@sultanakr
|
Yine upuzun bir bölümle karşısındayım. Bölüm sonunda görüşelim. Oy ve yorumlarınızı lütfen eksik etmeyin, keyifli okumalar. Bölüm Şarkıları; Haydar Haydar, Timuçin Esen Seni Yazdım, Müslüm Gürses
XI
28 Şubat 2016 / Şırnak Her karanlığın bir gündüzü, her batışın ise bir doğuşu vardır. İçinde sıkışıp kaldığın durumdan eninde sonunda kurtulur ve yeni yolların peşine düşerdin. Bu sefer seçtiğin yeni yolların ise seni tekrardan darmadağın etmesine izin vermezdin ama zorluklarla karşılaşsan bile göz yummazdın. Elinde sigarasıyla, Şırnak’ın soğuğuna inat dışarı olan biri vardı. Omuzlarının üzerine aldığı askeri kamuflajı, parmaklarının arasındaki sigarayı dudaklarına sıkıştırıp giydi, Timuçin albay. Şırnak’ın soğuğunu bilirdi, önlemini hemen aldı. Kamuflajını giydikten sonra yeniden parmaklarının arasına sigarasını sabitledi. Ağzının içinde kalan dumanı üflediğinde buhara karışan zehir havaya yükseldi. Birkaç adım sesi duyduğunda yanındaki küllüğe bastırdı. “Albayım.” Gelen sese karşı yalnızca başını sağa çevirdi, yandan baktı. Arkasında duran asker önüne geçtiğinde asker esas duruşa geçip elini alnının yanına bıraktı. “Ercüment Yıldırım, Afyon. Size Mit’ten bir çağrı var.” Albay, kaşlarını çattı ve solundan arkasına döndü. Odasına doğru ilerlerken botlarından çıkan ses sessiz koridorda bir yankısını bırakıyordu. Ahenkle atılan her adım, onu duyan askerin dikkatini çekerek çeki düzen almasına neden oluyordu. Odasının önüne vardığında kapının kulpunu indirdi ve masasına beş adım attı. Ahizeyi kaldırıp bir tuşa bastığında kulaklarında bir adamın sesi dolandı. “Kurt, kışı geçirir ama yediği ayazı unutmaz. Ekibini kur ve Mimba için hazırla.” Telefonun ucundaki adamın cümleleriyle sonlandığında ahizeyi kapatmadan kırmızı tuşa bastı, Timuçin albay. Çok geçmeden kulaklarına yeniden bir ses nüksettiğinde dudakları aralandı. “Yeni seçilen ve daha önce görev yapmış uzmanların dosyasını getir.” dedi, ardından ahizeyi yerine koyup sandalyesine oturdu. Parmakları sıkıntıyla birbirine dolanırken çatık kaşlarıyla tam karşıya baktı. Yeni kurulacak ekip ile Raşit’te ortaya çıkacak ve ortalık yeniden kan gölüne dönecekti. Düşüncelerini kapı sesi böldüğünde arkasına yaslandı ve kapıya baktı. “Gel!” Aralanan kapıdan içeriye giren rütbeli, elindeki dosyaları tutarak Timuçin albayın masasına doğru yaklaştı. Timuçin albay, masasında duran dosyalara göz gezdirip en üstündekini öne çekerken bakışları yanındaki rütbeliye kaydı. “Hangi memleketten seçildiler?” diye sordu. “Şırnak, Ankara ve Rize.” diye anında cevapladı, rütbeli. Albay, bu cevaba kafasını sallarken Rize’deki olaylar yeniden zihnine hücum etmişti. Rizeli biri var ise alacağına söz verdi kendine. Önündeki dosyayı açtığında bakışları dosyadaki bilgilerde gezindi. “Astsubay Üstçavuş Deniz Güler. Kendisi yetimhanede doğup büyümüş, liseye gitmeden bir sene önce Milli Savunma sınavlarına girmiş ve devleti için çalışacağına yemin etmiş.” Timuçin albay, sert çehresiyle dosyayı aldı ve tam karşısına koydu. Yanındaki rütbeli dosyanın üzerindeki fotoğrafı alıp hemen arkasındaki tabloya raptiyeledi. Timuçin albay, bir başka dosyanın gözlerinin önüne serilmesine izin verdiğinde dudağının bir yanı kıvrıldı. “Bu asker ilk yemin töreninde beni tanımayıp sarılan asker değil mi?” diye sordu yanındaki rütbeliye. Rütbeli bıyık altından gülüp kafasını salladı ve çenesini dikleştirdi. “Astsubay Üstçavuş Kubilay Cenk Eşver. Çok yaman bir askerdir lakin kendisi soğuk esprileri yüzünden sürekli dayak yer.” Albay, gülmemek için dudaklarını yalayıp dosyayı karşısına koydu. Rütbeli yine aynı şekilde fotoğrafı alıp tabloya astığında birkaç isim daha geçti dudaklardan ve tabloda yerlerini aldılar. Timuçin albay, bir dosya daha seçeceği zaman alttaki dosya da kendiliğinden masaya indi. Albayın kaşları yukarıya doğru kıvrılırken ağzı kurudu ve yutkunmak zorunda kaldı. Kadere ve tesadüflere inanırdı, önemsemedi ve iki dosyayı da önüne çekti. “Teğmen Aslı ve Asteğmen Mücahit Dönen. Evliler komutanım, belki de ondan dosyalar ayrılmamıştır.” dediğinde ikisinin de fotoğrafları tabloya yerleştirildi. Son kalan dosyaya bakışları gezdiğinde Timuçin albay, rütbeliye baktı. “Kıdemli Üsteğmen Osman Çavdar, Rizeli. Alparslan Çakır’ın bölüğünde yetişti diyorlar.” Timuçin albay, aralı dudaklarından sesli bir nefes verip arkasına yaslandı. “Alalım.” Bakışları tabloda dizilmiş askerlere bakarken gözleri kısıldı ve rütbeliye baktı. “Kıdemli Üsteğmen görevden döndü mü?” diye sorduğunda rütbeli kafasını iki yana salladı. “Araştır ve nerede olduğunu bul.” dedi, Timuçin albay. Rütbeli esas duruşla selamını verip odadan ayrıldığında ayağa kalktı ve cebinden sigarasını çıkartıp pencereye yürüdü. Paketin içinden çıkarttığı dalı dudaklarının arasına koyup yakacakken pencerede bir tıkırtı duydu. Kaşlarını çatıp dudaklarındaki sigarayı eline aldı ve pencereyi açtı. Yıllar önce gördüğü manzara tekerrür etmiş bir şekilde karşısında duruyordu. Elini dışarıya uzattı ve yaralı güvercini avuçlarının arasına aldı. Güvercin’in yine kanatları kırıktı, diye söylendi kendine. Pencereyi kapatıp masasına geri döndü. Güvercin’i masanın üzerine koyup yardım kitini çıkarttığında kapı yine çalındı. “Gel.” diye seslendi yavaşça. İçeriye giren rütbeli masanın üzerindeki güvercini gördüğünde korkuyla ve endişeyle Timuçin albaya baktı. Timuçin albay ise sakince güvercini incelemeye devam ediyordu. “Üsteğmenin bugün dönmesi gerekiyormuş ve dönmemiş albayım.” Timuçin albay, güvercinin başını okşayıp rütbeliye baktı. “Ekibi topla, üsteğmeni almaya gitsinler.” Rütbeli kafasını sallayıp geri kapıya döndüğünde Timuçin albayın sesine kulak verdi ve arkasına döndü. “Sen de onlarla birlikte giderek kılavuz ol, Kurt.” Kurt odadan çıktığında Timuçin albay, bakışları yeniden güvercine çevirdi. Zamanında bu şekilde ekip topladığı sıralarda görmüştü en son kanadı kırık bir güvercin. Odasına alıp bakımını yapmıştı ama kurtaramamıştı. Yıllar öncesine uzanan rastlantının yine aynı şekilde yinelenmesine izin veremem diye düşünürken bir anı tüm zihnini kapladı. “Komutanım, Akıncı timinden yalnızca o kalmış.” Timuçin albay, kanadı kırık güvercinin kanadını sardığında derin bir nefes aldı. “Züğürt! Yapma evladım.” Şakağına silahı dayayan Züğürt, gözündeki yaşlarla albaya baktı. Yavaşça elindeki silahı alan albaydan sonra Züğürt ayağa kalktı ve omuzlarının üzerindeki rütbeyi söktü. “Evlat, görev yerine geri dön.” Züğürt, kafasını iki yana salladı. “Rütbeden daha önemli inanç vardır albay. Görev yerine sen dön, ben memleketime geri döneceğim. Çünkü burada artık benim bir işim kalmadı.” Timuçin albay, yüreğini burkan anıyla kafasını iki yana salladı ve güvercine baktı. “Yaşa, yaşamalısın. Çünkü bu beden bir ölümü daha kaldıramaz.” Geçmiş, anıların içinde büyüyen bir tohum gibidir. İnsan mutlu olduğu zamanlarda zamanın akıp gittiğini fark edemezken hüzünlü anlarında daha yavaş aktığını hisseder. İşte o yüzden acıya sahip olan bir anıda, ileride hatırlanması için çiçek büyür. Eline batan her dikende yeniden yaran kanar. Fark etmezsin ama hissedersin. Kurt, timi alıp hepsini güvenli bir şekilde araca bindirdiğinde hepsi soru soran gözlerle Kurt’a bakıyordu. Kurt ise hiçbir şey demeden bakışlarını üzerlerinde gezdiriyor ve kısa kısa soluklar alıyordu. Araba Şırnak sınırında durduğunda timdeki herkes etrafına bakındı. “Sizler bu dakikadan itibaren bir ekipsiniz ve komutanınızı almak için görevlendirdiniz.” Herkesin suratında şaşkınlık, heyecan ve onur vardı. Kurt, fazla oyalanmadı ve hızla araçtan indiğinde peşinden timin üyeleri de atladı. Kurt onlara direktif verip ne yapmalarını söylerken büyük bir taşın arkasına sıralandılar. Karşılarında büyük, tek katlı bir ev belirdiğinde dışarıya üç kişi çıktı. Dışarıya çıkan kişilerden bir tanesi gözlerini kısarak o büyük taşı inceledi. Aklı ve mantığı oranın arkasında birinin olduğunu söylerken yanındaki adamda bunu fark etmişti. “Şimdi.” dediğinde Kurt, iki tarafta birbirine kurşun sıkmaya başladı. Bir süre çatışmalar devam ederken kapının önünde bir sis bombası patladı. “Ateş etmeyin.” dedi, Kurt. Tim, ateş etmeden beklemeye başladıklarında sisin içinden üç el silah sesi duyuldu. Kurt’un bakışları saatine çarparken iki el daha silah sesi duydu. Yeniden o eve baktığında sislerin içinden onlara doğru gelen kişiyi fark etti. “Komutanınıza merhaba deyin.” Üzerinde ve yüzünde beresi olan kişi koşarak taşın arkasına geçip sırtını taşa yasladı. Bakışları Kurt’a çevrilirken gözleri kısıldı. “Burada işimiz bitti. Arabaya geçelim.” Herkes merak içinde ne olduğunu anlayamadan hep birlikte arabaya doluştuklarında Kurt yanındaki kişiye baktı. O kişi ise tam karşısındaki askere bakıyordu. Odağındaki yeşil gözler kısıldığında Kurt’a baktı. “Kendine güzel bir tim kurmuşsun Kurt. Hepsi çok çevik, maşallah.” Kurt, ciddileşti ama dudaklarında görünmez bir tebessüm olduğunu biliyordu. “Bu askerler senin timin Asena üsteğmen.” Asena üsteğmen şaşkınlık içinde elini, dudaklarını kapatan maskeye götürdü ve çenesine indirdi. Bakışları heyecanla askerlerin üzerinde gezinirken onların gözündeki heyecanı gördü. Kucağında hissettiği dosyayla bakışları indi. Yüzbaşı Asena Gündüz. Kıdemli Üsteğmen Osman Çavdar. Kıdemli Üsteğmen Yaren Dündar. Üsteğmen Cengiz Korkmaz. Teğmen aslı Dönen. Asteğmen Mücahit Dönen. Astsubay Başçavuş Mehmet Atmaca. Astsubay Üstçavuş Deniz Güler. Astsubay Üstçavuş Kubilay Eşver. Astsubay Çavuş Alparslan Yiğit. Yukarıda ismi yazılanlar; 28/02/2016 tarihinde göreve getirilmiş, özel tim görevlileridir. Kod Adı: Güvercin. İmza: Timuçin Şahugül (Ö.T. Tabur – Alay Komutanı)
“Bu arada hayırlı olsun yüzbaşım, Timuçin albayım özellikle terfi edildiğinizi bildirmek istedi.” Asena Gündüz, daha ne kadar şaşırabilirim diye kendini sorgularken araba durdu ve siluetler hemen avluda bekleyen albayın karşısına dizildi. Timuçin albay, çatık kaşlarıyla seçtiği askerleri incelerken hepsi, sert gövdeleriyle ve onurla bakıyorlardı. “Sizler artık özel bir timsiniz. Attığınız her adımda düşmana korku, dosta güven sağlayacaksınız. Biriniz vurulduğunda bir diğeriniz de vurulacak. Birbirinizin gözü kulağı olacaksınız. Üç sene boyunca kimsenin bu timin varlığından haberi olmayacak. Anlaşıldı mı?” “Emredersiniz komutanım.” cümlesi yankılandı askeriyenin dört bir yanında. “Siz, benim verdiğim her emre itaat etmek zorundasınız. Bir gün ‘Öl.’ dediğimde öleceksiniz.” “Emredersiniz komutanım.” Yine aynı ses çıktı dudaklardan. Timuçin albay ise ellerini palaskasına koydu. “Bu andan itibaren ‘Kanadı Kırık Güvercin’siniz ve ilk görevinizi belirtiyorum. Bana Mimba’yı getirin.”
