Yeni Üyelik
17.
Bölüm

XII - SAVAŞIN SINIRINDA

@sultanakr

Merhabalar efendim, yeni bölümle buradayım. Aşağıda buluşalım.

Oy ve yorumlarınızı lütfen eksik etmeyin, keyifli okumalar.

Bölüm Şarkısı;

Bul Getir, Atakan Ilgazdağ - Fethi

 

🕊️

XII

14 Ekim 2021 / Hakkari

Mete Mert Çakır, Ağzından

Her zihnin bir yansıması vardır. O yansıma ne ise senin varlığın da odur.

Savaşın her anı, zamanın ve mekânın nasıl kaybolduğunu hissettiren bir karanlık gibiydi. Ama bu kâbus, bambaşka bir yerin karanlığıydı. Gözlerimi açtım ama her şey net değildi. Sanki bütün vücudum bir yere kayıp gitmişti. Künye, parmağımda olsa da bana ait olduğu hissini vermiyordu. Hava, ağır bir koku ile dolmuştu. Hem toprak kokusu vardı hem de bir şeyin sonlanmak üzere olduğu korkusu… Bir şey eksikti. Bir şey, hep eksikti.

Güvercin Timi, hepimizin bildiği o sessizliğiyle ilerliyordu. Ama bu sefer farklıydı. Yavaş, titrek adımlar, sesler daha kesik, daha korkulu. Bize doğru yaklaşan her şey, aniden yaklaşıyor gibiydi. Bir tüy kadar hafif, ama bir o kadar da korkunç. Buradaydık, ama kaybolmuş gibiydik. Köyün ortasında bir boşluk vardı. Her şey sıfırlanmıştı.

Ayaklarımın altındaki zemini titretecek kadar güçlü bir ses duydum. Çıkan o ses, kulaklarımı delip geçti. Bir patlama oldu. Tam içimden bir şeyin kopacağını hissettim. Yüzümü kapatan bir toz bulutu, beni benden aldı. Her şey bir anda alev aldı ama ışık hiç olmuyordu. Her şeyin karardığı o an Kalbim ağzımda, bacaklarımın altındaki toprak, beni hapsedecek gibi bir korku saldı. “Hayır!” diye bağırdım, ama sesim çıkmadı.

Bir an, dünya durdu. Ne bir kurşun sesi ne bir adım… Ne de bir çığlık. Herkes pustu. Kimse bir şey demedi, kimse bir yere gitmedi. Bir soğuk, bir sessizlik, bir bilinmezlik vardı. Her şey donmuştu. Sadece bir rüzgâr vardı ama o bile ölüydü.

Çatışmalara devam ettiler, ama ben durdum. Adımlarım ağır, beynimdeki boşluk bir ok gibi vücuduma saplanıyordu. Yavaşça ileri doğru hareket ettim. Ama her şey bana yabancıydı. Her şey bulanıktı.

Ve sonra, beklemediğim anda bir bomba daha patladı. O an, bir boşluğa düştüm. Kulağımda bir uğultu, gözlerimde kara bir perde. Vücudumun her tarafı sanki başka bir bedenin içine hapsolmuş gibiydi. O kadar kararmıştım ki, gözlerimi araladığımda her şey yeniden şekilsizleşmişti.

Pustuğum yerden doğruldum ama sanki etrafımda hiçbir şey yerli yerinde değildi. Her şey bulanık, kayıp, bir yere gitmişti. Sadece toz, toprak ve bir ses vardı. O kadar yavaş ilerliyordum ki, adımlarım neredeyse yoktu. Gözlerim puslu, kafam kararmıştı.

Birden, uzakta bir şey gördüm. Yerde yatan birini. İlk başta kim olduğunu anlayamadım. Gözlerim bulanıktı, dünya sanki benden uzaktaydı. O an, bir tür korku vücuda geldi. Bir şey vardı… bir his… Ona doğru ağır ağır ilerledim. Adımlarım, sanki toprağa kök salıyordu. Her adımda, vücudum bir ağırlıkla daha da derinleşiyordu. Kimdi o? Tanıyor muydum? Bir şey vardı ama tanımlayamıyordum.

