Yeni Üyelik
7.
Bölüm

VI - SINIR

@sultanakr

Merhabalar ben geldim. Oy ve yorumlarınızı lütfen eksik etmeyin, keyifli okumalar.

VI


Sır, zamanı kollardı. Elindeki tüm kozlarla kenara çekilir ve pusuya yatardı. Pimi çekilmiş bir bomba misali, onu tetikleyecek kıvılcımı beklerdi.


Mücahit, suratına kapatılan telefona bakıp derin bir iç çekti ve telefonu cebine yerleştirdi. Bakışları dışarıda, evin önünde sigara içen komutanında takılı kaldı. Kafasını salladı ve ‘Zamanı geldi.’ dedi, dışarıya çıktı.


Yanındaki kişiyi hissettiğinde bakışlarını çevirdi, Mete. Düşünceyle ona bakan gözleri fark etti ve tek kaşını yukarıya kaldırdı. Mücahit “Bir Güvercin uçtu ve bilgiyi avucumuza bıraktı komutanım.” dediğinde kaşları devrildi ve alnının ortasına düştü. Parmaklarının arasındaki sigaradan tüm ihtişamıyla son nefesini çekip yanındaki küllüğe bastırdı. Bedenini yanında bekleyen Mücahit’e çevirdi. “Seni dinliyorum.”


Mücahit’te durumlar karışıktı ama yine de dudaklarını aralamayı başardı.


“Eyşan Boduroğlu, ajanmış. Raşit Fas için çalışıyormuş.” dedi ve komutanının gözlerini inceledi. Mete’nin şaşırmasını beklemişti ama O, öldürücü sakinlikte bir sigara daha yaktı. Komutanı ciğerlerini kirli duman ile beslerken yalnızca izledi.


“Biliyorum Mücahit. Bana, bilmediğim bir şey söyle.”


Mücahit’in dilindeki sır büyüdü ve dilinden bir zehir gibi havaya aktı. “Defterin peşindeymiş.”


O an Mücahit, Mete’nin gözlerinde ilk defa olan bir şey gördü: Alabora.

Okyanusa benzettiği gözlerden bir anlığına ürktü ama sakinliğini korudu. ‘Sinirlendi, bir daha böyle bir şey görmem.’ diye düşündü kendi kendine ama yanılıyordu. Bu daha başlangıçtı.


“Defterin peşine düşmüş, öyle mi?” diye sorguladı Mete. Mücahit’ten yanıt gelmeyince parmaklarındaki sigarayı sertçe küllüğe bastırdı. Henüz daha yarısına bile gelmemiş sigara sünger yerinden kırılarak söndü. Mete, bakışlarını sigaradan çekti ve alayla tek kaşı yukarıya kıvrıldı. “Defter?”


Gülmeye başladığında Mücahit’e sırtını döndü ve evin içine girdi. Mücahit, karnındaki sancıyla koşarak komutanının peşinden gitti. Mete’nin odasına girdiğini gördüğünde kapının pervazında beklemeye başladı. Komutanı, masasının üzerindeki defteri alıp ona doğru salladı. “Bu defteri?” diye sorguladı yeniden kahkahalarının arasından.


Mücahit ise komutanın yapacağı hareketi kestiremiyor ve endişeyle yanağının içini dişliyordu. Ağzına gelen metalik tatla durduğunda komutanının kahkahası aniden kesildi. Mete, kabanının önünü açıp kalbinin üzerine denk gelen iç cebe defteri koydu ve önünü ilikledi. Masadan boş bir defter aldı ve üç adımda Mücahit’in tam karşısına geçti.


“Bu defteri benden alacak kişi, daha anasının karnından doğmadı.” diye söylendi hiddetle ve zihninin bir köşesine yazdı bugünü, Mete.


“Komutanım, açıklamam gereken birkaç nokta daha var. Raşit defterde yazılanın ne olduğunu biliyor ama Eyşan bilmiyor.”


Mete, elini kaldırıp Mücahit’i susturdu. “Mücahit, Raşit aptal değil. O bir vatan haini eski bir asker. Neyin ne olduğunu elbet biliyor, sen ve Barış harici bizim asker olduğumuzun da farkında. Keyfimden mi sizi yanına soktum? Eyşan’a bile güvenmeyen adam en çok size güveniyor. Biriniz sağ kolu, biriniz sol!”


Sona doğru yükselen sesiyle irkildi, Mücahit. Mete, boştaki elini yüzüne götürdü ve burun kemerini sıktı. “Raşit’ini de, Eyşan’ını da sikeyim!” dedi ve elindeki defteri Mücahit’in göğsüne yapıştırdı. Mücahit, yere düşmek üzere olan defteri havada kaptı.


“Onlar oyun istiyorsa bizde kurallarına göre oynarız. Al bu defteri Barış’a ver. Raşit’in, Boduroğlu’ndan ne bulmasını istiyorsa deftere geçirsin. Bu bize zaman kazandırır.”


“Ne için zaman kazandıracak?” diye sorguladı patavatsız bir merakla. Mete, bu soru karşısında sustu ve Mücahit’in yanından geçip evden ayrıldı. Mücahit, peşinden gidip gitmeme konusunda kararsız kaldı ama cebindeki telefonu çıkarttı ve en üstteki aramayı tekrarladı.


“Söyledin mi?” diye ses geldi, karşıdan. Mücahit’in dudağı burukça büküldü.


“Çok sinirlendi, Güvercin.”