6 Ekim 2021 / Çamlıhemşin, Rize Mete Mert Çakır, Ağzından Fotoğraflar, zihne tutunamayan anıların hafızasıdır. Rastgele bir anı fotoğraflanıp ona seneler sonra bakıldığında anlaşılır, unutulmuş olunduğu. Bazı anıların ise bilerek fotoğrafı çekilir. Çünkü gelecekte tutunacak dalı fark edemeden o olur. Kabanımın iç cebinden çıkarttığım fotoğrafla derin bir nefes aldım. Parmaklarımın arasına sıkışmış anı, şu an hayatımda önemli olan kadından bir parçaydı. Gözlerimi kırpıştırarak fotoğrafı ikiye katladım ve ait olduğu yere, kalbimin üzerindeki cebe koydum. Parmaklarım sigara paketinde duraklarken içinden bir dal alıp dudaklarıma yerleştirdim. Zippo ile yakıp dumanının düşüncelerime karışmasına izin verdim. Gerçekten bu fotoğrafı mı aldın sadece? Sigaradan bir nefes çekip üflediğimde dudağımın kenarı hüzünle burkuldu. Sorunun cevabı hayırdı. On yaşından beri bu kızın anılarıyla büyüyordu. Elbette ki ona ağladığını ve somurttuğunu söylemişti ama öyle değildi. Yeşil elbiseli, üzerinde yeleği olan bir fotoğraf düştü gözlerimin önüne. Tombik yanakları, dudaklarımdaki burukluğun yukarıya doğru kıvrılmasına neden olurken gözlerimi kırpıştırdım. Neden onu gördüğünde tanıyamadın? diye sordu, iç sesim. Haklıydı. Tanıyamamıştım. Fotoğraflarda hep dikkatimi çeken öncelik gözleri olmuştu. Neşe saçan, ışık dolu bakışları zihnime işlenmişti. Onu Eyşan olarak gördüğüm zaman o kızın bakışları orada yoktu. Yası ve intikamı gözlerine yansımış ve bürümüştü. “Yüzbaşı?” Düşüncelerimin arasına giren Alev’in sesiyle sigaranın külü ayaklarımın dibine düştü. Önümdeki küllüğe sigarayı söndürürken bakışlarımı Alev’e çevirdim. “Eyşan ve Gülhatun nine nasıl?” Alev, belli belirsiz kafasını sallayıp dudaklarındaki sigarasını yaktı. “Uyuyorlar.” Kafamı salladığımda solumdan gelen ayak seslerine dikkat kesildim. Tim, boşta kalan yerlere kurulup oturduğunda Osman’ın bakışları gözlerime takıldı. “Dün gece Dirvana vurulmadan önce kimin kapısına gittin?” diye sordu. Bende bu meselenin ne zaman açılacağını çok merak ediyordum. Gözlerimi Osman’ın gözlerinden devirerek dün bastığım eve baktım. “Hayal meyal hatırlıyorum. Yaylada çok sevilen bir adam değildi. O gün karşımıza dikilen adamı hatırlıyor musunuz?” Herkes kafasını salladığında sigara paketinden bir dal çıkarıp yaktım. Dumanı eve doğru üflerken cevapladım. “Kutlu Sönmez’in oğlu İbrahim.” Caner, telefonunu çıkartıp biraz oyalandı ve kulağına yasladı. “Alo, senden birini araştırmanı istiyorum. İbrahim Sönmez; baba adı Kutlu, anne adı bilinmiyor. Kendisi asker ve en son Çamlıhemşin, Rize’de görüldü.” dedikten sonra telefonu dinledi ve kapatıp bana baktı. “Gün içinde elimizde olur.” Osman, kafasını iki yana salladı. “Sizin sisteminiz isterse önümüze soyağacını sersin hiçbir şey değişmez. Bize kulaktan dolma ve ne olduğunu anlatacak bir canlı lazım.” diye söylendi fakat Alev, sertçe sigarasını küllüğe bastırıp ayağa kalktı. “Beyler, Eyşan daha yeni dedesini kaybetti.” Osman, Alev’i elini kaldırarak durdurdu. “Uyandığında diyeceği tek şey; ‘Burada işimiz bitti, gidiyoruz.’ olacak. Aynı şeyleri daha önce de yaşadı.” Alev, sessiz kalıp içeriye girdiğinde sıkıntıyla bir nefes verdim. Zihnimi dağıtan soruların cevaplarını bulamadan sürekli yenileri ekleniyor ve bu, can sıkıcı olmaya başlıyordu. “Bu arada Hakkari işi ne olacak?” diye sorguladı Caner. Bakışlarım ona kaydığında kafamı iki yana salladım. “Hiçbir bilgim yok. Bu konu hakkında verecekleri karar bakalım Kubilay’ı etkileyecek mi?” Caner, dudaklarını araladı. “Ambulans çağırın!” Alev’in bağıran sesini işittiğimde parmaklarımın arasındaki sigarayı küllüğün içine atıp doğruca Alev’in göründüğü odaya koştum. Yüreğime bir bıçak misali saplanan acıyı görmezden gelip odaya daldım. Elim gördüğüm manzara ile kalbime giderken nefes almaya çalıştım. “Ne olii?” Gülhatun’un sesiyle alt dudağımı dişlerimin arasına alıp yanında duran Eyşan’ı izledim. Gözlerinde her an akacakmış gibi duran yaşlar yanaklarına döküldüğünde ayağa kalktı ve bir hışımla yanımızdan geçti. Arkasından koşmaya başladığımda dudaklarımdan adı döküldü. “Eyşan dur.” Eyşan, koşmaya devam ederken gittiği yerin dün gece kapısına dayandığım ev olduğunu gördüm. Biraz daha hızlanıp yanında durduğumda bakışlarını bende ve timde gezdirdi. “Bilgi istiyorsanız, kendiniz alacaksınız.” dedi ve kapıya sertçe tekme attı. Tüm konuşmalarımızı duymuş muydu? “La nolii?” diye bir ses duyduğumda Eyşan, silahına davrandı ve merdivenlerden pompalı ile inen adama çevirdi. Elim, her ihtimale karşı silahımın üzerinde beklerken dişlerimi sıktım. “İndir lan silahını.” diye bağırdı, Eyşan. Adam merdivenleri pompalı ile inmeye devam ettiğinde ayağına nişan alıp sıktı. Adam korkarak bir basamak yukarıya çıktı ve elindeki silahı sıkıca tutmaya devam etti. “Ne yapaysun?” Eyşan, adamı duymamazlıktan geldi ve silahı adamın göğsüne doğrulttu. “Bir dahakine kalbine sıkarım. Bilirsin, askerim, hedefimi hiç kaçırmam.” dediğinde adam elindeki silahı attı ve ellerini kaldırdı. “Oğlun nerede?” Adam, kafasını iki yana salladı. “Askerdir o, nerede olduğunu bilmem.” Eyşan, elindeki silahını beline koyup aramızdan sıyrıldığında yeniden peşinden koştum. Eyşan, bir süre yürüyüp durduğunda kaşlarım çatıldı ve baktığı yere baktım. Siyah, film kaplı bir araç bize doğru yaklaşıp durduğunda kapısı açıldı. Babam arabadan indiğinde hepimiz esas duruşa geçmiştik. “Güvercin timi arabaya binin, gidiyoruz.” Eyşan, kafasını iki yana salladı. Dudaklarını aralayacakken babamın sert bakışlarına maruz kalmıştı. Bakışları Gülhatun nineye çevrildiğinde yeniden babamın sert sesini işittim. “Arabaya binin, dedim!” Babam bize sırtını dönüp Gülhatun nineye ilerlerken Eyşan’ı kolundan yakaladım ve arabaya bindirdim. “Bıraksana ya, sana ne oluyor?” Dişlerimi sıkıp en arka koltuğa oturttum ve yüzüne doğru eğildim. Üzerinden burnuma yükselen koku, bir anlığına kaşlarımın yumuşamasına neden olmuştu ama umursamadan kaşlarımı tekrar çattım. “Eyşan, babam geldiğine göre burada gitmemiz gerekiyor. Vardır bir bildiği.” Eyşan, topraklarını bana çevirdiğinde nefessiz kaldım sandım. Ne zaman bana baksa nefesimin kesilip, tüm benliğimi darmaduman edişini izliyordum. Derin bir nefes daha kokusundan çaktırmadan içime çektim ve tam karşısındaki koltuğa oturdum. Oturduğu yerden kalkacakken ayaklarımı bacağının yanlarına koydum. O sırada Alev ve babam arabaya bindiğinde ağırca çektim. “Nereye gidiyoruz?” diye sorduğunda Eyşan, babam duymamazlıktan geldi. “Daha Dirvana’nın cenazesi kaldırılmadı.” diye araya kaynadığımda babamın sert çehresi beni buldu. “Sizin daha önemli görevleriniz var, Mert Yüzbaşı.” ‘Mert’ ismini söylediği yetmemiş gibi üzerine bastırarak belirtmesi, yanağımın içini sertçe dişlememe neden olmuştu. Ne olursa olsun Mert ismini sevmemiş, bütün hatalarımı onun üzerine yıkmıştım. Öksüz kalmış o isim, bütün pişmanlıklarımın bedelini çekiyordu. “Kubilay?” diye sordu Eyşan ama babam yine cevapladı. Bakışları beni bulduğunda gözlerimi kapatıp açtım. Sessizce bu durumu kabullenip gözlerini mavilerimde gezdirdi. Kaçırmadım, bende bakmaya başladım. Göz bebeklerindeki hüzün dağıldı bir anlığına. Fotoğraflardaki o kız oldu. ‘Ah.’ dedim, içimden. ‘Bakma işte böyle.’ Bakışlarını kaçıran o oldu. Gözleri dağlarda gezindi, gökyüzüne dokundu. Bilmediği tek bir şey vardı. Yüreğime daha küçükken bıraktığı kor, artık yanıyordu. Yalnızlığımda yanımda olan kadının silueti, içimde bıraktığım küçüklüğümü hatırlamama neden oluyordu. Anımsadığım her düşüncede o karşıma geçiyor ve o korkunun içinden elimi tutup çıkartıyordu. Geçmiyor bu acı, Allah’ım ne yapacağım ben? Babamın haykırışları ruhumda yükseldi. Hümeyra! Küçük adımlarım, komodinin üzerindeki yeşil bir çerçevenin önünde durduğunda elimi kaldırıp uzandım. Parmaklarımın arasındaki küçük kızın fotoğrafı o gün zihnime babam ile birlikte kazınmıştı. Asiye’nin yanına verelim çocukları, o büyütsün. Caner ile beni evden çıkarttıklarında cebimde bir tek fotoğraf vardı. Komodinin üzerinde ise boş bir çerçeve.
