşmış ve çoktan Albay Kerem Yüceer’in kapısını tıklatıp içeriye girmişti. Kerem albay, gelen Alev ile gülümseyerek önündeki koltuğu gösterdi.
“Hoş geldin Alev Atsız, yüzünü gören cennetlik oluyormuş öyle dediler.”
Alev, gülmemek için kendini tutarken esas duruşundan çıkıp elinde tuttuğu belgeyi Kerem Yüceer’e uzattı.
“Albayım, Güvercin Timi ile gerçekleştireceğim bir görev içi uçuş izni almaya geldim,” dedi. Albay Kerem Yüceer, Alev’in uzattığı belgeyi alıp hızla gözlerini gezdirdi ve kafasını salladı.
“Bu konuyu bende duydum ama Güvercin senden daha hızlı davrandı,” dedi ve masanın üzerindeki çoktan imzalanmış belgeyi Alev’e uzattı. “Asena Eyşan Çakır, sen gelmeden hemen önce belgeyi çoktan bana ulaştırdı, bende imzaladım.”
Alev, dudaklarına büyüyen bir gülümseme yerleştirip Kerem Yüceer’in uzattığı belgeyi kavradı.
“Güvercin beni hiç şaşırtmıyor albayım. Ondan hızlısı daha karşıma çıkmadı.”
Kerem albay, arkasına yaslandı ve kaşlarını alaycı bir tavırla kaldırdı.
“Çok şanslıyız. Biriniz bastığı toprağı titretirken bir diğeriniz havadaki gücümüz. Bu iki ebedi dostluğun payidar kalması bizim için bir şans,” dedi ve gülümseyerek devam etti. “Ayrıca üç kişilik bir operasyonda senin uçağı kullanman doğru olmaz. O yüzden sizi oraya götürmesi için nöbetçi bir pilotu yönlendireceğim. Arka koltukların keyfini sende sürmelisin, Atsız.”
Alev, başını eğip kaldırdığında “Sağ olun albayım,” dedi ve elindeki belgeyi sıkıca tutarak esas duruşunu gösterdi. Odadan çıkıp yeniden Özel Tim Taburuna dönmek için harekete geçti.
Dakikalar saatlere devrilirken yelkovanı yakalayan akrep, acımasızca zehrini akıtmaya başlamıştı. Barış, elindeki sarı kalemle yuvarlak içine aldığı adresi Caner’e gösterdiğinde Caner, gülerek Barış’ın omuzlarından tuttu ve sertçe sarstı.
Caner, “İstihbarat söz konusu olunca nasıl da hemen beyni çalışıyor,” dediğinde Barış, çarpık gülüşüyle elinde tuttuğu adrese bakmaya devam etti. O sırada koordinasyon merkezine giren asker, elindeki üç tane kıyafet kılıfı ile Caner ile Barış’ın önünde duraksadı.
“Bunları Alparslan albay gönderdi, komutanım,” dedi ve kılıfları, kavradığı askılarıyla Caner’e uzattı. Caner, kollarını açıp kıyafetleri aldı ve kafasını sallayıp askerin çıkmasına neden oldu. Barış, ayağa kalktığında Alev, koordinasyon merkezine giriş yapmıştı. Barış’ın gözlerindeki parıltı, herkesin fark edebileceği bir boyuta ulaştığında Caner, gözlerini devirerek üzerinde Alev isminin yazılı olduğu kıyafet kılıfını uzattı.
“Al kuma, güzel bir şey giyin.”
Alev, gözlerini kısarak Caner’e baktığında sağ gözü titredi.
“Seni uçaktan atma fikrim vardı ama maalesef uçağı ben kullanmayacağım. Başka zamana kaldı artık, kuma.”
Caner, gülerek Barış’a baktığında Barış, gözlerini kısarak Alev’e baktı.
“Kim kullanacakmış uçağı?” diye sorguladı. Alev, omzunu silkti.
“Bilmiyorum. Kerem albay nöbetçi pilotlardan birini yönlendirecekmiş. Bana arka koltuğun tadını çıkar dedi.”
Caner, gözlerini devirdi ama gözlerindeki alaycı parıltıları gizlemiyordu.
“Desene çok sıkıcı bir yolculuk olacak.”
Barış, Caner’in ensesine vurup Alev’i kolunun altına çekti. Caner, gülerek Barış’ın vurduğu ensesini ovarken Barış, Alev’e bakıp gülümsedi.
“Bu zamana kadar katıldığım görevlerden daha çok sevdiğim bir görev olacak,” dedi ve başının üzerine bir öpücük kondurdu. Caner, sahte bir şekilde yüzünü çevirip öğürürcesine ses çıkarttığında Barış, Alev’i kolunun altından çıkarttı ve omuzlarından tutup arkasına geçti. Alev, Caner ile Barış’ın arasındaki mesafede kalırken Barış, Alev’in arkasından Alev'in ellerini tutup Caner’e vurmasını sağladı.
“Saldır ona kızım!” dedi ve gülerek Alev’in eliyle Caner’i dövmeye başladı. Caner, yapmacık bir sinirle kaçarken Alev, kahkahalarla koordinasyon merkezini dolduruyordu.
3 Eylül 2022 – 02:16 / Şırnak
Alev Atsız, Ağzından
Gamzedeyim Deva Bulmam, Dedublüman & Çağrı Çelik
Gökyüzü, bir neftî siyah levhaydı ki, ebr-i ezelin hükmüyle lime lime yarılmış, parça parça sıyrılmıştı. Bu yarıklardan semanın altın dokusunu fışkıran bir nur, süt beyazı bulut kümeleriyle dışa vurmuştu. Sanki kâinatın koyu renkli kadife karanlığı, ilâhi bir fırçanın darbeleriyle yırtılıyor, ardından pamuklar gibi ağır, yığın yığın, bembeyaz buharlar, o siyahi fonu yararak hükmediyordu.
İkisinin bu amansız cengi, gök kubbeyi ebedi bir ressamın tablosuna çevirmişti.
Birkaç saat öncesine yapraklara, toprağa ve taşa düşerken çıkan yağmur seli artık sükûta ermişti. Siyah ve beyazın ebedi ahenginde tabiat, son notayı bırakmış ve şimdi kendi yarattığı ulvî sessizliğin nağmesini dinliyordu.
Gözlerimi güçlükle bu resimden çekip aynanın önünde yarattığım kişiye baktım. Üzerime giydiğim simsiyah bir tulum takımdan oluşan görüntüm, omuzlarıma dökülen kızıl saçlarıma tezat bir görüntü oluşturuyordu. Kenarda duran, kıyafet kılıfının içinden çıkan siyah, kısa ve kütlü bir yapıya sahip peruğa bakıp derin bir nefes bıraktım ve masanın üzerindeki tarağı alıp saçlarımı toplamaya başladım.
Aynadaki yabancı giderek netleşiyor ben ise bir hayalet gibi silikleşiyordum.
Peruğun ağırlığını, yabancı bir derinin alnıma yapışması gibi hissettim. Soğuk, sentetik telleri düzeltirken parmak uçlarım bir mezarcının titremesiyle hareket etti. Her bir küt saç teli, benliğimin üzerine indirilmiş bir perde gibiydi. Çenemi, bir irade kamçısıyla kaldırdım.
Yılların kızıl ırmağının yerinde, artık başımda yapay bir geceyi taşıyordum. Siyah, bir vasiyet gibi ağırlık yapıyor, geçmişi bir daha açılmamak üzere mühürlüyordu. Ama tam da bu suniliğin ortasında, yeşil gözlerimdeki buğu dağıldı. Ortaya çıkan yansımam o kadar tanıdık ki babamın, avcunun sıcaklığını başımın üstünde, saçlarımın en tepesinde hissettim.
En son kendimi annemin öldüğü gün siyah saçlı görmüştüm. O gün giydiğim yas da, aynı bu peruk gibi başımda ağır bir taştı.
Zaman bir halka olup kapandı; geçmişin o karanlığı, şimdinin bu yapay gecesine karıştı. Derin bir nefes bırakarak keten kabanı alıp odadan çıktım. Barış ile Caner, bizi götürecek olan, kışlanın ortasına inmiş uçağın hemen yanında bekliyordu. Ayaklarımdaki topuklu ayakkabının çıkarttığı tok seslerle askeriyenin dışına çıktığımda özel jetin önünde bekleyen iki adamın siluetini gördüm. Özel jetin kanadının altında, neredeyse hareketsiz, bir görevin sükûnet içindeki bekçileri gibi duruyorlardı.
Onlara yaklaştığımda Barış'ın yüzündeki ifade, donmuş bir şaşkınlık tablosu gibiydi. Kaşlarını neredeyse saç çizgisine kadar kaldırmış, önce Caner'e, sonra bana, sonra yine Caner'e bakıp gözlerini ovuşturdu. Caner ise bu komediye zevkle şahit olan bir seyirci edasıyla, hafiften sırıtarak sessizliğini koruyordu. Barış, ovaladığı gözlerini hızla kırpıştırarak iyice açtı; bakışları bir ok gibi önce gözlerime saplandı, sonra başımdaki yapay karanlıkta kayboldu.
"Alev?"
Sesindeki tereddüt ve şaşkınlığa dudaklarımda ince bir tebessüm belirerek karşılık verdim.
"Efendim, Barış?"
Barış, üzerinden atamadığı o sersemlik haliyle, saçlarıma takılıp kalmış bakışlarını kaldıramıyordu.
"Saçların..." diye mırıldandı, kekeleyerek. "Saçların. Lan, saçların? Kızıl saçların... Ne yaptın sen onlara?"
Tepkisindeki samimi şaşkınlığa istemsizce gülümseyerek, peruğun alnıma düşen yapay kaküllerini hafifçe düzelttim.
"Sahte bu saç, peruk işte. Kıyafet kılıfından çıktığı için kullanmak zorunda kaldım. Sakin ol, geçici bir rol değişikliği sadece."
Barış'ın şaşkın bakışları arasında, peruğun yarattığı ağırlık üzerimde bir zırh gibi hissediliyordu. Caner'in sessiz sırtlan gülüşü ise bu garip teatral sahnenin tek seyircisiydi. Barış, bir an için Caner’e dönüp gözlerini kıstı.
“Senin bundan haberin var mıydı?” diye sorguladığında Caner, içindeki bütün bilmişliği ve eğlenceyi toparlayarak gözlerini devirdi.
“Tabii ki de vardı akıllım. Kullanacağımız kimliklerimiz bile uçaktaki zarfta duruyor,” dedi ve gözlerini bir an için arkamıza çevirdi. Tam o sıra, uzaktan yakına doğru sert adımların soğuk betonda yankılandığını işittik. Omzumun üzerinden arkama baktım. Pars Karaduman, bizi götürecek uçağın pilotuydu.
“Bunun burada ne işi var?” diyen Barış’ın sesini işittiğimde Pars, yanımızda durup gülümsedi.
