Yeni Üyelik
15.
Bölüm

X - İSYANIN ARKASINDAKİ GÖLGE

@sultanakr

Merhabalar efenim. Uzun soluklu, 38 sayfalık bölümle geldim. Bence beklediğinize değecek.

Oy ve yorumlarınızı lütfen eksik etmeyin, keyifli okumalar.

 

X

24 Kasım 2019 / Şırnak

Her yaranın bir hikayesi vardır. İzi, oluşu, yanışı ve yakışı farklıdır. Kimine göre büyüktür acısı ne yapsa kâr etmez, kimine göre de izi kalır ağrısı geçer. Bazısı önemsemez bu durumu unutur gider ama bazı acılar vardır ki beden mezara girene kadar geçmez.

“Yardım edin!”

“Allah aşkına, alın şu acıyı.”

Acının büyüklüğünü masum dudaklardan semaya yükselirken Şırnak’ın dağları, büyük yaraların en büyük şahidi olmuştu. Güvercin Timi’nin ve onlar gibi yiğitlerden oluşan timlerin yemin töreni kana bulanmıştı. Toprağa karışan gözyaşı ve kan, hiç geçmeyecek yaraların izini bırakmıştı.

Askeriyenin içindeki sıhhiye, kapının ağzına kadar yaralılar ve sivillerle dolmuş taşmıştı. Bir kişiyi kurtarmak için desteğe gelen ambulansların içinde bile insanları tedavi ediyorlardı. Bir sağa bir sola koşturan görevlilerin zamanla yarışı, dudaklarından çıkan sözcüklerle örtüşüyordu.

“0 RH (-), çok acil kan bulun!”

“Damar yolu açın.”

Herkes canını dişine takmış, bir hayat kurtarma peşindeydi. Hayatlarını kaybetmiş siviller doktorların göz yaşlarıyla yıkanırken sıhhiyenin içinde sert bir postal sesi yükseldi. Ardından iki oldu, üç, dört ve beş… Güvercin Timi’nin yiğitleri telaşla tüm sedyelere baktı. Biricik komutanları, göz bebekleri burada yoktu.

“Nerede bu kız, Deniz!” diye sordu, Osman.

Deniz, kafasını iki yana salladı. Komutanının nerede olduğunu o da bilmiyordu. Osman, oflayarak bir kez daha etrafı taradı yeşil gözleriyle. Bir hışımla sıhhiyeden çıkarken Güvercin Timi de onunla birlikte dışarıya fırladı. Askeriye, yemin törenine katılan insanlardan daha fazla kalabalıktı. Kalabalığın içinden sıyrılarak binanın içine koştu. Osman’ın adımları koğuşlara doğru arşınlanırken arkasından takip eden adımlar hızlandı. Osman, Asena’nın odasının önüne geldiğinde eli kapı kulpuna uzandı ama duraksadı.

Sol eli, arkasında bekleyen timi durdururken ağırca kapıyı araladı ve bedenini içeriye soktu. Yatağının yanında yere çökmüş ve kollarını bacaklarının etrafına sarmış, öylece duran kadını izledi. Bedenini biraz daha içeri alan Osman’ın arkasından tim de girdi. Güvercin Timi, gözleri duvara dalan kadına baktı. Osman, ne yapacağını bilemedi ama yine de yerdeki kadına doğru adım attı.

“Asena?” diye mırıldandı Osman. Kendinin bile zor duyduğu sesine şaşırdı. Asena, onun ismini söylediğini duydu ama önemsemeden duvara bakmaya devam etti. Birbirine yapışmış dudakları, sanki hiç açılmayacak şekilde kalmıştı.

“Asena.” dedi, bir kez daha Osman. Asena ağırca gözlerini duvardan geçip Osman’a baktı. Gözlerinin içindeki hüznü izledi, Osman. Onu en son annesinin ölümünden sonra böyle görmüştü diye hatırlattı kendine. Asiye Çavdar’ın ölümünden sonraki yaşadığı yastan daha ağırını yaşayacak diye düşündü. Birkaç adım daha atıp Asena’nın yanına çöktü.

“Asena.” dedi, Osman. Söyleyecek başka bir kelime bulamıyordu. Bu acının bir tarifi yoktu. Önce o ailesini kaybetmişti sonrada olmayan kardeşi yerine koyduğu kuzeni. Canı yanıyordu ve bunu hissedebiliyordu, anlayabiliyordu. Aileyi kaybetmek zordu ama en zoru onları gözlerinin önünde kaybetmekti.

Asena, güçlükle nefes alırken gözlerini Osman’ın yeşillerinde gezdirdi. Titreyen göz bebekleri saniyeler içinde ondan kaçarken yeniden duvara sabitlendi. Asena’nın annesinin gözleri de yeşildi. Artık ona her baktığında annesinden bir parçayı görecekti.

“Şimdi ne olacak?” diye sorguladı ilk defa, Asena. Dudaklarından çıkan üç kelimenin ağırlığı bir bıçak gibi saplanmıştı yüreğinin ta en derinlerine. Osman, bakışlarını Güvercin Timi’ne çevirip gözleriyle yardım istedi. Zihninde bu hisler için bir kelime kalmamıştı. Aralarından sıyrılan Deniz, adımladı ve ablam dediği kadının yanına çöktü. Dizleri yere değdiğinde Asena, Deniz’e baktı.

“Öncelikle ayağa kalkacaksın komutanım. Yemin töreninin kana bulanmasına sebep olanları teker teker hep birlikte bulup indireceğiz.” diye söylenirken Deniz, Kubilay kafasını salladı. O da Deniz gibi Asena’nın ayakları dibine çöktü.

“Deniz haklı komutanım. Sizin bastığınız toprağın zelzelesi, düşmanların korkusu olacak.”

Asena, boş bakışlarla Kubilay’a baktı. Yüreği dağlanıyor ‘Yandım Allah’ım.’ diyordu ruhu. Zihni ise yalnızca gördüğü görüntüleri silmekle uğraşıyor ama daha da işliyordu her saniyesi.

“Peki, onlara ne olacak?” diye sordu, Asena. Odada oluşan sessizlik, büyük bir yasa dönüştü. İçlerine düşen kor ateş, tüm söylenenleri bir anda aleve sardı. Osman, yutkunup ayağa kalktı ve kaşlarını çattı.

“Şehit olmak herkese nasip olmaz, derdi Ethem yüzbaşı. Evet acını anlıyorum, anlıyoruz ama bu şekilde davranamazsın. Şehitlerimizin kanı yerde mi kalacak komutan?”

Osman’ın cümleleri, Asena’nın gözlerini Osman’a çevirmesini sağlamıştı. Asena’nın içini yakan ateş artık gözlerinden fışkırıyordu. Osman, sertçe yutkundu. Boğazını parçalayan yumrudaki sözlerin dilini keserek akmasına izin verdi.

“Bana değil, bunu yapan her kimse ona öyle bakacaksın! Bugün yalnızca senin değil, birçok askerin ailesi de şehit oldu. Ayağa kalk ve işini yap!”

Deniz ve Kubilay Asena’nın koluna girmek üzereyken Asena onları bir hışımla durdurdu. Seri bir hareketle ayağa kalktı ve Osman’ın karşısında dikildi. Aralı dudaklarından bir kelime dökülmezken dili, dişlerinin arkasında dolandı. Ağzına tadını bırakan metalik tat, bir nebze olsun kendine gelmesini sağlamıştı. Alışkındı bu tada ama bu sefer ki acı vermişti.

Osman’ın koluna çarpıp odayı terk ederken bir söz verdi kendine Asena.

Ne olursa olsun yas tutmayacaktı. Ta ki her şey bitene kadar.

 

4 Ekim 2021 / Şırnak

Zihnimin gerisinde, ruhumun derinliklerinde, göz kapaklarımın hemen arkasında hiç geçmeyen bir görüntü vardı. Gözlerim öyle bir anın şahidiydi ki her gözümü kapattığımda kendimi orada buluyordum. Yemin töreninde şehit verdiğim anne ve babamın naaşlarına bile bakamazken, yüzleri geceleri uykumdan uyandırıyordu. İçime işlemiş acının izi hiç geçmemiş aksine, yerine yenileri de eklenmeye devam ediyordu.

Biri göz kapağımı kaldırıp göz bebeğime ışık tutarken gözlerimi kaçırdım ve başımı sola doğru eğdim. Zihnime yeni eklemiş anının kırıntıları bedenimde bir yorgunluğa sebebiyet verirken kulağıma dolan cümleler kaşlarımı çatmama neden olmuştu.

“Yüzbaşının durumu iyi fakat, diğer asker için aynısını söyleyemem Alparslan. Bomba patladığında çok yakınmış.”

Gözlerim henüz aydınlığa alışmamışken kendimi zorlayarak kişileri seçmeye çalıştım. Alparslan albay, karşısındaki doktor ve arkasındaki tanımadığım yüzlerle öylece bekliyordu.

“Mete yüzbaşı nasıl?” diye sorduğunda kaşlarımı çattım. Zihnimdeki boşlukta onun benliğini fark ederken, bedenim yeniden onun ağırlığını hissetmiştim. Beni korumak pahasına son anda çekmiş ve üzerime çullanmıştı. Kurumuş dudaklarım aralandı ve zihnimden geçen sözcüğü akıttı.

“Albayım.”

Odadaki herkesin bakışları bana çevrilirken albay, iki adımda yanıma ulaştı. Eli saçlarımda dolanırken gözlerini gözlerime sabitledi.

“Mete, Osman, Yonca ve Kubilay. Hepsi iyi değil mi?” diye mırıldandım. Sesimi kendim bile zor duyuyordum. Alparslan albayın bakışları gözlerimde dolanmaya devam etti. Dudaklarını ağırca araladı ama ne kelime döküldü ne de bir tını. Dişlerimi sıkarak yattığım yerden doğrulmak istedim ama albay, buna izin vermemişti.

“Dur kızım, daha yeni uyandın.” diye söylenirken yerimden kalkmak için debeleniyordum. Alparslan albay, iki elini de omuzlarıma bırakıp beni yatağa bastırdığında sert gözleri, gözlerime değdi.

“Dur, dur Eyşan, dur. Mete iyi ama henüz uyanmadı. Osman ve Yonca dışarıda bekliyor.” dedi, Alparslan albay huzursuzca. Dudaklarında biriken bir cümle olduğunun farkındaydım. O cümlenin ne olduğunu, yıllar önce ruhumun yanışını da çok iyi biliyordum.

“Kubilay, ağır yaralanmış.” cümlesini duyduğum an albayın ellerini ittirip kalkmak için bedenimi zorladım. Alparslan albay, yeniden beni yatağa bastırdığında artık siniri sesine yansımıştı.

“Eyşan yüzbaşı, yapabilecek hiçbir şey yok!”

Sırtım yatakta kalırken yanağımdan dökülen yaşı hissettim. Geçtiği yerleri bir kor misali yakıp kavururken kafamı iki yana salladım.

“Komutanım, Kubilay.”

Alparslan albay, kafasını iki yana salladı.

“Beklemekten başka çaremiz yok, yüzbaşı.” dedi ve ağırca ellerini omuzlarımdan çekti. Dudaklarımın arasından çıkan hıçkırık odada yankılanmaya başladığında yüzümü duvardan tarafa çevirdim ve bacaklarımı kendime çekip yan döndüm. Gözlerimden akan yaşlar durmaksızın devam ederken göz kapaklarımı kapattım.

İki sene önce yüreğimde açılmış yara, yine aynı yerinden kanamıştı. Kanamaya müsait olan bu yaranın sebebi bendim. Bize bunları yaşatan kişinin kim olduğunu bile bile ondan kurtulmamış aksine bana denileni yerine getirmeye çalışırken elimden kaybetmiştim. Sevdiklerimin canıyla sınanırken ağlanacak hâle düşmüştüm. Şimdi elimizden hiçbir şey gelmeden, uyanması için dua eder konuma getirilmiştik.

“Güvercin?”

Dudaklarımın arasından kaçan hıçkırığa karışmış isimle göz kapaklarımı araladım ve bir çift yeşille göz göze geldim. Göz pınarları dolmuş şaşkın bir şekilde beni izleyen Osman, bu halimi hiç görmemişti. Eli, çenemde biriken birkaç damlayı silerken eline tutundum ve sırtımı güçlükle yataktan ayırdım.

“Osman.” dedim ve hıçkırdım.

Çenemi sildiği elini kalkmama yardım etmek için sabit tuttu.

“Kubilay.” diye söylendim ve yeniden hıçkırdım.

Yatakta yan bir şekilde otururken boştaki elini omzuma koydu.

“Beni Kubilay’a götür, Osman. Yalvarırım beni kardeşime götür.”

Durmaksızın devam eden haykırışım odada yankılanırken Osman, kafasını iki yana salladı ve omzumdan tutup kendine çekti. Kolları sırtıma çevrelenirken sert göğsüne kafamı yasladım. Elim üzerindeki formaya tutunurken yumruk yaptım ve sertçe vurdum.

“Beni kardeşime götür, Osman!”

Bir kere daha vurdum.

“Bu acı geçmiyor Osman.”

Osman’ın eli saçlarıma daldı ve okşadı. Biraz geri çekilip gözlerine baktığımda Osman’ın gözünden sol yanağına bir damla düştü.

“Osman, beni kardeşime götür.”

Osman, gözlerini kapatıp kafasını salladığında beni bir hamlede ayağa kaldırdı ve eliyle sırtımdan destek vermeye devam etti. Boştaki eliyle elimi tutarken kapıya doğru ilerletti ve odadan çıkarttı. Yavaş adımlarla beni koridorda yürüttü ve sola döndü. Sarsak adımlarım, zihnimde yarattığım karaktere ters düşerken koridorun sonunda bekleyen Güvercin Timi beni gördüğü gibi ayaklandı. Deniz, bana doğru koştu ve karşımda beklemeye başladı.

“Komutanım, iyi misiniz?”

Deniz’in sorusu, sağ kulağımdan sol kulağıma boğukça geçerken Osman’ın elini ağırca bıraktım. Deniz’in yanından geçip yürümeye devam ederken herkes bana bakıyor ama gelmek için adım atmıyordu. Yoğun bakım ünitesinin yanında, ayakta bekleyen kızın yanında durduğumda yavaşça ona baktım. Gözlerinin altındaki ıslaklıkla bana bakarken sol gözünden bir damla yaş firar etti.

Yonca, gözlerini gözümden çekip yeniden camın arkasında hareketsizce yatan Kubilay’a baktığında göz kapaklarını kapattı ve titrek bir iç çekti. Gözlerini açtığında başı sola düştü.