Yavaşça, çok yavaşça yaklaştım. Gözlerim, bir an için netleşmişti. Yerdeki figür… Koşarak ona doğru ilerledim ama zaman bir şekilde duruyordu. Hızla hareket etmek istedim, ama vücudum sanki beni durduruyordu. Bir yük vardı, ağır bir yük. Sadece bir figür vardı. Tanımak istedim, anlamak istedim ama kimseyi bulamadım.

Yerdeki kişiyi çevirdim ama bir şey vardı… Yüzü yoktu. Hiçbir şey yoktu. Bütün her şey kaybolmuştu. Ellerim, titriyordu. Korku içimi kapladığında, her şey daha da silikleşti. Yüzü, kimliği, bir zamanlar tanıdığım her şey yok olmuştu.

Ve o an, içimdeki boşluğu bir çığlık sardı. Göz kapaklarım sonuna kadar açılıp dudaklarımdan bir haykırış döküldü. Yatakta doğrulan sırtımdan akan terleri hissedebiliyordum. Dilim damağım kurumuş bir şekilde üzerimdeki yorganı fırlattım ve odanın kapısına ilerleyip çıktım.

“Eyşan!”

Odasının kapısını açıp içeriye girdiğimde yokluğu yüzüme çarptı. Dişlerimin arasından solurken askılıktan kabanımı aldım ve daireden ayrıldım. Karşı dairenin kapısını sertçe yumruklamaya başladığımda kapı açıldı ve yumruğum havada kaldı.

“Eyşan, size geldi mi?” diye sorduğumda Barış, uykulu gözleriyle bana baktı.

“Anlamadım, komutanım.” dediğinde kafamı iki yana salladım ve merdivenleri inip aşağıdaki iki dairenin de ziline bastım. İki kapıda aynı anda açılırken Mücahit ve Osman’ın bakışları bana çevrilmişti.

“Eyşan, sizde mi?”

Mücahit, gözlerini ovdu ve bana baktı.

“Sizin dairede değil mi?” diye saçmaladığında sinirle Mücahit’in yakasından tutup kendime çektim. Korkulu gözleriyle bana baktı.

“Lan oğlum yukarıda olsa niye bu saatte kapını çalayım?” diye sorguladığımda aşağıdan bir ses yükseldi.

“Mete, aşağıya gelin.”

Caner’in cümlesiyle Mücahit’in yakasını bırakıp aşağıya indim ama Caner, üzerinde kabanı ve elinde sigarasıyla apartman girişinde duruyordu. Kaşlarım çatılı bir şekilde onun yanına ulaştığımda çenesiyle arabadan inen kişileri gösterdi. Üstleri kamuflajlı altı kişi, aracın önünde durup bana ve arkamdan gelen time bakmaya başladı.

“Bunlar kim?” diye sordu, Osman.

“Akça Timi; Alparslan albay yönlendirmiş, bizi korumaları için.” diye cevapladı, Caner.

Adımlarım onlara birkaç daha ilerlediğinde karşımdaki kısa saçlı kadın çenesini dikleştirdi.

“Alparslan albayın emri ile Şırnak’a dönüyorsunuz. Raşit, yüzbaşı tarafından yakalandı ve şu an Şırnak’a doğru yola çıktılar. Siz de bu araçla güvenli olarak gönderileceksiniz.” dedi ve arkasını dönüp time eliyle işaret verdi.

“Bekle, bekle. Hangi ara oldu bu olay?” diye sorguladığımda kadın bana döndü ve bir kez daha çenesini dikleştirdi.

“Bu konuda malumatım yok ben, sadece bana ileteni iletmekle yükümlüyüm komutanım.”