“Bir an tanıyamadım,” dedi, sesi yumuşak ama niyeti keskindi. “Siyah saç yakışmış.” Sonra elini bana, bir tokalaşma edasıyla uzattı.
Fakat Barış, bir panter çevikliğiyle hareket ederek, Pars'ın uzattığı eli benim yerime kavradı. Onlar tokalaşırken, Caner'in yüzünde sahip olduğu o sessiz sırtlan gülüşü, şimdi Barış'ın dudaklarına da bir zafer mührü gibi kazınmıştı.
“Benim kadınıma,” diye bastırdı Barış, her kelimesini bir çekiç darbesi gibi indirerek, “her şey yakışır, pilot.”
Hava, aniden elektrik yüklendi. İki erkeğin el sıkışması, bir tokalaşmanın çok ötesine geçmiş, bir güç gösterisine dönüşmüştü. Gözlerimi devirerek uçağın merdivenlerine doğru ilerledim ve yukarıya doğru çıkmaya başladım. Yukarıya, karanlık kabin boşluğuna doğru ilerlerken, arkamda bıraktığım o gergin sessizliğin, üzerimdeki en hafif yük olduğunu düşündüm. İçeri adımımı attığımda, kokpitten sızan loş ışık, bu yeni rolümün ilk perdesinin açılmak üzere olduğunu fısıldadı.
Jetin içerisi klasik bir dekorla süslenmişti. Dört tane geniş koltuğa sahipti. Hemen sağ koltukların arkasındaki perdenin arkasında uzanma yerlerinin olduğunun bilincindeydim. Kabinde duyduğum ayak sesleriyle kendimi en soldaki koltuğa bırakıp arkama yaslandım. Barış, karşımdaki koltuğa yerleşirken Caner, elindeki telefonu sallayarak kapalı perdeye doğru yürüdü.
“Sesinizi fazla yükseltmeyin karımla konuşacağım. Rahatsız ederseniz uçağı düşürürüm haberiniz olsun,” dedi.
Bu son cümleyi, neredeyse tebessüm eder bir tonda, hafifçe omuz silkip ekledi. Ardından perdeyi öyle sert ve kesin bir hareketle kapattı ki, ardında bıraktığı boşluk anlamsız bir tehdide dönüştü. O artık, perdenin ötesinde, kendi kurduğu krallığın tek hükümdarıydı.
Jet, bir canavarın uyanışını andıran bir uğultuyla titremeye başladı. Motorların derin homurtusu kabindeki her boşluğu doldururken, dışarıdaki dünya yavaş yavaş kaymaya başladı. İvmenin gizli gücü bizi geriye, koltuklarımıza bastırırken, tekerleklerin betondan ayrılışı o anlık bir ağırsızlık hissi getirdi. Pencereden, aşağıda küçülen askeriye, bir oyuncak maket gibi görünüyordu.
Perdenin ardından gelen Caner'in mırıltılı sesi, motor gürültüsüne karışıp kayboldu. Ve aniden, biz kaldık.
Barış'la.
Yalnız.
Gergin bir sessizlik kabini kapladı. Barış, parmaklarını koltuğun kenarında ritmik olarak tıklatıyor, bakışları penceredeki sonsuz laciverte takılıp kalıyordu. Sonra, yavaşça başını çevirdi. Gözleri, başımdaki yapay siyah bulutları dolaştı. Her bir saç teline, sanki ona ihanet etmiş gibi baktı.
“Bundan nefret ettim.”
Gözlerimi kıstığımda sorgulayıcı bakışlarımla ona bakmaya devam ettim.
“Sadece bir peruk Barış, abartma.”
Bu sözlerim, onun içindeki fırtınayı durdurmak bir yana, gözlerinde bir şimşek daha çaktırmıştı. Öyle bir anlık öfkeydi ki bu, sanki kendi dünyamın içinde bir kasırga koparacakmış gibiydi. Bir anda, elini bana doğru uzattı; hareketi o kadar hızlı ve beklenmedikti ki... Bileğimi, çelikten bir kelepçe misali kavradı. Bir hamlede, tüm o lüksün ve yapaylığın ortasında, onun kucağına doğru çekildim. Şaşkınlıkla sonuna kadar açılan gözlerim, onun kara boncuk gibi parlayan, öfkeyle yanan gözlerinde asılı kaldı.
Nefesim kesilmişti. Aramızdaki mesafe yok olmuş, her şey onun nefesinin sıcaklığına ve bileğimi saran parmaklarının baskısına indirgenmişti. Boştaki elini peruğun üzerinde gezdirmeye başladığında yüzünü buruşturacak gibi oldu ama kendini durdurdu.
"Saçlarına dokunduğumda hissettiğim o pamuksu sıcaklığı," diye hışırdadı sesi, "bu sentetik yığın bana vermiyor, vermeyecek de. Senin doğallığını perdeleyen bu maskeyi sevmedim."
Gözleri, gözlerimin içinde kaybolmuş gibi dolanırken, bileğimi kavrayan eli yumuşadı, parmaklarıma doğru bir arayışla kıvrıldı. Parmaklarımızı birbirine kenetlendiğinde, avuçlarımızın birleştiği yerde bir şimşek çaktı. Kaşlarını, bu temasın yarattığı duygu yüküyle çatarak:
"Sadece sana dokunabilmek için elini uzatan o adamı da sevmiyorum," diye ekledi. Her kelimesi, kabinin soğuk havasında bir tehdit gibi asılı kaldı.
Onun bakışlarının derinliğinde, bu ani temasın yarattığı şokla donakalmış halim, yerini yavaş yavaş bir direnç duygusuna bırakıyordu. Bu yakınlık hem bir tehdit hem de itiraf gibiydi. Bu haline, içimde filizlenen küçük bir zafer duygusuyla tebessüm ederken, burnumu yavaş ve neredeyse bir ritüeli andıran bir çekimde burnuna sürttüm. Bu dokunuş, bir barış çubuğu uzatmak kadar kadim, bir meydan okuma kadar cesurcaydı.
"Benim şu an ne olduğum ve neye büründüğüm önemli değil, Barış," dedim, sesim bir yaprak hışırtısı kadar hafif, ama her hecesi çelikten bir kılıç gibi keskinleşerek. "Ben, eninde sonunda evime geri döneceğim."
Nefesim, onun dudaklarına çok yakın bir yerde, sözlerimin ağırlığıyla titreşiyordu.
"Kızıl saçlarımla, sadece senin için aşkla atan bu kalbimle... Tam kalbinin kapısının önünde, bir zamanlar olduğu gibi, yeniden duracağım."
Sözlerim kabinde asılı kaldı. Bu bir vaatti. Peruğun altında saklanan gerçek benliğimin, bu yolculuğun sonunda onu bekleyeceğine dair bir söz. Barış'ın gözlerindeki fırtına dindi, yerini tanıdık, derin bir sıcaklık aldı. Bakışları, yüzümde gezinirken, sanki her bir noktamı yeniden hatırlamaya çalışıyor gibiydi. Avuçlarımızın birleştiği yerdeki sıcaklık, kabindeki tüm yapay soğukluğu alt ediyordu. Bir anlık sessizliğin ardından, sesi, bir çakıl taşının suya düşerken çıkardığı o tok ve derin sese benzer bir tonda, odanın içinde dolaştı.
"Öyleyse," dedi, her heceyi ağır ağır, bilinçli bir şekilde seçerek. "O evin kapısında bekleyen o kadını şimdiden göster bana."
Nefesim, göğsümde düğümlendi. Bakışlarımı, onun dudaklarına kilitledim. O, konuşmaya devam etti, sesi bu sefer daha alçak, daha içten, daha yakıcı bir tona büründü.
"Öpsene beni, Alev."
Bu iki kelime, aramızdaki tüm mesafeyi, tüm yapaylıkları, tüm geçmiş acıları bir anda silip süpürdü. Bir emir değil, bir yalvarıştı. Bir zafer ilanı değil, bir teslimiyetti. Bir an için tereddüt etmedim; bu dokunma, bu öpüş, başımızdaki peruktan, içimizdeki tüm karmaşık duygulardan daha gerçekti. Hafifçe doğruldum, koltukta ona doğru yaklaştım. Gözlerimi kapatmadan, onun kara boncuk gözlerinin içine bakarak, dudaklarımı usulca onunkilerin üzerine bıraktım.
Bu öpüş, bir sözleşmeydi. Evine döneceği sözünün, şimdiden mühürlenişi.
O ilk temas, bir kıvılcımın ormanı tutuşturması gibiydi. Barış'ın dudaklarımda bıraktığı o silik inleyiş, kabinin elektrik yüklü havasında bir şimşek gibi çaktı. Bu, bastırılmış onca zamanın, özlemin ve öfkenin sessiz bir çığlığıydı. İnleyişinin son hecesi daha havada süzülürken, tüm kontrollerini kaybetmişçesine, dudaklarıma saldırdı.
Bu bir öpüş değil, bir yağmaydı. Bir sel, bir tufandı. Bir elin saçlarıma dolanışı, diğerinin belimi kavrayıp onunkine bastırışıyla bedenim üzerinde mutlak bir hakimiyet kurdu. Her hareketi, kaybettiğini sandığı şeyi geri alan bir adamın çaresiz çırpınışıydı. Peruğun sentetik telleri parmaklarının arasında bir hiçti; o, altındaki hakikat olan beni, o kızıl ateşi arıyordu.
“Bu görev bittiğinde,” dedi dudaklarını dudaklarımdan çekmeden, “bu peruğu yakacağım. Yaktığım ateşin yanında da seninle sevişeceğim. Onun külleri üzerimize yağarken, seni, yalnızca seni, o kızıl alevlerinle bir kez daha taçlandıracağım.”
O kızıl alevler, sanki kendi kızıl saçlarımdan doğan bir taç gibi başımın üstünde dans edecek, onun sözleriyle adeta kutsanacaktım.
Barış, ruhumdan geçen sözlerin dilime akmasına izin vermeden dudaklarımı yeniden kendi dudaklarıyla mühürledi. Bu öpüş, artık bir sabrın son zerresini de tüketmiş bir fırtınanın ta kendisiydi. İçimi kemiren o sonsuz gerilim, bir anda eriyip gitti ve yerini, tüm benliğimi saran katıksız bir ihtirasa bıraktı. Onun bu suskun cevabı, bütün sözcüklerden daha güçlü, daha anlamlıydı.
Yavaş bir çekimde, iki alevin aynı kandilden ayrılışı gibi, birbirimizden ayrıldığımızda nefeslerimiz, kesik kesik ve sıcacık, yüzlerimize çarpıp bize geri dönüyordu. Dudaklarımda, onun bıraktığı tat, bir vaadin tuzlu şekerini taşıyordu. Bir tebessüm, kendiliğinden, usulca yüzüme yayılırken, Barış’ın kucağında, o güçlü, tanıdık sığınağa doğru çöktüm. Alnımı onun göğsüne dayadığımda, altında çarpan kalbinin ritmi, dünyanın en kadim ninnisi gibi geldi kulaklarıma.
