@sultanakr
|
Hu,hu... Merhabalar ben geldim. Birtakım gerçekliklerle dolu bölümümüze hoş geldiniz. En aşağıda görüşürüz. Oy ve yorumlarınızı bekliyorum, keyifli okumalar... VIII Yazar, Ağzından Her hayal, kendi kaderini oluşturur. Nasıl olduğunu bilemezsin, yalnızca bir anlığına zihnine düşer ve oraya yerleşir. Gözünün daldığı herhangi bir noktada varlığını belli eder ve orada canlanır. Aynadaki görüntüsünde bakışları birleşen küçük kız, kollarından sarkan manşetlerini silkeledi. Alt dudağını büzerken salona geçti. Küçük kızın geldiğini gören Ethem üsteğmen dizlerinin üzerine çöktü ve gülümseyerek kızına kollarını açtı. “Benim güzeller güzeli asker kızım.” Kader; ilk cümlesini, bu yazgı için hazırlamıştı. Küçük Eyşan’ın dudakları hâlâ buruktu. Ellerini havada sallayarak babasına uzun geldiklerini gösterdi. Babası onun bu haline kıkırdadığında Eyşan, kaşlarını çattı. “Böyle bir aşker oluy mu? Olmaz, dişiplin yok.” diye bağırdığında Ethem üsteğmen kıkırdamasını kaybetti ve gönlünde bir ateş yandı. Tüm tüylerinin ürperdiğini hissettiğinde gurur ve şaşkınlıkla Yağmur’una baktı. Güzeller güzeli eşi, kızının önüne çöktüğünde Eyşan’ın bedenini kendine doğru çevirdi. “Kızın haklı Ethem üsteğmenim, disiplin olmadan asker olunmaz.” dedi ve üniformanın kollarını içe doğru katlayarak kamufle etti. Sehpanın üzerindeki üniformaya ait kemeri pantolonun ek yerlerinden geçirip taktı. Eyşan, küçük bir nefes aldı ve annesinin beresini takmasını izledi. Kendisinin kahve tonlarına rağmen yemyeşil olan gözlere hep içi giderdi. Buruk dudakları sevgiyle yukarıya kıvrıldı. Ne derdi annesi; ‘Toprak olmadan yeşil olmaz.’ Önce toprağı sevdi Eyşan, sonra yeşili. Önce annesini içinde büyüttü Eyşan, sonra kendini. Annesi beresini takıp biraz geri çekildiğinde Eyşan heyecanla odasına geçti. Ethem üsteğmen, elini eşinin yanağına koyup okşarken kızları kendini yine aynanın karşısında bulmuştu. Gözleri üzerinde gezinirken bordo beresinin, üzerindeki üniformaya ne kadar yakıştığını gördü ve büyük bir hevesle nefes aldı. Babasının özel olarak diktirdiği bu üniformada, sağ göğsünün üzerindeki isimliğe gitti eli. Boduroğlu yazısına yavaşça dokundu. Küçük parmakları ‘U’ harfinden hafifçe ayrılırken bir kez daha baktı aynaya. Kader; bu bakışı, yazgının üzerine ekledi. Küçük eli, alnın yanına gitti ve kendine aynada selam verdi. Alnından elini çektiği an sol ayağının üzerinde sola döndü ve salona doğru yürümeye başladı. “Her Türk aşker doğar!” Bağırarak salona geçtiğinde anne ve babası ona yine gururla bakıyordu. Eyşan, küçük bedenini onların önünde durdurduğunda elini yeniden alnına yerleştirdi. “Eyşan Boduroğlu, Rije. Görüşlerinije hajırım!” Işıldayan gözler, yazgının en parlak noktasıydı. Günü geldiğinde tarih, yeniden tekerrür edecek ve bugünü daim kılacaktı.