Kafamı ağırca salladığımda önündeki kız, son bir kez Caner’e baktı ve ağır adımlarla markete girdi. Alev ve Barış önüme geçip durduklarında Osman’da onların yanında yerini almıştı.

“Bir an önce gidelim komutanım. Bizim deliyi yalnız bırakmayalım.”

Çenemle aracı işaret ettiğimde herkes arabaya bindi. Yavaş adımlarla araca yerleştiğimde bakışlarımı apartmana çevirdim. Haber vermeden gitmesi, ruhumda bir korkuya sebebiyet vermişti.

Kalbini çok fena kırmış olmalıydım.

Sadece zarar görmesin istiyordum ama bu sefer güvenini kırmıştım.

“Neden tek başına hareket etti?” diye sordu Alev. Bakışlarım ona doğru çevrildiğinde sustu ve gözlerini devirdi. “Bizim yüzümüzden. Artık bize hiçbir zaman güvenemeyecek beyler. Bunu beyninizin bir köşesine yazın, tabi varsa.”

“Senin karada çalışıyor mu ki?” diye söylendiğinde Barış, Alev ona karşı ayağını kaldırdı. Tam vuracaktı ki Osman araya girdi.

“Kesin şunu. Durumun ciddiyetini kavrayın, Raşit yakalandı.”

Alev, havaya kaldırdığı ayağını indirip Osman’a baktı.

“Yakalanmadı, üsteğmen. Eyşan yüzbaşın, nasıl olduysa gidip laps diye aldı.”

Aracın içinde bir sessizlik olduğunda bakışlarımı onlardan çekip dışarıya baktım. Zihnimdeki yansımada şimdi başka bir durum vardı. Gördüğüm kâbus, her bir köşesine işlenmiş vaziyette bekliyordu. O, ne durumda karşıma çıkacaktı bilmiyordum ama hayırlı bir şey olmayacağı kesindi.

 

 

 

🕊️

Karanlığın örtülü olduğu göz kapaklarım yukarıya doğru kıvrıldığında gelmiş olduğumuzu fark ettim. Yorgunca oturuşumu düzeltirken kaşlarım çatıldı ve etrafta gezindi.

“Burası neresi?”

Caner, bakışlarını bana çevirdi.

“Siz uyurken babam aradı. Mit’e geçin, bizde geliyoruz dedi.”

Hiçbir şey demeden öylece durduğumda kapıyı açtı ve önce o indi. Caner’in de bana karşı sakladığı noktalar vardı ama her şeyin açığa çıkma zamanı vardı. Onun daha sırası gelmemişti fakat her şey ortaya çıktığında yer yerinden oynayacaktı.

Arabadan inip Mit binasına girdiğimizde içerinin yoğunluğu gözle görülür biçimdeydi. İlk geldiğimde açık olan ekranların her biri kapalıydı ve sanki hiç yoklar gibiydi. Bilgisayarların karşısında oturan görevliler harıl harıl çalışıyordu.

“Dikkat.”

Caner’in komutasıyla arkama döndüğümde babamı ve Erdinç komutanı gördüm. Esas duruşa geçtiğimde babamın gözleri bana çevrildi. İlk defa bu kadar huzurlu bakıyordu. Her zaman dik gördüğüm omuzları, bugün sanki biraz çökmüştü. Erdinç komutanın gözleri ise parıldıyordu; Zafer, biz kazandık dercesine time bakıyordu.

“Geçmiş olsun çocuklar. Yüzbaşı Asena Eyşan Boduroğlu, Raşit’i yakaladı.” diye bağırdığında arkamızdan bir alkış tufanı koptu. Bakışlarım merakla etrafta gezinirken bir tek onu arıyordum: Eyşan’ı.

Babam ile gözlerimiz kesiştiğinde tam nerede olduğunu soracaktım ki bakışlarım arkasına kaydı.