7 Ekim 2021 / Hakkari Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından İnsan, başına geleni seçemezdi ama kim olacağına karar verebilirdi. Bu zamana kadar hiç ah etmemiştim. Ne kendime ne bir başkasına. Kararlarıma hep sadık kalmış ve başıma gelenleri kabul etmiştim. Ne yaşarsam yaşayayım ne görürsem göreyim pes etmeyeceğime söz vermiştim. Bir gün biri bana ‘Hayatta en çok ne olmak isterdin?’ diye sorsa cevabına ‘Asker.’ diyeceğim gibi. Bakışlarım uyuyan timde gezinirken odağım Alparslan albayın üzerinde kaldı. Yol boyunca kafasını kaldırmadığı dosyadan bir saniyeliğine çekti ve benim onu izlediğimi gördü. Gözlerini yorgunca kırpıştırıp derin bir nefes aldı. “Dinleyin.” Timin geri kalanı uykulu gözlerle yerinde kıpırdayıp albayı dinlemeye başladı. “Hakkari’de bir apartmanda kalacaksınız. O apartmanın alt katlarında bir market ve kıyafet dükkanı olacak. Seçtiğim her iki kişi, kendine verilmiş dairede kalacak ve her hafta o marketten kapınıza bir şeker bırakılacak. Dışarıdan hiç kimse o apartmana giremeyecek. 7/24 açık olan market bunun gözetimini sağlayacak.” dedi, Alparslan albay ve derin bir nefes alıp dosyaya geri baktı. “Eyşan ve Mete en üst katta; Alev ve Barış onların karşısındaki dairede kalacak. İki tane evli çiftimiz var. Mücahit, Osman ve Caner, siz en alt kattaki üç daireye tek olarak yerleşeceksiniz. Tekli vereceğim görevlere sizler dahil olacaksınız. Görevlerin ne kadar sürebileceğini öngöremediğimiz için bu şekilde konumlandırdık. İhtiyaç halinde tek kalanlar, ikili kalanlardan destek alabilir.” Mete’ye baktığımda pür dikkat babasını dinlediğini fark ettim. Kucağıma bir kimlik bırakıldığında bakışlarımı kimliğe çevirdim. Ayperi Yaldız. “Eyşan, Ayperi Yaldız.” Mete’ye kimliğini uzattı. “Mete, Yıldırım Yaldız.” Alparslan albay timin geri kalanının isimlerini dile getirirken bakışlarım duran aracın sol camına kaydı. Eski ama modern sayılacak bir binanın önünde durmuştuk. Albayın dediği gibi altında market ve kıyafet dükkanı vardı. “Telefonlarınızı ve silahlarınızı bırakın. Dairelerinizde farklı isimlerde kullanılmış silahlar ve ruhsatları olacak. Hiçbir görevde şahsi silahınızı kullanmayacaksınız.” dediğinde belimdeki silahı bırakıp derin bir nefes aldım. Bakışlarım silahımın üzerindeki güvercine takılmıştı. Sizler ‘Kanadı Kırık Güvercin’siniz.’ “İnin ve dairelerinize çekilin.” Alparslan albayın komutuyla arabadan inip tekli sıra halinde binaya girdik. Hiç kimse tek kelime etmeden dairelerine dağılmaya başladığında en üst kata tırmandık. Mete ve ben soldaki kapıyı açıp içeriye girerken Alev ve Barış sağdaki kapıyı açıp içeriye girmişlerdi. Adımlarım benden bağımsız koltuğa doğru ilerlerken Mete, hızlı bir şekilde pencereye ilerlemiş ve perdeyi biraz aralamıştı. “Sence ne planlıyor?” diye sorduğunda cevapsız kaldım. Her sessizliğimde zihnimin gürültüsü beni meşgul ediyordu. Yine aynısı olmuştu. Bakışlarım, meni rahatsız eden gürültülerden ayrılmak için dolanırken küçük bir ayrıntı bulmak istiyormuş gibiydim ama hiç ayrıntı yoktu. Oturduğum koltuğun çöktüğünü hissettiğimde gözlerimi en son Mete’ye çevirdim. Soru soran ve sakin gözlerle yüzüme bakarken derin bir nefes aldı ve oda bakışlarını salonda gezdirdi. “Bizi buraya yerleştirmesinin bir nedeni olmalı.” diye söylendi. Kafamı iki yana salladığımda bir nefes daha alıp arkama yaslandım. O sırada kapı çaldığı an kaşlarımı çatıp Mete’ye baktım. “Sen otur, ben bakarım.” Gergin bir şekilde yerimde doğrulup kapıya baktığımda Mete kapıyı açtı. İçeriye giren Alev ve onu takip eden timi fark ettiğimde yutkunup arkama yaslandım. Osman’ın bakışları evin içerisinde gezinirken Caner’in gözü bir tablonun üzerinde asılı kalmıştı. Bomboş bir siyahlığın içindeki tüy simgesi kaşlarımı çatmama neden olmuştu. “Sizin dairelerinizde de bu tablo var mı?” diye sorduğunda Caner, artık herkesin bakışları tablonun üzerine mıhlanmıştı. “Benimkinde de var.” Çoğunluğun dudaklarından çıkan mırıltılar buna benzerdi. Caner, birkaç adımda tabloyu yerinden alıp sağını soluna çevirirken yere bir kağıt parçası süzüldü. “Oha?” Caner, elinden tabloyu bırakmadan kağıdı alıp parmaklarıyla uçlarından araladı. “Ben her zaman kullandığın yerdeyim.” Bir çeşit şifre ile başka bir hedef gösterilmişti. Aklımdaki sorular bir kenara toplanırken odak noktası yalnızca burası olmuştu. “Telefon diyeceğim ama bıraktıkları telefonlar bize ait değil.” diye söylendi Mücahit ama Caner ısrarla kafasını iki yana salladı. “Bir bakıma doğru ama burada farklı bir şeyden bahsediyor. Her zaman kullandığın yerdeyim, diyor.” Bakışlarım ağırca masanın üzerine kaydığında dudağımın kenarı hafifçe aşağıya doğru burkuldu. “Her zaman kullandığın yerde, sen varsın.” dedim ve elimi cüzdana götürdüm. “Seni sen yapan kimliğin.” Cüzdanı açtığımda kimlik yeri boştu ama bir kağıt parçası vardı. Dudaklarım zafer kazanmışçasına tebessüme bürünürken gözlerim notta gezindi. “Hayatın boyunca geri alamazsın.” Dudaklarımdan dökülen cümlelerden sonra Mete, koltuktan kalktı ve duvara doğru yürüdü. “Saat.” dedi, duvardaki saati yerinden alırken. Elinde bir not parçası belirdiğinde saati takmadan masanın üzerine koydu, kağıdı araladı. “Sesin yankılandığı yerde, geçmişin izleri saklı. Bir gölge arıyorsan, aynanın ardına bak.” Mete, okuduğu kağıdı elinde tutarak bakışlarını etrafında gezdirdi. Adımları banyoya ilerlediğinde Caner’de peşinden yürüdü. Birkaç saniye sonra başka bir not ile kapıdan göründüler. O sırada Mücahit, televizyonun yanına ilerledi. “Oğlum bu maske ne la?” diye sorgularken Mete’nin cümlesi kulağıma ulaştı. “Bir gülümseme saklı ama gerçek yüzlerin ardında.” diye söylenirken Mücahit maskeyi yerinden aldı ama ayaklarının dibine bir kağıt daha düştü. “Heyt be! Gördünüz mü daha bilmeceyi söylemeden aklımda çözdüm şifreyi.” Mücahit’in omuzlarının kabarmasına göz devirmeden öylece baktığımda Osman, Mücahit’in elinden kağıdı aldı. “Şov yapma kardeşim.” Osman, kağıdın yapraklarını açtığında kaşları çatıldı. “Bu nota ulaştıysanız, televizyon kumandasındaki ‘1’ yazan sayıya basın.” Bakışlarım sehpanın üzerindeki kumandaya çevrilirken elim istemsizce kumandayı kavrayıp çoktan tuşa basmıştı. “Evlatlar.” Televizyon saniyeler içinde açılmış ve Alparslan albayın yüzü ekranda belirmişti. Herkes koltuklara yerleştiğinde televizyondaki ses devam etti. “Şu an bunu görüyorsanız, daha önceden bulmanız gereken şifreleri çözmüşsünüz demektir. Sizi öncelikle canı gönülden tebrik ediyorum. Hepinizin aklındaki soruların, sizi ne kadar zorladığının bilincindeyim. Bu yüzden size böyle bir açıklama yapma gereksinimi duydum.” Alparslan albayın elinde bir dosya belirdi. “Raşit Fas’ın kim olduğunun üzerinden defalarca geçmemize rağmen hâlâ onu bulamadık. O her gün planlarına artı koyarken bizler, elimiz kolumuz bağlı bir şekilde bırakıldık. Ondan dolayı farklı bir strateji oluşturmam gerekliydi. Sizi bu apartmana bırakmamın en büyük sebebi, Raşit Fas’ı tanıyan insanları bulmaktır. Onunla çalışan, ayak işlerini yapan insanlar elbet ki var. O yüzden büyük balığın etrafındaki sürüyü araştırıp bizzat bize gelmesini sağlayacağız.” Derin bir nefes alıp elindeki dosyayı indirdi. “Evlatlarım, görevlere olan saygınız ve inancınız her daim yasınızdan önce geldi. Bu iş bittiği gün her biriniz derin bir nefes alacaksınız ama etrafımızdaki diğer insanların da kim olduklarını öğrenmeye başlayacağız.” Alparslan albay, ağırca arkasına yaslandı. “Raşit’in oğluna gelecek olursak onun ne kadar tehlikeli biri olduğunu bilmeniz gerekiyor. Bir düşmanın acısı, gözlerini kör edecek kadar kan bürümesine neden olur.” Albayın bakışları sola kaydı ve kafasını salladı. Yeniden bize baktığında omuzları yükselip alçaldı. “Unutmayın ki; hain olmak kolay değildir, zeka gerektirir. Onu anlamaya çalışmak bile vatana ihanetken sizin göreviniz onu anlayıp, yapmak istediklerine engel olmaktır. Allah yardımcınız olsun Güvercin Timi.” Albayın son cümlelerinden sonra televizyonda siyah, cızırtılı bir görüntü kalmıştı. Kumandanın üzerindeki kırmızı tuşa bastığımda televizyon kapanmış ve salonu derin bir sessizliğe boğmuştu. Televizyonun karanlığına dalmışken, içimde bir şeylerin kaynadığını hissediyordum. Albayın uyarıları ve Raşit’in oğlu hakkındaki düşünceleri, zihnimde bir plan oluşturmaya başlamıştı. O an, salonun sessizliğinde gözlerimi Mete’ye çevirdim. Gözlerindeki düşünce dolu bakışların arasında cesaret arıyordum. “Raşit’in oğlu gerçekten tehlikeli. Ne yapmalıyız, nasıl ilerleyeceğiz?” Mete, düşünceli bir ifadeyle, “Öncelikle, onun etrafında kimler var, bunu anlamlıyız. Onun bağlantıları neler? Bu bilgileri edinmek zorundayız.” dedi. Caner, elini cebinden çıkartarak, “Eğer düşmanın yanında olanları inceleyebilirsek, belki onun planlarını çözebiliriz. Ama bana, bu işin sonu belirsizmiş gibi geliyor.” “Caner doğru söylüyor.” diyerek onayladı Osman. “Bizi buraya kapatmalarının sebebini anlamadınız mı hâlâ? Dört kişi ikili gruba bölündü, diğerleri ise yeri geldiğinde tekli göreve gönderilecek. Bu işin sessizce çözülmesini istiyorlar. Hep birlikte hareket edersek çok fazla ses çıkarırız.” Kollarımı göğsümde bağlayıp arkama yaslandım. Bakışlarım boşça pencereye