Telefonun ucundaki kadının sıkıntılı nefesini işitti. “Sinir iyidir Kara.” dedi kadın telefonu kapatmadan önce. “Karşındakinin ne düşündüğünü bilmek istiyorsan, sinirlendireceksin.”


Mete Mert Çakır, Ağzından


Her insanı bir sınırı, tahammül edemeyeceği bir seviyesi vardır. Benim sınırlarım sevdiklerimin etrafından geçiyordu ve söz konusu onlar olduğunda tahammülüm yoktu. Sınırı aşan her kimse, ona bir bedel ödetirdim.


‘Mevzu bahis vatansa, gerisi teferruattır.’ cümlesi zihnimde bir yerlerde dolaşırken cüzdanımı çıkartıp nöbetçi askere çevirdim. Kim olduğumu görüp selam verdiğinde araladığı bariyerden içeriye girdim. Mevzu bahis vatan değildi elbet ama o vatanın sınırlarına koyduğum birisi vardı.


Asena Gündüz.


Onu hiç görmedim, yıllar önce oyunlarımda misafirdi. Onu sadece fotoğraflarından tanıdım ama Güvercin Timi’nin komutanı olduğunu biliyordum. İsmi dudaklardan döküldüğü anda herkes kendine çeki düzen verir ve asla yanlış bir cümle kurmazdı. Önce saygıyı sonra sevgiyi aşılamıştı. Timinin ve askeriyenin göz bebeğiydi. Onu korumak ve anlamak ise benim görevimdi.


Ezbere bildiğim yolun sonuna geldiğimde önümdeki kapıya baktım. Babamın hâlâ burada olduğunu biliyordum. Çünkü odasından hiç çıkmıyor ve burada yatıp kalkıyordu. Kapıyı açıp içeriye daldığımda oturduğu sandalyeden kalktı ve sağ elini palaskasına koydu.


“Nereye girdiğine dikkat et evlat, evde değiliz.” diye söylenirken kapıyı kapattım ve masasının karşısına geçtim. Babam sol elini sertçe masaya vurdu.


“Ahır mı lan burası? Seni bir daha uyarmayacağım, hâl ve hareketlerine dikkat et.”


Dediklerini umursamadan kabanımın önünü açtım ve cebimdeki defteri masanın üzerine koydum. Belimin sağındaki silahı sıkıca kavrayıp defterin üzerine yasladım. Elim üzerlerinde kalırken bakışlarımı gözlerine çevirdim.


“Sana, sınırlarım var demiştim. Eğer birisi ya da birileri o sınırı aşarsa tahammülün olmayacağını belirtmiştim.”


Bedenimi saran sinir alevinin gözlerimden fışkırdığını biliyordum. Çünkü babamın oğluydum ve onda kendimin yansımasını izleyebiliyordum.


“Senin çizdiğin sınırları aşarlar dedim, beni dinlemedin. Bırak senin için dağları kırıp yolunu açayım dedim, istemem dedin. Şimdi o sınırlara el uzattıklarında benden hesap soramazsın Mert!”


Mert.


Senin belanı sikeyim.


“Bana Mert deme. Hatalarla dolu bir ismi duymak istemiyorum.”


Babam iki elini kaldırıp sertçe masaya bıraktı. “Yapma lan o zaman!”


Dişlerimi gıcırdattığımda babam, derin bir nefes aldı ve sandalyeye oturdu. Ayakta kalmayı tercih ettiğimde gözlerimi devirdim.
“Raşit Fas, defterin peşine düşüyor. Eyşan Boduroğlu bir sikten haberi olmadan Raşit’i dinliyor. Kendi kafalarına göre iş yapıyorlar, sen uyumaya devam et albay.”


Babam kafasını sola çevirip dudaklarını kıpırdattı ama saniyeler sonra yeniden gözlerime baktı. “Benim her şeyden haberim var.”

Bilindik cümleyle damağımı şıklattım.

“Alparslan albayın herkesten önce, her şeyden haberi vardır. Başımıza bir şey geldi, biliyorum. Onu dediler, duydum. Yoldaşların kızına sen böyle mi sahip çıkıyorsun!”

“M.M.Ç.” diye bağırdı ve ayağa kalktı. Masanın yanından beş adımda karşıma geçti. Mavi gözleri artık girdap misaliydi. Ne var ne yoksa içine çekiyordu.

“Bir daha söyle.” dedi kelimelerin üstüne bastırarak. Dişlerini sıkıp arasından bir nefes çekti.

“Yoldaşlarımın kızına böyle mi sahip çıkıyorum? Öyle mi, Mete yüzbaşı?”

Çenemi dikleştirdiğimde kafasını ağırca salladı ve elinin tersiyle kalbimin üzerine vurdu. “Hiç kimse, kendi oğlumda olmak üzere benimle bu şekilde konuşamaz.” derken masasına yürüdü ve ahizeyi kaldırdı.

“Bana Kurt’u çağırın.”

Ahizeyi sertçe kapattıktan sonra parmaklarını masaya birkaç saniye vurdu. Kısa bir süre sonra kapı çaldı ve açıldı. Kendimi iri sanırdım ama benden daha iri yarı, yüzünde maskesi olan birisi girdi. Gri gözleri, benimkilerde gezinirken kaşlarımı çatıp babama baktım. Babam bir kez olsun bana bakmadı, gözleri Kurt dediği kişideydi. Kurt yanımda durup elini alnına götürdü ve babama selam verdi.