2 Ekim 2021 / Şırnak Her anının bir yansıması vardır. Hafızaya kazınan bir cümlenin, ileriye dönük yaşamda karşımıza çıkması gibidir fakat ne zaman karşınıza çıkacağını bilemezsiniz. Hiç beklemediğiniz ya da aklınızın ucundan geçirmediğiniz zamanlarda belirir. Aynadaki o küçük kız artık büyümüş ve şimdiki yansıyan bana dönüşmüştü. Bizi ayıran tek farklılığımız ise cırt cırtımda yazan ‘Gündüz’ soyadı olmuştu. O anın gurur ve heyecanı, kalbimde bir yaraya ev sahipliği yapıyordu. Her iç çekişimde kanayan o derin yara sızım sızım sızlıyordu. Düşüncelerim kapının vurulmasıyla bir toz bulutu misali dağılırken derin bir nefes aldım ve kapıya baktım. “Gel.” Bakışlarımı bereme çevirip pırpırımın altına yerleştirmeye çalışırken kapı kapandı. “Girebilir miyim yüzbaşı?” Alparslan albayın sesini işittiğim an esas duruşa geçtim ve kafamı salladım. İki adımda yanıma gelip sağ avucunu açtı. Gördüğüm cırt cırt ile kaşlarım yukarıya doğru kıvrılmıştı. Nabzımın bir anda hızlanmaya başladığını hissederken takılı olan ‘Gündüz’ cırtını söktü ve avucundakini taktı. “Bir insanın soyadı onun onurudur, derdi Ethem. Her şey bittikten sonra sana bunu kendileri takacaktı ama ne davamız bitti ne de onlara bu kutlu gün nasip oldu. Baban ve annenin vasiyetine sahip çıkmak benim görevimdir. Elinden alarak mahkum ettiğimiz her gün için özür dileriz kızım. Her şey bitmese de artık kendi soyadını kullanabilirsin. Bundan sonra herkes sana; Asena Eyşan Boduroğlu, diye seslenecek.” Alparslan albayın dudaklarından dökülen son cümle ile dudaklarım aralandı. Güçlü bir hıçkırık aralanan boşluktan firar ederken ellerimi yüzüme kapattım. Kalbime ev sahipliği yapan o yara bin bir noktadan artık kanlarını fışkırtıyor, ruhuma sızıp orada birikiyordu. Omuzlarım sarsılarak ağlamaya başladığımda yalnızca omzumdaki eli hissetmiştim. “Ağla kızım, ağla ki dök acını.” Ayaklarımın bedenimi tutamayacağını hissettiğimde dizlerimin üzerine sertçe düştüm. Ellerimi yüzümden çekip bir elimi kalbime, diğer elimi ise dizimin üzerine koyup gözlerimi kapattım. “Acını yaşamalısın Eyşan. İçinde biriktirdiğin öfke yüzünden bu zamana kadar yaşamadın. Neyin varsa burada dök ve bu kapıdan çıktığında karşımda Boduroğlu’ya yakışan şekilde dur. Unutma, senin kimliğin seni sen yapan değil, kalbindir.” Kapalı gözlerimden akan yaşlara rağmen kafamı sallayabildiğimde omzumdaki el kayboldu. Birkaç saniye sonra kapının açılıp kapandığını işittim ve göz kapaklarımı araladım. Elim hâlâ kalbimin üzerinde beklerken bakışlarım aynaya yansıyan bedenime çevrildi. Küçük kız değildim ama boyum onunla eşitti. Hissettiklerimiz aynı değildi ama davamız aynıydı. Üzerimizdeki forma aynı değildi ama soyadlarımız artık aynıydı. Titrek bir nefes verdim ve yerden destek alarak ayağa kalktım. Gözlerimin altındaki nemli yaşları silip çenemi dikleştirdim. Bu saatten sonra ben, Asena Eyşan Boduroğlu’ydum. Elbette ki davam bitmemişti fakat yeni ben ile bütün intikamın yeni sayfalara kazınacağını biliyordum. Üzerime çeki düzen verip odadan çıktım ve toplantı salonuna doğru adımlamaya başladım. Beni fark eden her askerin bazıları selam verirken, bazıları tanımadığı için ürkerek yanımdan geçip gidiyordu. Toplantı salonunun önünde durduğumda albayın öksürüğünü işittim. Esas duruşta geçmesi için kenara kaydığımda elini omzuma koydu ve kapıyı açtı. İçeriye girdiğimizde bütün bakışlar önce bana kaymış, arkamdaki albayı gördüğünde ise herkes ayağa kalkmıştı. “Herkes yerlerine geçsin. Caner, sen de projeksiyonu çalıştır.” Üç adımda masanın etrafına dizilmiş timin yanına ulaştım ve albayın sol tarafındaki boş sandalyeye yerleştim. Karşımda Mete yüzbaşı, yanımda ise Osman vardı. Alparslan albay da kendi yerine geçtiğinde Caner, odanın ışıklarını kıstı ve projeksiyonun perdesini indirdi. Alparslan albay elindeki kumandaya bakarken Caner, yerine