çevrildiğinde yanağımın içini dişledim. “Dedikleri gibi yapalım.” dedim ve bakışlarımı pencereden çekmeden gözlerimi kıstım. “Herkes verilen görevlerine gitsin. Geri döndüğümüzde elimizde ne varsa ortada birleştireceğiz.” Ayağa kalkıp bakışlarımı timde gezdirdim. “Gidin ve dinlenin. Her an kime, ne görev verecekleri belli değil.” dedikten sonra yürüdüm ve soldaki ilk kapıyı aralayıp içeriye girdim. Sade döşenmiş yatak odasına kısa bir göz gezdirip tek kişilik yatağa yürüdüm. Bedenimi sertçe yatağa bıraktığımda derin bir nefes aldım. Göz kapaklarım harelerimin üzerine örtüldüğünde ağırlığım iyice yatağa gömüldü. Zaman kavramını kaybettiğim sıralarda, kendimi karanlık bir labirentin içinde buldum. Duvardaki taşlar soğuk ve kaygandı, üzerinde ince bir sis tabakası vardı. Her adımımda, ayaklarımın altındaki zemin hafifçe kayıyordu. İçerideki sessizlik, derin bir huzursuzluk hissettiriyordu. Sanki her köşe, geçmişimin bir parçasını saklıyordu. Bir süre yürüdükten sonra, içimde bir ses belirmeye başladı. “Eyşan, buradayız!” diye fısıldıyordu, ama ses, sadece hayal gücümden fışkıran anıların yankısı gibiydi. Bir köşeden dönerken, aniden anne ve babamı karşımda buldum. Onların gözleri parlıyordu ama içindeki hüzün, karanlığa karışıyordu. “Bizi unutma, Eyşan.” dediler aynı anda. Sesleri yumuşak ve kararlıydı. “Seni hep koruduk ama artık bu labirentten çıkman gerekiyor.” Gözlerim doldu. Onları nasıl unutabilirdim ki? Bu kaybın acısı, her gün benimleydi. Yavaşça ilerlemeye devam ettim. Her adımda hatıralarım beni takip ediyordu. Bir an, geçmişteki o anı yeniden yaşadım. O korkunç gün, seslerin karıştığı, her şeyin bir anda altüst olduğu an. Kalbimdeki yük, içimde yankılanıyordu. Deniz’in bana seslenişi ve yüz ifadesi, çaresizliği… Bir anda labirentteki duvarlar sarsılmaya başladı. Kalbim hızlıca çarpıyordu. İçimdeki korku, beni durdurmak istiyordu ama bir başka ses de vardı: Cesaretin sesi. “Bunu başarmalısın.” diyordu, annem. Karanlığın içinden yankılanan sesler devam etti. “Geçmişi geride bırak, Eyşan. Biz hep seninle olacağız.” İçimdeki bu iki zıt duygunun arasında kalmıştım ama artık kaçmak istemiyordum. Labirentin çıkışını bulmak için koşmaya başladım. Yavaş yavaş duvarlar aydınlanmaya başlamış ve karanlık, yerini yumuşak bir ışığa bırakıyordu. Işığa adım attığımda derin bir nefes alarak uyanmıştım. Bakışlarım Mete’yi bulduğunda oturduğu yerden bana doğru eğildi. Yüzünde endişe ve sevgi karışımı bir ifade vardı. Gözlerimiz buluştuğunda, içimdeki tüm karanlık anlar onun sıcak bakışlarıyla aydınlanmaya başladı. “Mete…” dedim, sesim boğazımda takıldı. Onun varlığı, kayıplarımı bir nebze olsun hafifletiyordu. “Rüyamda bir labirentteydim. Anne ve babamı gördüm.” Mete, bir an sessiz kaldı ama sonra elini benim elimle birleştirdi. “Geçmişin peşini bırakmayacak ama unutmamalısın ki, geçmişte kalanlar bizi tanımlamaz. Ben buradayım, senin yanındayım.” dedi, sesi sabırlı ve kararlıydı. Gözlerim gerçek anlamda dolmuştu. “Raşit’in etkisi hâlâ üzerimde. Onun yüzünden yaşadığımız her şey… kayıplar, acılar..” “Bu acılar bir parça Eyşan.” dedi Mete, gözlerinde bir azim ışığı belirdi. “Ama senin içindeki güç, bunları alt etmeni sağlayacak.” “Raşit’in etkisini kıracak adımlar atmalıyız. Artık onun güçsüz yanlarını görmemiz gerek.” diye söylendim içimdeki öfkeyi sahiplenerek. “Onun beni durdurmasına izin vermeyeceğim.” “Evet, bunu yapabilirsin. Her adımında senin yanında olacağım, olacağız. Raşit’in karanlığına karşı senin ışığın daha güçlü olacak.” O an içimde bir ateş yanmaya başladı. Kalbimde bir kıvılcım belirdi ve içimdeki korkularla başa çıkma arzusuyla birleşti. Adeta geçmişin karanlık izleri, bu alevin ışığında daha da küçüldü. Raşit’in bana yaşattığı acılar, artık beni esir alacak kadar güçlü görünmüyordu. “Yeniden doğacağım.” dedim, kararlılıkla. “Ve bu sefer ışığım, asla sönmeyecek.” * Alparslan Çakır, Ağzından Gecenin derinliği, MİT’in karanlık kapılarından geçerken üzerime çöküyordu. Gizli bir girişten, iyi planlanmış yolları takip ederek içeri sızmayı başardım. Kalbimde bir gerginlikle ana kapıyı açtım. Kapıdan içeriye girdiğimde, içeri yayılan soğuk hava yüzüme çarptı. Duvardaki haritalar, düşmanın stratejisini ve planlarını gözler önüne seriyordu. Her köşe, her duvar, bilgisayarların üzerindeki isimler geçmişte birlikte savaştığım adamın şimdi nasıl bir düşman haline geldiğini hatırlatıyordu. Raşit’in ihanetini durdurmak için buradaydım ama aynı zamanda kendimle de yüzleşmek zorundaydım. Erdinç, masa başında notlar alıyordu. Yüzündeki kaygı, Raşit’in karanlığının nasıl bir belirsizlik yarattığını yansıtıyordu. “Albay.” dedi, gözlerini benden ayırmadan. “Güvercin Timi, Hakkari’ye yerleşti mi?” “Evet.” dedim, derin bir nefes alarak. “Güvercin Timi, düşmanın izini sürmek için stratejik bir konumda ama Raşit’in karanlığı, yalnızca fiziksel bir saklanma değil, aynı zamanda zihinsel bir labirent oluşturdu. Sıyrılıp çıkması kolay değil.” Erdinç, haritadaki kırmızı yerleri takip ederek bana gösterdi. “Onu bulmak çok zor Alparslan. Tanıyanlar hatta eski dostları olduğunu iddia edenler bile ona ulaşamayacağımızı düşünüyor.” dedi. Her kelime, içimdeki öfkeyi körüklüyordu. “Raşit’in eski dostlarıyla bir de Güvercin Timi’ni konuşturmayı denesek. Belki biri çıkıp her şeyi anlatır?” Kafamı iki yana salladım. “Raşit, kurnaz bir adam. Bizi her adımda izliyor olabilir.” diye devam etti, Erdinç. İçinde sıkışık kaldığımız bu durum canımı sıkmaya başlamıştı. Sertçe damağımı şıklattım. “Tehlike, en çok da cesaretin sınandığı anlarda gelir.” dedim, kararlılıkla. Erdinç, oturduğu sandalyeye yaslandı. “O zaman Güvercin Timi’ni harekete geçiriyoruz?” diye sorguladı. Gözlerimi kırpıştırıp arkasındaki büyük ekrana baktım. Evin önüne yerleştirdiğimiz marketin önündeki askerler, kapının önünde oturuyorlardı. “Buldum.” dedi bir anda, Erdinç. “Hakkari’deki göreve gittiğimizde bir gece, Raşit’in ihanetinden önce kaldığımız bir gazino vardı hatırlıyor musun?” Kafamı salladığımda devam etti. “İşte, orada bir arkadaşı vardı. Bizim çocukları oraya yönlendirebiliriz.” Erdinç’in dedikleri mantığımda yerini almıştı. Hiç beklemeden aklımdaki düşünceleri dilime yansıttım. “Caner, Osman ve Mücahit’i oraya yönlendirelim.” Erdinç kafasını salladı ve arka çaprazında, bilgisayara bakan kişiye döndü. “Üman Caddesi’ndeki markete haber salın. Caner Cenk Çakır, Osman Çavdar ve Mücahit Gezgin; 8 Ekim 2021 tarihinde, saat 20:00’de Hayal Gazinosu’nda olsunlar.” Bilgisayara bakan genç parmaklarını klavyede gezdirirken bakışlarımı önümdeki büyük ekrana çevirdim. Marketin önünde oturan iki askerden biri ayağa kalktı ve içeriye geçti. Birkaç saniye sonra geri dönerken elinde şeker ile apartmana girip gözden kayboldu. “Erdinç.” dedim ve ona baktım. Bakışları gözlerimde gezinirken derin bir nefes aldım. “Onları uzaktan takip edebileceğimiz birilerini bulabilir miyiz?” diye sorduğumda tek kaşı yukarıya kıvrıldı ve yine arkasındaki gence döndü. “Bizi Hakkari’deki Özel Birlikler Tim Komutanı Hüseyin Atmaca’ya bağla.” Genç yeniden bilgisayara döndü ve biraz oyalandı. “On beşinci ekran, görüş için hazır.” Erdinç ayağa kalkıp ilerlemeye başladığında bende onun yanında yürümeye başladım. Daha önce tanışmadığım albay ayağa kalkıp kafa selamı verdi. “İyi akşamlar, Şırnak.” Erdinç hafifçe gülümsedi. “İyi akşamlar Atmaca. Hakkari’de, Ünam Caddesi’ne Güvercin Timi’ni yerleştirdik fakat onların da çıktıkları görevlerde kimseye görünmeden koruyacak bir tim desteğine ihtiyacımız var.” diye söylendi. “Dediğim konuma en iyi timini yerleştirebilir misin?” Hüseyin Atmaca, kafasını salladı ve ellerini masanın üzerinde bağladı. “Güvercin Timi’nin namını çok duydum. Hatta buraya sürgün edildiklerinin bilgisini aldığımda çok sevinmiştim. Onların adına hizmet etmek bizim için bir onurdur. Sizin evlatlarınız, benim de evlatlarım sayılır. Çıktıkları görevde onlara destek sağlayacak elimde bir tim var.” dedi ve birbirine kenetlediği elini çözüp önündeki dosyaya uzandı. “Dosyada yer alan timin bilgilerini ivedilikle size gönderiyorum. Onay verdiğiniz takdirde onları görev yerlerine dağıtım yapacağım.” Erdinç, kafasını iki yana salladı. “Dosyadaki bilgileri göndermeniz bizim için yeterli olacaktır. Vakit kaybetmemek adına timi şimdi göndermenizi isteyeceğim. Bizde onlardan istediğimiz şeyleri bir dosya halinde size sunacağız.” Atmaca, kafasını salladı. “Tamamdır Mezarcı. İyi akşamlar.” Ekrandaki bağlantı sonlandığında elinde kağıtlarla görevli yaklaşmaya başladı. “Komutanım, Hakkari’deki Birlikten gönderildi.” Erdinç, kağıtları aldı ve bana uzattı. Bakışlarım yazılarda gezinirken Erdinç’in sesini duydum. “Akça Timi; 2016’da Hakkari’de kurulmuş ve bu yana kadar zafersiz dönmemiş bir timdir.” Akça Timi; Kıdemli Üsteğmen, Lara Akman Üsteğmen, Kartal Akman Teğmen, Emir Korkmaz Asteğmen, Seda Aydın Astsubay Başçavuş, Ozan Kaya Astsubay Üstçavuş, Serkan Tüysüz Elimdeki kağıtları Erdinç’e verdim ve derin bir nefes aldım. “Hakkari’ye göndereceğiniz dosyada ne yapmaları gerektiklerini ayrıntılı bir şekilde anlatın. Eğer ifşa olmadan önce yakalanırlarsa bizimkileri tanımamazlıktan gelsinler.”