“Al bunu götür. Nizamı unutmuş, kim olduğunu hatırlamasına yardım et.”

Tam ağzımı açıp bir şey söyleyecekken son gördüğüm şey, burnumun üzerine inen dirseğiydi.


1 Ekim 2021 / Mardin

Bedenim pencere pervazına yaslanmış, gözlerim ise yoldan gelip geçenleri tarıyordu. Sıkıntıyla iç çektim ve kafamı pervaza değdirdim. Raşit ve Alev hâlâ görevden dönmemişlerdi ama haber alamadığım başka biri daha vardı: Mete.


“Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor.”


Ne kadar duyduğumu hatırlamayıp, yüzden sonra saymayı bıraktığım cırtlak kadının sesini bir daha işittiğimde sinirle arkamı döndüm. Lakin benden önce Mücahit hızlı davranmıştı.


“Lan yeter oğlum, kapalı işte telefon Alper!”


Alper, kafasını iki yana salladı. “Kesin komutanımın başına bir hâl geldi yoksa açardı telefonu.” dedi saniyesinde. Bakışlarım üzerinde gezerken sıkıntıyla iç geçirdim. Bir haftadan beri zihnimde dolanan cümleyi başka birinden duymak bana kötü hissettirmişti. Bakışlarımı kaçırdığım sırada adının Caner olduğunu öğrendiğim kişinin beni izlediğini gördüm. Caner, Mete’nin ikiziydi. Buradakilerin aksine rahat bakıyor ve sakin davranıyordu. Hissediyordu sanırım.


Benden henüz iki gün önce haberleri olmalarına rağmen asla kötü bakmamış aksine, daha çok sahiplenmişlerdi beni. Hele ki Asena’nın ben olduğumu duyduklarında utanmasalar kalkıp ‘Bulduk.’ diye halay çekeceklerdi. Ben kendi içimde duygulara karışırken Mücahit’in telefonu çaldı.


“Emredin albayım.” diye söylendiğinde olduğum yerde dikleştim. Yere çevrilmiş bakışları beni bulduğunda elindeki telefonu uzattı.

“Dinliyorum.”


“Acil bir konu var, kimseye belli etme. Siyah bir kamuflaj giy ve yola çık. Seni, gönderdiğim 47 ASY 4847 plakalı araç alacak.

Güvercin ile oradan irtibat kuracaksın.”


Belli belirsiz kafamı salladım. “Emredersiniz albayım.”


Telefonu kapatmasını beklerken gülmesini işittim. “Bu arada Eyşan, Kurt’un sana selamı var. Onu bu son görüşün olacak, ‘Bana iyi davransın.’ dedi.” ve telefon kapandı. Dudaklarımda çarpık bir gülümseme meydana gelirken bakışlarımı bana merakla bakan gözlere baktım.


“Siz gidin, albay beni çağırıyor.”


Mücahit, bana tereddüt eden gözlerle baktı ama Caner ayağa kalkıp burnunu çekti.


“Haydi çocuklar, Asena’nın yetişmesi gereken bir yer var.” dedi ve kapıya ilk ulaşan o oldu. Her biri sırasıyla kapıdan çıkıp beni yalnız bıraktıklarında hızla odama daldım ve gardırobun önüne geçtim. Siyah kargo pantolonunu ve siyah boğazlı kazağımı yatağın üzerine atıp kenarda duran kar maskesini tuttum. Gözüme gri bir bandana çarparken onu da yakaladım ve yatağın başına geçip hazırlamaya başladım. Saçlarımı sıkı bir at kuyruğu yapıp gri bandanayı koluma bağladım. Kar maskesini cebime sokuşturup önce odadan sonra da evden çıktım.


Merdivenleri ikişer üçer inip apartmandan çıktığımda albayın söylediği plakalı aracı gördüm. Siyah bir vitoydu ve beni gördüğünde kapısı aralandı. Koşar adımlarla araca bindiğimde kapı açıldığı yerde durdu ve geri kapanmasını beklemeden şoför gaza bastı.


“Merhaba Asena Yüzbaşım. Ben, Tünel görevinden Halil Şanlı. Bugün sizi operasyona götürüp ve evinize getirmekle görevli bir askerim.” Hafifçe tebessüm ettim ve cebimdeki kar maskesini çıkarttım. Avuçlarımın arasında sıkıca tutarken araçta bir ses yankılandı.


“Atmaca Tek, ben Güvercin 3. Biz yerimizi aldık, sizden komut bekliyoruz.”


Halil asker, boğazını temizleyip yan koltuktaki halatı arkaya doğru bıraktı.


“Yüzbaşım; albayımın emri, Güvercin’den sonra gitmeniz ve çatıdaki camdan girmenizdir. Gerekli bilgiler Güvercin Timi’ne iletildi. Gideceğimiz yerde sizden haber bekliyor olacaklar. Lütfen, arka koltuğa bıraktığım kulaklığı ve kar maskenizi takın. Yüzünüzün ifşa olmaması en büyük husustur.”


Koltuğa uzandım ve kulaklığı bir çırpıda kulağıma yerleştirdim. Kar maskesini kafama geçirdiğimde koltuğa bağlı aynadan kendime baktım. Sadece gözlerim görünüyordu ki istediğimiz buydu. Halatı kemerime bağlayıp Halil askere baktım.


“Deneme?”


Halil asker, kulağına dokunduğunda derin bir nefes aldım. “Sizi Güvercin ve albayımdan başka kimse duymayacak.”