Barış, derin, tok bir nefes aldı; göğsü, bir dalga gibi kabarıp inerken, kollarını daha da sıkıca doladı etrafıma. Beni iyice kucağına yerleştirerek, koltuğa, bir zaferle kazanılmış bir tahtın sükunetiyle yayıldı.
Evimdeydim.
Hoş, onun olduğu her yer benim evimdi.
3 Eylül 2022 – 02:35 / Gökyüzü
Caner Cenk Çakır, Ağzından
Nevale, Emir Can İğrek
Telefondan bir ayna misali bana yansıyan görüntüm, çatık kaşlarımın alnımda nasıl bir obruğa dönüştüğünü bana gösteriyordu. Lara, henüz telefonu açmamış beni bu sikik uçağın içinde, aklıma düşen bin bir olasılıkla tek başıma bırakmıştı. Dişlerimi öyle bir sıktım ki, çenemde bir gerginlik fırtınası koptu. Uzandığım yataktan, içimde biriken o boğucu endişeyle kalkacakken, ara yüzdeki zaman sayacının hareketlendiğini gördüm. Arama cevaplanmıştı.
Ciğerlerimin derinliklerinde birikmiş, zehirli bir dumanı boşaltırcasına keskin bir nefes verdim. Yüzümdeki gerilim, bir bıçak darbesiyle kesilmiş gibi dağıldı; kaşlarım, sükunetin sularına gömülerek düzeldi.
"Geldim aşkım, tuvalete girmiştim."
O ses. Bir cümlesiyle, kalbimi yerinden söküp binlerce feet yükseklikten aşağı bırakan bu kadına hem çıldırasıya hem de sonsuz bir hayranlıkla gülümsedim. O, benim sakin limanımdı. Tüm fırtınaların, tüm karanlık ihtimallerin ortasında, bir 'merhaba'sıyla dünyamı aydınlatan tek ışıktı.
"Merak ettim yavrum," dedim bir an için.
Sesimde, tüm o saklamaya çalıştığım endişenin kıyısından sızan bir yumuşaklık vardı. Telefonu sıkıca tutuğum parmak uçlarımda, ona dokunmanın özlemi titriyordu. Bu cihaz, onunla arama düşmüş incecik bir cam perdeydi sadece; ötesine geçmek, tenimi onun tenine değdirmek için deliye dönüyordum.
Ekranda, Lara'nın yatağımıza uzanıp üzerine battaniyeyi örttüğünü gördüm. Ve işte o an, battaniyenin kenarından, daha dün gece giydiğim tişörtümün sarktığını fark ettim. Kalbim, göğüs kafesimde tek ve güçlü bir darbe indirerek sarsıldı.
Benim kadınım, benim yokluğumda, yine benim kokuma bürünmüş bir tişörte sarılmıştı. Bu sessiz itiraf, onun binlerce "seni özledim" nidasından daha derine işledi. O an, bu metal yığınının içinde, onun için nefes aldığımı bir kez daha, bütün hücrelerimle hissettim.
Lara'nın o tişörtü sarılma şeklinde, dünyanın tüm karmaşasının üzerimize çöken ağırlığından kaçıp sığındığımız bir masumiyet vardı. Ekrandaki görüntü, gözlerimin önünü buğulandırdı. Ciğerlerime çektiğim hava, birden alev almış gibi sıcaklaştı.
"Bu göreve katılmak zorundaydım," diye fısıldadım, sesim artık saklama ihtiyacı hissetmeyen bir kırılganlıkla, "Ama merak etme." Parmak uçlarım ekrana dokundu, onun yüzünün olduğu yeri okşar gibi. "O tişörtün üzerindeki kokum tükenmeden yanında olacağım."
Lara, burnunu kıvırıp daha çok tişörtüme sarılırken derin bir sıla özleminin ve küçük bir kıskançlığın iç içe geçerek kalbimi büktüğünü hissettim.
“Neyse, birkaç gün bu koca yatakta kızlarımızla vakit geçireceğiz,” dedi, alaycı bir tonla. Kaşlarımı kaldırıp alayla gülümsedim. Dudaklarımın kenarındaki dalga titreyerek küçümsemeye dönüştü.
“Benim karıma da bakın siz,” dedim, sesime belli belirsiz bir alay ve yoğun bir sevecenlik karıştırarak. “O koca yatakta, benim tişörtümle, benim kokumla avunurken, bir de kızlarımızla vakit geçireceğim diye caka satıyor.”
Lara’nın gözlerinde, ekranın soğuk ışığına inat parıldayan o muzip ışıltıyı görebiliyordum. Bu, onun kendine has baş etme yöntemiydi; yokluğumuzun ağırlığını, hafif bir alaycılıkla taşımayı seçiyordu.
“Evet, tam olarak öyle yapıyorum,” dedi, kaşlarını zafer dolu bir kıvrılışla kaldırarak. Gözlerindeki o muzip ışıltı, artık bir meydan okumaya dönüşmüştü. “Bu kocaman yatakta şimdi kızlarımla birlikte uykuya dalacağız ve sen de bizi izleyerek dünyanın en şanslı adamı olduğunu bir kez daha anlayacaksın.”
Sözleri, odanın sessizliğinde bir şakadan çok daha fazlasıydı. Onun bu kendinden emin tavrı, içimdeki özlemi daha da derinleştirdi. O, orada benim kokumla uykuya dalarken, ben de burada onun hayaliyle avunacaktım. Ve evet, dünyanın en şanslı adamı olduğumu bir kez daha anlayacaktım.
Lara, o telefon ekranın ötesinde uyuyakalırken parmaklarım, kilitlediğim ekranın soğuk camında gezindi. Parmak uçlarımda yüklenen özlem, bir çığ misali yüreğimin üzerine devrildi. Onsuzluğun beni bu kadar üşüteceğini hiç düşünmemiştim.
“İyi uykular meleğim,” diye fısıldadım, duymayacağını bile bile. “Yanında değilim ama rüyalarında hep bir nefes kadar yakınındayım.”
Ekran tamamen karanlığa gömüldüğünde derin bir nefes alıp kendimi yatakta sırt üstü bıraktım. 2019’da kalbimi sıkan o düşüncenin bana verdiği kefaretin soluğunu çektim. Aptalca sırıtarak yatakta doğruldum ve dizlerimin üzerinde perdeye yaklaşarak hafifçe araladım. Alev ile Barış’ın birlikte uyuduğunu gördüğümde dudaklarımı büzerek gözlerimi devirdim.
Ben hariç herkes mutluydu.
Dayanılması güç bir huzursuzlukla yataktan fırladım. Perdeyi bu kez sert, neredeyse öfke dolu bir hareketle aralayıp kabine adım attım. Ellerimi ceplerime sokup, kayıtsız bir tavırla Barış'ın yanındaki koltuğa çöktüm. Barış, kıpırdanarak yüzünü bana çevirdiğinde, gözlerimi, ona meydan okurcasına kıstım. O ise, uykunun ağır bastığı bulanık gözlerini önce Alev'e çevirdi, başını biraz eğip onun hâlâ derin uykuda olduğunu gördü. Sonra, yavaşça yüzünü bana döndü.
“Ne zaman varırız?” diye sordu, sesi uykuyla ağırlaşmış. Gözlerimi sol bileğimde takılı olan saatime çevirdim.
Kıbrıs’a gidecektik. Ve tamı tamına bir saatimiz kalmıştı.
“Bir saat sonra ineceğiz,” dedim ve başımı koltuğa yaslayarak gözlerimi kapattım. Sonra, ceplerimde sıkılı duran ellerimi çıkardım; sanki göğsümde, orada olmayan, binlerce kilometre ötedeki kadınıma sarılıyormuşum gibi, kollarımı göğsümün üzerinde sıkıca bağladım. Bu, yalnızlığıma son bir sığınak, kendi kendime sarılmaktı.
Sarıldığım yalnızlığın içinde, kendimi en dingin yerinde buldum. Rüyamda, sapsarı bir tarlanın ortasında sırtüstü uzanıyordum. Kollarım dirseklerimden bükülmüş, başımın altında ellerim birleşmişti. Gökyüzünden akıp giden bulutların garip şekillerini izliyordum.
“Caner.”
Lara’nın sesini duymamla uzandığım yerden doğrulup etrafıma baktığımı hatırlıyordum. Çıplak ayaklarıma rağmen sertçe ayaklarımı toprağa basıp ayaklanmıştım. Uzakta bir siluet gördüğümde Lara’nın olduğunu anlayabilmiştim. Yüzündeki muhteşem bir gülümsemeyle bana doğru yürürken dizlerine doğru gelen uzun otların birden kıpırdadığını fark ettim.
Sert bir rüzgâr ansızın esti, tarladaki otları sağa sola uçuşturdu, Lara'nın saçlarını havalandırdı. İşte o zaman, yanındaki iki küçük kız çocuğunu fark ettim. İkisinin de minik elleri, Lara'nın ellerindeydi. Onlara bakarken, bir an, nefesim durdu. İçimde tarifsiz, yoğun bir sevgiyle karışık bir hüzün kabardı. Lara, o iki küçük meleğin ellerini sıkıca tutmuş, onları da benimle buluşturmak istercesine getiriyordu.
Sonra, kızlardan biri, belki de dayanamayıp, Lara'nın elini bıraktı ve bana doğru koşmaya başladı. Koşarken gözlerindeki sevinci, güveni görebiliyordum. Diğeri de hemen onun taklidini yaptı. İki küçük kanatlı melek, sarı tarlada çiçek açarcasına koşuyorlardı bana doğru.
Ve sonra o ses... Rüyanın en derin, en gerçek, en yürek paralayan sesi...
"Baba!"
O an, zaman dondu. Rüya ile gerçeklik, geçmiş ile özlem, birbirine karıştı. O küçük kızların "Baba" diye seslendiği adam bendim. Lara'nın getirdiği, bana emanet ettiği hayatlar onlardı. Gözlerim doldu. Bu bir rüyaydı, evet, biliyordum, ama hissettiklerim o kadar gerçek, o kadar yakıcıydı ki...
Dizlerimin üzerine çöktüğümü hatırlıyorum. Kollarımı iki yanıma açıp bana doğru gelen o iki meleği kucaklayışımı izliyorum. Burnuma dolan portakal çiçeği kokusuyla bezenmiş evlatlarıma sarılıyorum.
O sarı tarlada, onlara doğru açtığım kollarımın, hayatımın en büyük, en anlamlı açılışı olduğunu anlıyorum.
Gözlerimden süzülen yaşların yanaklarımdaki ıslaklığını, rüyamın en gerçek parçası olarak hissediyordum ki, kolumu sertçe dürten bir gerçekliğe yuvarlandım.