“Bak, komutanımız da burada. Haydi aç gözlerini.” dedi, Yonca. Boğazımda oluşan yumruyla Yonca’nın koluna girdim ve yavaşça geriye doğru çektim. Soru soran gözlerle bana bakarken gözlerimle yolu işaret ettim.

“Komutanım, dinlenin. Daha yeni uyandınız.” dedi Deniz ve koluma girdi. Dişlerimi sıkarak ona baktım ve kolumdaki elini gösterdim.

“Aklını seviyorsan elini çekersin Deniz.” dediğim anda elini çekti. Yonca, yapmak istediğim şeyi anlamış olacaktı ki koluna girdiğim elimi tuttu ve yavaş adımlarla yürümeye başladı. Kimse peşimize takılmazken ilerledi ve hastanenin kapı önüne çıkarttı. Soldaki banklara sürüklenip oturduğumuzda derin bir nefes aldım ve gözlerimi kapattım.

“Yürek dayanmaz bu acıya komutanım.”

Gözlerim kapalı kalırken yüzüm buruştu. Kirpiklerimin arasından yanağıma düşen yaşın alevi, hiç sönmeyen ateşi harlamaya devam ediyordu.

“Dayanmaz, bilirim.”

Başım sola eğilirken suratıma vuran rüzgar bile yanağımdaki yaşın ıslaklığının soğumasına izin vermiyordu.

“İçim kor gibi yanıyor komutanım.” dediğinde Yonca, yavaşça gözlerimi araladım. Sola eğilmiş başım dikleşirken kafamı iki yana salladım. Elini biraz daha sıkıca tuttum.

“Yanarsın, ‘Yandım Allah’ dersin. Çaresini bulamazsın. Zihninde, ruhunda bırakılmış anılar yanar yine de bir şey yapamazsın. Her yaranın acısı yaman olur ama bu acının bir tarifi yoktur. Öldüm dersin ama yaşadığından haberin bile olmaz.”

Yonca, dudaklarımdan dökülen cümlelere karşı gözlerime bakarken derince yutkundum.

“Anne ve babam, yemin töreninde hain bir bomba pususunda şehit olduklarında gözlerimden bir damla yaş bile akmadı. İntikam hırsım, onlara ve bize yaşattıkları acıların önüne geçti. Şehit oldukları günün ertesi gün, bize bunları yaşatan hainin peşine düşürüldüm. Mantığımda yas ve keder yoktu ama ruhum günden güne ölmeye devam etti. Akıtmadığım her göz yaşında biraz daha öldürdüler, güldüğüm her an biraz daha soğuttular beni kendimden.”

Yonca’nın bakışları gözlerimde oyalandı ve ardından parmaklarına çevrildi.

“Biz, Kubilay ile iyi anlaşıyorduk komutanım.”

Dudaklarım aralanırken Yonca’nın kızaran yüzünü izledim. Benim kalbim neyden yandıysa onun da ondan yanmıştı.

“Siz?”

Yonca, sormak istediğim soruyu anlamıştı. Kaçamakça gözlerini gözlerime değdirdi ve yeniden parmaklarına çevirdi.

“Birbirinizi çok mu sevdiniz?” diye bir anda sorduğumda Yonca, utangaç gözleriyle etrafa baktı.

“Komutanım, lütfen kimse duymasın alay ederler.” diye söylendi. Dudaklarımda buruk bir tebessüm olurken kafamı iki yana salladım.

“Aşkın alayı olmaz Yonca. Aşk, aşktır.”

Elimi yavaşça kalbinin üzerine koydum.

“Yüreğindeki ateşin acıyla harmanlanmasına izin verme. Birbirinizi seviyorsanız ki seviyorsunuz, bunu açıklamak için korkma.”

Yonca, dolu gözleriyle bana baktı.

“Siz hiç aşık oldunuz mu komutanım?”

Sorduğu soruyla birkaç dakika öylece bekledim. Yüreğimin küçük bir noktasında ateş yandı fakat küçük bir ateşti. Ne yaktı kavurdu ne de canımı acıttı. Zihnimdeki görüntüler dolanıp dururken bir çift mavi göz işlendi o ateşin alevine. İşte o zaman yaktı, kavurdu tüm bedenimi.

“Oldum.” dedim, düşüncelerimi yalanlayarak. Yaptığım her şey gibi yine yalanıma sığındım.

“Vatanıma aşığım mesela.” dedim, dişlerimin arkasında dilimi gezdirirken. “Devletime, bayrağıma, time.”

Yonca, gözlerini devirdi ve elini tuttuğum elimin üzerine elini koydu.

“Komutanım, ondan bahsetmiyorum. Sizi hastaneye getirdiklerinde bilinciniz kapalıydı ve siz bir isim sayıklıyordunuz.” dedi, acımasızca Yonca. Gözleri, şefkatle gözlerime bakıyordu.

“Mete yüzbaşının ismini söylediniz.”

Yüreğimdeki o küçücük noktaya sahip olan alevin sahibinin adı, tüm zihnimin birden karışmasına neden olmuştu. Yalanımın ve zihnimden geçenlerin zıtlığı, beni giderek daha da zorluyordu. Bir yanda şehit düşen anne ve babamın siması gözlerimin önünde belirirken diğer yanda Mete’nin siması canlandı.

‘Aşk neydi ki?’ diye sordum kendi kendime. Cevabımı alamadım.

‘İntikam hırsı, aşkı öldürmez miydi?’ diye sordum yine kendime. Onda da cevap bulamadım.

“Komutanım, belki yardım gerekiyordur.” diye söylendi Yonca, düşüncelerimin arasından. “Vatani görevinizde elinizi hiç bırakmayacak, sizin her daim yanınızda olacak birine ihtiyacınız yok mu?”

Gülümsedim.

“Siz varsınız ya?”

Yonca, kafasını salladı. Tam konuşacakken onu durdurdum ve elimi, elimin üzerine koyduğu elinin üzerine bıraktım.

“Önce can, sonra canan Yonca.” Tam devam edecekken bu sefer Yonca beni susturdu.

“Komutanım zaman hızlıdır, telafisi yoktur. Görüyorsunuz ki sevdiğimizi kaybedeceğiz diye ne hale geliyoruz. Dediklerime kulak vermeyebilirsiniz ama -kalbimin üzerine elini bıraktı- burayı susturamazsınız.”

Yonca’nın sözleri yavaşça zihnime işlenirken ayağa kalktı ve ağır adımlarla ilerledi.

“Gelmiyor musunuz?”

Sorduğu soruyla derin bir nefes aldım.

“Geliyorum.” dedim ve ayağa kalkıp yanında yürümeye başladım. Birlikte hastaneye geri girerken Yonca, bir odanın kapısı önünde duraklayıp bana baktı.

“Mete yüzbaşım bu odada kalıyor.” dedikten sonra yürüdü ve köşeyi dönüp gözden kayboldu. Kalbimin ritmi nedenini bilmediğim bir şekilde heyecanla hızlanmaya başladığında derin bir nefes aldım ve kapı kulpunu tuttum. Yavaşça kulpu indirip önce başımı içeriye soktum, odada sadece Mete’nin olduğunu fark ettiğimde bedenimi içeriye gizledim.

Kapıyı kapatıp küçük adımlarla Mete’nin yatağına yürüdüm. Sadece koluna bir serum bağlanmıştı. Onun haricinde gözleri kapalı bir şekilde uyuyordu. İşaret parmağım burnunun altına giderken tenimde hissettiğim nefes, derin bir nefes almama neden olmuştu. Yaşamın varlığı olan o his, yüreğimdeki koru bir nebze söndürmüştü.

Yanlıştı.

Benim burada olmam ve bunları hissetmem yanlıştı.

Kalp ritmim biraz daha hızlanırken kafamı iki yana salladım. Sırtımı Mete’ye dönüp gitmek için hareketlendiğimde kulaklarımda bir isim dolaştı.

“Eyşan.”

Elime dolanan parmaklarla geriye dönerken Mete, gözlerini kırpıştırdı ve bana baktı. Zihnim, hiç beklemediğim bir anda bedenimi ona doğru çevirip kollarımı ona sarmama sebep olduğunda dişlerimi sıktım. Mete’nin serum bağlı kolu sırtımda yerini alırken nefesini saçlarımda hissediyordum.

Bu durum yanlıştı.

İçinde bulunduğumuz bu durum, çok yanlıştı.

Yüreğimdeki ateş sönmek üzereydi, bu, yanlıştı.

Hızla kendimi geriye çektim ve odadan kaçarcasına çıktım. İki sene önce intikam için yanan bu ateşin sönmesine şimdi izin veremezdim. Adımlarım sertçe yoğun bakıma doğru ilerlerken dilimi dişlerimin arkasında gezdirdim. Hemen uzağımda beliren simalar beni görüp ayağa kalkarken zihnimden geçen sesleri susturdum.

“Osman, Mehmet ve Hüseyin benimle geliyorsunuz. Bize bunları yaşatanın artık biletini kesme zamanımız geldi.” dediğimde Deniz’in bakışları Kubilay’ı buldu.

“Kubilay’ın uyanmasını beklemeyecek misin, Eyşan?” diye sordu, Osman. Kafamı iki yana salladım ve ruhumdaki cümleyi tekrarladım.

“Kubilay gözlerini açtığında elimiz boş olmayacak. Son kez tekrar ediyorum; Osman, Mehmet ve Hüseyin benimle geliyorsunuz. Bu iş artık bitecek.” dedim ve onları beklemeden sırtımı çevirip yürümeye başladım. Ruhumdaki ateşin sönmesine izin veremezdim. Bir gün bu ateşin beni yakacağını bile bile.

*

Saat, 00:00’yi gösteriyordu. Hastaneden çıkıp askeriyeye vardığımız zamanın üzerinden üç saat geçmişti.

“Üzerinden bir kez daha geçelim, herkes hangi konumda olacağını iyice kavrasın.”

Alparslan albay, projeksiyon perdesinin önünden çekilirken bakışlarını üzerimizde gezdirdi ve Osman’da durdu. Osman, omuzlarını dikleştirdi.

“Ben, Hüseyin ve Mehmet geri planda Raşit’in kaçmasını engellerken; Caner ve Eyşan yüzbaşım Raşit’in olmadığı bir anda inine girecekler. Onları orada tanımayacakları için elimize geçmesi gereken evrakları alıp oradan çıkacaklar. Eğer ters bir durum olursa, atış serbest.”

Alparslan albay, şaşkın ve onurlu gözlerle Osman’ı dikkatlice izledi. İki saat boyunca anlattığı her şeyi Osman, tek cümlede ifade etmişti. Gözlerimi devirmemek için kendimi zor tutarken keşke beni de direkt anlayabilse diye düşündüm. Klasik Osman ve huylarıydı, alışmıştım.

“Peki; Eyşan ve Caner, sizler ne yapacaksınız?” diye söylendi Alparslan albay. Bakışlarımı Caner’e çevirdiğimde kafamı sallayıp onun konuşmasına öncelik verdim. Caner, babasına baktığında çenesini dikleştirdi.

“Raşit’in hain olduğunu kanıtlayacak verileri bulup, güvenli bir şekilde Mit’e teslim edeceğiz. Eğer Mit tarafından onaylanıp kabul sunulursa Raşit nereye giderse gitsin, hiçbir hür iradesi olmadan gözaltına alınabilecek.”

Alparslan albay, yeniden kafasını sallayıp bu konuşmayı onayladı. Çenesiyle kapıyı gösterip sırtını bize döndüğünde ayağa kalktım ve yarım kalmış tim ile toplantı odasından ayrıldık. Osman, kapıyı kapattığında bakışlarımı Caner’e çevirdim.

“Hazırlanalım ve çıkalım. Yolumuz kısa da olsa oraya vardığımızda hareket için vakit kalsın.”

Caner, kafasını salladığında adımlarımızı koğuşlara çevirip hızlı adımlarla yürümeye başladık. Caner, Osman, Mehmet ve Hüseyin odalarına dağılırken kendimi odama atıp üzerimdeki üniformanın düğmelerini sökmeye başladım. Dolabımdaki siyah kamuflajı giyinip yine siyah olan botlarımı ayağıma geçirdim. Her ne olursa olsun kimse bizi tanımasa bile gecenin içinde karanlık olmak zorundaydık.

Odanın kapısı tıklatıldığında dolaba eğilip köşedeki cep çakısını alıp botumun içine sıkıştırdım. Hemen boşluktaki baristik kaskı kafama takıp dolabın kapağını sertçe kapattım, kapıya adımladım ve odadan çıktım. Karşımdaki siyahlar içinde dikilen Osman’a baktığımda kafamı salladım.

“Teçhizatlar hazır mı?”

Osman, sorduğum soruyla kafasını salladı.

“Her şey kirpiye yüklendi.” dedi ve eliyle bana yolu gösterip yürümemi bekledi. Büyük adımlarla yürümeye başladığımda birçok nöbetçi ve asker durup selam veriyordu. Askeriyenin ortasında bizi bekleyen kirpinin önündeki Alparslan albay ile göz göze geldik. Önünde sıralanıp esas duruşa geçtiğimizde birkaç adım yürüdü ve tam karşımızda durdu.

“Öncelikleri ve yasakları unutmayın. Olumsuz bir şey olduğu anda atış serbest aksi, yasak.”

Alparslan albay, son sözcükleri bana bakarak bitirdiğinde çenemi dikleştirdim. Bu zamana kadar beklemişken hiçbir şeyin kötü gitmesine ve kimsenin engel olmasına izin veremezdim.

“Anlaşıldı mı asker?”

Sol ayağımı sertçe sağ ayağımın yanına getirdim.

“Emredersiniz komutanım!”

Alparslan albay, bir eli palaskasında önümüzden ayrılıp giderken saniyeler içinde kirpiye binmiştik. Mehmet, aracı çalıştırıp yola koyulduğunda gözümün önündeki silahlarda göz gezdirdim. Köşesinde beyaz bir güvercin işlenmiş uzun namlulu silah bana aitti.

“Uzun namluyu alacak mısın?”

Kafamı iki yana salladım.

“İne giriyoruz. Yakın temas olabilir.” dedim ve bacağımda takılı olan silaha uygun dolu şarjör aldım. Herkes kendine özel teçhizatları donanırken bakışlarım kulak içi telsizinde dolandı.

“Caner, gideceğimiz yerde telsiz radarı var mı?”

Caner sorduğum soruyla kafasını iki yana salladı.

“Hayır, yok. Kulak içi telsizlerinden kullanabiliriz.”

Herkes birer telsiz alırken küçük, kulağın içine yerleştirilen cihazı aldım ve kulağımın içine yerleştirdim.