7 Ekim 2021 / Hakkari Caner Cenk Çakır, Ağzından İçimdeki belirsizlik, sanki bir karanlık okyanusun derinliklerinde kaybolmuş gibi dalgalanıyordu. Her düşüncem ağır bir çamurda boğulmuşken, zihnimde yankılanan sorular birer hışırtı gibi çığlık atıyordu. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım ama hava, göğsümdeki ağırlığı daha da arttırmıştı. Dış dünyadaki renkler, artık benim için sönük bir palet gibiydi. Etrafımdaki insanların gülümsemeleri, benliğimi sarıp sarmalayan birer maske gibi görünürken ben, derin bir boşluğun içinde kaybolmuş yolcu gibi hissediyordum. “Bu çiçeği Dirvana’nın yanına koyacaksın, anladın mı?” Ruhumda yankısını bırakmış cümle ile gözlerimi kapattım. “Hayır, yapmayacağım.” Babam, sertçe yakalarımdan tutup beni kendine çekti. “Yapmazsan Mete zarar görecek! Eyşan zarar görecek! Sen zarar göreceksin. Etrafımızdaki herkes zarar görecek!” diye bağırdı, beni sertçe sarsarken. Yakalarımdan tutarken beni bir anda geriye ittirdi ve masanın üzerindeki Lotus çiçeğiyle şırıngayı alıp elime tutuşturdu. “Sen yapmazsan ben yaparım ama şunu bilmeni isterim ki eğer ben yaparsam, Güvercin’i dağıtırım. Yemin olsun bunu yaparım! Yeter artık, duygularınızı bir kenara bırakın!” Bir anlığına elindeki şırıngayı ve çiçeği alıp sertçe babama baktım. “Güvercin’i dağıtmayacaksın.” Babam, cümlemi tamamladıktan sonra bir adım bana yaklaştı ve ellerini palaskasına bıraktı. Başı sol omzuna doğru yaklaşırken gözleri kısıldı. “Neden? Bu kadar çok mu sevdin?” Kafamı hızla iki yana salladım. “Eğer gerçek bir baba olsaydın, Mete’nin her gece ağladığında başında olurdun.” Babam yeniden yakalarımdan tutup kendine çekti. Gözlerinde büyük bir girdap oluşmuştu ama pes etmedim ve o girdaba doğru yüzmeye başladım. “Her gece seni ve annemi düşünerek ağladı. O kız çocuğunun fotoğraflarıyla avuttu kendini, yıllarca. Ben ikizimin gözlerindeki yaşı bile silemezken, daha yeni yeni kendini toparlamasına şahit olmuşken onun sevdiği şeyi elinden almana izin vermem Alparslan albay.” Düşüncelerimin arasına giren kapı ziliyle ayağa kalktım ve kapıya ilerleyip açtım. Karşımda beliren Osman ve Mücahit’i fark ettim ama onlar, ellerindeki şekerler ile yere bakıyordu. Bakışlarım yere devrilirken ayaklarımın ucundaki şekeri ve üzerindeki zarfı fark ettim. Eğilip aldığımda sırtımı onlara döndüm ve içeriye geçtim. Arkamdan geldiklerini ve kapıyı kapattıklarını fark ettiğimde elimdeki şekeri ve zarfı sehpanın üzerine bıraktım. “Eyşan komutanıma bilgi verecek miyiz?” diye sorduğunda Mücahit, kafamı hızla iki yana salladım. “Herkesin içinde bunu söylemek istemedim ve görev gelene kadar bekledim. Bizi ayırmalarının sebebi bu işin tehlikeli olması. Eyşan, kendi başına hareket edebileceğinden dolayı herkese çaktırılmadan görevler dağıtılıyor.” Osman, elini Mücahit’in omzuna koydu. “Caner haklı koçum. Eyşan’ın büyük bir kini var ve ateşle kaplı. Hepimizi yakmaması için bu şekilde hareket edeceğiz.” “Sonra bize kızmayacak mı?” Osman’ın eli, Mücahit’in omzundan düştü. “Kızacak ama zarar görmemiş olacak.” Mücahit, sinirle Osman’dan bir adım uzaklaştı. “Komutanımın gözündeki fer sönmüş, Osman abi! Bunun zararlık neresi kalmış?” Osman’ın yeşil gözlerinde bir ateş gördüm. Sanki bir orman yanıyordu. “Acı çekeceğimi bildikleri için Raşit’in annemi öldürdüklerini söylemediler ama ben öğrendim.” Mücahit’e bir adım yaklaştı, gözlerinden sıçrayan bir ateş sanki diline sıçramış gibiydi. “Ben hem annemin hem de kız kardeşim dediğim komutanının özlemini çekerken Eyşan, davasının peşinden koştu. Artık biraz dinlenmesi gerek.” Mücahit tam konuşacaktı ama Osman elini kaldırıp onu susturdu. “Yoruldu Mücahit. Eyşan yorgun, halsiz. Bak kendin diyorsun ya, gözlerinde fer kalmamış diye! -kafasını iki yana salladı- Biraz kendini toplaması gerek aksi halde hem kendini hem de bizi yakacak.” Osman’ın bakışları bana çevrildiğinde yeşillerindeki alev azalmıştı ama geride çok büyük hasarlar kalmıştı. “Vakit kaybetmeden göreve bakalım.” Sesinde yorgunluk gizliydi. Üstünde durmadan koltuğa ilerleyip sehpanın üzerindeki zarfı aldım. Zarfı açıp kağıdı gözler önüne serdiğimde bakışlarım yazılarda gezindi. “Kod Adı: Hacı, İsim ve Soyadı; Hacı Bekirli. Kendisi Hayal Gazinosu’nda daimi bir müşteridir. Raşit’in eski dostu ama artık hiç görüşmüyorlar.” Kafamı kaldırıp Osman ve Mücahit’e baktım. Osman, kaşları çatık bir şekilde kendine gönderilen zarfı açtı. “Ama burada öyle yazmıyor. O adamın cebinde anahtar olduğu ve o anahtar ile saklı alana girmemiz gerektiğini yazıyor.” diye söylendiği sırada Mücahit’te elindeki kağıtla konuya dahil oldu. “Bende de bulacağımız yerin adresi yazıyor.” Gözlerimi devirip tam karşıya baktım. “Çünkü üçümüzden birine bir şey olursa diğerlerinin bu işi halletmesini istiyorlar. Bir çeşit güvenlik önlemlerinden biri.” İki yanımdan da mırıldanma sesleri gelirken arkama yaslandım ve Osman ile Mücahit’e baktım. “Gidin, dinlenin. Yarının bize ne getireceğini bilmiyoruz.” Mücahit ve Osman, onlara gelen kağıtları alıp evden çıktıklarında gözlerimi kapattım ve derin bir nefes verdim. Bana inanmıyorsun. Göz kapaklarım, zihnimden gelen ses ile aralanırken ayağa kalktım ve pencerenin yanına yaklaştım. Cadde, sessizdi ve kimsecikler yoktu. “Neden Mimba’yı saldın?” Mete, babamın karşısına geçtiğinde hızla babam ile Mete’nin arasında durdum. “Bana artık gerçekleri anlat baba!” diye bağırdı Mete, sesi titrerken. Elini göğsüme yaslayıp beni kenara ittiğinde bir adım da yaklaştı. “Onun özgürlüğü, benim için bir kabus.” diye fısıldadı, Mete. Ardından gözlerine bir şaşkınlık düştü ve bana baktı. “Yoksa sen de mi biliyordun?” Kafamı hızla iki yana salladım ama bana inanmamışçasına baktı. “Kime ne soruyorum ki? İkinizde koskoca Mücadele İtibar Teşkilatı’nın taşşaklı personellerisiniz.” “Haddini aşma, yavaş!” Dişlerim sertçe birbirine çarparken Mete’nin yakasından tutup kendime çektim. “Eğer bu gerçekse onun ölümüne ben sebep olurum.” Mete, gülerek kafasını iki yana salladı. “Yapmayacaksın.” “Yapacağım ve sen buna karışmayacaksın.” “Sana hayır dedim!” “Bir dinle!” “Hayır dinlemeyeceğim. Bir ölümü daha kaldıramam!” Yakalarını daha da sıkı tutarken yüzümü yüzüne doğru yaklaştırdım. “Annemizi kaybeden yalnızca sen değildin.” Zihnimdeki anı geriye çekildiğinde derin bir nefes aldım. Yalan söylemiştim… Mete, bana o günden sonra daha da güvenmeye başlamıştı ama artık bir yanımda suçluluk duygusu ağır basıyordu. Mete’nin Eyşan’a olan bağlılığı ve gözünün kararmış olması beni ürkütmüştü. “Seni korumam gerekti Mete ama kendimden uzaklaşacağımı tahmin edemedim.” dedim, kendi kendime. Her şey iç içe geçmişken bu yalanın beni nasıl bir çıkmaza soktuğunu düşünmeden edemiyordum. Üst üstüne söylediği ve yaptığım yanlışlar, kendimi haklı çıkartma yollarına itiyordu. O gece ben ona gerçeği söyleseydim bana hiçbir zaman güvenmeyecekti. Bu sır, benimle mezarın sonuna kadar gidecekti.