“Güvercin.”

“Komutanım.”

Osman ve Mücahit’in sözcükleri gördüğüm simanın doğruluğunu kanıtlayacak kadar gerçekti. Önünde ve arkasında takım elbiseli adamlar vardı. Hızlıca ellerine indiğimde bileklerine bağlanmış kelepçeyi fark ettim.

“Neler oluyor, neden elleri bağlı?” diye sordu Alev, benim zihnimden geçenleri. Aramızdan ayrılıp Eyşan’a gidecekti ki Barış ve Erdinç komutan durdurdu. “Bekleyin.” dedikten sonra Eyşan, odanın içine girdi ve gözümden kayboldu.

“Birtakım prosedür için onu İstihbarat başkanı sorguya çekecek. Kanarya görevinde özel bir tim komutanı, ajanlık yaptığı ve Raşit için çalıştığı için göstermelik olarak kayıt alınacak.”

Alev, kolunu tutan Barış’a öfkeyle bakıp kolunu kurtardı.

“Beni de sorguya alsınlar o zaman. Bende Kanarya görevinde bulunan, devleti için çalışan bir askerim.”

Erdinç komutan kafasını iki yana salladı.

“Kanarya’nın her zaman başındaki isim Asena Gündüz’dü. Eyşan oraya kendi kimliği ile değil, Asena Gündüz olarak girdi. Yani Eyşan’ı değil, Asena Gündüz’ü sorguya çekecekler.”

Zihnimin içinde bir saat gördüm. Tik ve tak sesleri ruhumun boşluğunda yankılanırken bakışlarım babama çevrildi. Gözlerindeki yorgunlukla beni izlediğini fark ettim. Gözlerimi hiç kaçırmadan bakmaya devam ettiğimde omuzları yükselip alçaldı.

“Oturun, sorgu uzun sürecek.”

 

15 Ekim 2021 / Şırnak

Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından

Tik.

Tak.

Duvarda asılı saatin sesi, kalbimin nabzı ile eşdeğerdi. Yavaş ilerleyen zaman, iki yanıma dikilmiş görevliler haricinde dikkatimi toplayacak tek şeydi. Bakışlarım kelepçeli ellerimde dolanırken dilimi dişlerimin ardında gezdirdim. Saatin akrebi bir saniyeliğine bulunduğu yerden kaçtı ve ruhuma daldı. Kuyruğunda barındırdığı zehri bir anının üzerinde gezindirdi.

“Yüzbaşı.”

Arabaya bindiğim hâlde kafamı dışarıya çıkartıp Alparslan albaya baktım.

“Şırnak’a gittiğimizde seni sorguya çekecekler. Orada kendi kimliğinle değil, Asena Gündüz olarak oturacaksın.”

Bir kapı sesi tüm anıların zehirle dolup yok olmasına neden olduğunda bakışlarımı bileklerimden çekip kapıya baktım. Kolunun altına sıkıştırdığı bir dosyayla içeriye; uzun boylu, esmer ve gözlüklü bir adam girip kapıyı kapattı. Dosyayı koltuk altından alıp masanın üzerine yavaşça bıraktı ve sandalyeyi çekip tam karşıma oturdu. Bakışları tam gözlerimin içinde dolanırken tek kaşı yukarıya yükseldi.

“Asena Gündüz. Ben İstihbarat Başkanı Hakan Koral, sorguya hazır olduğunuzu düşünüyorum.”

Hiçbir şey söylemedim, öylece yüzüne baktım. Kafasını ağırca salladı ve aralı dudaklarından içli bir nefes verip önündeki dosyayı açtı. Detayları okudu, gözleri arada bana baktı ve saliseler içinde dosyaya geri döndü. Aynı şekilde durmaktan sıkıldım ve bakışlarımı kafasının üstünden duvara baktım.

“Sıkıldın mı yüzbaşı?” diye sordu.