“Bu, ne kadar uzaklığa kadar stabil kalıyor?”

Mehmet’in sorusunu Hüseyin cevapladı.

“Aramızda kurduğumuz köprünün biraz daha üstüne çıkabilir.”

Kafamı sallayarak Hüseyin’i onayladım.

“A noktasından B noktasına sorunsuz çalışır, sıkıntı olmaz.” dediğim anda araba bir anda sallandı. Bedenim sağa doğru yalpalanırken kaşlarımı çatıp Mehmet’e baktım.

“Ne oluyor?”

Mehmet, dikkatlice aynalara baktıktan kısa bir süre sonra kirpi durdu.

“Teker patladı komutanım.”

Dişlerimi sıktığımda uzun namlulu silahı elime aldım ve Osman’a baktım.

“Tuzak olabilir, uzun namlularınızı alın. Caner, sen askeriyeye kod gönder. Kirpiyi terk edip dikkatlice buradan uzaklaşıyoruz.”

Herkes dediğimi yaptıktan sonra Caner ve Osman, kirpiden indi ve etrafı kolaçan etti. Aralık kapıdan aşağıya inip ormanın içine doğru yürümeye başladım. Balistik kaskımın üstündeki dörtlü gözlüğü indirdiğimde artık her noktayı görebiliyor ve hazırlıklı davranabiliyordum.

Sessiz bir şekilde karanlığın ve sisin bastırdığı ormanın derinliklerinde ilerlemeye başladık. Sağ elimi kulağıma götürüp işaret parmağımla dokundum.

“Güvercin 3, yakınlarda köy var mı?”

Parmağımı çekmeden yanıt geldi.

“Güvercin, 3 kilometre menzilinde bir köy var.”

Aldığım cevapla adımlarım sıklaşırken arkamda kalan adımlarında hızlandığını fark ettim. Sık ve yüksek ağaçların içinde, bizim ayak seslerimizden başka bir ses yoktu. Her an biri çıkar düşüncesiyle adımlarımı temkinle atıyor ve etrafı kolaçan ediyordum. Dudaklarımın arasından sızan hava, ağzımı kapatan maskemin üzerinden boşluğa karışıyordu.

“Güvercin, 1 kilometre kaldı.”

Kulağımdaki ses ile adımlarımı daha büyük atmaya başladım. Uzun gövdeli ağaçların arasından belli olmaya başlayan köyün ışıklarıyla derin bir nefes aldım. Ağaçların giderek azaldığını fark ettiğimde adımlarımı yavaşlatıp gözlerimin üzerindeki dörtlü dürbünü yukarıya ittim. Osman ve Caner hızlıca etrafımı sararken, Mehmet ve Hüseyin arkamızı kollamaya başlamıştı.

“Şimdi ne yapacağız?”

Osman’ın sorusuyla gözlerimi hafifçe kıstım. Köyün girişindeki doblo tarzı araçlar işimizi görürdü fakat çok ses çıkartacağından dolayı dikkat çekebilirdik.

“Gideceğimiz konuma ne kadar uzaklıktayız?”

Osman, bileğindeki saat görünümlü haritayı inceledi.

“Tamı tamına 6 kilometre.”

Sıkıntıyla derin bir nefes aldım ve üst dudağımı dişledim. Sessiz bir şekilde buradan ayrılıp bir an önce gideceğimiz yere ulaşmamız gerekiyordu. Gözlerimi köyün üzerinde gezindirmeye başladığımda sıkıntıyla ofladım. Bize, sessiz ama işimizi görecek bir şey lazımdı. Hiç beklemediğim anda gözlerimin önündeki sis kayboldu ve bir çiftlik çarptı.

“Beni izleyin.” deyip oraya doğru adımlamaya başladığımda herkes nereye gittiğimin farkına varmıştı. Orta boydaki çitlerin üzerinden atlayıp atların yanına ürkütmeden yaklaştım. Dört tane siyah at, eyerleri üzerinde bağlı duruyordu.

“Mehmet ve Hüseyin, siz birini alın. Osman ve Caner siz de birini alın. Diğerini de ben alacağım.”

Adımlarım bana bakan siyah ata sürüklendiğinde elimi ağırca kaldırıp yelerine bıraktım. Avucum yumuşak tüylerine dokunduğu an gıdıklanmaya başlamıştı. Ata bağlı olan dizginleri tutup seri bir şekilde iplerini çözdüm ve üstüne bindim. Bakışlarım Caner’i bulduğunda beni izlediğini gördüm. Kafasını salladığında elimdeki dizginleri hafifçe yukarı aşağı yapıp ayağımı atın karnına vurdum. At, hiçbir ses çıkartmadan yürümeye başladığında dizginleri biraz daha sıkı kavradım.

Çitlerin ardına geçtiğimiz sırada dilimle damağımı şıklattım ve dizginleri bu sefer sertçe yukarıya kaldırıp indirdim. Siyah at karanlık ormanın derinliklerine girip koşmaya başladığında sol elimle dizginleri tuttum, sağ elimle de silahımı kontrol ettim. Osman, sağ tarafımdan geçip önümde yer aldığında yolunu takip etmeye başladım.

Dizginleri her vuruşumda at biraz daha hızlanıyor ve önümdeki Osman’ı yakalamaya çalışıyordu. Eskiden Rize’de çok at koşturmuştum ama bu at farklıydı. Bizim atlarımız hep asi ve üzerinden atardı ama bu öyle değildi. Sakin ve çevikti.

Düşüncelerimin arasında at yavaşlamaya başladığında gözlerimi Osman’ın önündeki yola çevirdim. Osman, atını durdurup indiğinde kenardaki ağaca bağladı ve üzerinde bulunduğum atın ipini yakaladı. Attan inip Osman’ın atlamasını bekledikten sonra Osman, ellerini hafifçe birbirine sürdü ve bana baktı. Gözlerimi ondan çekip önüme baktığımda Şeytan’ın ini tam karşımdaydı.

“Telsizleri açık konuma alacağız. Ne duyarsanız duyun plana sadık kalacak ve içeriye girmeyeceksiniz.” dedikten sonra göğsümde bağlı olan kameranın tuşuna bastım. Kulağımın içinde cızırtılar yükselmeye başladığında kulağıma dokundum. Osman’a bakıp kafamı salladığımda dudaklarını araladı.

“Güvercin.”

Osman’ın sesi hem karşımdan hem de kulağımdaki cihazdan gelmişti. Bakışlarımı Caner’e çevirip çenemle yerdeki kanalizasyon kapağını gösterdim. Caner, kapağı açıp merdivenlerden aşağıya indiğinde peşinden ilerledim. Kapak, her duruma karşı açık kalırken merdivenlerden aşağıya indim. Zifiri bir karanlığın tam ortasında kaldığımı düşünürken Caner, hemen yanında durduğu anahtarı yukarıya ittirdi.

Cızırdayarak açılan ışıkların arasında dudaklarım, gördüklerime nazaran ağırca aralandı. Karşımda büyük bir oda, odanın içinde büyükçe bir masa ve masanın etrafına dizilmiş insanlar vardı. Her birinin kafaları masanın üzerinde yaslı vaziyetteydi ama masanın üzeri kan gölüne dönmüştü.

Caner, emin olmak adına önümüzdeki kişinin şah damarını buldu ve gözlerini yere çevirdi. Kafasını sallayıp bana baktığında kaşları yukarıya doğru kıvrıldı.

“Ölmüşler.”

Göğsüme bağlı kameranın her şeyi çekebilmesi adına gövdemi sağa sola çevirirken kulağımda bir ses işittim.

“Güvercin, ben Çakır. Oyalanmayın ve işinize bakın. Sizi kameradan izliyoruz.”

Alparslan albayın cümlesiyle önümdeki tek kişilik masaya doğru ilerledim. Masanın üzeri birtakım evrak ile doluydu ve bu evraklar işe yarar, kayda değer bilgileri içeriyordu. Silah alımı ve satımı ile ilgili yazılar vardı. Saat kaçta işlem yapıldığı ve çıktığı anbean kayıt altına alınmıştı. Altında ise Raşit ve ismini tanımadığım, Lotus diye birinin imzası vardı.

“Güvercin, yanıma gelir misin?”

Bakışlarım Caner’e çevrilirken adımlarımda ona doğru yönelmişti. Caner, ölen kişinin yüzünü masadan kaldırmıştı.

“Şu anda saat iki yönünde; orkide saksısının içinde bir kamera var, izleniyorsunuz.”

Caner, adamın yüzünü bırakıp kameraya ilerlediği an saksıda küçük bir çatırtı oldu. Kaşlarım çatılırken kameranın patladığını anlayabilmiştim. Başka bir kamera olabileceği şüphesiyle etrafımı tararken kulağımda bir ses yükseldi.

“Adamın yüzünü gösterir misin, Güvercin?”

Ellerimi kaldırıp adamın yüzünü göğsümdeki kameraya çevirdim. Gözleri oyulmuş adamın, siması hiç yabancı gelmiyordu. Gövdemi biraz hareket ettirip görüntüsünü aldığıma emin olduğumda kulağımda yeniden sesleri duydum.

“Karşınızda duran kişi, Prof. Dr. Yılmaz Günveren. Kendisi çok ünlü biri, çünkü ondan iyi biyolojik silah üreten daha önce hiç olmadı. Üzerindeki kalemi alın, öldürüleceğini anladığında olayın videosunu almış olabilir.”

Alparslan albayın komutuyla kalemi aldım ve cebime koydum. Bakışlarım Caner’i bulurken masadaki kişilerin görüntülerini göğsündeki kameraya alıyordu. Her birinin gözleri sökülmüş ve şakaklarından bir kurşunla öldürülmüşlerdi.

Acaba burada ne yaşanmıştı?

“Raşit bir daha buraya gelmez. Evrakları alın ve orayı terk edin.”

Albayın cümlesiyle yeniden masaya yürüdüm ve evrakları Caner ile toplayıp cebime sıkıştırdım. Caner, çekmecelerin içlerini karıştırmaya başladığında bende solumdaki büyük çekmeceyi açtım. Siyah bir lotus çiçeği gözlerimin önünde belirirken içeride bir ses yankılandı.

“Yağmurun şiddetli olduğu bu saatlerde Rize’yi yoğun bir sis sardı.”

Bir spikerin sunduğu hava durumuna başka bir ses karıştı.

“Hayatım, Eyşan uyudu mu?”

Kulağıma ulaşan ses ile ellerim çekmecenin üzerinde asılı kaldı.

“Güvercin, derhal çıkın oradan!”

“Evet; acaba hasta mı Ethem ya, bir doktora götürelim mi?”

Babamın sesinden sonra duyduğum annemin sesi, beni olduğum yere sanki çivilemişti. Bir anda masanın altından dumanlar yükselmeye başladığında Caner, kolumdan tuttu ve beni sürüklemeye başladı. Merdivenlerin önüne geldiğimizde basamakları tırmanmaya başladım.

“Götürelim de ya hasta değilse, biliyorsun bizim kız uykucu.”

Dolmaya başlayan gözlerim görüşümü bulanıklaştırırken toprak zemine bastım. Caner’in çıkması için geri çekilip beklediğimde Caner, dışarıya çıkıp kapağı kapattı. Kanalizasyon kapağından da dumanlar yükselmeye başladığında koşar adımla ata ilerledim ve iplerini çözdüm.

“Aşağıda duyduğumuz sesler.”

Osman’ın sorusuna kulak vermeden ata bindim ve atı koşturmaya başladım. Uzakta da olsalar peşimden geldiklerini fark ettiğimde dizginleri sertçe ata çarptım ve hızlandım. Kulağımda çınlayan biraz önce duyduğum sesin anne ve babama ait olduğu düşüncesi, ruhumda birikmiş zehrin yeniden ortaya çıkmasına neden olmuştu.

Bu adamlar kimdi ve ailemden ne istiyordu?

Evimize nasıl ve ne zaman böcek yerleştirmişlerdi?

En önemlisi ise ismimi öğrendiklerine rağmen neden beni tanımıyormuş gibi yapmışlardı?

Düşüncelerim giderek yoğunlaşırken askeriyeye yaklaştığımı fark ettim.

“Açın kapıyı!” diye bağırdığımda iki nöbetçi bariyeri kenara çekip geçmemizi bekledi. Atın üzerinden inmeden yan binanın önünde durdum. Attan inip koşarcasına toplantı salonun kapısına ulaştım. Bir el sertçe koluma asılıp beni kendine çevirdiğinde Alparslan albay, gergin çehresiyle gözlerimi inceledi.

“İçeride A’dan Z’ye herkes var. Kelimelerini düzgün seç, yüzbaşı.”

Albayın cümlesiyle içeriye girdim ve masanın etrafına dizilmiş rütbelilere selam verdim. Yanımda dizilen Caner, Osman, Mehmet ve Hüseyin’de benim gibi selam verdiklerinde Alparslan albay, karşılarındaki beşli sandalyeyi gösterdi. Bize gösterilen sandalyelere kurulduğumuzda bir adam kalktı ve projeksiyonun önüne geçti.

“Beni tanımayanlar için kendimi tanıtmak isterim. Ben Mezarcı, namı diğer Mücadele İtibar Teşkilatı’nın ikinci komutanı Erdinç Savaş.”

Erdinç Savaş’ı daha önce sanki bir yerlerde görmüş gibiydim ama tam olarak nerede gördüğümü hatırlamıyordum. Projeksiyon kumandasını masanın üzerinden aldı ve tuşa bastı. Ekranda, biraz önce gördüğüm siyah lotus çiçeği görseli belirdi.

“Olayı anlamak için en başından başlamamız gerekiyor.” dedi ve bir kez daha kumandaya bastı. Ekranda bu sefer beliren fotoğraf, Rize kışlasında çekilmiş kalabalık bir gruba aitti.

 

26 Haziran 1996 / Rize

“Oğlum biraz daha yaklaşsana, kadraja girmiyorsun.”

Ethem, bakışlarını kameradan çekip sağındaki ve solundaki adamlara baktı. Bir yanında; canımın yarısı dediği, kardeşinden öte Alparslan’ı, diğer yanında ise sır küpüm dediği, canını bile gözü kapalı emanet edebileceği Erdinç’i vardı.

“Geriye doğru alıyorum, on saniye var!” diye ses yükseldiğinde yeniden kameraya baktı. Kameranın arkasında beliren kişi koşarak Alparslan’ın yanında belirirken gülümsedi. O kişinin de gülümsediğini gördüğünde yeniden kameraya baktı. Kısa bir süre içinde flaş patladı ve birçok asker koşarak kameraya doğru ilerledi. Dörtlü grup hâlâ dağılmamıştı.