geçti ve beklemeye başladı. Bakışlarımı perdeye çevirdiğimde bir fotoğraf yansıdı. Soldan sağa anne ve babam, ortalarında Raşit, Alparslan albay ve Hümeyra Çakır vardı. “Eski üsteğmen Raşit Fas, kod adı Dağ. 26 Nisan 2000 tarihinde Rize’de özel kuvvetler birliğinde bizim timimize girdi. Her birimiz onu bir asker sanıyorduk ta ki Mimba ile görene kadar.” Mimba ismini işittiğimde şaşkınlıkla albaya baktım. Bu bilgi daha önce bana söylenmemişti. Mimba, teröristlerden oluşan örgütün başındaki adamdı. “Raşit Fas’ın Mimba ile görüştüğünü gören Hümeyra Çakır, üstlerine bilgi geçti ama kimse ona inanmadı. 24 Kasım 2003 yılında şehit düştüğünde birden Raşit ortalıklardan kayboldu.” Bakışlarım Mete’ye çevrildiğinde gözlerindeki sakinliği izledim. Yüzünde hiçbir mimik yoktu ama gözleri her şeyi açıklıyordu. Fırtına öncesi durgunluğu, öfkesini şimdilik kontrol ettiğinin bir göstergesiydi. “Bu olaydan sonra Raşit’in Mimba’nın yanına sığındığını öğrendik. Mimba, bir ölüm kolonisi kurarak aslında kötü biri olmadığını, yalnızca eski topraklarını geri almak istediğini ve bundan dolayı düşmanlarını öldürdüğünü iddia etti. Arkasına topladığı adamları sürekli olarak üzerimize saldı.” Yanımdan bir damak şıklatma sesi işittim. “Ölüm kolonisi kimlerden oluşuyordu?” diye sorguladı Osman. Mete’nin üzerinde kalan bakışlarım o bana bakmak üzereyken albaya çevrildi. “Başta herkes gibi sadece silah tutan insanlardan oluştuğunu sanıyorduk ama yanıldık. Akıllı ve düzenli(!) Mimba için canını ortaya koyacak bir topluluktu. Birçok bilim insanın bile onlar için çalıştığını ve biyolojik silahlar ürettiğini öğrendiğimizde aslında bir tık geç kaldığımızı görmüştük.” “Alev Atsız, havacı bir askerimiz. Önce onu yerleştirip içeride neler olup bittiğini öğrendik. Bize sürekli olarak bilgi akışı sağlarken bir zamandan sonra ses kesildi ve Güvercin timinin yaşadığı malum olay gerçekleşti.” Bütün gözler birden bana çevrildiğinde sıkıntıyla nefesimi tuttum ve bıraktım. Yalnızca albaya bakmaya devam ederken Alparslan albay bu durumu fark etti ve kumandaya bastı. Artık fotoğrafta en ortada benim ve Alev’in, bizim altımızda Güvercin timinin ve onlarında altında Kanarya yazılı görev için katılan bizimkilerin resmi vardı. “O olaydan sonra Ethem ve Yağmur Boduroğlu şehit olurken, Timuçin albaya bir haber uçurdum. Asena yüzbaşının derhal Kanarya’ya görevlendirilmesini istedim. Albay, dediğimi gerçekleştirdi fakat bir sorunumuz vardı. Albay, Raşit’in tuzağına düşmüş bir avdı ve sürekli olarak onunla oynuyordu.” Derin bir nefes alıp devam etti. “Raşit, Asena Gündüz’ün bir gün intikam için gönderileceğini biliyordu ama yüzünü hiçbir zaman görmemişti. Albayı sürekli rahatsız ettiği için albay benim emrimle Silopi’ye sürüldü fakat o da şehit edildi.” Ortamın gerginliği diğer açılan fotoğrafla biraz daha alevlenmişti. “Asena Gündüz’den haber hiç gelmiyor ve bir türlü ulaşım sağlayamıyorduk. Bir gün Asena’ya Raşit’in bir güven problemi olduğunu duyduk. İşte o an Kanarya’yı bulma görevi için bir ekip kurdum. Mete, Çağın karakterini canlandıracaktı fakat Raşit onun asker olduğunu anlayacaktı. Elinde tuttuğu Asena ile ilgili bilgilere ulaşmak için yanındaki adamları kullanacaktı. Lakin bu durumda bana, Asena’nın eski ama sır tutacağı bir yüze ihtiyacım vardı. O yüzden ona önce Mücahit’i yollamaya çalıştım ki yüzünü tanıdığında bir şekilde bize ulaşsın diye.” Kafasını iki yana sallayıp bakışlarını timde gezdirdi. “Fakat Raşit’in sıkı tedbirleri vardı. Öncelikli olarak Mücahit’i bir güven testine soktu. İki sene boş geçen zamandan sonra ona herkesten daha çok güvendi ve Barış’ı sol, Mücahit’i ise sağ kolu yaptı. Adamlarımız sağlamdı ve Mücahit, Asena’yı buldu.” Alparslan albay arkasına yaslandığında Caner, ayağa kalktı ve kıstığı ışıkları açtı. Geri yerine geçtiğinde Kubilay, elini