Yine cevap vermedim.

Sinirlenmiş olacaktı ki elini masaya vurduğunda ağırca gözlerimi gözlerine çevirdim.

“Sana bir soru sorduğumda onu cevapla, yüzbaşı.” diye söylendi, kelimelerin üzerine bastırarak. Gözlerindeki sakinlik ile cümleleri çatışıyor gibiydi. İşaret parmağıyla burnundan kayan gözlüğü düzeltti ve yeniden dosyaya baktı. Birkaç dakika daha geçtiğinde dosyayı kapattı ve üzerinde ellerini birbirine kenetleyip tamamen bana odaklandı.

“Çayeli, Rize doğumlu Asena Eyşan Boduroğlu. 1996’lı olmana rağmen, başarıdan başarıya koşmuş ve terfi atlamışsın. Bütün görevlerde birinciliğin ve zaferlerin var. Şırnak’a, anne ve babanın görev yaptığı yere atandığında bir timin komutanı olmaya hak kazanmışsın. Ta ki yemin töreni sırasında ailen şehit olana kadar. O günün ertesi günü Kanarya adlı göreve atanmış ve vatan haini Raşit Fas’ı yakalamak için onun yanında ajan olmuşsun.”

Yavaşça arkama yaslanıp kafamı salladım.

“Söylediğiniz her şey doğrudur.”

“İsmin her yerde Asena Gündüz olarak geçiyor fakat Raşit’in yanında Eyşan Boduroğlu’nu kullanıyorsun. Bu durumun Raşit’i şüphelendireceğini hiç düşünmedin mi yüzbaşı?”

Derin bir nefes aldım.

“Zaten şüphelendi. Raşit Fas’ın yanında yer aldığım anlarda bana hiç güvenmedi.”

Hakan Koral, yalnızca kafasını salladı ve derin bir nefes aldı.

“Raşit’i yakaladın Eyşan fakat bilmelisin ki vatan haini bir adamı ele geçirmek seni kahraman yapmaz.”

Yarım ağız gülümsedim.

“Ben kahraman değilim beyefendi. Ben bir askerim. Devletim bana ne görev verirse onu yapmakla mükellefim.”

Karşımdaki başkan bıyık altından güldü ve kafasını iki yana salladı fakat uzun sürmedi.

“Gerçekten bu kadar soğukkanlı mısın yüzbaşı? Yoksa seni sorguya çektiğim için mi böylesin?”

Dudağım eski hali olan ifadesizliğe büründüğünde kaşlarımı çattım.

“Soğukkanlıyımdır başkanım.”

Başkan dudaklarını araladı ama sözcükler bir çıkış noktası bulamadı. Bakışları gözlerimden ayrılmadan masaya doğru eğildi.

“Peki, Raşit Fas’ın aileni şehit ettiğini bildiğin hâlde onu neden öldürme gereksinimi duymadın?”

Arkama yaslı, öylece durdum fakat ruhumda küçük bir yangının kokuları yayılıyordu. Kabuk bağlamış yaraların hiç geçmeyecek izlerini sanki siliyor gibiydi. Vicdanımın uğultusu tüm bedenimi sarmıştı.

“Ben Kanarya görevine ailem daha toprağa verilmeden gönderildim. Acım ve kinim tazeyken, daha yeni birlikte görev yapacağım kardeşlerimden ayrı düştüm. Yas tutacağım yerde beynimde intikam yeminleri dolaşıp duruyordu fakat bir nokta vardı. O öyle bir noktaydı ki her şeyin önüne geçti. Raşit Fas’ı öldürebilirdim, elime çok fırsat geçti ama öldürmedim.”

Derin bir nefes aldım ve onun yaptığı gibi masaya eğildim.

“Ben adalet değilim.”

Bileklerimdeki kelepçenin şıngırtısı kulağıma ulaşırken avuç içlerimi başkana çevirdim.