“Raşit, bu fotoğraf ne zaman çıkar? Bir tane çoğaltıp Yağmur’uma göndereyim. Yazıktır, çok özlem çekti benim yüzümden.”

Raşit, kahkaha atarken kameranın etrafına toplanan askerlere baktı.

“Sıranı bekleyeceksin devrem.”

Ethem’in suratı ekşirken bakışlarını Alparslan’a çevirdi. “Sende alacak mısın? diye sordu.

Alparslan dudağını büküp kafasını salladı.

“Tabii ki de alacağım.”

Ethem, can yoldaşının omzuna elini koydu ve eğildi. Neşesi tekrar yerine gelmişti.

“O halde benden sonra sırana girersin.” diyerek güldü.

“Ethem?”

Ethem, Raşit’in seslenmesiyle ona baktı.

“Kızının adını ne koyacaksınız?” diye, Raşit sorduğunda yüreğinde bir kıpırtı oldu Ethem’in. Gözleri ışıldarken dudaklarında masumane bir tebessüm oluştu.

“Kızımızın adı Eyşan olacak.”

 

4 Ekim 2021 / Şırnak

“Ne yani, Eyşan’ın ismini ta o zamandan beri biliyorlar mıydı?” diye sorguladığında Osman gözlerimi kırpıştırdım. İsmimi o zamandan beri biliyorlardı, evimize böcek yerleştirmişlerdi. Daha ne olabilirdi ki?

“Yüzünü hiç görmemişti ama Eyşan’ın ismi her noktada duyuluyor ve geçiyordu. Ondan dolayı zaten Eyşan, bu zamana kadar kendi ismini kullanamadı.”

Zihnimi darmadağın eden düşüncelerimin arasında bir soru türedi ve hiç beklemediğim anda dudaklarımın arasından fırladı.

“Raşit’in arkasındaki adamın Mimba olduğunu söylemiştiniz. Öyleyse Lotus kim?” dediğimde Erdinç komutanın bakışları beni buldu. Kafasını iki yana salladı.

“Mimba ile görüştüğü iddia edildi ve ardından ona böyle bir damga vuruldu. Bugün gördüğün evraklardan sonra arkasındaki kişinin kim olduğunu gördünüz.”

Erdinç komutan, elindeki kumandaya bastığında yeniden siyah lotus çiçeği göründü. Gözlerinde ise sahip olduğu bir karanlık vardı. O karanlık bizi yeni bir anının içine çekmeye başlamıştı.

“Daha hiçbirimizin birbirini tanımadığı bir kışlada gördüm onu. Yüzünde askerlik yapmasına engel olacak büyük bir yarası vardı ama ona rağmen alınmıştı. Kendisinin bir asker kaçağı olduğu, yüzündeki yaranın ise sonradan meydana geldiğini öğrendiğimiz anlarda çoktan bizim koğuşta kalmaya başlamıştı.”

Derin bir nefes alıp devam etti.

“Hırçın, denilenleri asla yapmayan, nizama aykırı bir kişiydi. En sonunda bir gece askerden kaçmış ve bir daha onu hiç görmemiştik.”

“Peki neden Lotus deniliyor?”

Erdinç komutan, Caner’in sorusuyla ekrana baktı.

“Çünkü yarasının izi bir lotusa benziyordu. Gölgesinin değdiği her yere siyah bir Lotus bırakmaya başladığını gittiğimiz görevlerde gördük. Her işin arkasında kendini belli etmek istercesine bu çiçeği bırakıyordu. Anlamını ilk başta çözemedik ama sonralarda canımızı yakarak öğrendik.”

“İsyan.” diye söylendi, Osman. Bende dahil olmak üzere herkesin bakışları onda kaldığında sinirle Erdinç komutana baktı.

“Sevdiklerinizin hayatına mâl olmuş bu canileri nasıl fark edemediniz?”

Ardından bakışlarını Alparslan albaya çevirdi.

“Eşiniz sizi uyardığında-”

Alparslan albay, elini sertçe masaya vurduğunda dişlerimi sıktım.

“Sakın cümleni bitirme Osman Üsteğmen. Güvercin timi!”

Alparslan albayın emriyle ayağa kalkıp beklediğimizde albay derin bir nefes aldı ve ayağa kalktı. “Eyşan yüzbaşı, Şeytan’ın ininde bulduğun kalemi masanın üzerine bırak ve ardından timini alıp çık.”

“Emredersiniz komutanım.” dedikten hemen sonra kalemi cebimden çıkartıp masanın üzerine koydum ve sol ayağımın üzerinde dönüp kapıya doğru ilerledim. Toplantı salonundan çıktığımızda bir nöbetçi askerin bize doğru ilerlediğini gördüm. Elinde bir kargo paketiyle önümde durup kafasıyla selam verdi.

“Yüzbaşım, size bir kargo var.”

Nöbetçinin elindeki kargoyu alıp paketin üzerini incelemeye başladım.

“Ayrıca Başçavuş Kubilay Cenk Eşver uyanmış.”

Nöbetçinin cümlesiyle gözlerim hızla kutudan çevrilip nöbetçiye çevrildi. Aralı kalmış dudaklarımda büyük bir gülümseme meydana gelirken göz pınarlarımın dolduğunu fark ettim. Büyük bir heyecanla Osman’a bakarken onunda gözleri sevinçle parlamaya başlamıştı. Nöbetçinin yanımızdan ayrıldığını fark ettiğimde çenemle koğuşları gösterdim.

“Önce üzerimizi değiştirip hastaneye gidelim. Yolda da kargonun ne olduğuna bakarız.”

Caner ve Osman beni onayladığında koğuşlara dağıldık. Beş dakika sonra yeniden ortada buluştuğumuzda askeriyenin kapısına doğru ilerlemeye başladık.

“Sivil araçla gidelim.” diye söylendiğinde Caner, onun arabasına yürüdük ve araca bindik. Caner, aracın motorunu çalıştırıp yola koyulduğunda bakışlarım kargoya indi. Üzerinde kimin gönderdiğine dair bir bilgi yoktu. Botumun içinde bıraktığım çakıyı alıp kutunun bantlı kısımlarını açtım ve kapağını yavaşça yukarıya doğru kaldırdım.

“İçinde ne varmış kutunun?”

Osman’ın cümlesi boğuklaşarak zihnime bile giremezken gördüklerim kaşlarımın çatılmasına neden olmuştu. Parmaklarım usulca kutunun içinde yerini alırken derinindeki künyeyi çekti, çıkarttı. İşaret ve başparmağımın arasında tuttuğum künye bir ateş misali parmak uçlarımı yakarken sol avucuma yasladım. Üzerindeki yazıların üzeri pas ile kaplanmıştı ve okuması güçlüktü. Gözlerimi kıstığımda dudaklarımın aralanmasına engel olamamıştım.

Yağmur Boduroğlu

03/03/1976

0 Rh (-)

Rize

Künye, anneme aitti.

“Kimin künyesi?”

Osman’ın sorusuyla ona baktım.

“Annemin.”

Osman, ön koltukta arkasına döndü ve gözlerimin içine baktı. Yeşil gözleri, yeniden içimdeki yarayı kabuğunu sökerek deştiğinde yutkundum ve yeniden kutunun içine baktım.

“İçinde bit not var, okuyorum.” dedikten sonra notu aldım ve yüzüme yaklaştırdım.

Aklını kurcalayan soruların cevaplarını duymak istiyorsan Çamlıhemşin’e gel. ^Dirvana^

Benim evim Çayeli’ndeydi. Çamlıhemşin ise Osman’ın memleketiydi. Okuduklarımı sesli bir şekilde okuyup okumama arasında kararsız kalırken Osman, arkaya uzanıp notu elimden aldı.

“Aklını kurcalayan soruların cevaplarını duymak istiyorsan Çamlıhemşin’e gel. Kendi başına gitmeyi aklından bile geçirme, bu bir. İkinci olarak ne düşündüğünü bilmiyorum ama bende seninle birlikte geleceğim.”

Osman, taramalı tüfek gibi düşüncelerini bana yansıtırken bakışlarım Caner’e çevrildi. Dikiz aynasından bana bakıp yeniden yola odaklandı.

“Ben sizi idare ederim.”

Caner’in söylediğinde minnetle gülümsediğim sırada aracı yavaşça durdurdu. Bakışlarım cama çevrilirken geldiğimizi fark ettim. Osman, notu bana doğru uzattığında aldım ve hâlâ avucumun içinde sakladığım künye ile birlikte cebime sıkıştırdım. Boş kutuyu koltukta bırakıp arabadan indim. Yüreğimi saran heyecan, sahiden de aklımı kurcalayan düşüncelerimin arasına karışmıştı. Bir yanım merak içindeyken bir yanım, Kubilay’ı bu hâlde bırakacak olmanın hüznü içerisindeydi.

“Caner.”

Caner, adımlarını durdurup bedenini bana çevirdiğinde derin bir nefes aldım.

“Mete’yi arayıp herkesi Kubilay’ın etrafından uzaklaştırabilir misin? Osman ile odaya girip Kubilay’ı görelim. Ardından biz giderken seni ararız. Ayrıca ikimize de bilet ayarlar mısın? Ne kadar erken gidersek o kadar erken dönebiliriz.”

Caner, dediklerime nazaran kafasını salladı ve telefonuna sarıldı. Bizden önce hastaneye girip Mete’yi ararken peşinden ağırca bizde ilerliyorduk. Tam köşede beliren Mete ve Güvercin timiyle Osman beni duvarın arkasına çevirdi. Bakışlarımın onların üzerinde gezinirken Alev’in ve Barış’ında onlara dahil olduğunu fark ettim. Her birinin yüzlerinde keyifli bir gülümseme vardı.

Yüreğim acıyla burkuldu.

Ne zaman olmuştu, saymamıştım. Güvercin Timi’nin bensiz gülüşleri hep yüreğimde bir ukde olarak kalacaktı. Mutsuz günlerimizin yoğun olduğu bu anlar ise yaralarımın sebebi olmuştu.

“Haydi Güvercin, fazla zamanımız yok.”

Osman, beni Kubilay’ın odasına çekiştirirken adımlarım bağımsız olarak ilerlemeye başladı. Odanın önüne geldiğimizde kolumu bırakmadan içeriye girdi ve kapıyı kapattı. Bakışlarım Kubilay’ın kapalı gözlerinde dolanırken yüzünün hali zihnime işlendi. Yer yer kabuk bağlamış yaralarının yanı sıra, tüm bedeninde belli olan yaraları da vardı. Düşmeye ramak kalmış gözümdeki yaşlar, Kubilay’ın gözlerini açmasıyla yanaklarıma dökülmüştü.

“Komutanım?” dedi, kısık sesiyle Kubilay. Gülümseyerek yatağa yaklaştım ve sımsıkı bir şekilde elini tuttum.

“Geldik aslanım, geldik. Sen uyandın ya, bundan daha önemli ne olabilir ki?”

Kubilay’ın bakışları gözlerimizde gezindi.

“Diğerleri biraz önce buradaydı, nereye gittiler?”

Soluklanarak dile getirdiği cümleler birer ok gibi kalbime saplanmıştı. Derince yutkunup kurumuş dudaklarımı ıslattım. Elini tuttuğum ellerimi biraz daha sıktım.

“Kubilay, kimsenin haberi olmadan bize bunları yapanları bulmaya gideceğiz. Osman ve ben, bir süre ortalıklarda görünmeden bu işi yapacağız. Sen ayağa kalkmadan önce geleceğiz.”

Kubilay’ın gözleri dolmuştu.

“Sakın, sakın ağlamayacaksın, duydun mu? Söz veriyorum ki bu sefer erken geleceğiz.”

Kubilay kafasını salladığında Osman, omzuma dokundu.

“Eyşan gitmemiz gerekiyor.”

Üst dudağımı ısırıp bıraktım.

“Kendine dikkat et, Kubilay.”

Kubilay, kafasını sağa doğru çevirdiğinde gözlerimi kapattım ve elimi elinden çektim. Alt dudağımın titremesine engel olamazken Osman, beni yeniden kolumdan tutup odadan çıkarttı. Benliğim hastanenin dışına sürüklenirken gözlerimi buğulaştıran yaşlar birer sicim gibi iniyordu.

“Taksi!”

Osman tarafından taksiye bindirilirken gözlerimdeki yaşları silip derin bir nefes aldım. Osman, kolumu sıvazladı ve kafasını iki yana salladı.

“Ağlama artık bak kendin de söz verdin. Erkenden döneceğiz.”

Tekrardan yutkunup kafamı anlamışçasına salladım. Osman telefonunu çıkartıp ekranına baktığında bir mesajın gelmiş olduğunu gördü. Tuş kilidini kaydırıp mesajı gösterdiğinde Caner’in biletleri gönderdiğini gördüm. Saat 05:00’de otobüs, otogardan kalkacaktı. Bileğimdeki saate baktığımda ise yarım saatimizin kaldığını gördüm.

“Yarım saatimiz var, yetişiriz.” diye mırıldandığımda bakışlarımı cama çevirip yolu izlemeye başladım. Ruhum ve zihnimin içindeki karmaşıklık, benliğimi darmadağın etmişti. İçinde bulunduğumuz durumlar her geçen dakika biraz daha tükenmişliğin içine gömüldüğümü kanıtlar gibiydi. Üst üste gelen olaylar ise her seferinde çaresizliğimi yüzüme vuruyordu. Bakışlarımı Osman’a çevirdiğimde onunda yolu izlediğini fark ettim. İçinde sakladıklarını bir kez olsun söylememiş, her seferinde kendi içinde yaşamayı tercih etmişti.

Annesinin ölümünden sonra Rize’ye ilk defa gidiyordu.

Osman’daki bakışlarım taksinin durmasıyla öne çevrilirken Osman, 200’lük banknotu taksiciye uzatıp arabadan inmek için kapıya uzandı. Onu takip ederek peşinden indiğimde Rize’ye hareket edecek, otobüsün önünde durdum.

“Haydi, binelim.”

Otobüse bindiğimizde derin bir nefes aldım ve Osman’a baktım.

“Koltuk numaralarımız kaç?” diye sorduğumda Osman, elindeki telefona baktı.

“Seninki 26, benimki 29. Çift kişiliklerde tekli oturacağız.”

Kafamı salladığımda dudaklarımı buruşturdum. Bizler uzun boylu olduğumuz için en azından fiziki olarak rahat olabilecektim. Osman’ın söylediği koltuğa yerleştiğimde Osman, arkamdaki koltuğa kuruldu.