kaldırıp söz istedi. Albay, ona bakıp kafasını salladığında dudağını araladı. “Şimdi Asena yüzbaşı bir daha gitmeyecek, değil mi?” Yine bakışları üzerimde hissettiğimde gözlerimi yeniden albaya çevirdim. Alparslan albay kafasını iki yana salladı. “Bu durum biraz karışık Kubilay. Raşit sizin yüzünüzü görmese bile artık kimin ne olduğunun bilincinde ve daha planlı bir şekilde hareket edecek. O yüzden sizleri yeni görev yerlerinize göndereceğim. Bu iş çok fazla uzadı. Önünü göremeyeceğimiz bir raddeye ulaştı ve bu, Mimba’nın daha fazla insana zarar vereceği anlamına geliyor.” Sakince time baktığımda hepsi endişeyle yüzüme bakıyordu. Bu sefer gözlerimi kaçırmadan her birinde bakışlarımı gezdirdim. Sanki, hiçbiri beni bırakmak istemiyor gibi bakıyordu. “Biz daha onu yeni bulduk komutanım, bırakmayız.” diye söylendi Deniz. Yüreğimin kanatlanıp uçacağını sanmıştım. Ne çok dost ve yoldaş biriktirmiştim, diye düşündüm kendi kendime. Her biri için canımı verebileceğimi bile bile. “Hayır Deniz, bırakmayacaksınız.” dediğinde hızla albaya baktım. Gözlerinin içi sakindi ama ışıldıyordu. Rahatça yaslandığı yerden doğruldu ve önümüzde duran dosyaları gösterdi. “Timi dağıtmayacağım fakat her birinizin bir görevi olacak.” Usulca elimi kaldırdım ve dosyayı açtım. İlk sayfada yer alan isimlerde gözlerimi gezdirdim. Yüzbaşı Asena Eyşan Boduroğlu Yüzbaşı Mete Mert Çakır Kıdemli Üsteğmen, İstihbaratçı Caner Cenk Çakır Kıdemli Üsteğmen Osman Çavdar Hava Kuvvetleri, Yüzbaşı Alev Atsız Astsubay Kıdemli Başçavuş Deniz Güler Astsubay Kıdemli Başçavuş Kubilay Cenk Eşver Astsubay Başçavuş, İstihbaratçı Barış Gömlekçi Astsubay Başçavuş Mücahit Gezgin Astsubay Üstçavuş Mehmet Arslan Astsubay Üstçavuş Yonca Tombik Astsubay Kıdemli Çavuş Alper Keşan Yukarıda adı yazılı özel tim görevlileri 3 Ekim 2021 tarihinden itibaren Hakkari’ye sürgün edilmiştir. Ne? Sürgün derken. “Komutanım sürgün yazıyor, doğru mu okudum?” diye söylenirken bakışlarımı dosyadan çekip albaya baktım. Albay, yüzündeki gerginlikle hepimize baktı ve bakışlarını projeksiyonun oraya çevirdi. Ağırca baktığı yere baktığımda asılı yazıyı fark ettim ve derin bir nefes alarak geri albaya baktım. “Vatan sizi öldürse, ondan vaz mı geçeceksiniz?” Oturduğum yerde dikleştim. “Vazgeçmeyeceğiz!” Benimle birlikte herkesin aynı şeyi dediğini duyduğumda derin bir nefes aldım. Alparslan albay, ayağa kalktığında ayağa kalkıp esas duruşta beklemeye başladım. “Yarın sabah erkenden Hakkari’ye gitmek için yola çıkıyorsunuz. Şimdi dağılın ve dinlenin. Çünkü bir daha dinlenmek için pek zamanınız olmayacak.” Alparslan albayın emriyle yanından ayrılıp toplantı salonundan çıktım. Peşimden gelen adım seslerini işitiyordum ama bir türlü arkama dönüp tim ile konuşmaya cesaret edemiyordum. Yine de kapıdan çıkıp duvar kenarında beklemeye başladığımda önce Mete arkasından da Osman çıktı. Peşlerinden çıkan Kubilay ve Deniz beni fark ettiklerinde iki adımda karşımda durup kollarına bana uzattılar ve bedenimi aralarına aldılar. Boynuma sarılan kollar beni şaşkınlık içine sokuyordu. Yüreğimin hızlandığını fark ettiğimde boğazımı temizledim. “Rütbeyiz.” dediğim an Kubilay ve Deniz istemeyerek benden ayrıldılar. Sırtımı onlara dönüp yürümeye başladığımda Osman’ın sesini duydum. “Bize bir açıklama yapmayacak mısın, Güvercin?” Adımlarım olduğu yerde çivilenirken ruhumda bir şeylerin kırıldığına şahit olmuştum. Başımı hafifçe sola çevirdim ve yan gözle arkama bakmaya çalıştım. Toplantı odasını gösterdiğimde bana doğru yürüdü ve omzuma çarpıp dışarıya çıktı. Dişlerimi dilimin arkasında gezdirip büyük adımlarla arkasından ilerlemeye başladım. Bahçeye çıktığımda delicesine esen rüzgar bir anlığına yüzüme çarpmış ve bocalamama neden olmuştu. Osman’a odaklanmış harelerim, onun çardağa doğru ilerlediğini izlediğinde adımlarımı oraya çevirdim