“Ama arkadaşlarımın tenimde bıraktığı kanları silmek için düşmanı öldürebilirim. Bu odanın dışındaki arkadaşlarımı esir alsanız, bu kelepçelerden kurtulup onlara koşabilirim. Ben, kurtaramadığım her can için her gün ölebilirim ama herkesi yaşatırım. Raşit’i bu yüzden öldürmedim. Onun en büyük cezası, hainlik ettiği yüce devletimin şefkatli kollarıdır.”

Karşımda oturan başkan ellerini masanın üzerinden çekmeden arkasına yaslandı ve yanımda dikilen görevlilere baktı. Çenesiyle bileklerimi gösterdi.

“Çözün.”

Sağımdaki görevli bana yaklaşıp bileğimdeki kelepçeyi çözdüğünde bileklerimi ovaladım ama hâlâ gözlerim başkandaydı.

“Sorgu bitmiştir. Bu vatan, yaptığınız hiçbir şeyi unutmayacaktır.”

Dudaklarımda buruk bir gülümseme oluştu. Ağırca oturduğum yerden kalkıp esas duruşta bekledim. Eliyle kapıyı gösterdiğinde derin bir nefes aldım ve omuzlarımı dikleştirdim. Kapıdan çıktığımda gözlerim oturan Güvercin Timi’ne çarptı. Beni içlerinde ilk gören Alev olmuştu. Dudakları aralanarak bir şeyler söylemişti ve herkes bana bakıp bir anda ayağa kalkmıştı. Alparslan albay ve Erdinç komutan ayağa kalktığında ağır ağır onlara yürümeye başladım.

Gözlerimi onlardan çekip Mete’ye baktım. Her adımımda siyahlarının etrafını sarmış mavilere tutundum. Gözlerini kırpmadan bana bakmaya başladığında dudağının küçük bir kenarı, yalnızca benim görebileceğim şekilde kıvrılmıştı.

Düşeceğim, dedim gözlerine.

Tuttum seni, dedi gözleriyle.

Yanına yaklaşana kadar neredeyse hiç gözünü kırpmadı. Güvercin Timi’nin biraz ilerisinde durup sırtımı onlara çevirdim ve Erdinç komutan ile Alparslan albaya baktım.

“İyi işti çocuklar.”

Dik tutmaya çalıştığım omuzlarım yorgundu.

“Şimdi doğruca hastaneye gidip Kubilay’ı alın ve askeriyeye geçin. İki gün sonra Güvercin Timi için yemin töreni yapılacak.”

“Emredersiniz komutanım.” diye söylendiğimizde omuzlarım inmeye çalışıyordu ama inatla dik tutuyordum. Alparslan albay, Erdinç komutan ile bilgisayar dolu köşeye doğru ilerlerken bakışlarımı Güvercin Timi’nde gezdirdim.

“Kubilay’ı almaya gidelim.”

Hepsinin gözlerinin içinde fark edilecek büyüklükte bir parıltı vardı. O parıltı etrafımı sardı ve kollarıma dolanarak beni sürüklemeye başladı. Soluma Mücahit, sağıma ise Alev geçmişti. Hızlı adımları yorgun düşmüş bedenimi bir nebze olsun desteklerken gülümsedim ve onlara ayak uydurdum. Hepimiz araca doluştuğumuzda Alev, beni hâlâ bırakmamıştı. Kolumu ondan çekmeye çalıştım fakat daha çok sarıldı.

“Bıraksana kızım kolumu.”

Alev, omzunu silkti.

“Bana ne, bırakmayacağım.”

Kolumu sertçe çekip kucağıma aldığımda yeniden kolumu kendine çekti. Herkes gülmeye başladığında sinirle Alev’e baktım.

“Hasbinallah ve Nimel Vekil!”

Alev, gözlerini kırpıştırarak yüzüme baktı.

“Amin.”