Bir anda uçak kabininin loş ışığına, motorun sabit uğultusuna döndüm. Başım hâlâ kol dayanağına yaslı, gerideydi. Gözlerimi açtığımda Barış'ı gördüm; kaşları çatık, yüzümü endişeyle inceliyordu. Boğazıma takılan o kocaman yumru, göz pınarlarımın daha da derinden sızlamasına neden oldu. Sağ dirseğimi kolçağa yaslayıp, titreyen parmaklarımı burun kemerime bastırdım, sanki oraya bastırırsam için için kaynayan duyguları içimde hapsedebilirmişim gibi.
“Caner, neler oluyor? Neden ağlıyorsun, kötü bir şey mi gördün?” diye sordu sesi, gergin ve bir o kadar da şefkatle doluydu.
Kafamı iki yana salladım. Kelimeler boğazımda düğümleniyordu. Gözlerimden süzülen yaşlara rağmen, dudaklarıma hüzünlü ve bir o kadar da derin bir minnetle dolu bir gülümseme yerleşti. Çünkü gördüğüm şey kötü değildi. Tam aksine, o kadar güzeldi ki, taşan sadece özlemdi. Gerçek dünyaya, yanaklarımdaki yaşlar ve yüreğimin üzerinde bir sıcaklık olarak getirebildiğim tek şey buydu.
“Ben ilk defa kızlarımı gördüm Barış,” diye fısıldadım.
İtiraf havada asılı kaldı. Barış'ın yüzündeki endişe, yavaş yavaş eriyip yerini derin, sarsıcı bir anlayışa bıraktı.
“Nasıllardı?” diye sordu, sesi, artık bir çocuğun camdan yağmuru izlerken ki hürmeti kadar yumuşaktı. Başımı salladım, gözlerimi kapattım. O anı yeniden hissettim.
“Sarı bir tarladaydılar... ve koşarak bana geldiler. Bana baba dediler, Barış.”
Barış, bu sefer samimi bir dostlukla omzumu sıvazlayıp yanaklarımdaki yaşı kabaca sildi.
“Seni gidi gözü yaşlı fındıkkıran baba adayı. Mete bitti artık seninle mi uğraşacağız amına koyayım,” diye fısıldadı. “Az daha sabredin işte, dört ay sonra sağ salim kucağınıza alacaksınız bebelerinizi.”
Kıkırdayarak kafamı salladığımda Barış, geriye doğru çekildi ve Alev’e bakıp derin bir nefes verdi. Yanına doğru ilerleyip hafifçe elini yanağına bastırdı.
“Uyan uykucu havacı. Amma uyudun he sende. Kalk.”
Alev, homurdanarak uyanırken üzerimi düzeltip gözlerimi yere iniş yapan jetin penceresine çevirdim. Motor uğultusu yavaşça kesilirken oturduğum yerden kalkıp gerindim. Alev’de toparlanıp kalktığında Barış, onun elini tutarak jetin kapısına doğru ilerletmeye başladı. Gözlerimi devirip sehpanın üzerindeki kimlikle dolu zarfı aldım ve Barış’a seslendim.
“Barış! Kimlikleriniz almadan nereye gidiyorsunuz oğlum?”
Barış, geriye dönüp elimdeki zarfa baktığında zarfı araladım ve içindeki üç kimliği çıkarttım. En üstteki kimlikte benim fotoğrafım vardı. Fotoğraftaki adam, Fernando Kruhzer adına sahip, sakin ve biraz da yorgun görünüyordu. Bana ait olan bu sahte kimliği hiç tereddüt etmeden en alta koydum. Hemen alttaki kimlik Barış'ındı.
Roberto Ienou
Barış'ın kimliğini ona uzattığımda, gözlerini kısıp isme odaklandı. Burnunu, sanki kötü bir koku almış gibi kırıştırarak heceledi.
“Roberto ney? I-e-n-o-u?” Bir an düşündü, sonra İngilizce olarak, kendine has bir espri anlayışıyla kelimelerle oynadı: “Ay know you?” Ardından baktı, gözlerini iyice kısarak, yüzünde tam bir 'gangster' ifadesi takındı ve ekledi: “What the fuck are you doing here?”
Onun bu absürt performansına karşı koyamadım. Gözlerimi devirerek, içten bir kahkaha attım. Bu, tüm o gergin hazırlık sürecinin ve ağır duyguların arasında bir nefes deliği gibiydi. Gülümsememi elimle gizleyerek sıradaki kimliğe, Alev’inkine baktım.
Farah Müller.
Alev’in kimliğini, vermesi için Barış’a uzattım. Barış, kartı aldı, bir an Alev'e baktı, sonra kaşlarını alaycı bir şekilde kaldırarak kimliği ona uzattı.
“Demek Müller. Almancı he? Severiz,” dedi ve o meşhur, baştan çıkarıcı ve bir o kadar da sinir bozucu piç gülüşünü takındı.
Alev, kimliğini alırken hiç istifini bozmadı. Sadece tek kaşını, neredeyse zarafetle, yukarı kaldırdı. Bakışları, Barış'ın yüzüne kitlendi ve gözlerinden adeta sessiz, keskin bir sorgulama akıyordu. Sesindeki buz gibi sakinlik, havayı anında gerdi.
“Almancı seversin, doğru muydum ben?”
Barış’ın yüzündeki o kendinden emin piç gülüşü, bir saniye içinde söndü. Yerini, şaşkınlık ve hafif bir paniğin getirdiği 'kal' ifadesi aldı. Donup kalmıştı. Onun bu anlık değişimi, boğazımdan tırmanan ve artık gizleyemediğim bir kahkahayı patlatmama sebep olmuştu.
Barış, donmuş halinden bir anda sıyrılarak, Alev'e döndü. Yüzünde tamamen saf, neredeyse çocuksu bir panik ifadesi vardı. "Alev, yok öyle bir şey," dedi, sesi bir oktav tizleşmiş ve gerginleşmişti.
Kahkahamı geçici olarak susturup birkaç adımla Barış’ın yanında durdum. Omzuna hafifçe vurdum, göz ucuyla ona baktım. Yüzümde, "İşte başın yine belada," anlamına gelen bir sırıtış vardı. Kabanımın yakalarını düzeltip Barış’a eskiden onun kızlara attığı can alıcı bakışı attım.
“Hallo, Süße. Ich bin Barış. Hast du Instagram?" dedim ve göz kırptım. Alev, sinirle Barış’a dönerken Barış, donmuş bir şekilde bana bakmaya devam ediyordu. Gülerek yanlarından ayrıldım ve jetten inmeye başladım.
“Ca- Fernando! Arschloch!”
Barış’ın arkamdan ettiği argo kelimeyle gözlerimi kıstım ama eğlenerek merdivenleri inmeye devam ettim. Bizim için ayarlanmış Jeep marka, siyah bir aracın uçağın önünde beklediğini gördüğümde omzumun üstünden arkama döndüm. Alev, tüm siniriyle aralanmış kapıdan içeriye bindiğinde Barış, binmek için hızla cipe atladı. Tüm keyfimle cipin kapısını kapatıp şoför kapısının önünde bekleyen adama baktım.
“Teşekkürler, gerisini ben hallederim,” dedim ve açık kapıdan şoför koltuğuna oturdum. Çalışır vaziyette olan cipi hareket ettirip sürmeye başladığımda önüme serilen Kıbrıs yollarına baktım.
Barış, “Nereye gidiyoruz?” diye sordu. Gözlerimi saniyelik dikiz aynasına çevirip yeniden yola baktım.
“Resim sergisinin yapılacağı otele,” diye yanıtladım, sesim sakin ve istikrarlı, “İki oda rezervasyonu yaptırdım. Öncelikle odalara yerleşip ortamı gözlemleyeceğiz.”
Cümlemi bitirirken, altımdaki cipi biraz daha hızlandırdım. Lastiklerin asfaltta çıkardığı ses, yerini yolun sürekli ve yatıştırıcı uğultusuna bıraktı.
Görev başlamıştı.
Şehrin daha sakin, daha seçkin bir bölgesine giriyorduk. Dar yollar, bakımlı begonvillerle süslenmiş beyaz badanalı duvarların arasından geçiyor, denizin kokusu iyice belirginleşiyordu.
Son bir virajın ardından, otel gözümüzün önüne serildi.
Beyaz, toprak katkılı sıvalı duvarları ve koyu kahverengi ahşap kirişleriyle Akdeniz mimarisinin tipik bir örneğiydi. İki katlı, yayılan, mütevazi ama bir o kadar da etkileyici bir yapıydı. Ana binanın önünde, devasa, yemyeşil yapraklarıyla bir hurma ağacı, doğal bir şemsiye gibi gölgelik yapıyordu. Otelin hemen arkasında, masmavi Akdeniz, ufuk çizgisinde gökyüzüyle buluşuyordu.
Aracı, özenle döşenmiş, çakıl taşlı geniş bir park alanına yanaştırdım. Motoru stop ettiğinde, içeri dolan sesler bir anda netleşti: Uzaktan, yaprak hışırtılarına karışan dalga şıkırtıları ve etrafta cıvıldaşan serçe sürülerinin sesi...
Daha önceden hazırlanmış valizlerimizi bagajdan indirip bina girişe doğru ilerlerken, ferforjeden yapılmış zarif bir kapıdan geçtik. İçeri adımımızı attığımızda, serin ve hafif nemli bir hava yüzümüze çarptı. Resepsiyon alanı, yüksek tavanlı ve ferah bir avluya açılıyordu. Tavanında, demirden yapılma dev bir avize sarkıyor, zeminde ise el yapımı, desenli seramik karolar döşenmişti. Duvarları, muhtemelen yerel sanatçıların eserleri olan, deniz ve kırsal yaşam temalı yağlı boya tablolar süslüyordu.
Hava, güneşten korunaklı iç avluda, çiçek tarhlarından yayılan yasemin kokusuyla doluydu. Her şey tertemiz, derli toplu ve huzur verici bir düzene sahipti. Burası, dış dünyanın tüm karmaşasından uzak, izole bir sığınak gibi hissediliyordu.
Resepsiyondaki kravatlı görevliye, "Fernando Kruhzer. Rezervasyonumuz var," dediğimde, göz ucuyla etrafı kolaçan ettim. Sessizlik ve sakinlik, gözlem için mükemmeldi. Ama aynı zamanda, bu dinginliğin altında, sergi için hazırlanan özel bölümün kapılarının ardında, bizi bekleyen tehlikelerin gizlenebileceği hissi, tüylerimi diken diken ediyordu. Bu, bir savaşın arifesindeki son derece sakin, aldatıcı sessizlik gibiydi.
Resepsiyon görevlisi gülümseyerek “Kimliklerinizi alabilir miyim?” dediğinde üçümüzde kimliklerimizi çıkartıp desk üzerine bıraktık. Görevli, kimliklerimize bakıp ardından yüzümüzü inceledi ve iki oda anahtarını kimliklerle birlikte geri verdi.
“Fernando Bey, sizin odanız 218 numaralı tek kişilik oda,” dedi ve Barış’a döndü. “Roberto Bey ile Farah Hanım’ın odası ise 220. Çift kişilik.”
Barış, hızla kimliklerle oda kartını kaptı ve Alev’in elini tuttu.