Gözlerimi sıkıca kapatıp açtım ve derince yutkundum. Seneler sonra onlarla bu şekilde konuşacağımı düşünmek aklımın ucundan bile geçmemişti.


“Güvercin 3, ben Güvercin 1. Sizi yeniden duymak güzel.”


Kulaklıktan başka ses gelmediğinde derin bir nefes aldım ve bakışlarımı pencereye çevirdim.


“Güvercin 1, ben Çakır. Yüzbaşı, Kurt’un elinde. Kendisini bizzat ben görevlendirdim. Tim ve Kurt başına geleceklerden haberi var. Fazla hırpalamadan kendini yüzbaşıya göster. Sonra sizinkiler senin kim olduğunu Eyşan’ı ifşa etmeden açıklayacak.”
Araba biraz daha yol aldıktan sonra yavaşladı ve durdu.


“Kolay gelsin Güvercin.” albayın cümlesiyle araçtan indim. Koşar adımda karşımdaki binaya girip merdivenleri aradım. Kimsesiz, izbe bir yerdi fakat yeni dökülmeye başlamış duvarları çok zamanın geçmediğini kanıtlıyordu.


“Güvercin 3, Güvercin 1. Konumun nedir?”


“Güvercin 1, Güvercin 3. Merdivenlerdeyim, siz başlayın geliyorum.”


Mete Mert Çakır, Ağzından


Ruhumun derin bir kan havuzuna dönmesini bırak, yüzümde ve bedenimde açılan her bir yara sızlarken bile sinirim geçmiyordu. Babama olan saygım daha da artarken sinirle dişlerimi sıkıp inledim. Yüzüme, kaçıncı olduğunu saymadığım bir yumruk daha yerken başım acıyla yere eğildi. Kurt, verilen görevi layığıyla yerine getiriyordu.


Gri gözleri, benim mavilerimden bir kez olsun ayrılmazken kanlı dişlerime inat gülümsedim. “Yapabildiğin sadece bu mu?”


Kurt’un maskesinin altından güldüğünü fark ederken birden bir gürültü koptu. Güvercin Tim’i içeriye girerken Kurt, elindeki zinciri sıktı ve yanımda durdu. Sakin adımlarla bize doğru yaklaşırken Kurt, elindeki zinciri onlara doğru savurdu. Hepsi bir anda geriye çekilirken yeşil gözleriyle Osman bana baktı. Yüzümde gezinen gözleri Kurt’a çevrildi.


“Beni alt eden, yüzbaşıyı alır.”


O sırada camın arkasında bir karartı göründü. O siluet ayaklarını hızla öne doğru ittirip camı kırarak içeriye girdi ve yerde yuvarlandı. Sol dizini yukarıya çekip ayaklandığında Kurt, elindeki zinciri ona savurdu ama gelen kişi kaçmadı. Siyah kamuflajının, sol kolunun üzerine bağladığı gri bandanaya çarptı. Kurt, bir anda elindeki zinciri kırdı ve iki parçaya ayırdı. Ardı arkası kesilmeyen darbeler atmaya başladığında karşısındaki siyah kamuflajlı sağ ayağını duvara koyup zıpladı ve Kurt’un sırtına atladı.


“Bırak lan!”


Gri bandanalı kişi Kurt’un yanında küçücük kalmasına rağmen elindeki zincirleri bir şekilde aldı ve aşağıya indi. Bacaklarını Kurt’un ayak bileklerine doladı ve sertçe bedenini geri çekti. Kurt, gürültüyle yere düştüğü an üzerine çıktı ve zincirlerle Kurt’u bağladı. Gri bandanalı, Kurt’un kulağına eğildiğinde Kurt hızla kafasını salladı. Zincirleri bırakıp bana döndüğünde gözleri ilk defa bende gezindi. Maskesinin altından dudaklarının büküldüğünü gördüm.


Osman, hızla yanıma gelirken bakışlarım onun üzerinde takılı kalmıştı. Deniz, ona yaklaşıp sırtındaki halatı verdi.


“O kim?”


Osman, bileklerimi bağlayan zinciri çözerken arkasına baktı. O kişi her kimse Deniz’den aldığı halatı, yere montelenmiş sağlam bir demire bağladı ve bir anda kendini aşağıya attı. Osman, derin bir nefes alıp önüne döndü ve zinciri çözmeye devam etti. Bakışlarımız buluştuğunda aldığı içli bir soluk verdi. Yeşil gözlerinde ilk defa soğukluk yoktu, boş bakışlar atmıyordu. Sanki gözlerine yeniden çiçekler ekilmişti.


“Güvercin’di komutanım. Geldi, uçtu, gitti.”


Sanki kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Yıllar önce yalnızca fotoğraflarına bakarak büyüdüğüm kız, biraz önce kanlı canlı karşımdaydı.


“Sizi evinize götürmem emredildi, Mardin’e.”


Osman’ın cümlesiyle derin bir nefes alıp kafamı salladım. El bileklerim boşluğa düştüğünde sertçe yutkundum ve öne bir adım attım. Bana uzatılan eli, sağ elimle durdurup yavaş adımlarla Osman’ın yanında yürümeye başladım. Osman, her ihtimale karşı bir elini havada tutuyor ve bana her an düşebilirmişim muamelesi yapıyordu. Bizi kapısı açık bir şekilde bekleyen araca doluştuğumuzda kafamı geriye yaslayıp dişlerimin arasından bir nefes çektim.