“Rize yolcusu kalmasın!”

Muavinin cümlesini duyduğum an derin bir nefes aldım ve gözlerimi kapattım. Rize, yeşilliğin toprakla buluştuğu en büyük alandı. Çamlıhemşin’e birkaç kez gitmiştim. İnsanlarının temiz kalpli olduğunu ama bir yandan da ağızlarının boş durmadığının da bilincindeydim. A noktasında hapşırsam B noktasında çok yaşa derlerdi. Otobüsün hareketlendiğini fark ettiğimde kalbimin ritmi hızlanmaya başladı.

Şırnak’tan ilk ayrılışım değildi, beni üzen tek şey yine Güvercin Timi ile vedalaşmamamdı.

Yanımdaki koltuğa birinin oturduğunu fark ettiğimde hızla gözlerimi açıp yanıma baktım. Nabzım artık tamamen kontrolüm dışındaydı.

“Mete?”

Dudaklarım gördüğüm sima ile aralanırken mavi gözleri kısıldı.

“Bizsiz yola çıkabileceğini mi düşündün Güvercin?” diye söylendiğinde koltukta hafifçe doğrulup arkama baktım. Arka koltuklara sıralanmış Alev ve Barış gülerek bana el sallarken, Caner ve Mücahit yalnızca kafalarını sallamakla yetinmişti.

“Seni bulursam bir daha bırakmam demiştim, değil mi Eyşan?”

Kulağımda hissettiğim nefesin sahibine baktığımda mavi gözlerindeki siyahlığa tutundum. Ruhumu alaşağı eden kişilerden biri de Mete’ydi. Kendime itiraf etmekte zorlandığım duygularımın sebebi, mavi gözlerini benden çekti.

“Haber bile vermeden gidecek olmana hâlâ şaşırıyorum. Caner, söylemese şu an her yerde seni arıyor olacaktım.” diye söylendiğinde karnımda bir koza oluştu. O kozanın ne olduğunu da günü geldiğinde neye dönüşeceğini de çok iyi biliyordum. Kanatlarını sürteceği duvarları talan edip, beni yerle yeksan hâlde bırakacağını tahmin edebiliyordum.

‘Olsun.’ dedim düşüncelerime.

‘Yandın, kül oldun. Daha ne kadar yanabilirsin?’ diye tekrar tekrar hatırlattım kendime. ‘Bırak, her şey olacağına varır.’

Sağ elim, yavaşça Mete’nin elinin üzerine konduğunda Mete’nin şaşkın bakışları benimkileri buldu. Mavileri benim topraklarımda gezinirken dudaklarında minik bir tebessüm oluştu. Koza çatladı ve içindeki küçük kelebeği serbest bıraktı. Bir gün onu öldüreceğimi bile bile.

 

5 Ekim 2021 / Çamlıhemşin, Rize

Evimdeydim.

Annem ve babam gülüşerek televizyondaki bir gündüz kuşağı programını izliyor ve birbirlerine bakarak yorumlamalarda bulunuyorlardı. Ben ise orta sehpanın üzerindeki boyama kitabımı her şeyden habersizce renkli kalemlerimi sürtüyordum. Hiç beklenmedik bir anda kapımızın zili çaldı. Babam, dudaklarındaki gülümsemeyi hâlâ kaybetmemişti.

“Birini mi bekliyorduk hayatım?” diye sordu anneme. Annem ise kafasını iki yana salladıktan sonra babam ayağa kalktı. Yüzündeki gülümseme, kapıyı açtığında daha da belirginleşmişti.

“Oo! Devrem hoş geldin.” Babamın cümlesi bir anda kesildiğinde bakışlarımı kapıya çevirdim. Kapıda yüzü tanıdık gelen ama ismini söyleyemediğim bir adam vardı. Üstü başı kan içinde içeriye girdiğinde annem, beni kucağına alarak odama götürdü ve kapıyı üzerime kapattı. Hiçbir şeyden habersiz öylece kapının önünde durduğumda salondan bağırışlar yükselmeye başladı.

“Öldü lan, öldü lan!”

“Ne oluyor Alparslan, kendine gel!”

“Karım, karımı öldürdüler Ethem! Karım gözlerimin önünde öldü lan!”

“Nasıl, kim yaptı?”

“Raşit.”

Salonda büyük bir sessizlik oldu. Bir adamın hıçkırıkları, evin tüm noktalarından duyulacak kadar şiddetliydi.

“Ben oğullarıma nasıl söyleyeceğim? Ben oğullarıma nasıl bakacağım, Ethem?”

Yeniden sessizlik olacağını düşündüğüm an annemin sesi kulaklarıma ulaştı.

“Asiye’nin yanına Çamlıhemşin’e göndereceğiz.”

“Eyşan?”

Omzumu dürten bir el, beni saplandığım karanlıktan çekip çıkartırken gözlerimi kırpıştırarak etrafa baktım. Otobüs durmuş ve kimse kalmamıştı.

“Haydi, gel inelim.”

Kafamı belli belirsiz sallarken derin bir nefes aldım. Gördüğüm rüyanın etkisiyle Mete’nin koluna tutundum. Küçük benliğime saklanmış her anının noktalarında o da vardı. Küçükken tattığı annesizliği tahmin bile edemiyordum ama etkisini bıraktığının farkındaydım. Koluna tutunarak otobüsten indiğimde yüzüme çarpan kokuyu içime çektim. Ayder yaylasından ciğerlerime dolan hava, gözlerimi kırpıştırıp Osman’a bakmamı sağlamıştı.

Osman, hiçbir duygu barındırmayan gözleriyle etrafa bakınmış ve derin bir nefes vermişti. Bize boşuna ‘Kanatları Kırık Güvercin’ dememişlerdi. Bunu, bugün daha iyi anlayabilmiştim.

Her birimizin farklı hikayesi vardı.

“Evet, şimdi nereden başlıyoruz?” diye sorguladığında Alev, bakışlarımı Osman’dan çektim ve etrafıma baktım. Buranın yöresine ait giysileri giymiş teyzeler ve amcalar etrafta gezinirken yaylada yürümeye başladık.

“Dirvana diye birisini arıyoruz.” dedi, Osman. Alev, kaşlarını çattı ama aniden karşımızdan geçen yaşlı kadına seslendi.

“Teyzeciğim.” diye bağırdığında kadın, sinirle ve kınayıcı bakışlarla Alev’i süzdü.

“Na var orťare!” (Olmayasın!)

Gülmemek için dudaklarımı yalayıp Alev’e yaklaştım.

“Xela do ǩaoba dadi.” (Merhaba nine.) diye söylendiğimde yaşlı kadının dudakları aralandı. Eli dudaklarının üzerini kapattığında bakışları Osman’a çevrildi. Diğer eli de elinin üzerinde yer aldığında koşarak uzaklaşmaya başladı. Kaşlarım çatılırken bize doğru koşan birini gördüm. Sanki diğer ayağı topal kalmışçasına sekerek koştu ve tam karşımızda durdu. Gülerek ellerini bacaklarının yanlarına vurmaya başladı.

“Asiye’nin yavrusuyla emice kızı geldi. Asiye’nin yavrusuyla emice kızı geldi. Asiye’nin yavrusuyla emice kızı geldi.”

Yerinde zıplayarak bizden uzaklaştı ve bize eliyle gel işareti yaptı.

“Dirvana, sizi bekliyor. Dirvana, sizi bekledi!” diye bağırmaya başladığında kaşlarımı çatarak Osman’a baktım.

“Bu kim?”

Osman, bakışlarını adamda tutmaya devam etti.

“Züğürt, buralarda Deli Züğürt derler. Eskiden bizim gibi askerdi, timini gözlerinin önünde kaybettiğinde delirmiş diyorlar.”

Bakışlarımı Osman’dan çekip Züğürt dediği kişiye baktım. Gülerek bana bakıyor ve ellerini sürekli bacaklarına vuruyordu.

“Dirvana sizi bekliyor, Dirvana emice kızını bekledi.”

“Eyşan sen misin?”

Arkamızdan gelen ses doğru döndüğümde karşımda asker üniforması olan birini gördüm. Kısık gözlerine rağmen belirgin olan yeşilleri benim üzerimde kenetlenmişti. Benden uzun boyluydu, vücut yapıları Mete’ninkine benziyordu. Kaşlarımı çatıp yere baktım. Düşüncelerim ve algılarım beni şaşırtmaya devam ediyordu.

“Dirvana seni bekliyor.”

Yanımdan bir homurtu yükseldi.

“Dirvana, neden Eyşan’ı bekliyor?” diye söylendiğinde Mete, karşımdaki adama baktım.

“Sen kimsin?” diye sordum. Karşımdaki asker derin bir nefes aldı.

“Kutlu Sönmez’in oğlu İbrahim’im. Ben seni tanırım ama sen beni tanımazsın.”

Tam dudaklarımı aralayıp dilime takılanları akıtacakken arkamdaki Züğürt’ün sesini işittim.

“Dinleme onu. Yağmur’un kızı, dinleme onu.”

Sıkıntıyla derin bir nefes verirken arkamdaki askerden kuvvetli bir ses yükseldi.

“Züğürt! Kapat çeneni.”

İçimdeki ses bile askere güvenmememi söylerken gözlerimi devirdim ve Züğürt’e doğru adımlamaya başladım. İki adım attıktan sonra koluma bir el dolanmıştı. Birden Mete’nin sırtını görmeye başladığımda kafamı sağa doğru eğdim.

“Bir daha ona dokunursan, seni bu yaylaya gömerim!” diye bağırdı. Sol eliyle kolumdan tutmuş sağ eliyle ise adamın yakasını kavramıştı. Karşımızdaki adam şuh bir kahkaha attı.

“Hah, sen kimsin?”

“Nişanlısı.” Osman? Ne yapıyorsun Osman!

Adımızın tüm Rize’de çıkması an meselesiydi. Dişlerimi sertçe birbirine yaslayıp çenemi sıktım.

“Yeter!” diyerek dişlerimin arasından tısladım. Gökyüzünden derin bir gürültü koptuğunda yaylanın içinde bir cümle yankılandı.

“Yağmur Dirvana’nın kızı sen misin?”

Annemin kızlık soyadını bilmiyordum fakat Osman, koluma girip beni yönlendirmeye başladı.

“Evet, o.” derken yürütmeye devam etti. Bize seslenen yaşlı kadının karşısında durduğumuzda kadın yüzümü inceledi. Anneme benzeyen suratının tamamen kendi hayali düşüncem olduğunu varsaydığım sırada arkasını döndü ve ilerlemeye başladı. Elinde tuttuğu sopayı toprağa bastırıyor ve adım attıkça kaldırıp ileriye yaslıyordu. Osman ve ben ise peşinden yavaş adımlarla onu takip ediyorduk.

Arkamızda kalanların bizi takip ettiğini anlayabiliyordum ama önceliğim nereye gidiyor olduğumuzdu. Yaşlı kadın; kenarları sarmaşıklarla kaplanmış, klasik bir yayla evinin önünde durduğunda elindeki sopayı duvara dayadı ve şalvarlarının bol kısımlarından tutup merdivenleri çıkmaya başladı. Yine adımlarını takip edip yukarıya çıktığımızda ayaklarındaki kara lastik ayakkabısını çıkartıp içeriye girdi.

Osman kolumu bırakıp eğildi ve botlarını çıkarttı. Onu taklit edip ayakkabımı çıkarttığımda Mete merdivenleri çıkıyordu.

“Bizde gelelim mi?” diye sordu. Ona baktığımda kafamı salladım ve arkasına baktım.

“Ayakkabılarınızı çıkartıp gelin.” dedim ve ninenin gittiği yere doğru adımlamaya başladım. Herkes arkamda yerini alırken nine girdiği kapının kapısını kapatıp feri gitmiş yeşillerini bana çevirdi. Arkamdaki time bakmadan kaşlarını çattı.

“Ha bu uşaklara söyle, afkurmasınlar.” dedi ve kapıyı açıp bekledi. En önde ben olmak üzere içeriye adımladığımda diğerleri de arkamdan geldi. Nine, kapıyı kapatıp bize arkası dönük adama ilerledi. Bakışlarım oturma odasında gezinirken döşeklerin ve tahta bir divanın yanı sıra ortada küçük bir tepsiden sehpa vardı. Duvarda asılı olan keleş silahı onun da yanında bir adamın askerlik fotoğrafı vardı. Gözlerimi kısıp iyice incelediğimde aslında o kişinin bir üsteğmen olduğunu gördüm.

Kolumun dürtüldüğünü hissettiğimde bakışlarım Osman’a çevrildi. Bendeki bakışlarını başka bir yere odakladığında takip ettim ve ne olduğunu gördüm. Dudağımın kenarı hafifçe yukarıya doğru kıvrılırken gözlerim kısıldı. Annemin gençlik hali gözler önüne serilmişti. Üzerine giydiği subaylık üniforması titrek bir nefes almama neden olmuştu. Çerçevenin altında duran kimliği ise dudaklarımdaki tebessümü yerle bir etmişti.

Yağmur Dirvana

“Dirvana, misafirin geldi.”

Nine, arkası dönük kişiye seslendiğinde bakışlarımı kimlikten çekip oturan kişiye baktım. Yerdeki döşekten ağırca kalkıp bakışlarını bana çevirdiğinde artık tamamen anlamıştım. Bana annemin öldü dediği dedem, artık tam karşımda duruyordu. Yemyeşil gözleri soluk bir hâle dönmüştü. Bana bakan yüzü asıldı ve dudakları titredi.

“Abu uşak babasini anduriyi.” diye söylendi titreyen dudaklarının arasından. “Cozleri babasine.” Sözlerine devam etmedi, gözlerini kaçırdı.

“Pok yiyenin uşaa.”

Sinirle dudaklarımı ıslattım ve karşımdaki adama bakmaya devam ettim.

“Beni buraya neden çağırdın?”

Karşımdaki dedem, sanki ona küfür etmişçesine bana baktı. Gözlerinde anlamadığım şekilde bir nefret vardı.

“Afkurma. Bilema ben konuşacağum.”

Derin bir nefes verip çenemi dikleştirdim.

“Dinliyorum.”

Dedem, gözlerini kıstı. “Çaltuk.”

Osman’ın kıkırtısı kulaklarıma ulaştığında sertçe ona baktı.

“Ha bu uşak da bununla geze geze ne hale celmuş! Sike sülecek aklu kalmamuş.”

“Oha.” diye bir ses yankılandı oturma odasında. Ağırca Alev’e baktığımda alt dudağımı dişledim. Dedemin gazabından kurtulamayacaktık.