ve hızlandım. Birbirine bağlı bankın ortasına oturup Osman’ı izlemeye başladım. Asla yeşil gözlerini bana çevirmiyor ve arkadan gelen timi izliyordu. Derin bir iç çekerken üst dudağımı dişledim. Annemin gözleri, Osman’a bahşedilmiş bir lütuftu. Ona her baktığımda yeğenimin ne kadar da şanslı olduğunu hatırlıyordum. Kubilay ve Deniz Osman’ın iki yanına kurulurken; Alev ve Mücahit yanıma, Mete ve Caner sağdaki bize dönük tekli bankta, Barış, Alper ve adını daha öğrenmediğim iki kişi solumuzdaki banka kurulmuştu. Ellerimi birbirine kenetleyip dilimi yavaşça dişlerimin arkasında gezdirip Alev’e baktım. Alev, destek olmak istermişçesine elini bacağımın üzerine koyduğu an bakışlarımı ondan çektim ve Osman’a baktım. “Yemin töreni sonrasındaki patlamayı hatırlıyor musun, Osman?” Osman’ın bakışları ağırca bana çevrildiğinde yeşil gözlerine doya doya baktım. Toprak, yeşille buluşmuştu. Annemin genleriyle ona bırakılan en büyük armağanı izledim. Gözlerinden bir burukluk geçtiğini gördüğümde yutkundum. “Bu bir savunma olamaz.” dedi, Osman. Ne? Dişlerimi birbirine bastırdığımda sert bir rüzgar, uğuldayarak yüzümü yalayıp geçti. Deniz, Osman’ın koluna dirseğini vurduğunda Osman, sinirle ona baktı. “Ne, yalan mı? Ethem ve Yağmur yüzbaşı şehit olduklarında bize haber bile vermeden gitti. Giderken haber vermedi, eyvallah. Peki neden sonralarında bize ulaşmadı?” “Çünkü izleniyordu.” diye söylendi, Alev. Osman’ın bakışları onu bulduğunda dudaklarını araladı. Ne söyleyeceğini bildiğimden dolayı elimi kaldırıp onu susturdum. “Sakın. Sakın ben varken yanımdaki adama laf söyleme.” Osman, cümlemle sanki küfretmişim gibi baktı. O andan itibaren toprağımdaki yeşillerin söküldüğünü hissettim. Köklerinden akacak zehri her an benliğime akıtacağının farkındaydım. “Çok haklısınız Eyşan yüzbaşım. Haddimi aştım, kusura bakmayın.” dedi ve ayaklanmak için yerinden kıpırdadı. Deniz omzuna dokunduğunda elimi sertçe masaya vurdum. “Otur lan yerine!” Masadaki herkesin bana baktığını hissedebiliyordum ama tek odağım Osman’dı. Osman, bu hareketimi beklememiş olacaktı ki kalktığı yere yavaşça çöktü. Masadaki elimi hiç çekmeden dişlerimi sıktım. “Benim ne çektiğimden bir haberin yok konuşmana izin veriyorum. Kabahat bende!” dedikten sonra üniformanın ceketinin düğmelerini açtım ve üzerimden çıkarttım. Osman’ın bakışları kısa yeşil tişörtümün açıkta kalan yerlerindeki izlerde gezinirken gözlerinde belirsiz bir şaşkınlık geçti. “Senin ‘Haber vermedi.’ dediğin her gün ben ölümden dönüyordum, Osman üsteğmen. Hain bir puşta, kendimi belli etmemek için Allah’ın her günü katlanırken, kusura bakma seni arayamadım. Üzerimdeki yeşil tişörtü çıkarıp masanın üzerine sertçe vurduğumda sırtımı dönüp tam karşıma baktım. Atletten bile belirgin olan kabukların varlığı gözlerimin kısılmasına neden olurken dişlerimi sıkıp Osman’a döndüm. Gözlerinde kocaman bir pişmanlık saklıydı. “Ben ailemin yasını bile tutamazken.” Derince yutkundum. Gözlerim bile dolmuyordu, acınacak bir haldeydim. “Her gün katilimin yüzüne güldüm. Şimdi bana gelip de bizi aramadın diye sorgulayamazsın.” ‘Sınır.’ dedi, ruhum. “Sınırını zorlama.” diye cümlemi bitirdiğimde masaya çarptığım üniformaları tekrar giydim ve yerime oturdum. Osman, suskun bir şekilde başını eğdiğinde yutkundum ve derin bir nefes verdim. Bakışlarımı timde gezdirdiğimde hepsinin bakışları yere bakıyordu fakat yalnızca bir kişinin gözleri benimkilerde gezindi. Mete’nin. Gözlerimi kıstığımda kaşları hafifçe yukarıya doğru yükseldi. Hâlâ üzerindeki şaşkınlığı atamamış gibi duruyordu. Boğazımı temizleyip time döndüm. “Aramadın veya haber vermedin konusu sonsuza dek kapandı. Artık yeniden birlikteyiz ve yarın sabah erkenden Hakkari’ye gideceğiz. Aramızda küskünlüğün ya da dargınlığın olmasını istemiyorum.” Osman’ın bakışları bana çevrildiğinde