Barış, “Teşekkürler,” deyip ayrılırken, kimliğimi cebime koyup peşlerinden yürümeye başladım. Odaların olduğu kata çıktığımızda karşılıklı olduğunu anlayabilmiştik. Kapının önünde durup etrafı kolaçan ettim ve Barış’a dönüp çenemi dikleştirdim.
“On dakika sonra kapının önünde buluşalım.”
Barış, kafasını sallayıp Alev ile odaya girdiğinde hızla odaya girip kapıyı kapattım. İçeri girer girmez sırtımı kapıya dayadım, bir anlığına gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. Gözlerimi yeniden açtığımda, hızlı ve sistematik bir tarama yaparak odayı gözden geçirdim.
Standart bir otel odası. İki yatak, çalışma masası, bavulunu koyabileceğin bir sehpa. Perdeler kapalı. Hemen valizimi açıp, üst kısmındaki gizli bölmeden küçük, siyah bir kutu çıkardım. İçinden dinleme cihazı tespit aletini alıp odada hızlı bir tarama yaptım.
Temizdi.
Cihazı geri koyup, çantadan siyah, daha resmi bir ceket ve temiz bir gömlek çıkardım. Üstümü hızla değiştirip, bileğimdeki saati kontrol ettim: 7 dakika kalmıştı. Pencereye yürüdüm, perdenin kenarından dışarıyı, otelin girişini ve araçların geliş gidişini izledim. Her şey sakin görünüyordu. Ama bu sakinlik, her zaman olduğu gibi, en tehlikeli illüzyondu.
Süre dolduğunda kapının önüne çıktım. Koridor hâlâ aynı boşluk ve sessizlik içindeydi. 220 numaranın kapısı kapalıydı. Tam kapıyı çalacaktım ki, içeriden yükselen tiz bir sesle irkildim.
“Ciddi olamazsın! O kadar da değil!”
Alev'in sesiydi bu, öfkeden ziyade bitkinlik ve inanmazlıkla karışık. Hemen ardından Barış'ın bastırdığı, ancak duyabildiğim homurtusu geldi.
“Değiştir şu elbiseyi!”
İkisinin de ne yaptığı belli olmazdı. Zamanımız kısıtlıydı. Yumruğumu kapıya vurdum. İçeride bir anlık sessizlik oldu. Sonra kapı açıldı. Karşımda, üzerinde henüz değiştirdiği dar kesim bir siyah elbise ve yüzünde donuk bir ifadeyle Alev duruyordu. Barış ise arka planda, pencerenin kenarında, ceketini giymeye çalışıyordu. Yüzünde sıkıntı ile kıskançlık karışımı bir ifade vardı.
"Planı tekrar edelim," dedim, içeri adım atarak. Kapıyı kapatıp ellerimi ceplerime soktum.
"Sergi 21.00'da başlıyor. Farah Müller, Alman bir sanat koleksiyoncusu. Roberto Farah’ın yakın koruması ve bende onun asistanıyım. Adamlar daha önce sergilerinde resimlerini paylaşmışlar. O yüzden adımız ve sanımız belli,” dedim ve sesimi kısarak devam ettim. “Alev, hedef grubu bulup sohbet ederken Barış, sen de güvenlik protokollerini ve diğer misafirleri analiz edeceksin. Bende o sıra elektronik sistemlere odaklanacağım.”
Alev, başını hafifçe eğdi. "Anlaşıldı."
Barış, valizine yerleştirilmiş kulak içi dinleme cihazlarını her birimize uzattığında alıp kulağımın içine yerleştirdim. Alıcı kutusunu odaya kurup kolumdaki saate baktım. Zamanın hırçın ve acımasız yelkovanı ısrarla akrepten kaçıyordu. Çoktan öğle vaktini geçmiştik.
Son bir kez Alev ile Barış’ı kontrol edip çenemi dikleştirdim.
“O halde çıkıp biraz oteli gezelim,” dedim ve kapıya doğru ilerledim.
Otelin lüks koridorlarından, ana lobiye, oradan da daha az belirgin, deriden kaplı büyük bir kapıya yöneldik.
Barış’ın bana doğru yaklaştığını fark ettiğimde yüzümü ona çevirdim.
“Otelde kumarhane olduğunu biliyordun, değil mi çakal?”
Barış’ın imalı cümlesine yalnızca gülümsedim. Kıbrıs'ın en iyi otellerinden biriydik ve tabii ki kumarhanenin olduğunu biliyordum. Ne de olsa Kıbrıs, bir kumarhane şehriydi.
Kapının önünde, kravatlı ve kaslı iki güvenlik görevlisi bekliyordu. Onlara yaklaştığımda, Fernando Kruhzer'in kendinden emin duruşunu takınıp, cüzdanımdan çıkardığım siyah bir üyelik kartını sessizce gösterdim. Görevlilerden biri başıyla onaylayarak kapıyı açtı.
İçeri adım attığımız an, dünyanın geri kalanıyla tüm bağlar anında koptu. Otelin sakin Akdeniz havası, yerini yoğun bir sigara dumanına, keskin alkol kokularına ve paranın yarattığı elektrik yüklü bir sese bırakmıştı. Kristal avizeler, yeşil çuhalı masaların üzerine loş, altın rengi bir ışık döküyordu. Rulet tekerleklerinin hipnotik çıngırak sesi, poker masalarından gelen fiş şıkırtıları ve oyuncuların bastırılmış heyecanlı fısıltılarıyla birleşiyordu.
Gözlerim, anında odanın en arkasındaki, merdivenlerin yukarısında perdelerle ayrılmış 'Yüksek Limit' bölgesine kaydı. Orada, grubun bir üyesi olan Alek Mirov, elinde bir konyak kadehi, varlıklı görünümlü birkaç erkekle birlikte bir poker masasında oturuyordu. Tam istediğimiz yerdeydi.
Alev ile Barış’ın yanımdan ayrıldığını hissettiğin an kulağımdaki cihaza hafifçe dokunup, sesimi bir fısıltıya dönüştürdüm. "Hedeflerden biri, Yüksek Limit bölgesinde, poker masasında."
Alev'in soğukkanlı sesi anında yanıtladı. "Kızların biri masanın arkasında. Diğeri ise bara yakın."
Barış'ın sesi ise heyecanla araya girdi. “Diğer adam, sol çaprazda oturuyor Zirve, hemen arkanda.”
Gözlerimi Alek Mirov’dan ayırmadan küçük adımlarla Yüksek Limit bölgesine doğru ilerlemeye başladım. “Planı değiştiriyorum. Müller, sen kızlarla takıl. Kokarca, sende bu sıra güvenlik taramasını ağ üzerinden başlat. Elbet birileri bu otelin internetini kullanıyordur,” dedim ve merdivenleri tırmanmaya başladım. “Ben, o masada kendime bir yer bulacağım.”
Adımlarımı, rulet masalarının ve slot makinelerinin arasından, doğrudan o perdenin arkasına, karanlığın kalbine doğru attım. Kumarın, gösterişin ve gizli tehlikelerin bu iç içe geçmiş dünyasında, artık dans başlıyordu.
Merdivenleri tırmanırken her basamak, dünyevi gürültünün üzerine çıkıyormuşum hissi verdi. Yüksek Limit bölgesinin ağır kadife perdesi sadece bir fiziksel bariyer değil, aynı zamanda sosyal bir sınıftı. Perdenin yanındaki görevliye o siyah kartımı bir kez daha gösterdim. Bu sefer bir onay işareti değil, saygılı bir baş eğiş ve perdenin kenarından sessizce içeri süzülmem için yol vermeyle karşılık buldum.
İçerisi, aşağıdaki salonun enerjisinin daha konsantre, daha tehlikeli bir versiyonuydu. Havada puro ve eski püskü para kokusu vardı. Sesler daha kısıktı, kahkahalar daha az sıktı. Buradaki riskler sadece parayla ölçülmüyordu.
Masanın hemen yanına geldiğimde, Mirov'un kafasını kaldırıp bana baktığını gördüm. Gözleri, parlak ve sorgulayıcıydı. Kendimi, sesimi yumuşak ama kararlı bir tonda tutarak tanıttım.
"Fernando Kruhzer. Sergideki 'Mavi Gece' tabanız hayranlık uyandırıcıydı, Bay Mirov. Umarım bir elinize ortak olmakta sakınca yoktur."
Mirov, dudaklarında beliren küçük, hesaplı bir gülümsemeyle, karşısındaki boş sandalyeyi hafifçe işaret etti. "Kruhzer... Alman disiplini ve sanat tutkusu. Poker için ilginç bir kombinasyon. Buyurun."
Sandalyeye oturdum. Alev'in bahsettiği, masanın arkasındaki sarışın kadın şimdi daha net görünüyordu. Bara yakın olan kızımız Melissa Öztürk'tü. İçkisini yudumluyor, ama barın aynasından beni izliyordu.
Kulağımdaki cihaza, parmaklarımla masaya hafifçe vurarak iki kısa, bir uzun sinyal gönderdim: "Yerleştim. Gözlem devam."
Görevlinin bana doğru yaklaştığını gördüğümde yüzümü ona doğru çevirdim.
“1 Milyonluk fiş istiyorum.”
“Lan!” Kulağıma Barış’ın tıslaması ulaştı. “Be gerizekalı! Bizim o kadar paramız mı var?”
Barış'a cevap veremediğimde dolayı sessizce ceketimin cebindeki çeki görevliye uzattım. Görevli çek ile yanımızdan uzaklaşırken önüme koyulan fişten küçük bir kalıp alıp ilk bahşişimi verdim.
Masadaki krupiye, yeni bir el için desteyi zarif, otomatik hareketlerle karıştırmaya başladı. Kartların birbirine sürtünme sesi, bir tür meditatif müzik gibiydi. İlk iki kapalı kartım önüme, yeşil çuhanın üzerine kaydı. Onlara bakmak için acele etmedim. Bunun yerine, Mirov'a baktım.
"Bahisler yükseldiğinde," dedim sesimi, sadece onun duyabileceği, samimi bir paylaşım tonuna indirgeyerek, "insanların maskeleri düşer. Altındaki şey... korku, açgözlülük, zafer hırsı... Gerçek yüzlerini görmek her zaman... aydınlatıcıdır."
Mirov, kendi kapalı kartlarını, başparmağı ve işaret parmağıyla, neredeyse sevgi dolu bir dikkatle düzeltirken başını hafifçe salladı. Cevap vermeden önce bir an duraksadı, sanki kelimeleri tartıyordu.
"Veya çok tehlikeli, Bay Kruhzer," dedi sonunda. Sesindeki tonlama değişmedi, ancak cümlenin kendisi, odadaki oksijeni anlık olarak azaltmış gibi geldi. "Çünkü bazı yüzler, görülmek için tasarlanmamıştır. Ve onları görenler... genellikle o anı hatırlayacak başka bir şansları olmaz."