8 Ekim 2021, 20:00 / Hayal Gazinosu, Hakkari Caner Cenk Çakır, Ağzından Gazinonun kapısına yaklaştığımızda, içimdeki kaygı ağır bir yük gibiydi. Kapıyı açıp içeriye girdiğimizde insanların yoğunluğu gözüme çarptı. Kalabalığın bu kadar çok olması, aradığımız kişiyi bulmamızı büyük bir ölçüde yavaşlatacaktı. Osman ve Mücahit, rezervasyon yaptırdığımız masaya geçerken bakışlarım hâlâ eğlenen insanların üzerinde geziniyor ve bir tuhaflık arıyordu. Yuvarlak bir masanın etrafındaki koltuğa çöktüğümüzde garson hızla bize yaklaştı ve önümüze birer menü dağıttı. Masanın üzerindeki menüyü görmezden gelirken garsona gelmesi için elimi salladım. Garson yanıma yürürken cüzdanımın içindeki parayı cebine sıkıştırdım. “Bize yalnızca üç bardak rakı getir ve bir daha masaya gelme.” Garson, kafasını sallayıp uzaklaştığında bir adam elindeki sazı ile önümüzden geçti ve sahneye çıktı. Kalabalıktan bir alkış tufanı koparken elimi kaldırıp zoraki bir el çırptım. Buraya eğlenmeye gelmiş gibi görünmemiz şarttı. “İyi akşamlar Hayal Gazinosu misafirleri, iyi akşamlar!” diye bağırdı ve parmaklarını sazının tellerine vurdu. İnsanlar ritmik bir şekilde türkü söylemeye başlayan adama destek veriyorlardı. Bakışlarım etrafta gezinmeye başladığında garson elindeki tepsiyle masaya geldi ve önümüze rakı bardaklarını bırakıp gitti. Mücahit ve Osman, kadehlerini alıp bana uzattığında derin bir nefes aldım ve onların bardaklarıyla tokuşturdum. Küçük bir yudum alıp masaya bıraktığımda gözlerim bir adama çarptı. “Adamımız geldi.” “14 bin yıl gezdik pervanelikte Aradığımız adamı çaktırmadan izlemeye devam ettiğimde, çaprazımızdaki masaya kuruldu ve elini kaldırıp garsonu çağırdı. İki garson meze tepsisiyle gelirken diğer bir garson rakı şişesini ve iki tane bardağı masaya bıraktı. “İçtim şarabını mestanelikte “Ne zaman harekete geçeceğiz?” diye sordu, Mücahit. Masaya uzanıp rakı bardağını elime aldım ve Mücahit’e doğru bardağı eğdim, gülümsedim. “Bırakalım biraz kafası güzel olsun. Altına işemeyecek nasıl olsa? Tuvalete gittiğinde paketlerim, sizde arabada beklersiniz.” “Kırkların ceminde Haydar Haydar Bakışlarım adamın yakınlarından hiç ayrılmazken adam, tek başına bir 70’lik rakıyı devirmiş ona rağmen hâlâ masasından ayrılmamıştı. Elimi kaldırıp garsona işaret verdiğimde garson bir bana bir de masadaki boş bardaklara baktı. Eliyle üç yaptığında kafamı ağırca indirip kaldırdım. Garson arkasını dönüp bardaki arkadaşına üç yaptı. saniyeler sonra ise bar tezgâhının üzerinde rakılar belirmişti. Onları alıp bizim masaya geldiğinde yeniden cebine biraz para sıkıştırdım. “Karşıdaki adamı görüyor musun?” Garson, ürkek gözlerle bana baktı. “Onun üzerine rakıyı dök.” Garson hızla kafasını salladığında kaşlarımı çattım. “Beni kovarlar beyim.” Gözlerimi kırpıştırıp derin bir nefes aldığımda kafamı salladım. Garson masadan uzaklaştığında bakışlarımı sahnedeki adama çevirdim. Kenarda duran bardağından bir yudum su içti ve eli yeniden sazının teline vuruldu. “Solmadan gel artık aşkımın gülü “Caner, adam kalktı.” Osman’ın sesiyle adamın gittiği yere baktım ve ağırca oturduğum yerden kalkıp uzaktan yürümeye başladım. Adam, uzun ince bir koridora girdiğinde adımlarımı hızlandırdım. Köşeyi döndüğünde elimi havaya kaldırıp hazırlıklı bir şekilde yürümeye devam ettim. “Solmadan gel artık aşkımın gülü Köşeyi döndüğümde kulağımda bir şangırtı koptu. Havada uçuşan cam kırıklarını ve yerde yatan adamı görmezden gelirken arkama döndüm. Bana vuran kişiyi boynundan tutarak duvara yasladım. “Böyle bir aşk görülmemiş dünyada Karşımdaki bir kadındı. Çatık kaşlarıyla bacağını yukarıya kaldırıp bacağımın yanına vurduğunda acıyı önemsemeden kolundan tuttum ve sırtını kendime doğru çevirip yüzünü duvara yasladım. “Sen kimsin ve o adama ne yaptın?” Kadın elimden kurtulmak için çırpınırken bedenimi biraz daha bedenine yasladım. “Söyle dedim!” Kadın, hiçbir şey söylemeden çırpınmaya devam ederken bakışlarım yerdeki adama çevrildi. Adamın cepleri belli ki karıştırılmıştı. Dişlerimi sıkarak kadının kollarından ellerimi geçirdim ve sırtını kendime yaslarken yürütmeye başladım. “Bırak beni!” “Nasıl sevgiliymiş görün de bakın Kadını mekânın arka çıkışına çıkarttığımda ani frenle duran aracın kapısı aralandı. Kadını içeriye fırlatıp arkasından bindiğimde yüzüme bir tokat attı. Dişlerimi sıkıp çenesini tuttum. “Uslu dur.” diyerek yüzüne tısladığımda dudaklarını öne araladı ve tam tükürecekken elimi ağzına kapattım. Bütün salyaları avucuma yapışırken kaşlarım çatılı kalmıştı. “Lan bu kim!” Osman’ın sorusuna cevap vermezken elimi kadının ağzından çekip onun üzerine sildim. “Manyak mısın be adam?” diye sorduğunda kafamı salladım. “Bu hayatta benden daha manyak birini göremezsin.” diye söylendim. Kadın pes etmeyecekmişçesine bir kez daha inmeye çalıştığında kollarından tutup Mücahit’e baktım. “Sürsene oğlum!” “Kendini yorma bacım.” diye söyledi, Osman ama kadın nefretle bana bakmaya devam etti. “Yanlış yapıyorsun.” Gözlerimi devirmemek için kendimi zor tutarken Mücahit’in sesini işittim. “Nereye gidiyoruz abi?” Mücahit, ananın hayrına kapat çeneni. “Cebime oğlum, cebime! Salak salak konuşma sür markete işte.” Gözlerimi devirerek ellerimin arasındaki kadına baktım. “Ben soruyorken söyle, o adama ne yaptın ve cebinden ne aldın?” Kadın bakışlarını devirdi. “Ya ben bir şey almadım! Odadan çıktım adam yerdeydi zaten!” Derin bir nefes aldım. “Lan o zaman neden kafamda şişeyi kırdın?” Kadın gözlerindeki pişmanlıkla bana baktı. “Ben, o adama senin bir şey yaptığını düşündüm.” Sinirle alt dudağımı dişlediğim sırada araba durdu. “Geldik abi.” Kadının kollarını bırakmadan araçtan indirdim ve marketin içine ittirdim. Arkamdan gelen Osman ve Mücahit, bariyer oluştururken kadın kaçma girişimine girmemişti. Marketin içinde oturan iki asker ayağa kalkıp hazır ola geçtiğinde kaşlarım çatıldı. “Lala!” “Ne oluyor burada?” Arkamızdan gelen ses ile bakışlarımı kadından çekip yanına yaklaşan adama baktım. Adam kadını yanında durduğunda kaşlarım iyice çatılmıştı. “Bir şey yok Kara. Sen yerine dön.” Adam, yerinde durmaya devam ettiğinde kadın sinirle ona baktı. “Sana yerine dön, dedim.” “İfşa oldunuz Lala.” dedi bir ses ve bütün sesleri bastırdı. “Alparslan albayım?” Osman ve Mücahit’in sesi birbirine karışırken neler olup bittiğini düşünmeye çalışıyordum. Babam, Osman ve Mücahit’in arasından sıyrılıp Lala dedikleri kadın ile benim önümde durdu. Yan gözüyle kadının yüzüne baktığında çatık kaşlarım düzeldi. Babamın yan gözüyle bakması demek ‘Bu hoşuma gitmedi.’ demek oluyordu. İçeriye birkaç kişi daha girip kadının yanında durduğunda derin bir nefes aldım. “Artık neler olduğunu açıklayacak mısınız, albayım?” Dilimden dökülen sözcükler sessizliğin ortasına bir bomba misali düştüğünde babamın çenesi gerildi ama birkaç saniye sonra eliyle kadını ve onun yanındakileri gösterdi. “Hakkari’de görev yapan Akça Timi ve komutanları Lara Akman.” Adının Lara olduğunu öğrendiğim kadın yüzündeki buruk bir gülümseme ile elini bana uzattığında eline baktım. “Kıdemli Üsteğmen Lara Akman.” dediğinde elimi hafifçe uzatıp tokalaşmasına karşılık verdim. Elini çektiğinde yanındaki adam elini uzattı. “Üsteğmen Kartal Akman.” Onunda tokalaşma isteğine karşılık verdiğimde babamın sesini duydum. “Sizin kim olduğunuz hakkında bir bilgileri yoktu. Size verilen bir görev olduğunu biliyorlardı ve son dakika oraya yerleştirildiler.” Kaşlarımı çatıp babama baktım. “O yüzden kafamda şişe kırdı, Kıdemli.” Babamın bakışları gözlerimde kalırken gözlerimi devirme isteğini bastırdım. Babam boğazını temizleyip eliyle Osman’ı ve Mücahit’i gösterdi. “Kıdemli Üsteğmen Osman Çavdar ve Astsubay Üstçavuş Mücahit Gezgin.” Bakışları bana çevrildiğinde gülümsedi. “Kafasında şişe kırılan İstihbaratçı, Kıdemli Üsteğmen Caner Cenk Çakır.” Hepsinin bakışları bir anda üzerime çevrildiğinde aralarındaki bir genç şaşkınca babama baktı. “Ne yani, oğlunuz mu?” Babam ona cevap vermeden bakışlarını benim üzerimde tuttu. “Siz dairelerinize geçebilirsiniz. Anahtarı temin ettik, ekip yönlendirip araştırmaları için gerekeni yapacağız.” Kafamı salladığımda Osman ve Mücahit’e çıkmaları için elimi salladım. Sırtımı marketteki kişilere çevirip adımladım ve apartmana girdim. Ağır adımlarla merdivenleri tırmanmaya başladım. “Caner üsteğmenim.” Adımın seslenilmesiyle arkama döndüm. Biraz önce adının Lara olduğunu öğrendiğim kadın merdivenlerin başında durmuş bana bakıyordu. Dinlediğimi belirtmek için kaşlarımın yukarıya tırmanmasına izin verdim. “Başınızda şişe kırdığım için özür dilerim.” dediğinde gözlerimi devirdim ve kafamı iki yana salladım. “Sonuçta benim kim olduğumu bilmiyordunuz üsteğmenim.” ‘Üsteğmenim’ kelimesine bastırarak söyleyip cümlemi bitirdiğimde Lara denen kadına arkamı döndüm ve merdivenleri çıkmaya devam ettim. “Sana bir gün borcumu ödeyeceğim, istihbaratçı.” dedi, Lara. Dudaklarımda bir tebessüm oluşurken dairemin önüne geldim ve cebimdeki anahtarı çıkarttım. İçeriye girip kapıyı kapattığımda sırtımı kapıya yaslayıp derin bir nefes aldım. “Aptal olma, aptal.”