“Ne dedun sen!” bağırışını duyduğum an ellerimi havaya kaldırdım ve aklımdaki tek cümleyi geçirdim.

“O bok canli bir dur da!”

Herkes durup bir saniyeliğine bana baktıktan sonra derin bir nefes verdim ve dedeme döndüm.

“Yeter, kimseye bir şey deme. Sadece beni buraya neden çağırdın onu anlat.”

Dedemin bana bakışları kırılmış gibiydi. Gözlerini ağırca üzerimde dolandırdı ve ayaklarını güçlükle oynatarak kenarda duran albümü aldı. Ortada duran sehpanın üzerine attığında ayaklarımın önüne bir fotoğraf düştü. Eğilip o fotoğrafı aldığımda anne ve babamın düğün fotoğrafı olduğunu gördüm.

“Oturun.” diye söylendiğinde Osman, herkes döşeklere çökmüştü. Dedem ve anneannem olan kişiler yavaşça tahta divana çöktüklerinde dedemin gözleri Ayder Yaylası’na çevrilmişti.

“Etma dedum, dinletemedum. Ha o uşakla evlenme dedum, -tekrarladı- evlenme dedum, evlendu.”

Bahsettikleri kişi annem ve babamdı.

“Ha pu evden cidup asker olduğumda penim anderim başladu. Bende sizun gibi leçandım.” Derin bir soluk aldı. “Göreve çıktığımızda hain bir kişinin bize pusu kurduğunu gördük. Kendisi teröristlerden oluşan topluluğun başıydı. Onu indirdiğimizde yapmamam gereken bir hata yaptım.”

Kaşlarım çatılırken bakışları bana çevrildi.

“Anun pepesini de eldurecedum, eldurmedum.”

“Öldürdüğünüz kişinin bir bebeği mi vardı?”

Dedem, Osman’ın sorusuna yalnızca kafasını salladı.

“Yıllar geçti, evlendim Gülhatun bana bir bebek verdi. Her şeyiyle ona benziyordu. Yağmurla geldi kızım, adını ondan Yağmur koyduk.”

Annemin adı dedemin dudakları arasından yükselirken gözlerimi kırpıştırdım ve ellerime bakmaya başladım.

“Büyüdü Yağmur’um, kocaman bir ağaç oldu gözlerimin önünde. Bir gün karşıma geçip bana ‘Ben subay olacağım.’ dedi. Tamam dedim. Keşke demeseydim. Askerken onunla tanıştılar. Ander sevdalıkları onları bir araya daha çok getirdi. İstemedim, karşı çıktım diye kaçıp onunla evlendi.”

Elimi havaya doğru kaldırdım.

“Neden karşı çıktın?”

Dedem, kızgın suratıyla bana baktı.

“Poh yiyenin uşaa, anan papan yanunda midur? Ha bi de bağa! Elduler.”

“Ölmediler! Şehit oldular!” diye bağırdığımda herkesin bakışlarını üzerimde hissettim.

“Hani ağzından düşmüyor ya afkurma, önce sen afkurma.”

“Hasbinallah.”

Dedem, kafasını sola çevirip derin bir nefes aldı ve bıraktı.

“Öldürmediğim bebek, senin annen ile babanın katili. İstihbaratçının eşini de ondan vurdu. Çünkü o herif hiç kimseyi dinlemedi.”

“Babama herif diyemezsiniz.”

Dedem Mete’ye sertçe baktığında dişlerimi sıktım. Mete’yi dedeme kurban etmek istemiyorum.

“Papan haggunda pi pilgin yoh conuşaysun.”

Tam Mete konuşacaktı ki bakışlarımı ona çevirdim. Baktığımı fark etmiş olacaktı ki aralanmış dudaklarını kapattı ve beklemeye başladı. Yeniden dedeme baktığımda gözleri kısılmış bir şekilde bana baktı.

“Özün tamı lafın kısası, Raşit’i öldürmen için önce Lotus’u ortadan kaldırman lazım.”

Kaşlarımı çattığımda dudakları son kez aralandı.

“Lotus, Raşit’in oğlu. Onu öldürdüğün zaman bedel ödenmiş olacak.”

İstemsizce gülmeye başladığımda Osman’da bana eşlik etmeye başladı. Birbirimize bakarak gülmeye başladığımızda dedem sert bir şekilde bize bakıyordu. Onu takmadan gülmeye devam ettiğimde elini hırçınca camın kenarına vurdu.

“Fışki mi var, ne gülüyorsunuz?”

Gülmemi sonlandırmaya çalışırken Osman eliyle beni gösterdi.

“Senin bu kızın yaptıklarından haberin yok herhalde. Bu kız Raşit’i bulup devletin eline teslim etmek için yapmadığı şey kalmadı.”

Dedem, eliyle Osman’ı susturdu.

“Aynı şeyi Züğürt’te yaptı. Sonra ne oldi? Delurdu.” Dedem gözlerini belerterek söylediği cümleden sonra bana baktı.

“Ha bunun papasi yıllar önce Asiye’mi uşağının peşine taktuğunda seni boşladu. Sonra yine ne oldi? İstihparatçunun oğlina paktu. Ona da sonra ne oldi? Eldu o, el-du.”

Ellerimi bacağımın üzerine sertçe vurup time baktım.

“Kalkın, kalkın gidiyoruz!”

Tim, aynı anda ayağa kalktığında dedem yürüdü ve elimden tuttu. Çekiştirmeye başladığında Osman ve Mete’nin hareketlenmesini fark ettim. Elimi kaldırarak onları durdurduğumda dedem, bir odanın önünde durdurdu. Gözleri bana çevrildiğinde kafasını iki yana salladı.

“Penu çötü olarak pil.”

Kapıyı açıp beni içeriye ittirdiğinde dudaklarım gördüklerimle birlikte aralandı. Bütün duvarlar, anne ve babamın resimleriyle donanmıştı. Bakışlarım resimlerin içinde dolanırken aslında sadece onların olmadığını fark ettim. Kendi askerlik fotoğrafları, benim ilk yürümeye başladığım andan itibaren ki bebekliklerim, subay olduğum gün çekilip ertesi sabah kaybolan fotoğrafım. Osman ile fotoğraflarımız, Mete’nin Asiye yengem de kaldığı zamanlardaki fotoğrafları, benim resmime bakarken çekilmiş bir anısı, kısacası her şey duvarlarda asılı bir şekilde duruyordu.

“Penum sevdaluğum sizdunuz kizum ama pen sizun anderunuzdum.” dedi dedem, kafasını yasladığı kapının pervazından. Hıçkırarak ağlamaya başladığında yutkundum ve onun yanından geçip dış kapının yanındaki botlarımı giymeye başladım.

“Eyşan, citme kizum!”

Anneannemin sesini duyduğumda ona kulak asmadım ve merdivenleri hızla inmeye başladım.

“Dur, ben giderim.”

Mete’nin sesini duyduğumda adımlarımı yavaşlattım ve onun yaklaşmasını beklerken ilerledim. Mete’nin yanıma vardığını fark ettiğimde adımlarımı biraz hızlandırdım ve oradan uzaklaştım. Nereye bile gittiğimi bilmeden yürürken Mete, bileğimden tuttu ve beni yaylanın yukarısına doğru çıkartmaya başladı. Güneş, dağların arkasında yerini almıştı ve her an kaybolacakmış gibi duruyordu. Yaylanın en yukarısına çıktığımızda soğuk rüzgar yüzüme sertçe üfledi ve tüm tenimin ürpermesine neden oldu.

“Buraya, çok küçükken çıkmıştım. Her kabus gördüğümde buraya kaçar, güneşin doğuşunu izlerdim. Beni arayışlarında asla onlarla gitmez, yine tek başıma aşağıya inerdim.” dedi ve montunun cebinden ikiye katlanmış bir fotoğraf çıkarttı. “Teorik olarak yalnız sayılmazdım.”

İkiye katlanmış fotoğrafı açtığında benim küçüklük halim göründü. Üzerimde asker üniformasıyla gülümseyerek kameraya bakıyordum. Çürük dişlerim, fotoğraftan bile belli olurken yüzümü buruşturdum.

“Gerçekten bu fotoğrafı mı aldın sadece?” diye söylendiğimde dudaklarından hoş bir kahkaha tınısı döküldü ve kafasını salladı.

“Çünkü tek güldüğün fotoğraf buydu. Hepsinde ya somurtuyordun ya da ağlıyordun Eyşan.”

Gülmeye başladığımda fotoğrafı katladı ve cebine koyarken bakışlarını benden çekip batmak üzere olan güneşe baktı. Güneşin son kırıntıları gözlerinin rengini köpüklü bir denize dönüştürmüş, kirpiklerine ise parıltılarını bırakmıştı. Dudaklarındaki gülümseme yavaşça tebessüme dönüştü ve ardından kayboldu.

“Deden haklı. Babam, annemi dinlemeliydi.”

Kafamı iki yana salladım.

“Öyle düşünme. Onların bu kaderlerinde varmış.”

Mete, bakışlarını bana çevirdiğinde saçlarına da güneşin eli değmişti.

“Peki, bizim kaderimizde ne var Eyşan? Bunu hiç düşündün mü?”

Kafamı bu sefer onaylarcasına salladım. Yüreğimi ve ruhumu saran o zehirden kurtulmamda yardımcı olacak bir ele ihtiyacım vardı.

“Düşündüm, içime bıraktığın o kelebeği öldüreceğimi bile bile.”

Göz çevresi kısıldığında dudaklarında çarpık bir tebessüm oluştu.

“Dema.”

Klasik Karadeniz ağzını taklit etmesi hoşuma gitmiş ve nedense ona yakışmıştı.

“Ya sahiden nasıl söyledi onu, ilk başta anlamadım bile.” diye söylendiğinde elini havaya kaldırdı ve kaşlarını çattı. Hissettiğim şeyle derince gülümsedim. Dedemi taklit edecekti.

“Habidebaa.”

Haykırarak gülmeye başladığımda beni yalnız bırakmadı ve Mete’de gülmeye başladı. Güneşin ışıkları üzerimizden silinip giderken kahkahalarımız Ayder Yaylası’nda yankılanıyordu.

“Öyle demedi.” dedim, kahkahalarımın arasından. Mete, öksürdü ve kendini tuttu.

“Ha bi de bağa.”

Mete’nin gözleri gözlerimde takılı kaldığında dudaklarında hâlâ gülümsemenin yansıması vardı.

“Ha bu akan dereler denizlere dolacak
Söylesana güzelum sonumuz ne olacak”

Mete’nin söylediği dizelere eşlik etmeye başladım.

“Ha bu akan dereler denizlere dolacak
Söylesana güzelum sonumuz ne olacak”

“Ah duman karaduman sardi dört yanumuzi
Ander kalsun sevdaluk oy alacak canumuzi”

Mete, elini enseme koyup alnını alnıma yasladığında gözlerimi kapattım. İkimizin de dudaklarından aynı cümleler dökülüyordu.

“Ah duman karaduman sardi dört yanumuzi
Ha bu ander sevdaluk oy alacak canumuzi”

 

Yazar, Ağzından

Karanlık, aydınlığın üzerine bir bulut misali çökerken Mardin semalarında da durum aynıydı. Gecenin kanatları, dört duvar arasından gökyüzünü izleyen adamın üzerine örtülmüştü. Derin ve boş bakışlarıyla pencerenin ardına bakmaya devam etti. Omuzları yükselip alçalırken bir nefes çekti dudaklarının arasından. Biliyordu, her şeyin farkındaydı.

Özgürlüğü, küçük bir pencereden bakabildiği kadardı.

Aralı dudaklarını kapattı ve dişlerini dudağına geçirdi. Kaşları çatıldı önce ve ardından pencere pervazındaki yumruğuna kafasını yasladı. Zihni o kadar doluydu ki ne yapsa elinde kalıyor ve bir başka yol düşünemez hâle gelmişti.

“Baba?”

Oğlunun sesiyle arkasına döndü. Oğlunun yüzünü kaplayan yara izini gördükçe aklını yitiriyor ve damarlarındaki zehir her geçen gün biraz daha çoğalıyordu. Eli, sinirle titremeye başladığında tekrardan yumruk yaptı ve köşedeki tekli koltuğa doğru ilerlemeye başladı.

“Nereye gittiklerini öğrendim.”

Raşit, kendini tekli koltuğa yerleştirdikten sonra ellerini birbirine kenetledi.

“Nereye gitmişler?” diye sordu, umursamadan.

“Rize’ye, Çamlıhemşin.”

Raşit, aldığı cevaptan memnun olmamışçasına dudağını büzdü ve yeniden pencereden görebildiği kadar gökyüzüne baktı. Sessizliğin içindeki zehir dağıldı ve dudaklarının üzerine örtüldü. Hiç konuşmadan öylece baktı fakat oğlu onun kadar sabırlı değildi.

“Ne yapacağız, onları ne zaman öldüreceksin?”

Raşit, kafasını bir anda oğluna çevirdi ve iki yana salladı.

“Sen bu işe karışmayacaksın?”

Raşit’in oğlu tiksinti dolu bir kahkaha attı.

“Karışmayacak mıyım? Kusura bakma ama senin de yüzünde bir yara olsaydı görürdüm seni.” Raşit’in eli bir anda yanında duran sehpadaki vazoya gitti ve ne olduğunu bilmeden oğluna fırlattı.

“Sen suratındakine yara mı diyorsun sikik? Benim kalbimi cayır cayır yaktılar!”

Üzerindeki tişörtü bir hamle de çıkartıp fırlattı.

“Ben bebekken babamı aldılar benden, üzerine yaktılar! Tenimden alev kokusu bir gün eksik olmadı. Beni babamdan ayıran o şerefsiz Dirvana’lı bana ödettiğinin aynısını yaşayacak. Yaşarken cayır cayır yanacak.”

Lotus, küçük adımlarla yerdeki tişörtü aldı ve babasına uzattı. Raşit, bir oğluna bir de elindeki tişörte baktı.

“O halde git yak onları. Seni bu kadar durduran, yapmanı engelleyen şey ne?”

Raşit, kafasını iki yana salladı.

“Onları öldürmem yalnızca bir nebze içimi soğutur. Ben, onların her gün ölmesini istiyorum. Her gün yansınlar, dudaklarından her gün farklı bir ismin haykırışı dökülsün istiyorum.” dedikten sonra koltukta dikleşip tişörtü bir hışımla çekti.

“O yüzden kan karışan işe sen bulaşmayacaksın, duydun mu?”

Lotus’un dudaklarında çarpık bir gülümseme vardı.

“Profesörleri öldürtürken öyle demiyordun ama?”