Gözleri, bir anlığına benimkileri yakaladı ve bir şimşek çakması kadar hızlı, orada, masanın diğer tarafında, sadece bir sanat koleksiyoncusundan çok daha fazlası olduğunu kabul etmiş gibiydi. Oyun henüz fişler ortaya dökülmeden başlamıştı ve ilk psikolojik hamlesini yapmıştı. Sıra bendeydi.
Ona, üzerinde hiçbir iz taşımayan, sakin bir yüzle baktım. Tehdidi duymamışım gibi, dikkatimi önümdeki iki kapalı karta çevirdim. Sağ elimin baş ve orta parmağıyla kartların köşesini kaldırdım. Hareket sakin ve ölçülüydü, bir sanat eserini inceler gibi. İçimde, profesyonel bir heyecan dalgası yükseldi.
Maça As ve Maça Kral.
Flop'ta çıkabilecek bir Maça As ile birlikte olası bir Floş ya da Aslı bir el... Mükemmel bir başlangıç değil, ama Mirov'u test etmek için yeterince güçlü.
Yüzümde hiçbir şey belli etmeden, kartlarımı kapattım ve önüme koydum. Bahis sırası masanın diğer ucundan başladı. İlk iki oyuncu, bahis yapmadan pas geçti. Sıra bana geldi.
"Yüz bin," dedim, sesim odaya yayılan bir gong sesi gibi net ve titreşimliydi. Önümdeki fiş yığınından tam olarak on tane mavi, kalın fişi aldım ve ortaya, potun merkezine, yumuşak bir "tak" sesi çıkararak bıraktım.
Tüm gözler Mirov'a döndü. O, kartlarına tekrar bir baktı, sonra bana, sonra da ortadaki fişlere baktı. Yüzü hâlâ bir heykel gibi sabitti, ama gözlerinin etrafındaki ince çizgiler hafifçe gerilmişti. Zihninden geçen olasılıkları hesapladığını görebiliyordum.
"Görüyorum," diye mırıldandı sonunda. "Ve yükseltiyorum." Bir avuç dolusu mavi fişi, benimkilerin yanına, neredeyse meydan okuyan bir tavırla itti. "İki yüz bin."
Masadaki gerilim elle tutulur hale geldi. Kulağımdaki cihazda Alev'in sesi duyuldu, bir böcek vızıltısı kadar hafif: "Hareketlendirdin. Bara yakın olan kız, masaya doğru yaklaşıyor. Dikkatli ol."
Barış'ın sesi onu takip etti, daha tiz ve gergin: "dğer adamda ayağa kalktı! İçkisini almak için bara doğru yürüyor, ama rotası seni görüyor. Kör noktanda."
İçimde alarm zilleri çalmaya başladı, ama dışarıda sadece Mirov'un bahsini gördüm. "Kabul," dedim, aynı miktarda fişi ortaya ekleyerek. "Görelim bakalım, şans bugün kimi güldürecek?"
Krupiye, flop'u açtı: Maça As, Kupa As, Maça On.
İçimde bir şimşek çaktı. İki As var. Floş olasılığım hala var. Ama Mirov... Mirov ne tutuyor?
Yüzümde sadece hafif bir memnuniyet ifadesi belirdi, adeta iyi bir flop görmüş ama henüz zaferi garantilememiş gibi. Flop sonrası bahis turu başladı. Mirov, bu kez ilk hamleyi yaptı.
"Beş yüz bin," dedi, sesi keskin ve keskindi, bir bıçak gibi. Neredeyse potun yarısı kadar bir miktardı. Bu bir yarılmış elin hamlesi değildi. Bu, gücünü test eden bir hamleydi. Bu, sadece bir poker oyunu değildi. Bu, onun ne kadar ileri gidebileceğini ne kadar risk alabileceğini ölçmek için bir fırsattı.
"Beş yüz bin mi?" diye tekrarladım, sesimde düşünceli bir tonla. "Ciddi bir bahis. Sanırım siz de 'Mavi Gece' kadar değerli bir şey görüyorsunuz burada, Bay Mirov."
Önümdeki, bütün siyah bir fişleri ortadaki renkli fiş yığınının üzerine, neredeyse saygıyla sürükledim.
"Ama sanat," diye ekledim, sesim artık yumuşak değil, çelik gibi keskin, "benim için her zaman buna değerdir. Tüm param."
“Battık amına koyayım! Ne yapıyorsun sen? Daha adamın elini bile görmedin Zirve?” diyen Barış’ın sitemine, Alev’in sesi karıştı.
“Sus artık, konuşamıyor zaten.”
Tam o anda, odanın enerjisi değişti. Melissa Öztürk, sanki sisler arasından çıkagelmişçesine, kalabalığın arasından süzülerek masamıza yaklaştı. Uzun, ateş kırmızısı bir elbise giyiyordu ve topuklarının yeşil çuhada çıkardığı sessiz vuruşlar, bir yılanın sürünüşü kadar sessiz ve ölümcüldü. Doğrudan Alek Mirov'un arkasına geçti ve ellerini zarifçe omuzlarına koydu. Parmaklarındaki büyük pırlanta yüzük, ışıkta kıvılcımlar saçıyordu.
"Bay Kruhzer, değil mi?" dedi, sesi bal kadar tatlı ama zehir kadar keskin bir tınıyla. "Alek bana sergideki sohbetinizden bahsetti. Sanata olan bu... coşkulu bağlılığınız gerçekten etkileyici."
Gözleri, mavi bir buzul gibiydi; güzel ama ölümcül derecede soğuk. Beni baştan aşağı süzdü, her hareketimi, her mimimi okuyor gibiydi. Mirov, onun varlığıyla geri çekilmiş gibiydi, daha rahatlamış görünüyordu. Artık arkasında, kelimenin tam anlamıyla ve mecazi olarak, kim olduğu belli olmayan bir güç vardı.
Krupiye, "Bayım?" diye seslendi, sıranın bende olduğunu hatırlatarak.
Melissa'nın gelişi her şeyi değiştirmişti. Bu artık sadece Mirov'la aramda bir güç sınaması değildi. Bu, onun koruyucu meleği -ya da şeytanı- karşısında bir sınavdı. Tüm paramı ortaya koymuştum. Şimdi ya devam etmeli ya da çekilmeliydim.
Melissa'ya baktım, sonra Mirov'a. "Görüyorum ki değerli misafiriniz katıldı," dedim, sesimdeki çelik tonunu koruyarak. "O halde gösteriye devam edelim."
Krupiye son kartı, river'ı açtı: Maça Vale.
İçimde her şey durdu. Maça Vale. Elim Royal Flush değildi, ama güçlü bir Flush'ım vardı - Maça As, Maça Kral, Maça Vale, Maça On ve flop'taki diğer Maça.
Ama Mirov? Eğer elinde bir Full House varsa -örneğin, üçlü As ve bir çift- beni yenerdi. Ya da elinde benden daha yüksek bir Flush'ı varsa...
Mirov, Melissa'ya anlamlı bir baktı. O da hafifçe başını salladı, neredeyse görünmez bir onay işareti. Mirov, bana döndü, yüzünde soğuk bir güvenle.
"Tüm bahisleri görüyorum," dedi. "Ve all-in yapıyorum."
Bu bir blöf müydü, yoksa gerçek bir güç gösterisi mi? Melissa'nın varlığı her şeyi karmaşıklaştırıyordu. Kulaklığımda Barış'ın sesi duyuldu, acil ve net: "Zirve, çekil. Bu bir tuzak olabilir. O kız sadece dekorasyon değil."
Karar anıydı. Milyonluk fişim ortadaydı. Çekilsem, Fernando Kruhzer karakteri zayıflardı, belki de şüphe çekerdi. Devam etsem, tuzağa düşebilirdim. Gözlerimi Mirov'dan ayırmadım. "Bay Mirov," dedim, sesim soğuk ve kararlı. "Sizce 'Mavi Gece' bu riske değer mi?"
Ona son bir şans veriyordum. İtiraf etmesi, ya da pes etmesi için.
Mirov, dudaklarında ince, kazançlı bir gülümsemeyle cevap verdi. "Bence siz çoktan kararınızı verdiniz, Bay Kruhzer."
Haklıydı. Kararımı vermiştim. Ya şimdi kazanacaktım ya da her şeyi kaybedecektim.
Elimi kartlarıma doğru uzattım. Her hareketim kasıtlı ve sakin, her saniyenin hakkını verircesine yavaştı. Önce kendi kartlarımı açtım.
"Maça renk. As'tan Vale'ye floş."
Masanın etrafından heyecanlı fısıltılar yükseldi. Güçlü bir eldi bu. Mirov'un yüzündeki o kendinden emin ifade ilk kez bir çatlak gösterdi. Yavaşça kendi kartlarını açtı:
"Kupa As ve Kupa Kralı." dedi, sesi artık o kadar güvenli değildi. "Flop'ta iki As vardı. Üçlü As'ım oldu."
Krupiye dikkatle elleri inceledi. Sonra beklenmedik bir şekilde, potu bana doğru itmeye başladı.
"Üzgünüm Bay Mirov," dedi krupiye profesyonel bir tonla. "Üçlü As güçlü bir el, ancak Maça As'tan Vale'ye uzanan floş, kurallara göre daha yüksek bir el sayılır. Oyun Bay Kruhzer'in."
Odada bir an sessizlik oldu, sonra şaşkınlık ve heyecan dolu bir uğultu yükseldi. Mirov'un yüzü öfkeden ve şaşkınlıktan bembeyaz olmuştu. Melissa ise ona, "Sana söylemiştim," der gibi keskin ve soğuk bir bakış fırlattı.
Kulağımdan Alev'in nefesini tutmuş halde "Vay canına..." dediğini duydum. Barış’ın ise “Şanslı piç, güvenlik zafiyetlerini aldım,” diye söylendiğini...
Mirov, yavaşça ayağa kalktı. Öfkesini zorla bastırıyor gibiydi. "Görünüşe göre şans bugün sizden yana, Bay Kruhzer," dedi, sesi tehditkâr bir yumuşaklıkla.
"Şans değil, Bay Mirov," diye karşılık verdim, sesim sakin ama gururlu. "Sadece matematik.”
Göz göze geldik. O an, aramızda yepyeni ve çok daha tehlikeli bir oyunun başladığını biliyorduk. Ben masadan, sadece bir poker elini değil, aynı zamanda psikolojik bir zaferi de kalkmıştım. Ama Mirov gibi bir adamın bunun altında kalmayacağını da biliyordum.
‘Bugün karşısında farklı biri olsaydı ve yine yenilseydi, bugün sergiden kaldıracağı paralarla zararını kapatabilirdi, puşt herif,’ diye düşündüm içimden, Mirov'un kaybettiği anda yüzündeki o küçük, anlık tiksinme ifadesini hatırlayarak.
Yanımızda yankılanan keskin topuk sesleriyle yüzümü sağa doğru çevirdim. Alev, üzerindeki Farah Müller kimliğini gösterip Barış'la birlikte masaya dahil olduğunda, içgüdüsel olarak hızla ayağa kalktım. Alev, mükemmel bir şekilde canlandırdığı sahte sinirli bakışlarıyla masayı süzüp bana baktı. Gözlerinde öfke vardı, ama altında soğuk bir hesaplama gizliydi.