‘İ’ kısmını uzatarak söylemiş ve ekibin daha da gülmesine sebep olmuştu. Bir anlık boşluğuma gelirken yüzümü çevirdim ve kıkırdadım.

“Aha! Güldü valla güldü lan. Bakayım şu endamına, boyuna, posuna.” dediğinde bakışlarımı yüzüne çevirdim. “Puh.”

“Siktir.” dedi, Barış.

Alev, biraz önce yüzüme mi tükürmüştü?

Üzerindeki kazağın kollarını avuçlarına kadar çekti ve yüzümü silmeye çalıştı.

Evet! Yüzüme tükürmüştü. Ensesinden tutup öne eğdiğimde eliyle bana vurmaya çalıştı. Herkes yeniden gülmeye başladığında Barış’ında ensesini kavrayıp Alev ile kafalarını yaklaştırdım.

“Çarpayım mı he yumurta gibi kafalarınızı?”

“HAYIR!”

İkisini de kendimden uzaklaştırıp arkama yaslandım.

“Rahat durun o zaman.”

Alev, alnına yapışmış saçlarını geriye doğru iterken öndeki Mücahit’in sesini işittim.

“Komutanım, geldik.”

Kalbim, Kubilay’ı göreceğimiz düşüncesiyle ritmini coştururken derin bir nefes aldım ve araçtan önce ben indim. Ezbere bildiğim yolları arşınlarken odanın önünde durup bodoslama içeriye daldım. Elim kapı kulpunda asılı kalırken kıçımda biten Güvercin Timi “Biz geldik!” diyerek içeriye dalmıştı ama bir sorun vardı.

“Lan!”

“Oha!”

“Kubilay, kalk. Kubilay!”

Yonca ve Kubilay, yatağın üzerinde.

Hayır, Kubilay Yonca’nın Yonca yatağın üzerinde öpüşüyorlardı.

Kafamı iki yana sallarken Osman Kubilay’a doğru yaklaştı. Yonca yataktan hızla kaçıp bir köşeye sinerken Osman, Kubilay’ın kafasına vurdu.

“Lan bizim götümüzden mermiler seksin, Kubilay Bey burada haşna fişnetsin.”

Kubilay, yattığı yerden doğrulup Osman’ın karşısına geçtiğinde kocaman sarıldı.

“Lan yürü git lan! Aa çocuğa bak, beni sikecek.”

Bütün tim gülmeye başladığında Kubilay’ın bakışları bizi buldu. Utançla her birimize bakıp yüzü düştü. Hafifçe gülümseyip onlara doğru ilerledim ve Kubilay ve Yonca’yı kollarımın altına bir kartal edasıyla sardım.

“Yonca, ailene söyle kızım. Seni istemeye geliyoruz.”

Kubilay’ın bana bakışı, ömrüm boyunca ondan hiç görmediğim bir cümle gibiydi. Gözleri kıpır kıpır bir şekilde bende ve timde gezindiğinde gülümsemeye devam ettim.

“Raşit yakalandı ve artık biraz olsun kendi hayatımıza dönebiliriz.”

Bütün tim nedensizce alkışlama gereksinimi duyduklarında Yonca’nın bana baktığını fark ettim. Hiçbir şey dememesine rağmen oda gözleriyle birçok şey anlatıyordu. İçli bir nefes aldığında gülümsememi küçülttüm.

“Ama önce askeriyeye gitmemiz gerek. İki gün sonra yemin törenimiz olacakmış. O güne kadar en azından biraz dinlenebiliriz.”

 

Yazar, Ağzından

Şırnak’ın gün batımının kızıl ışıkları Güvercin Timi’nin yüzlerine vururken askeriyeye giriş yaptılar. Eyşan Boduroğlu, gözlerini ufuktan ayıramazken ona bakan birisi de gözlerini Eyşan’dan ayıramıyordu. Mavilerinde oluşan köpüklerin her biri, duygusal bir baloncuğa dönüşmüştü. Bir baksa yerle yeksan olacaktı: Mete Mert Çakır.