14 Ekim 2021 / Hakkari Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından Tam bir hafta. Albay Alparslan albayın bizi buraya yerleştirmesinin üzerinden tam bir hafta geçmişti ama hâlâ Mete ile bana bir görev vermemişti. Her gece duyduğum adım sesleriyle koşarak kapıya gidiyor, hatta kapının önünde nöbet tutuyordum ama o kapı bizim için çalınmıyordu. Neredeyse bütün tim kendine verilen görevlere gidip geliyor ama hiçbiri bize bir bilgi vermiyordu. “Canım, duşa girmem gerek.” “Komutanım, acil tuvalete yetişmem lazım.” Gibi bahanelerle sürekli benden kaçıyorlardı. Elimdeki son tabağı da masanın üzerine bıraktığımda derin bir nefes alıp hazırladığım masaya baktım. Şimdi de kaçın bakalım, sizi aç fareler. Biliyordum ki Güvercin Timi’nin komutanı akşam yemeğinde bir numaralı bir ustaydı. Ne zaman akşam yemeği hazırlasam anında üşüşüp ben oturmadan bütün yemekleri silip süpürüyorlardı. Dudağımın köşesi samimiyetle yukarıya kıvrıldı. Kızıyordum ama bir o kadar da seviyordum onları. Kapının zil sesiyle arkamı döndüğüm sıra Mete, ellerini silerek kapıya ilerledi ve kapıyı açtı. “Lan, önce ben gireceğim!” “Açım oğlum. Sıkıştım anasını satayım.” Kapıdaki bağırışlara baktığımda Barış ve Mücahit kapıdan geçmeye çalışırken pervaza sıkışmışlardı. Mete, iki elini Mücahit’in ve Barış’ın yakalarına koyup çekmeye çalıştı. Yüzünde ciddi bir ifade olurken yakalarını bıraktı ve Mücahit’in koluna asıldı. “Harbiden sıkıştınız mı?” dedi, Alev. Barış, başını yan çevirip Alev’e bakmaya çalıştı ama sadece çalışmıştı. “Şaka yapar gibi bir halimiz mi var? Sıkıştık bu salak herif yüzünden.” “Biri götüme dokunuyor, lan! Namus elden gidiyeah.” Dudaklarımdan dökülen kahkahaları kontrol edemezken gözüm dolmaya başlamıştı. “Allah rızası için kurtarın bizi.” “Oğlum, niye götümden ittiriyorsun? İndireyim pantolonu işini de hallet, hadii.” Yanağıma akan yaşları silerken Mete ve Caner karşılıklı olarak kapıya geçtiler. “Ben Barış’ı çekeceğim, sen de Mücahit’i çek.” dediğinde Mete, Mücahit kafasını iki yana salladı. “Olmaz komutanım, önce ben gireyim içeriye!” Mete, öyle bir baktı ki Mücahit’e, o an gerçekten karşısında olmak istemezdim. Mücahit dudaklarını büzerek susmayı tercih ettiğinde kendini Caner’in ellerine teslim etti. “Bir, iki.” “Durun!” Mücahit’in seslenmişti ama kimse onu takmadan bedenlerini pervazdan ayırdı. “Oh be, dünya varmış yemin ediyorum.” Osman, Mücahit’in kafasına bir sille çaktı. “Eşek kadar adamsınız, bir kapıdan geçemediniz.” diye söylenirken Mücahit ve Barış, onu takmadan yemek masasına yerleştiler. Timin geri kalanıyla birlikte masanın etrafına dizildiğimizde önümdeki tabağa yemeklerden koymaya başladım. “Ollorina soğlok komo-öhöhöhö.” Ağzı doluyken konuşmaya çalışan Barış, öksürük krizine girdiğinde Alev sertçe sırtına yumruk attı. “Ağzında nimet varken konuşma, pislik herif ya.” Barış, ağzındaki lokmayı bitirip Alev’e kızgınca baktı. “Seni niye besliyoruz ki ağırlık yapmasın, uçağa biniyorsun sonuçta.” “Seni bir uçururum, kanatlarım nerede diye götüne bakarsın.” diye cevapladığında Alev, “Gençler, yemek yiyoruz.” Diye bir uyarı aldılar Caner’den. Ağzımdaki lokmayı bitirip kenardaki peçeteyi dudaklarıma sürdüm ve ikiye katlarken bakışlarımı peçeteye indirdim. “Elimizde ne var, ne bulabildik?” diye sordum. Masada bir sessizlik hakimiyet kurduğunda bakışlarımı timde gezdirdim. “Kaçışlarınız gözümden kaçmıyor Güvercin Timi. Bana açıklama yapmamak için sürekli benden yollarınızı çeviriyorsunuz.” Sessizlik devam ettiğinde elimdeki peçeteyi tabağımın içine bırakıp arkama yaslandım. Kollarımı göğsümde bağladığımda Alev yutkundu ve bana baktı. “Çiçeğim.” Elimi kaldırıp onu susturdum. “Şu dakikadan itibaren ben sizin komutanınızım. Benimle ona göre konuşmalarınızı yapın.” dediğimde herkes oturduğu yerde dikleşti ve gözlerini bana çevirdi. Bakışlarım önce Osman’a çevrildi. Yeşillerindeki yorgunluk, bana ‘Öldüm.’ desem bilgi vermeyeceğini açıkça belli ediyordu. Bakışlarımı ondan çekip geri kalanında gezdirdiğimde içlerinden sadece Mücahit’in bana bir şeyler söyleyebileceğini umuyordum. “Söyle bakalım Mücahit, neler öğrendiniz?” Mücahit, ağzındaki lokmayı yutup dudaklarını yaladı. “Ben bir şey bilmiyorum komutanım.” Dişlerimi sıkıp dilimi dişlerimin arkasında gezdirdim. “Ulan it, bir haftadan beri her gün kapın çalıyor. Ne demek bir şey bilmiyorum?” Tam ağzını açıp konuşacakken Mete, elini havaya kaldırdı. “Bilmiyorum diyorsa bilmiyordur, Eyşan. Çocukları zorlama.” Dudaklarımın arasından şuh bir kahkaha kaçtı. Bir anlamı yoktu sadece hiçlikten doğan bir tınıydı. Sol kolumu masaya yaslayıp, sağ elimi masanın üzerine koydum. “Senin çocuk dediklerin, Özel Birliklerden oluşan Bordo Bereliler. Yeri geldiğinde gülüp şakalar yapsalar bile benim gözümde eşek kadar adamlar!” Sağ elimi masadan yükseltip vurduğumda Alev’in fark etmeden sıçradığına şahit olmuştum. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldığımda arkama yaslandım ve biraz öyle bekledim. “Senin zarar görmemen için sana bilgi verilmeyecek.” dedi, Osman. Benim zarar görmemem için mi? Gözlerimi bir hışımla açtığımda sinirle Osman’a baktım. Dudaklarımı aralayacakken konuşmasına devam etti. “Zararının ne kadar büyük olduğunu biliyorum Eyşan ama bu bizim zarar görmeyeceğimiz anlamına gelmiyor. Yoruldun ve seni dinlendirmek için kapınıza gelen görevleri de biz aldık.” Kapınıza gelen görevleri de biz aldık. Ne demişti? Kaşlarım çatılırken gözlerimi kıstım. “Ne dedin sen?” Osman, çenesini dikleştirdi. “Ne duyduysan o.” “Osman, kalbini kırmak istemiyorum.” Osman’ın da dudaklarından hissiz bir gülüş döküldü. “Ha! Çok mütevazisiniz Eyşan komutan. Kalbimi bana bahşettiniz.” Sinirin zihnimden, tüm uzuvlarıma yayıldığını hissedebiliyordum. “Ne oldu, sustun kaldın, Güvercin? Yine bağırıp çağırsana.” Elimi sertçe bir kez daha masaya vurdum. “Sus, gerçekten sus.” Dişlerimin arasından tısladığım cümlelerden sonra Osman, ellerini masanın üzerinde bağladı. “Benim tanıdığım Eyşan, asla kardeşlerine masada bağırmaz.” Oturduğum sandalyeden kalktığımda sandalye geriye doğru düştü. Sağ işaret parmağımı Osman’a doğru salladım. “Seni bir daha uyarmayacağım, Osman üsteğmen.” Osman, ellerini masaya koydu ve ayağa kalktı. “Görüyorum da biraz daha büyümen gerekmiş, Eyşan.” Arkasını dönüp kapıya yürümeye başladığında büyük adımlarla yanına gidip kolundan tuttum ve kendime çevirdim. “Karşında arkadaşın yok, benimle böyle konuşamazsın.” Osman’ın dudağının bir kenarı burukça kıvrıldı. “Oysa ben karşımda kardeşim var sanıyordum.” dedi ve kolunu elimden kurtardı. “Ama şunu bilmenizi isterim ki ruhumda beslediğim o kız ile arama hiçbir zaman giremeyeceksiniz, Eyşan yüzbaşım.” Osman, evden hışımla ayrıldığında Mücahit yerinden kalktı ve peşinden koştu. Alev, omzuma dokunup kapıdan çıktığında Barış ve Caner, bana bakmadan kapıdan çıkıp gittiler. Açık kapının ardında öylece durduğumda Mete, kapıyı kapattı ve sırtı dönük bir şekilde durdu. Ruhumda beslediğim o kız ile arama hiçbir zaman giremeyeceksiniz, Eyşan yüzbaşım. Göz pınarlarımın dolduğunu fark ettiğimde gözlerimi kırpıştırıp masaya döndüm. Birer sicim misali yanaklarıma düşen yaşlar her seferinde yeniden göz pınarlarımın dolmasına sebep olurken sofra bezinin köşelerinden tutup çekiştirdim. Ellerime dolanan parmaklarla dudaklarımın arasından bir hıçkırık koptu. “Şşş, sakin ol.” Mete, göğsüne sırtımı yasladığında yavaşça yere çöktüm. Başımı omzuna yasladığımda hıçkırıklarım durmaksızın dudaklarımdan dökülüyordu. “Ben nerede hata yapıyorum, Mete?” Mete, sessiz kaldığında daha da ağladım. Kendime. Çevreme. Osman’a. Bütün yaşadıklarıma. Acıyor diyemediğim, sırtıma batan onlarca yara izime. “Ben böyle olmasını istememiştim ki.” Dudaklarımdan dökülen hıçkırıklara karışan cümlelerle Mete, beni kendine doğru çevirip yanaklarımdaki yaşı sildi. “Haklısın ama onlarda haklı Eyşan. Sana bir şey olacak korkusuyla sana hiçbir şey söylemediler. Çünkü, seni senden daha çok seviyorlar.” Mete’nin cümleleriyle bir kez daha hıçkırdım ve yüzümü Mete’nin göğsüne yasladım. Acı hıçkırıklarım ruhumda yankılanırken o, hiç göğsünü çekmedi. Ben ağladım, o benim saçlarımı okşadı. Ben hıçkırdım, o derin bir nefes çekti. Ben eksildim, o öldü. “En kötüsü de ne biliyor musun, Eyşan?” Yüzümü göğsünden çekip Mete’ye baktığımda sol gözünden bir damla yaş yanağına süzüldü. “Acına sebebiyet veren insana sarılıyor olman.” Alt dudağım titremeye başladığımda kafamı iki yana salladım. “Sana görevleri söylememelerini söyleyen bendim.” Gözlerimi yumduğumda onu ittirdim ve bir hışımla ayağa kalktım. O yerde kalırken kendimi odaya kilitleyip sırtımı kapıya yasladım. Yanağımda nemini kaybetmemiş yaşların yeri sürekli dolarken artık acı hissetmiyordum. Mete’nin yaşadığım bunca şeyi bilmesine rağmen ve kendisi de böylesine acıya sahipken neden bunu benden gizlediğine anlam veremiyordum. Sessiz ağlayışlarım iç çekmelerime dönmeye başladığında, yere çökmüş bedenimi güçlükle ayağa kaldırdım. En son ne zaman bu haldeydin? Ruhumdan yükselen küçük kızın sesi derin bir nefes almama neden olduğunda bedenimi yatağa bıraktım. Ayaklarım parkeye dokunurken bakışlarım parkeye takılı kaldı. “Bırakın, bırakın beni! İki koluma asılan eller, bin bir güçlükle beni tutmak için çabalıyordu. Bakışlarım toprak atılan açık mezarda takılı kalmıştı. “Bırakın, gitsin.” dedi, cılız bir ses tüm bağırışlarıma rağmen. Kolumu tutan eller birden çekildiğinde ayaklarım bedenimi tutamamış ve sertçe dizlerimin üzerine düşmeme neden olmuştu. “Kızım.” dedi, annem. “Bırak Yağmur.” dedi, babam. Dizlerimin üzerinde mezarın yanı başında oturan siluete doğru süründüm. Yırtılmış pantolonumun açıkta kalan yerlerini çizerek dağlayan taşlara inat emeklemeye devam ettim. Büyük taşın üzerinde öylece duran kişinin karşısına geçtiğimde hıçkırıklarım boğazıma dizildi. Boş bakışları gözlerime değdiğinde durdu ve omuzları yükselip alçaldı. “Osman.” Gözlerini yalnızca kırptı, konuşmadı. “Osman, Asiye yengem.” Yeniden gözlerini kırptı ve bir şey söylemedi. Elim dizinin üzerine konduğunda bakışları dizine yasladığım elime kaydı. Avucum, nemli toprağın rengine bürünmüştü ve pantolonun üzerinde lekesini bırakmıştı. Eli, elimin üzerine konduğunda derin bir nefes aldı ve Asiye yengemin mezarına baktı. “Ağlama Eyşan, sen ağladığında toprak çamur oluyor.” Sol gözümden son bir damla süzülerek yanağıma aktığında titrek bir nefes verdim. Anlamıyorlardı. Sevdiklerimize zarar veren, bizi tüketen şeyi yakıp kül edebilecekken; onun yanında olmama rağmen hiçbir şey yapamayan beni, anlamıyorlardı. Boğazıma