Kurt, yüzümden çok karnıma çalışmıştı. Çünkü gerçekten zor nefes alıyordum. Gözlerimi pencereye çevirip göz kapaklarımı devirdim. Bedenim yorgundu ama zihnimin yorgunluğu, bütün bu olanların üzerini bastırıyordu. Gözlerimi açıp bakışlarımı Osman’a çevirdim. Osman, dışarıya bakıyordu ve sakindi.


“Temel askerdeymiş.” diye söylendi Kubilay. Deniz’in bakışları Kubilay’a çevrildi.


“Sonra?”


Kubilay, burnunu çekip Deniz’e baktı.


“Teröristlerin pusu kuracaklarının haberi alınmış. Bunlarda gelecekleri yerde pusuya yatmışlar. Bir saat olmuş gelen yok, iki saat olmuş gelen yok. En sonunda Temel komutanına ‘Komutanım gidip bakayım başlarına bir şey gelmiş olmasın.’ demiş.”


Deniz, Kubilay’ın söylediklerine gözlerini devirip Osman’a baktı. Osman hâlâ ifadesini koruyordu. Sadece dudaklarını araladı ve ‘Eşek.’ dedi. Kubilay, Osman’a doğru eğilip gülümsedi.


“Eşek olduğum için mi arkadaşınım yoksa, arkadaşın olduğun için mi eşeğim?” dediğinde Osman elini kaldırdı ve Kubilay’ın kafasına bir fiske vurdu.


“Lan oğlum bir sus be!”


Osman, cümlesini bitirdikten sonra derin bir nefes aldı ve bana baktı.


“Komutanım, kapatın gözlerinizi ve biraz dinlenin. Geldiğimizde biz sizi uyandırırız.”


Kafamı en son belli belirsiz salladığımı hatırlıyordum, ondan sonra devrildiğim karanlığa hapsolmuştum.


1 Ekim 2021 / Şırnak


En zor yollar, geri dönmen gerektiren tercihlerde karşına çıkardı. Kararsız kaldığın o anlarda ne yapacağını şaşırır ve zamana karşı bir kaybın olurdu. Geriye alamayacağını bilirsin ama buna mecbur kalırsın. Bende o yollardan birindeydim ve ne yapacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu.


“Yüzbaşım, Alparslan albayım emri ile sizi askeriyeye götürüyorum.” demişti, görevli asker Halil. Bakışlarımın odağındaki bedene bakarken albay, önündeki dosyadan kafasını kaldırdı ve bana baktı. Elini dosyanın üzerine koydu ve derin bir iç çekti.


“Sana uzun zamandan beri açıklamak istediğim bir husus vardı ama nasıl söyleyeceğimi bilemedim.” dedi ve ayağa kalktı. Üç adımda karşımdaki koltuğa geçip oturdu. Ellerini birbirine kenetlerken bakışlarını, gözlerime çevirdi.


“Üsteğmen Hümeyra Çakır, hayatımın eşi ve çocuklarımın annesiydi. Annenle aynı sınıfta okudular ve birlikte subay oldular. Ben ve baban ise çocukluk arkadaşıydık, hiçbir zaman birbirimizden ayrılmadık. Sonra hayatlarına dahil olduk, o iki kadının. O zamanlar Rize’de görev yapıyorduk ve baban birden tayin istedi, Şırnak’a.”


Kafasını hafifçe sola eğdi.


“Hatta bir ara küsmüştüm, beni bırakıp gidecek diye ama sonra vazgeçti. Daha çok yanımda durmaya başladı. Hiç yalnız bırakmadılar, annende dahil olmak üzere. Bir gün bölüğümüze bir asker girdi. Kendini sevdirdi ve saydırdı. 2003 yılında, takvim 24 Kasım’ı gösterirken askeriyeye bir saldırı düzenlendi. Üsteğmen Hümeyra Çakır, o gün şehit oldu.”


Kalbimin burukluğuyla kaşlarımı çattım. Bu tarih, benim anne ve babamın şehit olduğu gün ile aynıydı.


“O günden sonra hayatım alaşağı oldu. Üstlerden gelen ihbar ile annen, baban ve ben Şırnak’a görevlendirildik. Mete ve Caner henüz daha 10 yaşındaydı ve ben bir askerdim. Onlara hem annelik hem de babalık yapmam zor olacağından ötürü onları Rize’de Asiye yengenizin yanında bıraktım. Benim için çok zordu. Bir anda hem hayatımın eşini hem de çocuklarımı bırakmıştım. Asla nasıl büyüdüklerini görmedim, onların yaptığı şeyleri izleyemedim ama her hafta bana mektup yolladılar. Mektupların her birinde ise senin fotoğrafların vardı.”


Karnımda küçük bir yanma olurken derin bir nefes aldım. Alparslan albay, sol yanağına düşmüş yaşı elinin tersiyle sildi.


“Mete, çocukluğunun birçoğunu senin fotoğraflarınla geçirmişti. İkiziyle bile oynamayan neredeyse hayata küsen çocuk, senin sayende barışmıştı.”


Gözlerimin dolduğunu fark ettiğinde kafasını iki yana salladı ve iç çekti.


“Onlarda bizim gibi asker olduktan sonra işler kızıştı. Eşimin şehit olmasına neden olan kişinin kim olduğunu öğrendik. Askeriyeye gelen o asker, Raşit Fas’tı. İçimize sızan bir casustu. Anlamadık ama anlayabilirdik.”