Raşit, gözlerini devirdi.

“Onlardan sana bir zarar gelmezdi.” dedi Raşit, ardından ayağa kalkıp tişörtünü giydi. İşaret parmağını ona doğru sallarken dişlerini sıktı.

“Asla bu evden dışarıya çıkmayacaksın. Sen benim elimde kalan son varlığımsın, seni de alırlarsa bu sefer tüm dünyayı yakarım.” dedi ve evden çıktı.

Lotus, babasının arkasından bakarken dudağının köşesi hafifçe yukarıya doğru kıvrıldı. Eli telefonuna giderken ekrana dokundu ve kulağına yasladı.

“Dışarıya çıktı, nereye gittiğini takip et.” dedikten sonra telefonu indirdi ve aramayı sonlandırıp cebine koydu. Pencereyi açıp öne doğru eğildi ve kafasını yukarıya çevirdi.

“Özgürlüğü kendin elde edersin, Raşit.”

Beklemediği bir anda evin kapı zili çaldı. Lotus, pencereyi kapatıp kapıya ilerledi. Kapıyı açtığında dudaklarında çarpık bir gülümseme oluştu. Bir adım geriye çekilip kapıdaki kişinin içeriye girmesini bekledi. Adam, ayakkabılarını bile çıkartmadan eve girdiğinde Lotus, kapıyı kapattı.

“Neden bu kadar geç çıktı?”

Lotus, karşısındaki adama baktı ve omuzlarını silkti.

“Yine triplere girdi.”

Adam, gözlerini devirdi ve yanağının içini dişledi. Ardından bakışlarını yeniden Lotus’a çevirdi. Gözleri, yaralarının üzerinde gezinirken omuzları yükselip alçaldı.

“Hakkını nasıl ödeyeceğiz?” diye sordu, adam.

Lotus, çenesini dikleştirdi.

“Benim vatan borcumdur komutanım.” dedi sakince ve kurt bakışlarıyla.

Raşit’in oğlu olarak kullanılan Lotus, aslında bakışları adına yansıyan Kurt’tu. Ondandı, askeriyedeyken yüzündeki maskesini hiç çıkartmaması. Raşit’in oğlunun varlığı bu yıl öğrenilmiş ve apar topar yüzünde yara izi olduğu için Kurt seçilmişti. Herkes gibi Kurt’un da hikayesi vardı. Annesi ve babası yoktu; yetimhanede doğup büyümüş, kendi isteğiyle devletin himayesi altına geçmişti. Raşit’e yapılan ilk operasyonlarına katılmış ve orada vermişti yüzünün yarısını.

“Zorlamaya başladı mı seni?” diye sorduğunda adam, kafasını iki yana salladı Kurt. Raşit’in ısrarla yüzüne yapılanları dile getirmesine dayanmak istemese de dayanmak zorundaydı. Ona rağmen devletine zeval vermedi.

“Hayır komutanım. Tek gayem Güvercin Timi’ni korumak ama Raşit’in onlara olan öfkesi her geçen gün daha da artıyor.”

Adam ağırca kafasını salladığında Kurt’un gözlerine baktı. Sıkıntıyla yeniden bir iç çekti.

“Kurt, aslında ortalık daha fazla kızışmadan seni bu görevden almayı düşünüyordum. Çünkü Güvercin, bugün senin Raşit’in oğlu olduğunu öğrendi.”

Kurt, elini kaldırıp adamı durdurdu.

“Bir gün bileceklerini bilerek bu yola başlamadık mı albay?” dedi, Kurt.

Haklıydı, Alparslan albay onu bile bile bu yola göndermişti.

 

1 Ekim 2021 / Şırnak

Albay Alparslan Çakır, parmaklarını sertçe masanın üzerinde ritim tutuyor ve çatık kaşlarıyla olan bitene çözüm bulmaya çalışıyordu. Düşüncelerinin çözümleri bitmiş ve ne yapacağını bilmeden bir çare arıyordu. İçinde tuttukları, kabuk tutmuş yaraların açılmasına neden olmuş ve oradan sızan kan, bütün hislerini kör etmişti. Masada ritim tuttuğu ellerini ahizenin üzerine getirip sıkıca kavradı ve bir tuşa basıp bekledi.

“Nöbetçi Duman Kara.”

Dudakları aralandı ve belki de son birkaç kez söyleyeceğini bilmeden zihnindekini akıttı.

“Kurt’u odama çağırın.”

Ahize, parmaklarının arasında yerini aldığında odanın kapısı tıklatıldı ve iri cüssesiyle Kurt girdi. Hayatında görüp görebileceği en cüsseli adam karşısındaydı. Her seferinde olduğu gibi yeniden hayran kaldı ve ayağa kalktı. Önündeki koltukları gösterirken dudaklarına buruk bir tebessüm yerleştirdi.

“Otur Kurt.”

Kurt, ayakta beklemeye devam ettiğinde tek kaşı alayla yukarıya doğru kıvrıldı. Kurt, onun bakışını tanıyordu. Sözünü ikiletmeden koca cüssesini koltuğa sığdırdı. Albayı onun karşısına oturduğunda utandı ve sıkıldı, ellerini koyacak yer bulamadığında ise yavaşça dizlerinin üzerine bıraktı.

“Maskeni çıkartır mısın?”

Kurt, albayın sorusuyla gözlerini kırpıştırırken eli istemeyerek de olsa yüzüne gitti. Siyah renginde, yalnızca gözlerini açık bırakan maskeyi çıkarttı. Alparslan Çakır’ın gözleri, Kurt’un sol yüzünü kaplayan yara izinde gezindi. Kurt, albayın bakışlarından hiçbir şekilde etkilenmemişti ama yine de yara izinin yandığını hissetti.

“Sana bir görevim var.” dedi, albay.

Kurt, oturduğu yerde dikleşti.

“Emrin başım üstüne, komutanım.” diye cevapladı, Kurt. Albay, onun bu dediğinden sonra masanın üzerindeki dosya yığının en altındaki dosyayı çekti ve Kurt’un önüne bıraktı.

“Raşit’in oğlu, geçen hafta elimize ölü olarak geçti. Onunda tıpkı seninki gibi bir yara izi var. Senden onun yerine geçip bana bilgi sızdırmanı istiyorum.”

Kurt’un bakışları dosyada gezinirken durdu ve albaya baktı.

“Yine dediğim gibi albayım. Emriniz başım üstüne.”

Alparslan Çakır, ilk defa kafasını iki yana salladı. Emin değildi ona bu görevi verip vermemekle.

“Riskleri var evlat.” dedi dudaklarının arasından. “Durumun rehavetinin nasıl ilerleyeceğini bilmiyoruz. Biliyorsun ki Güvercin Timi bu dosyanın en başından beri var ve ellerine geçen her dosyada seni Raşit’in oğlu sanacaklar.”

Kurt, kafasını salladığında Alparslan Çakır, elini dosyanın üzerine koydu.

“Bu yolun sonunda ölüm var.”

Kurt, hayatı boyunca hiç gülmemişti ama ilk defa Alparslan Çakır’a gülümsedi.

“Ölüm değil, şehadet var komutan.”

“O günde size söylemiştim komutanım. Şehadetin uğruna canım feda.”

Alparslan albayın bakışları Kurt’un gözlerinde dolanırken ne yapacağını bilemedi, elini uzun paltosunun ceplerine sokup omuzlarını indirdi. Düşüncelerini kaplayan sis, gözlerinin üzerinde yerini almıştı.

“Bugünden itibaren her şey daha da kötüye gidecek. Güvercin Timi’nin nerede olduğunu biliyorsun. Bir an önce onların geri gelmesi için uğraşacağım ve Hakkari’ye göndereceğim. Hakkari’ye indikleri andan itibaren geri dönüş olmayacak. Ne yap et Raşit ile Hakkari’ye gitmenin bir yolunu bul. Eğer seni burada bırakmayı göze alırsa seni yanıma alırım, haberin olsun.”

Kurt, kafasını salladı.

“Emrin başım üstüne, komutan.”

Alparslan albay, elleri cebinde kapıya doğru ilerledikten sonra benliği o evden silindi. Bedeni karanlığın içinde kaybolurken aynı gökyüzünün altında ama farklı bir evde bir siluet belirdi. Oturduğu divanın üzerinde, o da gökyüzünü izliyordu. Bir bacağını kendine çekmiş, diğer bacağını ise ayağının altına almıştı. Dirseğini bacağının üzerine koymuş, parmak uçlarında ise sımsıkı çay bardağını tutuyordu.

“Dirvana’nın torunu celmuş, essah midur?”

Odada mırıldanılan sese doğru baktı.

“He doğri.” diye mırıldandı adam, elindeki bardaktan çay yudumlarken. Karşısında oturan oğlunun gözlerinin içine baktı.

“Ha bi de bağa, nasul püyümüş mü kizu ha o yılanun?”

Adamın oğlu, kafasını salladı.

“Püyümüş papa, penum cipi asker olmuş ha o kız.”

Adam, gözlerini kaçırdı. “Peki ya Usman?” dedikten sonra yeniden oğluna baktı. Oğlu kafasını salladığında elindeki çay bardağını önündeki tepsiye bıraktı.

“Ha o nasul asker olmuş? Sike sülecek akul yoh.”

Adamın oğlu kafasını salladığında, oturduğu döşekten kalktı ve ağır adımlarla odasına çekildi. Yastığının altındaki telefon ile tabancasına bakarken yalnızca telefonu aldı ve yastığı yerine bıraktı. Bedenini yatağa bıraktığında odada gıcırtılı bir ses duyuldu. Umursamadan telefonunda kayıtlı olanların listesine girdi. Küçük kare bir kutu seçili numaranın üzerinde kaldığında yeşil tuşa bastı ve kulağına yasladı.

Telefon birkaç çalıştan sonra açıldı.

“Alo! İyi akşamlar, kiminle görüşüyorum?”

Sessiz bir şekilde telefonun ucundaki kişiyi dinledi. Aldığı cevapla tahmin olmuştu ki dudaklarının iki kenarı da iki yana kıvrıldı.

“Ben bir ihbarda bulunacaktım.”

Yeniden karşı tarafı dinledi.

“Çamlıhemşin’deki yayla kenarındaki Dirvana evinde bir suçlu var. Adı ise Eyşan Boduroğlu. Arkadaşlarını da alıp gelmiş, adamcağızı tehdit ederek orada kalıyorlar.”

Sessiz kaldı ve telefonun ucundaki kişi aramayı sonlandırdığını gülerek penceresine baktı. Tam karşısından görülen evin ışıkları yanıyordu.

“Pu akşam senun son mutlu gecen Dirvana.”

 

5 Ekim 2021 / Çamlıhemşin, Rize

Yazar, Ağzından

Aile, bir sofradan ibaret değildir. Aile denilen şey yokluğun içinde ki güçtür demişti Ethem Boduroğlu. Zorluklarla kurulmuş bir sevdalığın peşinden gidip sonunu düşünmeden bir olma yoluna düşmüşlerdi. Onların bu sorunlara karşı göğüs germiş olmaları Mete’nin Eyşan’ın içine yerleştirdiği kelebeği hayatta tutma çabasına yol gösteriyordu. Sofranın dışında ne konuşulursa konuşulsun, sofra başına toplanıldığı an bütün küslük sona eriyordu.

Dede ve Gülhatun nine birbirlerine bakarak gülümsediklerinde Eyşan’ın aklına ilk düşen anne ve babasının anısıydı. Ardından Mete’ye baktığında ise babasının hali gelmişti. Eyşan en azından annesine dair iyi olan anıları hatırlayabiliyorken o, yalnızca şehit töreninde evine ziyarete gelen insanları hatırlıyordu.

Kapının hunharca çalınmasıyla dede ve nine irkilerek kapıya baktı.

“Hayurdur inşallah, kim pu hayursuz?”

Dedenin kendinden emin(!) sorusuyla Osman, sofradan kalktı ve kapıyı açmaya gitti. Geri geldiğinde ise üç tane Jandarma ekibi, en arkasında ise Osman vardı.

“Eyşan Boduroğlu hanginiz?” diye sorduğunda Eyşan kaşlarını çattı. Yer sofrasından kalkarken cüzdanını çıkartmak için elini arkasına götürdü. Parmak uçları cüzdanı çekip çıkartırken bileği silahının kabzasına takıldı ve elini çekerken silahı yere düştü. Jandarma ekipleri yere düşen silaha odaklanıp kendi silahlarına sarıldıklarında elindeki cüzdan ile ellerini havaya kaldırdı.

“Askerim.”

“Ellerini başının üzerine koy!”

Bir kadın Jandarma Eyşan’a yaklaşıp hızla ellerini aldı ve arkasında bağladı. Mete, Eyşan’ı tutan Jandarma’yı tutmak istediğinde cüzdanını çıkarttı ve Jandarma’ya doğru çevirdi.

“Askeriz biz.”

Jandarma, Mete’yi dinlemedi.

“Derdinizi komutanlıkta anlatırsınız, yürü.”

Eyşan çırpınmadan bakışlarını time çevirdiğinde Mete’ye baktı.

“Alparslan albayı arayın.”

Jandarma ekibi Eyşan’ı evden çıkarttığında arabaya bindirip uzaklaştırmışlardı. Geride kalanlar kapının önünde çaresizce beklediklerinde Mete, telefonuna sarıldı. Kulağına yasladığı telefonun bir an önce çağrısına cevap vermesini beklerken bakışları bir evin penceresine takıldı. Gözleri kısılarak o eve baktığında o kişinin kim olduğunu gördü. Sinirle belinin arkasındaki silahı çıkarttı ve koşar adımlarla eve ilerledi.

“Lan, Mete dur nereye gidiyorsun?”

“Tutun şu deliyi!”

Kimsenin onu tutmasına izin vermeden karşısına geçtiği kapıya sert bir tekme attı ve kapıyı kırarak eve girdi. Yüzünde duraklayan bir pompalı burnunun üzerine hafifçe konumlandığında karşısındaki adama tiksinçle baktı.

“Geri pas, dağuturum aklunu.” dediği an Mete’nin arkasında bir silah sesi yankılandı.

“Dirvana!” diye bağırdı, Gülhatun nine. Haykırışı o kadar güçlüydü ki gökyüzündeki bulutlar bile korkarak birbirine çarptı ve yeryüzüne yaşlarını akıttı. Mete, arkasını döndü ve bilinçsizce elindeki telefonu Caner’in eline tutuşturdu.

“Baba, Çamlıhemşin’de aklımızın almadığı olaylar dönüyor. Eyşan’ı Jandarma Komutanlığına aldılar, burada da Dirvana vuruldu.” devamını getirecekti ama kapanan telefon ile yüz yüze geldi. O sıra da Mete karanlığın içindeki insanları arıyordu.