astığı ipten, vurduğu silaha, onun yüzünden yediğim dayakların ve sırtımdaki izlerin acısını bilmiyorlardı. Ailemi katleden bir adama nasıl güldüğümü ve içimde ne kadar büyük bir yara bıraktığını fark edemiyorlardı. Derince yutkunduğum zaman boğazımda oluşan yumruyu göndermenin ne kadar zor olduğunu da hiçbir zaman öğrenemeyeceklerdi. Benim nasıl öldüğümü göremeyeceklerdi. Yavaşça derin bir nefes alıp ayağa kalktım ve önümdeki gardırobun önüne ilerledim. Üzerimdeki kazağı çıkarttıktan sonra bakışlarım aynaya takıldı. Ağırca sırtımı dönüp başımı yana doğru çevirdim. Kulunçlarımdan aşağıya inen beşli çizginin kabuk izleri, ölene kadar taşıyacağım bir kabusumdu. Dağın başında yediğim kurşunlarımın izleri ise bedenime işlenmiş en güzel nişanelerimdi. Gardıroba geri dönüp üzerime siyah kazağımı geçirdim. Altımdaki pantolonu çıkartırken bakışlarım bacaklarımda gezindi. Asiye yengemin ölümünden sonra parçalanmış dizlerim, esir alındığımda kamçılanmış derim ve eğitimimden kalan nadide izim hâlâ oradaydı. Gardıroptan siyah bir pantolon alıp giydim. Parmaklarım saçlarımın arasına girdiğinde yavaşça okşadım. Derimin yüzeyindeki acıları yeniden hissettim. Saçlarımın sertçe çekildiğini, bazı köklerin seyrekleştiğini, kulağımın hemen arkasından seken kurşunun derimde iz bıraktığını ama uzun saçlarımın onu ört bas ettiğini hatırladım. Gardıroptan siyah bir bere aldım. Ayağıma basılarak kırılan kemiklerimi gördüm. İki kere kırılan kemikler yüzünden fizik tedavi gördüğümü, üç ay dağ başında ayakkabıyı hiç çıkarmadığım için nasır olmuş ayaklarımın altını izledim. Her bir uzvun bir öneminin olduğunu fark ettiğim dönemlerde yürüyemenin ne demek olduğunu anladım. Gardırobun yanındaki siyah botları ayağıma geçirdim. Aynada dik durdum ve kendime baktım. Asker olmak için yanıp tutuşan küçük bir kız çocuğunun, bugüne kadar neler yaşadığını gördüm. Çenemi dikleştirdim ve boynuma dolanmış urganın izini okşadım. O gün astıklarında öldürdükleri çocuğu bugün yeniden büyütmenin yeminini içtim. Bakışlarım kapıya kaydığında sessizce yaklaştım ve kapıyı araladım. Her yerin ışığı kapanmıştı ve Mete ortada görünmüyordu. Birkaç adımda evin kapısına yürüdüm ve televizyonun yanındaki silahımı alıp evden çıktım. Birer ikişer merdivenleri inip apartmanın önüne vardığımda marketin önünde oturan askerleri gördüm. Beni fark ettiklerinde hızlıca ayağa kalktılar. Çenemle içeriyi işaret ettiğimde markete girdiler. Peşlerinden ilerleyip ellerimi masanın üzerine koydum. “Şimdi bana bugüne kadar neler olup bittiğini anlatacaksınız.” Askerler telaşla dosyaları açıp önüme sıraladıklarında derin bir nefes aldım ve doğruldum. Keşke bunu daha önce yapmış olsaydım. O zaman ne zamanımız geçerdi ne de intikamım gecikirdi. Bakışlarım yazılan yazılarda gezinirken başka bir timin varlığıyla kaşlarımı çattım. “Akça Timi?” diye sorguladığımda marketin sol tarafından bir kadın çıktı. Saçları küt kesik, kızıl bir renge sahip olan; gözleri masmavi bir kadındı. Bana yaklaşıp elini bana doğru uzattı. “Akça Timi komutanı Lara Akman, namı değer Lala.” Uzattığı eli sıkıp tokalaştım. “Güvercin Timi komutanı Asena Eyşan Boduroğlu.” Lara, gülümsedi. “Namınızı çok duydum komutanım.” Burukça gülümsedim. “Başıma gelenleri de duymuşsundur o vakit?” diye sorduğumda esas duruşa geçti. “İntikam yemininize saygım vardır.” Gözlerindeki alevin bana sıçradığını fark ettiğimde derin bir nefes aldım ve dudaklarımı ıslattım. “Lala, ekibini hazırla. Sizinle göreve çıkıyoruz.” Lara, kafasını hızla salladığında arkasında beş kişi belirdi. “Biz zaten hep hazırız, komutanım.” Gülümsediğimde bakışlarımı askerlere çevirdim. “Burada olan burada kalacak. Hiç kimseye emir ve komuta verilmeyecek. Anlaşıldı mı?” “Anlaşıldı komutanım.” Kafamı salladıktan sonra elimi uzattım. “Telefonumu verin.” Asker arkasında duran telefonlardan birini bana uzattığında ekran kilidini açmadan saate baktım. Gece yarısına girmiştik. Telefonu pantolonumun cebine sıkıştırıp Akça Timi’ne baktım. “Silahlarınızı alın, araca geçelim.” On dakika içinde herkes hazır ve nazır bir şekilde aracın içine konumlanmıştı. En önde oturan gencin bakışları dikiz aynasına kaydı. “Nereye gidiyoruz komutanım?” diye sorduğunda derin bir nefes aldım. “Lotus’un evine.” Herkesin bakışları birbirine çevrilirken şoför koltuğundaki genç aracı çalıştırdı ve sürmeye başladı. Bakışlarım cama çevrilirken gözlerimi kırpıştırdım. Bu benim son yalnız görevimdi. Güvercin’in kırık kanatları bugün ya onarılacaktı ya da sonsuza kadar öyle kalacaktı.
Yarım Saat Sonra Üzerime giydiğim çelik yeleğin sıcaklığı beni Hakkari’nin ayazına karşı bir nebze korumaya çalışırken elimdeki dürbünle Lotus denilen herifin evini izlemeye devam ediyordum. Gecenin koyu karanlığı gölgelerimizi bile saklamaya ant içmişken bu gece ölmek vardı, dönmek yoktu. “Komutanım, ne zaman gireceğiz?” diye sordu, Lala. Bakışlarımı dürbünden çekmeden dişlerimi sıktım ve bıraktım. “Beş dakika sonra içerideyiz.” dediğim sırada bir araç evin önünde durdu. Aracın kapıları iki yana açıldı ve iki kişi indi. “Hazır olun, birazdan giriyoruz.” Dürbünü gözlerimin önünden çekip ismini yeni öğrendiğim Kartal’a verdim. Kartal dürbünü alıp önündeki boşluğa koyduğunda belimden silahımı çıkartıp sürgüyü çektim ve iki elime sabitledim. Adımlarım seri bir şekilde birbirini takip ederken Akça Timi ardımdan beni izleyerek geliyordu. Duvara yaslanıp durduğum zaman, elimi havaya kaldırıp iki işareti yaptım ve sola çektim. Kartal ve Serkan kapının iki yanına konumlanırken derin bir nefes aldım. “Yalan söylüyor!” Tanıdık bir ses tonu kulağıma ulaşırken evin içinden silah sesi yankılandı. Bir adımda kapının önüne geçip kapıya tekme atıp içeriye kaçtığımda Serkan ve Kartal arkamdan gelip içerideki kişilerin üzerine çullanmıştı. “Temiz, silahlar alındı. Bir yaralı var, Kara.” Lara’nın sesiyle pustuğum alandan çıkıp salona geçtiğimde gördüğüm yüzler keyfimi yerine getirtecek kadar gülümsememe neden olmuştu. Ağırca elimdeki silahı Lara’ya verdim ve parmaklarımı kütürdeterek yerdeki adama doğru ilerledim. Sağ yumruğumu sıkıp sertçe karşımdaki adamın yüzüne geçirdim. “Bu sana yapacağım son iyilikti Raşit. Artık devletin adaletli kollarındasın ama hainlere nasıl davrandıklarını kendin göreceksin.” “Bırakın lan bizi!” Arkamdan yükselen sese döndüğümde, yüzünün yarısı yara iziyle kaplı bir adamı gördüm. Gözlerindeki fersiz ateş, yalnızca kolpa sıkmaktan ibaretti. Ağırca yürüyüp adımlarımı ayak uçlarında durdurduğumda elimi Lara’ya doğru uzattım. “Lala.” Lara, silahımı elime bıraktığında sürgüsü çekik silahı Lotus’un kafasına hedefleyip Raşit’e döndüm. Raşit, gözleri büyümüş bir şekilde oğluna bakarken bir anda bana bana baktı. “Yapma, sakın yapma.” Gülümsedim ama ilk defa keyif vericiydi. İşaret parmağımın altındaki tetik geri gittiğinde evin içinde silah patladı. “Hayır!” Raşit’in gözleri yerinden çıkacakmışçasına büyürken ağzından her yere tükürükler saçılıyordu. “Hayır!” Dudaklarımdaki gülümseme tuzla buz olurken silahımı Lara’ya verip Raşit’e ilerledim. Kollarından tutup oğlunun önüne sürükledim ve çenesinden kavradım. “Bak lan!” Raşit, kafasını sağa sola çevirirken Ozan ve Serkan Raşit’in gözlerini açarak bakmasına yardımcı oldu(!) “Nasıl oluyor hisset. Sevdiğinin, canından can verdiğin bir insanın nasıl öldüğünü seyret!” Raşit, ağlayarak oğlunun cansın bedenini izlediğinde çenesini ittirerek elimden bıraktım. Kartal’ın sağlık durumuyla ilgilendiği kişinin yanına ilerleyip yanına çöktüm. “Kurşun omzundan vurmuş komutanım.” “En azından ölmeyecek.” dediğimde yarasına baktığı adam, gözlerini bana çevirdi. “Yoksa ölmemi mi isterdin acem kızı?” Gözlerinin rengi tanıdık değildi ama cüssesi ve sesi tanıdıktı. “Bir gün beni kurtarmaya geleceğine söz almıştım, hatırladın mı?” Şimdi seni yenmeme izin verirsen, bir gün dara düştüğünde bir nefes kadar ensende olacağım. Karşımdaki adam Kurt’tu. O zamanlar kullandığı maske yüzünden yüzünü hiç görmemiş olduğum için onu hatırlayamamıştım. Tabi ki de karanlık ve bilincimin de tam yerinde olmadığı anlarda da göz rengini anlayamamıştım. “Senin burada ne işin var?” Kurt, bakışlarını hâlâ arkamızda bağırmaya devam eden Raşit’e çevirdi. “Bu iti teslim edelim, uzunca konuşuruz Güvercin.” Söylediklerine karşı kafamı salladığımda koluna girip yardımcı olmaya çalıştım. Ağırlığının hepsini kullanamasa da dirayeti ve gücü hâlâ yerindeydi. Ozan ve Serkan Raşit’in ellerini kelepçeleyip ilerletmeye başladıklarında hep birlikte evin dışına yürüdük. Bir anda etrafımız kirpi ile sarmalanırken tepemizde bir helikopter uçuyordu. “Güvercin!” Alparslan albayın sesini işittiğimde karanlığın içinden onu seçmeye çalıştım. Silueti bana yaklaştığında onu fark ettim. Yanındaki Erdinç komutan ile karşımda durdu. “Valla helal olsun Alparslan. Ne yaptı etti, yakaladı Raşit’i.” Erdinç komutanın cümlesine yalnızca çenemi dikleştirmekle yetindim. Alparslan albayın bakışları arkamda kalan Akça Timi’ne çevrildi ve saniyesinde bana döndü. “Bizimkilerin haberi yok mu?” Sessiz kaldığımda, derin bir nefes aldım. “Bu zamana kadar alamadığım cevapların yerine saysınlar.” Dik başlılığıyla Raşit’e döndü ve kenarda bekleyen -tahminimce MİT görevlileriydi- onlara baktı. “Alın bunu Teşkilata götürün. Bizde en geç beş saat sonra orada olacağız.” MİT görevlileri Raşit’i alıp helikoptere bindirdiklerinde gözden kayboldular. Alparslan albayın bakışları bana çevrildiğinde ellerimi arkamda bağladım. “Evde bir leş var.” Albayın kaşları çatıldı. “Kim?” Gülümsedim. “Lotus.” Albayın çatık kaşları yukarıya doğru yükseldi. “Ama o ölmüştü.” diye cevapladığında omzumu silktim ve ellerimi çözdüm. Bir adım atıp çenemi dikleştirdim. “Artık bana doğruları anlatmanın zamanı gelmedi mi Alparslan amca? Şehit olmuş anne ve babamın emanetinin senden son isteği budur.” dedim ve yanından geçip bizi cevaplarımıza götürecek kirpiye doğru ilerledim. Bakışlarım gökyüzüne tırmanırken gökyüzündeki yıldızları ilk defa bu kadar aydınlık ve berrak gördüm. Yer ve gök bugüne şahitti ki zamanında alamadığım bütün soruların cevapları, artık açıklanmak için doğru zamandı. -
BÖLÜM SONU BÖLÜM SONU MEDYALARI Instagram: _jupiterdebirokur Tiktok: jr.napolita X: sultanakr9 Wattpad: sultanakr
Merhabalar efendim, ben geldim. Ne bölümdü ama? Sorularınız varsa şöyle alayım. Bol salya sümüğün ardından Raşit, devletin sıcak kucağına düştü. Bakalım sizce bizi bundan sonra ne bekliyor? Güvercin Timi’nin bu duruma tepkisi ne olacak?
Koyduğum son noktada görüşmek üzere.
Sultan Çakır
Dört kasım iki bin yirmi dört
|
0% |