Albayın gözlerinden birer damla daha yaş düşerken bakışlarını yukarıya kaldırdı. “Hümeyra, bu adama güvenmeyin demişti ama biz dinlemedik. Sırt sırta çarpışıp kendi eşimin mezarını kazdım ben.”


Albayın omuzları şiddetle sarsılmaya başladığında kafam hafifçe sağa doğru yattı. Avuç içlerini yüzünde gezdirdi ve yeniden iç çekti. Ruhum sanki biri tarafından ele geçirilmiş gibiydi. Ağlamamak için kendimi sıkıyordum. Albay, burnunu çekti ve kafasını iki yana salladı.


“Onun casus olduğunu öğrendikten sonra beni hemen Mit’e atadılar. Baban ve annen her operasyon öncesi benden bilgi alıp ona göre plan hazırlıyordu ta ki 24 Kasım 2019’da şehit olana kadar. Harbi, dağıldığım gün o gündü. İçim içimi yiyor, elimden bir şey gelmiyor, Raşit’i arıyorum ulaşamıyorum çok kötü bir durumda kalmıştım. Ne yapacağımı düşünürken penceremin kenarına bir kuş kondu. Sarı, küçük ve ıslak bir kuş cama kafasını sürttü. Onu içeriye aldığımda odanın içinde uçtu ve masamın üzerine kondu. Bakmak aklımın ucundan bile geçmeyen bir dosyanın üstünde durduğunda gittim ve neyin ne olduğunu gördüm.”


Dudaklarında buruk bir tebessüm oluştu.


“Güvercin Timi’nin yemin töreni sonrası oluşturulan bir listesi, en başında Asena Gündüz. O an Şırnak’ta görev yapan albay sayesinde seni bu göreve dahil ettim. Seni bana bulan ise bir Kanarya’ydı.”


Ellerini yüzünde gezdirdi ve ellerini kenetledi.


“Sana bunları anlattım çünkü annen ve baban dünyada görüp görebileceğim en değerli insanlardı. Rahmetli Asiye yengen, iki tane oğlumu büyüttü. Bu devirde kim bunu yapardı ki? Ama onlar yaptı. O yüzden bende seni ne pahasına olursa olsun koruyacağım kızım.”


İşte o yolların zorluğunun en güzel bir noktası vardı. Düştüğün yerde aslında seni kurtaracak bir el. Sadece kafanı kaldırıp bakman yeterli olacaktı.


Mete Mert Çakır, Ağzından


Korktuğun ne ise, kaybedeceğin odur.


Güvercin Timi beni eve bıraktıktan sonra hiç kimseyle konuşmadım ve hızla odama girip kapıyı kapattım. Çalışma masasına ilerleyip sandalyeye oturdum. Sol köşemde, ayakta duran üniformaya elimi uzattım. Parmak uçlarımın üzerinde gezindiği üniforma, yüzünü hayal meyal hatırladığım bir kadına aitti: Anneme. Oturduğum sandalyede kendimi geriye bıraktım.


Etrafta gezinen gözlerim feryat figan ağlayan insanların bedenlerindeydi. Evimiz, ilk defa bu kadar kalabalıktı. Arada o bedenlerden bazılarının gözü bana değiyor ve daha da ağlamaya devam ediyorlardı. Bir acı, dört duvarın arasına sıkışmıştı. Küçük bedenim salonun pervazından çekildi ve o kadının odasına gitti. Yatağın ortasına yatmış ve dizlerine çekmiş babam vardı. Omuzları sarsılarak ağlıyor ve hıçkırıkları odada yankılanıyordu. Sesi duyulmasın diye odanın kapısını kapattım, yere çöktüm.


Acı, aslında dört duvarın arasında değildi.


Bir ateşti ve sanki bu eve düşmüştü, onlarca evin arasından bir tek bu evi yakıyordu.


Parmaklarımı üniformanın üzerinden çektim ve bakışlarımı pencereye çevirdim. O gün doğduğum eve düşmüş ateş, hâlâ ruhumun içinde hiç sönmeden yanmaya devam ediyordu. İntikam hırsıyla kavrulan bedenim zehrini daha da gösteriyordu.

 

"Bir son dakika haberi ile karşınızdayız sayın seyirciler."

Elimdeki tabldotu masaya bırakıp Ali'ye baktım. "Sesi açsana devrem."

"Şırnak'taki yemin töreninde patlama."

Gördüğüm alt yazıyla bir adım geriledim.

"24 Kasım 2019 tarihinde, askerlerin yemin töreni sırasında nedeni belirtilmeyen bir patlama oldu. Yüzbaşı Yağmur Boduroğlu ve Yüzbaşı Ethem Boduroğlu şehit olurken, aralarında sivil vatandaşlarımız da vardı."


Ateş, yine düştüğü yeri yakmıştı. Babamın en yakın arkadaşları şehit olmuştu.


Asena’nın içindeki ateşin durumundan haberim yoktu ama bir yerlerde benimle aynı şeyleri hissettiğini biliyordum. Artık bir şeyler yapma zamanı gelmiş ve geçiyordu. Bin bir güçlükle masamın kenarında duran telefonu aldım ve ekranını açtım. Beşinci sıradaki numarayı tuşladım ve kulağıma yasladım.


“Alo?” dedi karşıdaki ses. İçimdeki ateş, büyüdü ve tüm bedenimi yeniden sarmaya başladı. Önce beni, sonra babamın yattığı o yatağı ve en son fotoğraflarına bakarak büyüdüğüm o kızı içine hapsetti. Bir kelime büyüdü ağzımda. Zehri herkesi saracaktı ama pişman olacağımı anlamayacaktım. “Buluşalım, Eyşan. Seni, Sangria içirmeye götüreceğim.”