kafamı sorgularcasına eğdim. Gözlerini kırpıştırıp bana odaklanmaya başladığında çenemi dikleştirdim. Daha ismini bile öğrenmediğim iki kişiye gözlerimi çevirdim. “Sizleri henüz tanımadım. Bana kendinizi tanıtır mısınız?” Siyah bakışlara sahip olan ama sapsarı saçları örülü kız, bana baktı ve gülümsedi. “Astsubay Üstçavuş Yonca Tombik, komutanım.” Ruhumdaki kanayan yarama rağmen gülümsedim. Her dudağımı kıvırışımda yeniden ve sürekli olarak kanıyordu. Bu durumu önemsemeden kumral saçlı, ela gözlü erkeğe baktım. “Astsubay Üstçavuş Mehmet Arslan, komutanım.” Hafifçe kafamı salladığımda Barış’ın elini kaldırdığını gördüm. Gözlerimi kırpıştırdığımda kendini toparladı. “Yüzbaşım dosyada adınızı gördüm fakat doğruluğundan emin olamadım.” Biraz önce, toplantı salonunda baktığım o dosya gözlerimin önüne geldiğinde gülümsemeden edemedim ama bunu kimseye çaktırmamak için özüme döndüm. Ne ara masaya kaydığını fark etmediğim bakışlarımı Barış’a çevirdim. “Doğru gördün Barış. Bugünden itibaren bende kendi kimliğime geri döndüm. Bazı dostlarım ve düşmanlarım beni iki kimliğimden de tanıdığından dolayı adımı, Asena Eyşan Boduroğlu olarak kullanacağım.” Barış anlamışçasına kafasını salladığında yavaşça ayağa kalktım. Tüm tim benim ardımdan ayağa kalktıklarında derin bir nefes aldım. “Alparslan albayın dediği gibi dinlenin, yarın yola çıkacağız.” “Emredersiniz komutanım.” Mete haricinde herkes söylendiğinde Mete’de bakışlarımı tuttum ama onun bakışları arkama çevrilmişti. Kaşlarımı çatıp arkama döndüğümde nöbetçinin bana baktığını fark ettim. “Komutanım, Alparslan albayım ivedilikle sizi çağırmamı emretti.” Kafamı salladığımda kenara geçti ve yürümemi bekledi. Hızla time döndüm ama yalnızca Mete’ye baktım. “Yüzbaşım, eksiklerimizi kontrol edelim.” Mete kafasını salladığı an sırtımı onlara dönüp yürümeye başladım. Sert ve hızlı adımlarla içeriye girip düz koridorda ilerledim. Her attığım adım koridorda yankılı bir ses bırakırken bir bakan dönüp bir daha bana bakıyordu. Biliyorlardı, kimin geldiğini ve biliyorlardı, benim kim olduğumu. Her biri benim yüzümü gördüğü an esas duruşa geçiyor ya da oturuşunu düzeltiyordu. Böbürlenmiyordum ama saygı görüldüğümü ve sevgiyle beslendiğimi hissetmek bana gurur veriyordu. Kapının önünde durup tıklattım ve üzerimi düzeltip içeriye girdim. “Asena Eyşan Boduroğlu, görüş ve emirlerinize hazırım albayım.” Albay, okuduğu dosyadan başını kaldırıp gülümsedi ve arkasına yaslandı. “Gel Boduroğlu.” Duyduğum soyadıyla dudaklarıma küçük bir tebessüm bahşettim. Sanırım bu durumu kısa bir süre boyunca atlatamayacaktım. Dört adımda masanın karşısına geçtim ve hazır ol da beklemeye başladım. Albay, buruk bir tebessüm ile sandalyeden kalkıp karşıma geçti. “Anne ve baban şehit olduğundan beri görevdesin ve henüz acını yaşayamadın. Git ve onların mezarlarını ziyaret et, onları an, hasret gider. Hakkari’deki görevinizin ne kadar uzun süreceğini bilmiyoruz. Belki beş sene belki de on.” Başım hafifçe eğilecek gibi olduğunda hızla albayın elini yukarıya kaldırdığını gördüm. “Sakın, sakın başını eğme. Ne demiş Mehmet Akif Ersoy, ‘Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı. Şimdi git, onlarla vakit geçir.” Derince yutkundum. “Emredersiniz albayım.” Sol ayağımın üzerinde geriye döndüm ve kapıya doğru ilerledim. Yüreğimde burkulma yaşanırken burnumun direğinin sızladığını hissettim. Avuçlarım yer yer kaşınıyor ve dizlerim zangır zangır titriyordu. Elim kapının kulpuna tutunduğu vakit albayın sesini duydum. “Birlikte gidelim, bende onları özledim.” * Ruh, insanın dipsiz bir kuyusudur. Sen ruhunda dolaştığını sanırsın ama onun ne kadar derin olduğunun hiçbir zaman farkına varamazsın. Birbirinden farklı odacıklarında tutsak kalan her anının, ileride karşına çıkacak kayıplar olduğunu görürsün. İşte o zaman anlarsın; ruhunda, bir