“Yardum edun.”

Gök, yeryüzünde yardım bekleyen kadının isteği üzerine bir kez daha gürledi. Gri bulutların arasından büyük bir ışık hüzmesi yeryüzünü aydınlattığında Mete, yerde yatan ve etrafına toplanan kişileri gördü. Elindeki silahı beline koyup koşmaya başladığında bardaktan boşalırcasına yağmur yağmaya başladı. Ayağının altındaki yer kaydığında dizlerinin üzerine düştü. Hareketsiz yatan bedene emekleyip ulaştığında parmağı el bileğine ulaştı.

“Nabız yok, ambulans çağırdınız mı?” diye söylenirken dizlerinin üzerinde yükseldi ve avuçlarını adamın kalbinin üzerine koyup kalp masajı yapmaya başladı. Üstü başı çamur içinde kalmış olmasına rağmen pes etmedi.

“Ölemezsin, ölmemelisin. Lütfen artık kaldıramaz. Bir ölümü daha kaldıramaz!”

Siren sesleri, yaylanın bir ucundan duyulmaya başladığında bir el kondu Mete’nin omzuna. Mete, umursamadan devam ettiğinde koşarak yanına gelen sağlık ekiplerine baktı. Mete; “Beş dakikadan beri nabız alamıyorum.” diye söylenirken, sağlık görevlisi makinenin kablo uçlarını adamın açık göğsüne yapıştırdı. Mekanik cihazdan yükselen tek çizginin sesi, tüm kulakları sağır edecek kadar yüksekti.

“Hayır.” dedi, Mete kafasını iki yana sallarken. Bir anda adamın omuzlarından tutup sarstı.

“Ölemezsin, daha yeni buldu seni! Hayır!”

Caner, bir hışımla Mete’yi geri çekti. Mete, bedenini tutamayıp kalçasının üzerine düştüğünde elinin altında bir acı hissetti. Avcuna saplanan şey ile birlikte yüzüne çevirdiğinde kaşları derince çatıldı. O sırada Caner, Mete’yi koltuk altlarından tutup kaldırmaya çalışıyordu. İkizinin elinde gördüğü şey ile Osman’a baktığında Osman’ın, bu durumu fark ettiğini gördü.

Osman Mete’yi sertçe yakalarından tutup kendine çektiğinde Mete, avcunun içindeki çiçeği yere düşürdü. Mete, ne olduğunu anlamazken bakışları yerdeki çiçeğe odaklıydı.

“Bana bak!”

Osman’ın sesi ilk defa yaylada yankısını bıraktı. Mete’nin bakışları bir an olsun Osman’a çevrilmezken Osman, tek eliyle Mete’nin yakasını tuttu ve diğer eliyle Mete’nin çenesinden çevirip kendisine bakmasını sağladı.

“Gerçekten Eyşan’ı umursuyorsan, o çiçeği unutacaksın.” diye söylendi Osman, dişlerinin arasından. Mete, Osman’ın elinden kurtulmak için Osman’ın burnuna sertçe kafasını geçirdi. Osman, burnunu tutarak geriye yalpaladığında bu sefer Alev’in çığlığı yaylada yankılanmıştı. Mücahit, hızla Osman’ın yanında yerini alırken Caner, Mete’yi tutmak için çaba gösteriyordu.

Mete, Caner’i ittirip yerde duran çiçeği alıp Caner’e baktı.

“Bu ne demek oluyor? Bu çiçek ile Eyşan’ın ne alakası var!”

Caner, Mete’nin elindeki çiçeğe usulca baktı. Derin bir nefes alırken gözlerini ikizine çevirdi.

“Lotus, Raşit’in oğlu ve isyana çağrı yaptığı yerlere bu çiçeği bırakıyor.”

 

5 Ekim 2021 / Jandarma Komutanlığı, Çamlıhemşin

İnsanoğlu, yaşadığı her zorluğun üstesinden gelmeye çalışırken biraz daha farkında olur bazı şeylerin. Nasıl geçtiğini anlamadığı zamanın, her şey bittiğinde yok olduğunu öğrendiği gibi.

Zaman, gerçekten mutlu bir hayat için çok kısaydı.

“Asena Eyşan Boduroğlu.”

Israrlarıma rağmen bir kere bile cüzdanımı açıp bakmayan görevliler, beni nezarethaneye attıktan yarım saat sonra bakmayı akıl edebilmiş ve beni apar topar komutanlarının kapısı önünde beklemeye almışlardı. Kulağıma Alparslan albayımın ismi takılmış ve birkaç erin bana bakarak kafalarını eğdiğini görmüştüm.

“Ne demek bilmiyorduk! Bu kadının kim olduğuna buraya getirmeden önce bakmadınız mı?”

Kapının ardındaki sesler giderek daha da artmış, bütün bakışların oraya toplanmasına neden olmuştu.

“Gerzek herifler! Buraya getirdiğiniz kadın bordo bereli bir yüzbaşı.”

Kulağıma ulaşan sesler hiç melodisini azaltmazken bakışlarım ellerime kaydı. Sol başparmağım hunharca sağ elim tarafından işgale uğruyordu ve beynim bunu bir türlü engellememe izin vermiyordu. Karşımdaki odanın kapısı açıldığında ayağa kalktım ve beliren adama baktım. Omuzlarındaki rütbeleri onun da buranın komutanı olduğunu belirtecek kadar kuvvetliydi.

“Kusura bakmayın Eyşan yüzbaşım.”

Kafamı iki yana salladım. “Gidebilir miyim artık?”

Jandarma komutanı kafasını salladığında adımlarımı koridorda sürüklemeye başladım. Güvenlik bariyerinin ardından dolaştığımda bakışlarım birini görmenin umuduyla koridorda gezindi ama hiç kimse yoktu. Ellerimi pantolonumun ceplerine sokup yürümeye devam ettim. Yayla evinden alelacele çıkartıldığım için üzerimde ne telefonum vardı ne de kabanım. Komutanlığın önüne çıktığımda Rize’nin soğuğu bir bıçak misali tenimi kesmişti.

Merdivenleri ağırca inerken zihnimdeki büyük karanlığı hissetmeye başladım. Normalde hiç sakin olmayan düşüncelerimi ilk defa bu kadar sessiz görüyordum. Gözlerimi kapatıp kafamı geriye attığımda yüzüme akan yağmur tanelerini hissettim. Dudaklarımın iki kenarı yukarıya doğru kıvrılırken kulağımda annemin sesini işittim.

“Her yağmur damlasında sana dokunduğumu hisset kızım.”

“Eyşan!”

Annemin sesine, Osman’ın sesi karıştığında gülümseyerek gözlerimi açtım ve ona baktım. Gördüğüm manzara ile kaşlarım derince çatılmış ve adımlarım bağımsızca onlara doğru ağırca ilerlemeye başlamıştı. Biraz daha onlara yaklaştıkça üstlerinin çamura bulandığını gördüğümde adımlarımı durdurdum ve onların bana yaklaşmasını bekledim.

Osman, küçük adımlarla bana yaklaştığında bakışlarım hemen çaprazında duran Mete’nin üzerine çevrildi. Elinde bir kan topluluğu vardı.

“Ne oldu, bu haliniz ne?”

Dudaklarımın arasından dökülen soru kalıbı sessiz kaldı. Oysa ki ben buraya sorularımın cevaplarını almak için gelmiştim. Dişlerimin birbirine çarptığını işittiğimde dilimi arkasında gezdirdim.

“Bir soru sordum.” diye tısladığımda Osman, bir adım daha bana yaklaştı ve gözlerimin içine baktı. Yeşil hareleri, benim topraklarıma bulanırken kurumuş dudakları güçlükle aralandı.

“Deden vuruldu.” dedi, Osman. Duyduğum cümleye karşı kulaklarımda yoğun bir çınlama olurken gözlerimi arkasına çevirdim ve Mete’yle göz göze geldim. Bakışlarında bir asilik veya mahcubiyet yoktu. Ellerindeki kanın ona ait olduğunu düşüncesini bile aklımın ucundan geçirmiyordum ama ne olmuştu?

“Nasıl oldu?”

Osman, arkasında tuttuğu eli yanına getirdi ama sonrasında havaya yükseltti. Avucunu açıp bana gösterdiğinde bir adım geriledim. Kafam iki yana sallanırken dudaklarım benden bağımsız hareketlenmeye başladı.

“Hayır, hayır bunu yapmış olamaz.”

Osman, çiçeği sımsıkı tutarken boştaki eliyle beni tutmaya çalıştı. Elinden kaçıp biraz daha gerilediğimde sırtımı onlara çevirip koşmaya başladım. Dedemin nerede olduğunu bile bilmeden koşmaya devam ederken bir el bedenimi kendine doğru çevirdi. Göğsüm, sert bir göğse çarptığında yüzüne baktım. Mete, kafasını sola eğmiş bir şekilde bana bakıyordu.

“Yapma.”

Bir anlık sinirle ellerimi göğsüne koydum ve sertçe ittirdim.

“Ne yapma? Ne, ne ne!”

Ardı arkasına göğsüne indirdiğim yumruklarımdan kaçmadan karşımda durduğunda daha çok sinirlendim ve yakalarından tutup sarstım.

“Ne yapma Mete.” dedim, dizlerimin üzerine çökerken. Elleri belime sarılıp o da benim gibi dizlerinin üzerine çöktüğünde gözlerimi gözlerinden hiç ayırmadım. Mavi gözleri koyulaşmış Rize bulutlarına dönmüş ve her an yağmurlarını akıtacak gibi duruyordu.

“Ben buraya aradığım cevapları bulmak için geldim.”

Dudaklarımdan kopan haykırış, gökyüzünden bir gök gürültüsüyle karşılandı.

“Ailemin katilleri kol gezerken neden sürekli ben acı çekiyorum.”

Mete’nin göğsüne sertçe vurdum.

“Neden ben, söyle? Neden ben!”

“Deden öldü Eyşan.”

Cümlelerimin arasında mırıldandığı sözcükler, dudaklarımın aralı şekilde durmasına neden olmuştu. Arasından sızan bir hava, umarsızca göğe yükselirken beni koltuk altlarımdan tutup ayağa kaldırdı. Elleri yavaşça bedenimden çekilirken dizlerim titremiş, tekrar düşecekken yeniden belime dolandı. Donuk bakışlarımla ellerinin arasından bedenimi kurtarıp sırtımı onlara çevirdim.

Dilim üst dudağımın üzerinde gezinirken zihnimi esir almış karanlığın ne olduğunu anlayabilmiştim. Adımlarım benden bağımsız bir şekilde hareket ederken hissizleştiğimi fark ettim. Ardımdan gelen adamlar, her an düşerim diye etrafımdan ayrılmazken adımlarımı durduran o evi izledim.

Sarmaşıklarıyla duvarları kaplayan yeşillikler, sanki uğursuzluk saçıyordu. Parmaklarım dalların üzerinde sürüklenirken tenime batan sayısız dikenler bile canımı acıtmıyordu. Yalnızca parmak uçlarımdaki kan birikintilerini hissedebiliyordum. Ne ara arşınladığımı fark etmediğim merdivenlerin sonuna geldiğimde ayakkabımı düşünmeden içeriye girdim.

“Ah, ah ciğerum söndu.”

Sol gözümden bir damla yaş firar ettiğinde sesin geldiği odaya girdim. Gülhatun nine, beni fark ettiğinde dedemin yanından kalkıp bacaklarıma sarıldı.

“Cizum, aldular anu penden. Eldu, eldurduler anu.” diye haykırdı. Alev, bir anda Gülhatun nineyi benden çektiğinde sırt üstü, gözleri kapalı yatan dedeme baktım. Göğsünün altında yer alan kurşun izi, neden öldüğünün en büyük kanıtıydı. Elim farkında olmadan omzuna dokunduğunda gözlerimi kırpıştırdım. Soğuk, adamın tüm tenini ele geçirmişti.

“Kalk.”

Omzunu bir kez daha sarstım.

“Kalk, numara yaptığını biliyorum.”

Gözlerimden sicim gibi akan yaşları artık durduramıyordum. Omzunu her hareket ettirdiğimde koluma dolanan eller daha da sıklaşıyor ve beni ondan ayırmaya çalışıyordu.

“Bu zamana kadar nasıl oyun oynadıysan yine oyun oynuyorsun.”

Biri beni sertçe kendine çevirdi ve çenemi ellerinin arasına aldı. Osman’ın sert çehresi gözlerimin odağına girdiğinde dişlerini sıktığını gördüm.

“Kabullen artık, öldü!”

Hıçkırarak ağlamaya başladığımda çenemi bıraktı. Dizlerimin üzerine çöktüğümde avuçlarımı sertçe yere vurdum.

“Yeter lan, yeter! Yeter.”

Çığlıklarım dudaklarımdan teker teker dökülürken ruhumun sıkıştığını hissettim.

Neden ağlıyorsun?

Kulaklarımda küçüklüğümün sesi yankılanırken Alev’in yüzü gözlerimin odağına girdi. Donuk bakışlarımla ona baktığımı fark ettiğinde dudakları kıpırdadı ama onu duymuyordum. Yüzü buruşup bana sarıldığında yanağım onun omzunda kaldı.

“Eyşan?”

Bedenimin geri çevrilip yanaklarıma atılan tokatları hissetmiştim.

“Eyşan! Kolonya getirin.”

Bedenim birkaç elin arasında kalırken benliğim, ruhumun içindeki çocuğu bulmak için karanlığa mahkûm etti. Zihnimin içindeki tüm sesler sustu ve kenara çekildi. Güçlü bir ses yankılandı ruhumun dört bir yanından.

İlk davanı hatırla, o sana doğru yolu öğretecek.

Sonu ise unutma, sana kim olduğunu gösterecek.

-

 

 

 

BÖLÜM SONU

BÖLÜM SONU MEDYALARI

Instagram: _jupiterdebirokur

Tiktok: jr.napolita

X: sultanakr9

Yeniden merhabalar, nasılsınız? Umarım iyisinizdir. Sorularınızı buraya alayım. Evet, birçok şeyin ne olduğunu yine öğrendik, Eyşan'ım, üzümlü kekim yine bir kayıp vermek zorunda kaldı ama ilerleyen bölümlerde neler olduğunu daha iyi anlayacak ve bazı taşların yerine oturduğunu göreceksiniz. O zaman ne diyoruz?

 

 

Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle...

 

 

yirmi üç ekim iki bin yirmi dört

 

 

Loading...
0%