"Bütün gün seni aradım, Fernando," dedi, sesi telaşlı ve kızgın bir tonda. Kafasını bir kez daha masaya çevirip Alek Mirov'a kafa selamı verdi. "Kusura bakmayın," diye ekledi, dudaklarında zoraki bir gülümsemeyle. Masaya, henüz toplanmamış olan fiş yığınına baktı. "Asistanım, sanırım sizi yenmiş."
Alek Mirov, Melissa'nın omzundaki ellerini özensizce silkeleyerek ayağa kalktı. Arkasında, Melissa'nın bakışları, Alek'in sırtına saplanmış kılıç gibiydi. Alek ise onları görmezden geliyor, tüm dikkatini Alev'e vermişti. Gözlerindeki ihtiras dolu bakışlarla, bir avcının sonunda hedefine kilitlenişi gibi, Alev'e doğru yaklaştı.
İçimde bir alarm çalmaya başladı. Sertçe yutkundum. Barış'ın, bu kışkırtıcı hareket karşısında tepki verip adamı engelleyecek bir hareket yapmaması için dua ettim. Mirov, Alev'in yanına geldi, ona yakından bakarken dudaklarında yavaş, hesaplı bir gülümseme belirdi.
"Yenilmek," dedi, sesi yağlı ve düzeysiz, "kaybetmek değildir, hanımefendi. Sadece... ertelenmiş bir kazançtır. Özellikle de böyle güzel bir distraksiyon karşısındaysa."
Alev, ona meydan okuyan bir ifadeyle baktı, kaşlarını hafifçe kaldırdı. "Ben bir 'distraksiyon' değilim, Bay Mirov. Dikkatin ta kendisiyim."
Mirov'un gülümsemesi genişledi. "Oh, eminim öylesinizdir," diye mırıldandı. Sonra bana döndü. "Sanırım bugün sadece poker değil, başka şanslar da kaçırmışım."
Ağırca Alev'e döndüğünde, göz ucuyla onu süzdü. O bakışta iş vardı, iştah vardı, ama en tehlikelisi, kesin bir sahiplenme vardı. Barış'a bakmaya korkarak, adamın yüzünden bakışlarımı ayırmamaya dikkat ettim. Arkamda, Barış'ın gergin nefes alışverişini hissedebiliyordum.
“Farah Müller,” dedi, Alek Mirov, ismini ağzında bir şeker gibi çevirerek. “Sizinle iş yapmak isterim. Malum, asistanınız bana bayağı bir kayıp yaşattı.”
Alev, hiç istifini bozmadı. Soğuk, profesyonel bir tavırla, "Ben sadece sanat koleksiyoncusu değilim, Bay Mirov. Ve eğer kayıplarınızı telafi etmekten bahsediyorsanız," diye ekledi, hafifçe omuz silkip, "bu, benim uzmanlık alanıma girer. Tabii, doğru yatırımlarla."
Mirov'un gözlerinde bir kıvılcım parladı. Bu, onun beklediğinden daha fazlasıydı. Sadece güzel bir yüz değil, zekasıyla da tehlikeli biri.
"Yatırımlar mı?" diye tekrarladı, alaycı bir tonla. "Sanat dünyasında mı?"
"Sanat," diye Alev karşılık verdi, sesi keskinleşerek, "sadece duvarda asılı duran güzel bir şey değildir. O bir varlık. Ve ben varlıkları yönetirim."
Bu, doğrudan Mirov'un dünyasına, onun sergiden 'kaldıracağı' dediği o şüpheli işlere bir göndermeydi. Alev, kendisini ona sunmuyor, ona meydan okuyordu.
Mirov, bir an için söylenecek bir şey bulamadı. Sadece, Alev'i, yeni ve çok daha değerli bir oyun tahtasına bakarmış gibi inceledi.
"Öyle mi?" diye mırıldandı sonunda. "O halde, Bayan Müller, belki de kaybımı, bir kazanç fırsatına dönüştürmek için biraz... danışmanlığınıza ihtiyacım var."
Barış'ın arka plandaki varlığı, artık bir elektrik fırtınası gibi hissediliyordu. Alev ise, tek kelime etmeden, sadece hafif bir tebessümle, balığın oltaya takıldığını biliyordu. Ama bu balık, çok daha büyük ve tehlikeli bir köpekbalığıydı.
Alev, yüzündeki zafer gülümsemesiyle kafasını salladı.
“O halde akşam sergide görüşmek dileğiyle,” dedi ve bize bakıp kafasıyla işaret etti. Barış, bir hışımla omzuma çarparak geçtiğinde Alev ile yürümeye başladı. Göz ucuyla Melissa Öztürk’e baktığımda beni izlediğini gördüm. Soğuk bakışlarımı odağından çekip çoktan kumarhane alanından çıkmış Barış ile Alev’in peşine takıldım.
Odaların olduğu koridora girdiğimde, aralık kalmış kapıyı itip içeri süzüldüm ve kapıyı arkamdan kilitledim. O anda Barış, üzerindeki ceketi öfkeyle yere fırlattı ve gözlerini bana dikti. Göz bebekleri, içindeki fırtınayı yansıtırcasına daralmıştı.
"Bu neydi şimdi?" diye hışımla sordu, sesi odanın duvarlarında yankılanırken. "Neden durduk yere Alev'i o piçin önüne attık? Adamın gözleri neredeyse yerinden fırlayacaktı!"
"Barış," diye uyardı Alev, sesi buz gibi bir sakinlikle keskinleşerek. "O ses tonunu alçalt."
Ancak Barış onu duymazdan geldi. Tüm odağı bana yönelmişti. Öfkeyle üzerime yürüdü, gerilmiş çenesi ve sıkılı yumruklarıyla. Aniden, iki eliyle yakalarımdan tuttu ve beni kendine doğru çekti. Nefesi sıcaktı, yüzüme vuruyordu.
“Kimse,” dedi bastırarak. “Hiç kimse ona öyle bakamaz! Kim lan o? Onun gözlerini söker, ayaklarımın altında ezerim!”
Odası, aniden boğucu bir sıcaklığa büründü. Barış'ın parmakları ceketimin kumaşında sıkı sıkıya kenetlenmişti. Gözlerinin derinliklerinde, öfkenin çok daha ötesinde, ilkel ve koruyucu bir korku parlıyordu. Bu, kardeşim olarak saydığım adam için çok daha kişisel ve tehlikeli bir şeydi.
Gözlerimi onunkinden ayırmadım. Vücudum her bir kasıyla gerilmiş olsa da dışarıya sadece bir soğukkanlılık yansıtıyordum. Onu itmek ya da direnmek yerine, sesimi alçak, ama bıçak gibi keskin bir tonda tutarak konuştum.
"Bırak, Barış."
Alev bir adım öne atıldı, ama ona müdahale etmemesi için bir işaret verdim. Bu, onunla benim aramdaydı.
"O bir yem değil," diye homurdandı Barış, sesi titreyerek, ama kavrayışı hâlâ güçlüydü. "Ve sen onu o piçin önünde salladın tıpkı bir et parçası gibi."
"O bir yem değil," diye aynı kelimelerle, ama buz gibi bir sakinlikle tekrarladım. "O, bu operasyonun en keskin bıçağı. Ve Mirov'un ona bakışı, onun tam olarak olması gereken yerde olduğunun kanıtı. Eğer kontrolü kaybedersen," diye ekledim, sesimi daha da alçaltarak, "onu gerçekten tehlikeye atmış oluruz. Anlıyor musun beni?"
Barış'ın gözlerindeki öfke dalgası, yerini yavaş yavaş bir iç çatışmanın acısına bıraktı. Nefesi hızlıydı, ama kavrayışı gevşemeye başladı. Sonunda, ellerini yakalarımdan çekti ve bir adım geri attı. Yumrukları hâlâ sıkılı, başını iki yana salladı.
"Lanet olsun, Caner," diye mırıldandı, sesi şimdi daha kırılgandı. "Sadece... lanet olsun."
Odaya ağır bir sessizlik çöktü. Ateş düşmüştü, ama külü hâlâ sıcaktı. Ceketimin yakasını düzelttim, üzerindeki buruşuklukları yok sayarak.
"Bitti mi?" diye sordu Alev, sesi artık daha yumuşak, ama hâlâ iğneleyici bir tonla. "Çocukluk yapmayı bırakıp işimize odaklanabilir miyiz?"
Barış ona döndü, gözlerinde yeni bir öfke parladı, ama bu sefer daha sığdı. "Sen sus," diye hırladı. "Sen de en az onun kadar suçlusun. Ne diye gidip adamın önüne atlıyorsun, bir de gözünün içine içine bakıyorsun."
Alev, hiç istifini bozmadan, "O 'bakış' sayesinde şu an Mirov'un davetlisi konumundayız," diye karşılık verdi. "Senin yaptığın şeyse sadece dikkat çekmekti. Eğer bir daha benim yerime karar vermeye kalkarsan, seninle aramızda ciddi bir problem olacak. Anlaşıldı mı?"
Barış, bir cevap vermedi. Sadece yumruğunu duvara vurdu, sessiz ve güçsüz bir öfkeyle. Sonra arkasını döndü, pencereye yürüdü.
Ben, Alev'e döndüm. "Plan değişti," dedim, sesim yeniden tamamen iş odaklı. "Ben sergide sızdırdıkları belgeler ile ilgileneceğim. Sizde Mirov'la baş başa kalacaksınız. Barış, sende Farah Müller’in yakın koruması olduğun için yanlarından bir an bile olsun ayrılmayacaksın."
Alev başını onaylayarak salladı. "Anlaşıldı."
Penceredeki Barış'ın omuzları hâlâ gergindi. "Barış," diye seslendim. O dönmedi. "Bu bir emir. Alev'i korumak için en iyi yol, onun arkasını kollamak ve Mirov'un hareketlerini önemsemeden Alev’in yanında olmaktır. Bunu yapabilir misin?"
Bir anlık sessizlikten sonra, omuzları hafifçe gevşedi. Başını, neredeyse görünmeyecek şekilde salladı. "Yapabilirim," diye mırıldandı, sesi boğuk.
"Güzel," dedim. "O halde hazırlanın. Sergi dört saat içinde başlıyor. Ve bu sefer, hata payımız yok."
3 Eylül 2022 – 20:15 / Kıbrıs
Barış Gömlekçi, Ağzından
Muhtemel Aşk, Yirmi7
Kravat, terli parmaklarımın arasında bir yılan gibi kaydı. İpek kumaş, boynumu saran bir ilmeğe dönüştü. Sonunda pes edip onu lacivert yorganın üzerinde fırlattım. Gözlerimi yatağın üzerinden çekip, odanın diğer ucuna, üçlü aynanın parlak yüzeyine kaydı.