hırsızın olduğunu. Zaman mı yoksa kader miydi benim hırsızım? İkisinden birinin; birbirinden kıymetli anılarımı, bir çöplüğün içine sıkıştırıp, ruhumun dört bir yanına savurmuş gibi hissediyordum. Bardaktan boşalırcasına yağan yağmur bile halime acıyor gibiydi. Elim, alnımın yanında öylece duruyordum. Mezarlıkların üzerine işlenmiş al yıldızlı bayrakların hemen altındaki simalar, yavaşça zihnime kazınıyordu. Küçük fotoğraflara sığdırılmış hayatlar, aslında benden çalınmış anne ve babama aitti. Güzeldik biz, her ailenin sahip olduğu şeyler vardı. İyimiz ve kötü günümüz, mutlu olduğumuz ve hüzünlü gecelerimiz oldu ama her birinde daha da kenetlenmiştik. Bir anı sinsice zihnimde kenetlendiğinde dişlerimi sıktım. “Pancar.” Babamın koluna sarılı bir şekilde, yanımızdan geçen askerlere bağırıyordum. Elimle bir tanesini daha gösterip babama baktım. “Bana bakıyor, bu da pancar!” Babam, hayretle bana bakıp kucağına aldı ve kaşlarını çattı. “Kızım ben sana demedim mi, pancarı sadece kötü olan insanlara söyleyeceksin diye?” Alt dudağım sarktığında babam, kaşlarını çatıp beni yere indirdi. “Unutma Eyşan, pancar düşmanlar.” Burnumu buruşturdum. “Pancar, düşmanlar.” “Acı veriyor, değil mi?” Yanımda işittiğim ses ile ağırca sağıma baktım. Üzerinde siyah, jilet gibi bir takımı olan kişi, yüzünü kapatan şemsiyesini indirdi ve ayaklarının ucuna bıraktı. Derin bir nefes alıp bakışlarını bana çevirdi. Benimle boyu eşitti ama hafif yaşlıydı. Boş mavi bakışları benim topraklarımda gezinirken hafifçe kaşlarımı çattım. Elimi alnımın kenarından çekip hiçbir şey demeden yüzüne bakmaya devam ettim. Adam, elini cebine soktu ve poşete sarılı bir telefon çıkarttı. “Bunu anne ve baban bana verdi. Zamanı geldiğinde sana vermemi istediler.” Telefona bakıp saniyeler içinde adamın yüzüne geri döndüm. Adamın yüzü asla tanıdık değildi aksine rahatsız edici bakışları vardı. Ellerimi arkama götürüp kabanımın köşesinden silahımı yokladım. “Kimsin?” Adam gülümsedi ve telefonu geri cebine koydu. “Bana güvenmiyorsun değil mi, Güvercin?” derken bakışları arkama sarkan kollarıma çevrilmişti. Anlamıştı. Hızlıca silahımı çıkartıp kafasına nişan aldım. “Sorularımın ikiletilmesini sevmem ama yaşlı bir moruk olduğun için yalnızca bir defaya mahsus tekrar edeceğim. Kurşunumun kafanı dağıtmasını istemiyorsan, söyle, sen kimsin?” Karşımdaki adam ellerini havaya kaldırıp gülümsemesini büyüttü. “Ben sadece onların eski bir dostuyum.” Zihnimde hâlâ kenetli olan bir sözcük dilimden akmak için sabırsızca bekliyordu. “Ailemin sayılı dostları vardı. Sen, pancarlardan mısın?” Sağ elinin işaret parmağını kaldırdı ve şıklattı. “Evet, ben pancarım.” Gülümsedim ve silahı belime koyacakmış gibi yapıp bacağına nişan aldım ve sıktım. İnleyerek yere düştüğünde bir kurşun sesi daha yankılandı. Bakışlarım ayağın arkasındaki bedene takıldığında derin bir nefes verdim. Birkaç adımda yanımıza geldiğinde yerdeki kişiye bir pislikmiş gibi baktı. “Seni görmeyeli uzun zaman oldu, Mimba.” 5 Saat Önce / Albayın Odası Sol ayağımın üzerinde geriye döndüm ve kapıya doğru ilerledim. Yüreğimde burkulma yaşanırken burnumun direğinin sızladığını hissettim. Avuçlarım yer yer kaşınıyor ve dizlerim zangır zangır titriyordu. Elim kapının kulpuna tutunduğu vakit albayın sesini duydum. “Birlikte gidelim, bende onları özledim.” Alparslan albay cümlesini tamamladıktan sonra iki adımda yanıma yaklaşıp askıdaki kabanı uzattı. “Al bunu, giy. İçinde kendi silahım var. Siz dışarıdayken Mimba’nın Şırnak’da dolaştığı bilgisini aldım. Büyük ihtimalle bir planı var. Onu kendi üzerimize çekeceğiz.” Yağışını devam ettiren yağmur, kirpiklerime damlacıklarını bırakıyor ve her gözümü kapatıp açışımda oradan sızlayarak süzülüyordu. Çatık kaşlarımla Alparslan albaya döndüm ve çenemle Mimba’yı gösterdim. “Bunu ne yapacağız?” diye