Telefonun ucundaki kadın bunu kabul ettiğinde aramayı sonlandırdım ve dolabın karşısına geçtim. Beyaz bir boğazlı kazak, altıma da mavi kot pantolonu alıp üzerimdeki kıyafetlerle değiştirdim. Dolabın kapağını kapatmadan bir kaban aldım, odadan çıktım.


“Komutanım nereye?”


Mücahit’in sorusuyla bakışlarımı ona çevirdim.


“Komutanım, yaralandınız gitmeyin bir yere.”


Alper’in kurduğu cümleyle bir hışım ona baktım ve sakince kabanımı üzerime giydim.


“Ne zamandan beri alt, üstü sorgulamaya başladı?” diye söylendiğimde Alper ve Mücahit gözlerini kaçırmıştı. Masadan araba anahtarı aldım. Sol elimi kabanımın cebine sokup onlara sırtımı döndüm. Evin kapısına ulaştığım vakit omzumda bir el hissettim. Başımı hafifçe sola çevirdiğimde Caner, sakin gözlerle bana bakıyordu.


“Alevi körüklüyorsun Mete. Dikkat et, sonu iyi olmayacak.” dedi ve omzumdaki elini çekip salona geçti. Dişlerimi sıktım ve kapıyı açıp evden çıktım. Her birinin endişesi, benim zihnimdeki düşüncelerin önüne geçemiyordu fakat her biri aslında alevin tamamen benim içimde olduğunu biliyordu. Karşımdaki insanın bana zarar vermesinden değil, benim kendime zarar vermemden korkuyorlardı.


Sol elimi cebimden çıkarttım ve arabanın kilidini açtım. Seri hareketlerle kontağı çevirdim ve direksiyonu kavradım. On dakikalık yol, sanki ulaşılması en zor mesafe gibiydi ta ki evin önünde bekleyen kadını görene kadar. Eyşan, üzerine giydiği paltosu ile elleri cebinde beni bekliyordu.


Arabayı tam önünde durdurduktan sonra dört adımda araca bindi. Emniyet kemerini takıp gülümseyerek yüzüme baktı. Dudaklarındaki gülümseme yavaşça solarken gözleri, yüzümdeki yaralarda takılı kaldı.


“Yüzüne ne oldu?” diye sordu ve elini kaldırıp dudağımın kenarındaki yaraya dokundu. Bir ateşe dokunmuş misali hızla kendimi geriye çektiğimde yüzümü buruşturdum. Eyşan, temkinli bir şekilde gözlerini gözlerime çevirdiğinde başımı hafifçe sola eğdim.


“Acıyor.” dedim.


Kafasını ağırca salladı ve alt dudağını yaladı. “Bunu sana kim yaptı?”


“Babam ile kavga ettik, o da adamlarını üzerime saldı.” diye bir açıklama yaptım dürüstçe. Bunda bir yalan yoktu. Şaşırmış gözlerle beni inceledi ve önüne dönüp bir daha sorgulamadı.


1 Ekim 2021 / Mardin


Her bir seçimin arkasında belli bir neden vardır. O nedenler bizi biz yaparken, sonuçlar verdiğimiz kararı bize tekrar tekrar sorgulatırdı. Hata yaptığını fark ettiğin an her şey sona ererdi. Ne karar kalırdı ne de vicdanın.


Zihnimde darağacına astığım cümleler vardı. Her biri pişmanlığım ile idam edilirken ruhum, çoktan sessizliğe bürünmüştü. Yalnızca karşımdaki adamın hata yapmasını bekliyor ve o hatanın üzerini örtmek için pusuya yatıyordum.


“Bu zamana kadar o seni bulamadı ama sen onu buldun. Hata yapmasını önle, Eyşan. Hatanın geri dönüşü olmaz.”


Alparslan albayın cümleleri zihnimdeki o darağacının etrafında geziniyordu. İçimi şüpheye düşüren noktalardan biriydi. Ya ben hata yaparsam, beni kim önleyecekti?


Derin bir iç çektim ve bakışlarımı etrafta gezdirdim. Burası çok büyük bir şarap mahzeniydi. Yukarıya doğru çıkan iki merdiven, ve duvar boyundan uzunca raflarda şaraplar vardı. Bakışlarım masanın üzerine kaydığında küçük şarap bardak takımları adeta keyif verici görünüyordu.


“Evet, geldim.” dedi birden Mete ve elindeki malzemeleri kesme tahtasının üzerine bıraktı. Koltuk altına sıkıştırdığı orta boylu bir şişeyi alıp masanın üzerine bıraktı. Ellerimi geriye yaslayıp gerindim. Eline tirbuşonu alıp şişeyi ihtişamla açtı ve önündeki küçük bardaklardan birine bir tutam döktü. Bardağı çalkaladı ve gözlerini kapatıp kokusuna baktı. Tadına bakmadan kenara bırakıp ayaklı bir şarap bardağını önüne çekti. Tombul bir gövdeye sahip olan bardağın içine sıvıyı döktü ve bana uzattı.


“Buyurunuz.”


Bardağı nazikçe kavrayıp burnuma götürdüm. Keskin bir üzüm ve baharat kokusu zihnimin dört bir yanına sinyal gönderirken şaraptan bir yudum aldım. Kırmızı şarabın yoğunluğu tüm dilimi sarmalamış ve kekremsi bir tat bırakmıştı.