Orada, aynanın derinliklerinde, Alev vardı. Sırtı bana dönük, elbisesinin fermuarını çekmeye çalışıyordu. İnce belinin üzerinde siyah ipek, tenine yapışmış gibi duruyordu. Fermuar inatla yarıda kalmış, açıkta kalan teni loş ışıkta soluk bir mermer parçası gibi parlıyordu.
Ona doğru doğru ilerleyip sessizce arkasında durdum. Elim usulca uzandı, parmak uçlarım önce açıkta kalan tenine değdi. Bir ürperti dalgası omurgası boyunca indi.
“Bırak,” diye fısıldadım, sesim istemeden alçak ve pürüzlü çıkmıştı.
İki parmağımla sıkışmış fermuarın metal dilini yakaladım ve yavaşça yukarıya çekerken aynadan bana bakan Alev’e baktım. Yeşil gözlerinin parlakça ışığı buğulanmış ve göz bebekleri irileşmişti. Aralık duran dudaklarının arasından aldığı nefesin hızlandığını, göğsünün alçalıp kalkmasından izledim.
Fermuarın son dişine ulaştığımda, elim boynunun naif kavisine kaydı. Başparmağım, orada atan nabzın hızlı çarpan vuruşlarını hissetti. O kadar hızlı atıyordu ki sanki avcumun içindeki bir kuş kalbiydi.
Gözlerim onun yansımasına tepeden tırnağa dolaştığında, ona aslında siyahın ne kadar yakıştığını fark ettim. Bir gece gibiydi; derin, sır dolu ve kendi içinde bir bütün. Siyahların içindeki yeşil gözleri, koyu ormanları andıran bir ahenge bürünmüş, tüm odaklanışını, tüm varlığını bana yöneltmişti.
Dayanamadım. Dudaklarımı, aynadaki bakışlarımı çekmeden, omzunun en yumuşak, en savunmasız yerine bastırdım. Alev, gözlerini ağır ağır kapattığında, kendi gözlerimin yansımasına baktım. O kara obruklarda, bana hayat veren, beni yakan o tanıdık alevi göremiyordum. Onun yerine, sadece beni yansıtan bir boşluk vardı.
Bu durum, beni fikrimden vazgeçirmişti.
Siyah ona yakışıyordu, evet.
Ama o, benim siyahımdı.
Ona, benim karanlığımın içindeki tek ateşim olmak yakışıyordu.
Dudaklarımı omzundan çekip, yerine çenemi yasladım. Dişlerimi öyle bir sıktım ki çenemde bir ağrı hissettim. Alev, gözlerini açtığında, aynadan doğruca onun bakışlarına daldım. İçimdeki fırtınayı ve çelişkiyi saklamaya çalışmıyordum. Sesim, bir çatlak gibi tüm duyguları dışa vurarak titredi.
“Çok güzelsin. Neden bu kadar güzelsin?”
Bu bir soru değil, bir haykırıştı. Bir lanetti. Onun bu güzelliğini görecek, ona her gözün değecek olması, dişlerimin gıcırdayarak sürtünmesine neden olmuştu. Ses, kafamın içinde bir uyarı gibi çınlamış ve bir yırtıcının var olmasını sağlamıştı.
Nefesim öfkeyle hızlanmıştı. Göğsümün inip kalkışı sırtına değiyordu. O ince siyah ipeği parçalayıp, altındaki ateşi, sadece benim görebileceğim, sadece benim dokunabileceğim o kızıl alevi ortaya çıkartmak istiyordum. Parmak uçlarım, belinde hafifçe titredi. Onu kavramak ve kendime çekmek için dürtü hissediyordum.
Tam o sırada Alev hareket etti. Eli, hâlâ belinde duran elimi usulca sardı. Başını hafifçe yana çevirdi, nefesi boynuma değdi.
“Barış,” diye fısıldadı. Sesi bir meltem kadar yumuşak ama netti.
Dişlerimin gıcırtısı kesildi. Gözlerimi yansımasından çekip yüzümü, yüzüne doğru eğdim. Yüzüme vuran nefesiyle sakinleştiğimi fark ettim. Gözlerimin odağındaki o yeşil ormanların şimdi sakin bir göle dönüşmesini izledim. Derin, berrak ve her şeyi sakinleştiren.
“Her bakış,” diye ekledi. “Sadece bir bakış. Hiçbiri senin bana dokunuşun gibi değil. Hiçbiri senin beni gördüğün gibi göremiyor.”
Belindeki elimi bir yılan misali karnına sürükleyip bedenini kendime çevirdim.
“Göremezler zaten,” diye hırladım. “Cesaret eden her gözü kafasından söker, yerine karanlık bir çukur bırakırım.”
Alev, bir an hiç kıpırdamadı. Sonra neredeyse görünmüş bir tebessümle dudaklarının kenarı oynadı.
“Sana daha önce hiç, kıskandığında ne kadar yakışıklı olduğunu söyleyen oldu mu?” diye sordu.
Boş bakışlarla bir sağ gözüne bir de sol gözüne bakıp damağımı şıklattım.
“Olmadı. Çünkü ben, senden başka hiç kimseyi sevip kıskanmadım.”
Bu cümle aramızda asılı kalırken, Alev şaşkınca nefesini tuttu. Dudaklarımı burnuna değdirip bedenimi, bedeninden uzaklaştırıp geri çekildim. Gerçek, benden daha güçlü bir silahtı ve onu nihayet kullanmıştım.
“Caner birazdan kapıya dayanır, hazırsan yavaştan çıkalım,” dedim ve komodinin üzerindeki silahımı alıp belime yerleştirdim. “Bir an önce şu işi bitirelim ve siktir olup gidelim buradan.”
Alev, bir anlık şaşkınlıktan sonra kendini toparladı. Gözlerindeki yumuşak şaşkınlık, yerini o tanıdık, çelik gibi odaklanmış ifadeye bıraktı. Başıyla onayladı, bir şey söylemesine gerek yoktu. Aramızda söylenen her şey, şimdilik geride kalmıştı. Öncelik hayatta kalmak ve görevi tamamlamaktı.
Kapıya yürüdü, duruşu artık Farah Müller’in güvenli ve ulaşılmaz haliydi. Ben de onu takip ettim, belimdeki silahın soğuk ve tanıdık ağırlığı, beni şimdiki ana, "Roberto Ienou" rolüme geri çağırıyordu. Alev kapıyı aralayıp dışarıya çıktığında Caner, kendi odasının yanında, duvara yaslanmış bir şekilde bana baktı. Ellerini cebinden çıkarttı ve sağa doğru eğik olan başını düzeltip çenesini dikleştirdi.
Yüzüne düşen gölge, her zamanki gibi ifadesizdi. Ama ben onun gözlerinde hep aynı şeyi görürdüm. Kararlılığıyla karışık, dizginlenmiş bir görev bilinci.
Kart yuvasından enerji kartını alıp kapıyı kapattığımda Caner, Alev’e küçük bir bakış atıp çenesiyle yürümesini işaret etti. Alev, yürümeye başladığında Caner, yanıma yaklaşıp benimle yürümeye başladı. Aramızdaki sessizliği kıran tek şey, Alev’in ayaklarındaki topuklulardı.
Koridoru aşıp asansöre doluştuğumuzda, Alev, düğmeye uzanıp serginin yapılacağı kata bastı. Sergi, eksi birinci katta yapılacaktı. Asansör aynasından Alev’i izlerken Caner’in sesini işittim.
“Yapılacak alanın krokisini inceleme zamanı buldum. Alanın arka tarafında, küçük bir ofis var. Sergi alanına giriş yaptıktan sonra ben yanınızdan tablolara bakma bahanesiyle ayrılıp oraya ilerleyeceğim,” dedi.
Aynadaki bakışlarımı çekip göz ucuyla Caner’e baktım. Caner, telefonunu çıkartıp kulaklarımızı aktifleştiren uygulamaya giriş yaptığında kulağımın içine dolan cızırtı sesiyle saniyelik olarak gözlerimi kırpıştırdım. Asansörün eksi birinci kata vardığını işaret eden ses, ritmik olarak kulağımda yankılandığında derin bir nefes aldım.
“Başlayalım o hâlde,” dedim ve Alev’in yürümesini bekledim. Alev'in arkasından ilerlemeye başladığım sıra bakışlarım bir gözlemci edasıyla çoktan dolaşmıştı. Büyüklü küçüklü tuvallerin arasından uzanan koridorun en sonunda ayakta bekleyen grup, etrafındaki insanların arasında bir avcı gibi duruyordu. Bakışları bizi bulduklarında çenemi dikleştirerek ilerlemeye devam ettim.
Bugün Roberto Ienou olarak Farah Müller’i koruyacaktım.
Yarın ve daima Barış Gömlekçi olarak da Alev Atsız’ı.
Grubun karşısında dikildiğimizde Caner, ellerini ceplerine sokarak gülümsedi. Ellerimi önümde bağlayarak Alek Mirov’a bakmaya başladım. Alev, ikimizin önünde durmuş bir şekilde kafasını selamlamak için eğip kaldırdı. Alek Mirov, Caner ile bana bakıp bakışlarını Alev’e indirdi.
“Sergimize hoş geldiniz. Sizinle anlaşma yapacak olmak bizim için kaçınılmaz bir fırsat olacak.”
Yüzümde hiçbir mimiğin olmadığını bildiğim hâlde zihnimin derinliklerinde yanan o alevin büyüsünü hissedebiliyordum. Bileklerine takacağımız kelepçeden sonra da bu şekilde konuşabilecek miydi? Emin değildim ama bu durumdan kaçamayacakları bir fırsat olacaktı.
-
BÖLÜM SONU
Yeniden merhabalar diyerek başlamak istiyorum. Bu bölüm rahat, içime sinerek, hatta kelimelerin parmaklarımın ucundan akıp gittiği bir bölüm oldu. Mutlu ve sıkıntısız bir bölüm yazmayı özlemişim.
Biliyorsunuz ki bu son kitap ve finali yazmak benim için bir meşakkatli yol demek. Onlardan ayrılmamam gerektiğini hissederken sizleri de sıkmamak adına fazla uzatmamak istiyorum. Olayın örgüsü ve şekillenişlerinin her biri kafamda. Ağır ağır işlenecek ama hiçbirinizi sıkacağını düşünmüyorum.
Birkaç bölüm boyunca mutlu zamanlar yaşayacağız ama o anlardan sonra ana konumuza dönmemiz gerekecek. Tahmin edecek olursanız Eyşan'ın hamilelik süreci yakın bir zamanda sonlanacak ve bu durumu da size aktarmam gerekecek. Küçük bir spoi verecek olursam da her şey o andan sonra başlayacak. Yani Eyşan doğurana kadar her şey normal, şu an için...
Her neyse çok konuştum.
Bir sonraki bölüme;
Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle...
Sultan Çakır
yirmi dokuz ekim iki bin yirmi beş
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 29.41k Okunma |
1.47k Oy |
0 Takip |
88 Bölümlü Kitap |