sorduğumda Mimba, pislikçe gülmeye başladı. Ayağımı sertçe yüzüne vurduğumda inatla devam etti. Alparslan albay, Mimba’nın yakalarından yakalayıp sertçe sarstı. “Ne gülüyorsun lan it?” Mimba, derince güldü ve bir anda ciddileşti. “Dîrok dê xwe dubare bike, lê tene dema ku ew biguhere.” Mimba’nın cümlesiyle kaşlarım daha da çatılmıştı. Bakışları mezarlıkta gezindi ve en sonunda beni buldu. “Tu ji êşên zêdetir re amade yî, fermandar?” Alparslan albayın kolundan tutup hafifçe geriye çektim. Mimba’nın yakasına yapışan bu sefer ben olmuştum. “Söyle! Ne yapacaksın?” Sertçe Mimba’yı sarsarken Mimba, benim her hareketimde biraz daha gülüyordu. Sağ elimi kaldırıp sertçe yüzüne vurdum. “Söyle lan şerefsiz!” Mimba, sustu. Boş bakışlarla yüzüme bakarken kanlı eliyle cebine soktuğu telefonu geri çıkarttı. “25 saat 38 dakika sonra bu telefondan bir arama gelecek. O aramaya geri dönme ve sen kendin ara. İşte o zaman ne olacağını öğreneceksin, komutan.” Elindeki telefonu alıp sertçe Mimba’yı geriye doğru savurdum. “Tik, tak. Zaman işliyor komutan, akıllı düşün.” dedi ve gözleri kapandı. Hızla nabzını yokladığımda bayıldığını fark ettim. Alparslan albayın biraz önce saklandığı yerden Kurt çıktığında üç adımda bize yaklaştı. “Emriniz?” Albay, Kurt’a döndü. Bir şeyler söyledi ve Kurt, Mimba’yı sırtlayıp götürdü. Albayın bakışları bana çevrilirken bir şeyler dediğini anlıyordum ama asla duymuyordum. Kulaklarımda çınlayan sözcükler zihnimin her köşesine dağılmış bir şekilde anlamlarını çıkartmaya çalışıyordu. “Tu ji êşên zêdetir re amade yî, fermandar?” Daha fazla acıya hazır mısınız, komutan? Bakışlarım bütün mezarlığı gezerken bir güvercinin kanat çırpma sesini işittim. Tüm tüylerimin ürperdiğini hissederken gözlerim annemin mezarında takılı kaldı. Mezar taşının hemen üzerindeki güvercin, boncuk gözleriyle bana bakıyordu. Birden havalanıp uçtuğunda bilinçsizce onu takip ettim ve izledim. Farklı bir noktaya konduğunda gözlerimi kırpıştırdım. “Mimba ne söyledi, Eyşan?” Güvercin, şehitliğin hemen önündeki tank ve bombaların üzerinde durmuştu. Baktığımı hissettiğim gibi havalanan güvercin yola indi. Koşar adım onu takip etmeye başladığımda gözlerime sürekli inen yağmurdan sığınmak için elimi alnımın üzerine yasladım. Güvercin, ilerideki mesafede durduğunda adımlarımı yavaşlattım ve tam karşıma baktım. “Dîrok dê xwe dubare bike, lê tene dema ku ew biguhere.” Tarih tekerrür edecektir, ancak yalnızca değiştiğinde. “Bomba, bomba patlatacaklar.” diye mırıldandım. Güvercin, acı bir çığlıkla uçup gittiğinde hızla albaya döndüm. “Albayım, askeriyeye bomba yerleştirmişler.” Alparslan albayın bakışları korkuyla bana çevrildiğinde elimdeki telefona baktı. Bakışlarımı ağırca telefona çevirip derin bir nefes aldım. “25 saat 38 dakika sonra bu telefondan bir arama gelecek. O aramaya geri dönme ve sen kendin ara. İşte o zaman ne olacağını öğreneceksin, komutan.” Gözlerimi telefondan çevirip askeriyeye baktım. Bombayı neresine ve nasıl sakladıkları konusunda en ufak bilgim dahi yoktu. Zihnimden geçen ihtimaller, ucu boşluk bir çukurun içine düşüyordu. Ruhumda boş bir odacık oluştu ve duvarın tam ortasında bir saat belirdi. Kanlı akrep ve yelkovan her saniye geriye doğru çevriliyordu. Altında ise bir güvercin tüyü bağlıydı. Zaman geriye doğru akarken süremin daha da azalacağını biliyordum. 25 saat 38 dakika. -
BÖLÜM SONU BÖLÜM SONU MEDYALARI Instagram: _jupiterdebirokur Tiktok: jr.napolita X: sultanakr9 Wattpad: sultanakr Huh... Evet, iyiyiz değil mi? Bence de iyiyiz diye düşünüyorum. Karakterlerimiz yavaş yavaş kendilerine geleceği an Mimmba ile karşılaşmaları ve Mimba'nın askeriyeye bir bomba yerleştirdiğini öğrendik. Bakalım diğer bölümde neler olacak?
Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle...
Sultan Çakır
yirmi beş eylül iki bin yirmi dört
|
0% |