“Doluca, Hayal serisi. Cabernet Sauvignon Shiraz.” diye söylenirken alt dudağımı büktüm ve Mete’ye baktım.


“Güzelmiş, sevdim.”


Mete ellerini bir kere vurup eline bıçağı aldı. Kesme tahtasındaki üzümleri sapları ile birlikte sürahiye koydu. Elma ve portakalları ustalıkla orta boy dilimlere kesti ve onları da sürahiye ekledi. Birkaç dilim limon ve şeftali de ekleyip eline, yanındaki şişeyi aldı. Şişeyi eklediği meyvelerin üzerinde gezdirdi ve biten şişeyi yeniden masanın üzerine koydu.


Kenardan iki bardak çekti ve sürahiyi alıp yanıma oturdu. Bardaklara servis yaptıktan sonra bakışlarını gözlerimde gezdirdi.
“Denemek ister misin?” diye sorduğunda kafamı salladım ve bardağa uzandım. Sangria’dan bir yudum aldığım anda ağzımdaki tat gözlerimi kapatmama neden olmuştu. Boğazımdan akıp giden sıvıyla gözlerimi araladım ve Mete’ye baktım.


“Bu çok güzel bir şey.”


Gülerek kendi bardağına uzandı ve bir yudum aldı. Hiç konuşmadan yalnızca içkilerimizi bitirirken Mete, bardaklara yenisini dolduruyordu. Zaman, bir su misali akıp giderken Mete’nin telefonu çaldı.


“İzninle.” dedi ve ayağa kalkıp telefonu açtı. Ağırca oturduğum yerden kalktım ve peşinden gittim. Duvarın köşesinde saklanıp konuştuklarına kulak verdim.


“Gelme, Eyşan var.”


Karşı tarafı dinledi.


“Biraz daha içtikten sonra sarhoş olacaktır.”


Dudaklarımda sinsi bir gülümseme olurken sessiz adımlarla yerime geri döndüm. Şanslıydım ki alkole karşı bir direncim vardı. Krizi fırsata çevirmek için ne yapabilirim diye düşünürken duvarın arkasından göründü ve bana doğru yaklaşmaya başladı. Bardaktaki şarabı bitirip bardağı önüne doğru uzattım.


“Bir tane daha?”


Mete, kafasını salladı ve bardağımı yeniden doldurdu. Zamanı en akıllı bir şekilde kullanıp sürahinin dibine ulaştım. Eli şakağıma yaslayıp planımı uygulamaya hazırlandım.


“Sanırım kafam güzel oldu.”


Mete gülerek bana baktığında henüz bardağındaki şarabı bitirmediğini fark ettim ve derin bir nefes aldım.


“Biliyor musun? Bazen buralardan çekip Şırnak’a gidesim geliyor. Mardin’de yaşadığım olaylar bana ağır geldi.”


Mete, anlamsızca bana bakışlarını sürdürürken zihnimdeki bir cümle daha darağacına yükseldi.


“Mete, çocukluğunun birçoğunu senin fotoğraflarınla geçirmişti. İkiziyle bile oynamayan neredeyse hayata küsen çocuk, senin sayende barışmıştı.”


Alparslan albayın kelimeleri teker teker darağacına çıkmaya hazırlanıyordu ki elimi hafifçe havaya kaldırdım. Elim Mete’nin kabuk tutmuş yarasına dokunduğunda Mete, geri çekilmedi. Bakışlarım kaşlarının arasındaki küçük bende takılı kalırken nefesimi tuttum ve yüzüne doğru yaklaştım. Baş parmağım dudağının kenarındaki yaranın üzerinde mıhlanırken mavi gözlerine odaklandım.


“Bir gün zamanı geldiğinde bunu senin yapmana izin vereceğim.” dedim ve kafamı sertçe Mete’nin omzuna yasladım. Eli yanağıma dokunduğunda gözlerimi kapatıp uyuyormuş gibi yaptım. Kafamı geri çekti ve ayağa kalkıp omzuna aldı. Yürümeye başladığında gözlerimi hafifçe araladım ve yere baktım. Arabanın önünde durduğumuzda ön kapıyı açtı ve beni yerleştirdi.


Yüzümde nefesini hissedebiliyordum. Kalp atışımı kontrol etmekte zorlanırken parmakları, henüz daha yeni iyileşen noktalarımda gezindi. ‘Acaba benim kim olduğumu biliyor muydu, öğrenmiş miydi?’ diye düşünürken bir cümle, zihnimdeki tüm cümleleri o darağacından indirdi ve yerine geçti. “Bir gün zamanı geldiğinde ben değil, sen kendini öldüreceksin.”

-

 

BÖLÜM SONU

BÖLÜM SONU MEDYALARI

Instagram: _jupiterdebirokur

Tiktok: jr.napolita

X: sultanakr9

Wattpad: sultanakr

Merhabalar efenim yine ve yine ben, Sultan. Nasılsınız? Umarım iyiliğiniz üzerinizdedir. Bölümü okuyanlardan hiç değilse tek kelimelik hislerini paylaşmalarını istiyorum. En azından neler hissedildiğini bilmek benim için motive edici olacaktır.

 

Koyduğum bir sonraki noktada görüşmek üzere.

 

Sultan Çakır.

 

dört eylül iki bin yirmi dört

Loading...
0%