“Evimizdeyiz, Kubi. Evindesin.” dedi Yonca, sadece Kubilay’ın duyabileceği şekilde. Kubilay kolunun altında, ona yardımcı olan Yonca’sına baktı. ‘Benim evim sensin.’ dedi içinden. “Evimizdeyiz.” dedi yine de.

“Havacı, sen bayağı bir alıştın buralara ha.” diye yine uğraştı Barış, Alev’le. Alev, onu takmayıp sadece saçlarını yüzüne doğru savurduğunda koşarak önde yürüyen Eyşan’a yaklaştı.

Osman ve Mücahit sessiz bir şekilde yürümeyi tercih ederken Caner’in bakışları yalnızca önündeydi ama aklı farklı yerdeydi. Akça Timi’nin komutanı nasıl olduysa o günden beri aklında çıkmıyor ve bulunduğu durumu daha da karmaşık bir hâle getiriyordu. ‘Aşk yok.’ dedi, zihnine. ‘Aşk hata yaptırır.’ dedi, öndeki ikizine bakarken.

Güvercin Timi, tüm heyecanlarıyla ve yorgun bedenleriyle odalarına kapandığında her biri dolabına koştu. Eyşan, üniformasının yeni yıkanmış olmasına rağmen sinmiş barutunu kokladı. Gözleri dolabın kapağındaki anne ve babasının resmine ilişirken üniformayı kenara bıraktı ve resmi alıp yatağın üzerine oturdu. Göz bebekleri titreyerek fotoğraflara dokunduğunda dudaklarının büzülmesine engel olamadı.

“Eyşan?”

Dizlerinin dibine çöken kadınlara baktığında yüzünü bulanık olarak gördü.

“Artık bitti, ağlayabilirsin.”

Bir damla düştü Eyşan’ın gözlerinden, annesinin fotoğrafına.

Bir damla düştü Eyşan’ın gözlerinden, babasının fotoğrafına.

Parmakları arasında tuttuğu fotoğraf yukarıya yükseldi ve kalbinin en yanan yerine basıldı. Alev, gözündeki yaşlarla yüzü buruşmuş bir şekilde acı çeken kadını izledi. En çok o hak etmişti bu zaferi. Şimdi dilediği her şeyi yapmalı gerekiyorsa göz pınarları kuruyuncaya kadar dökemediği yaşı dökmeliydi. Gözlerini Yonca’ya çevirdi.

‘Soğur mu ki?’ diye sordu gözleriyle Yonca’ya.

‘Ne soğuyacak ki?’ diye sordu, Yonca Alev’e.

‘Kalbinde yanan alev, bir gün soğur mu?’ diye sordu, tekrar Yonca’ya.

‘Soğumaz.’ dedi, zihni. ‘Her bakışında yine yanar bedeni.’ diye cevapladı, kendini.

İşte o zaman anladı. Kız kardeşinin çektiği acıların bedeli daha çıkmamıştı.

Zaman.

En büyük bedeldi.

Bir başka odada sazına sarıldı, Deniz. Her teline vurduğunda odada yankılanan melodi, yan odalardakilerin dikkatini çekmişti, hepsi doluştu odaya. Mücahit, Osman ve Caner aynı yere otururken Mete, Barış, Kubilay ve Alper birlikte oturmuşlardı.

“Tabib sen elleme benim yaramı
Beni bu dertlere salanı getir
Kabul etmem bir gün eksik olursa”

“Benden bu ömrümü çalanı getir
Git ara bul getir saçlarını yol getir”

Deniz, her sazına vurduğunda hıçkırdı Eyşan. İki oda arasındaki herkes komutanlarının ağlayışlarını duydu. Deniz, daha içli bir şekilde söyledi türküsünü. Osman, daha içli bir nefes çekti ciğerlerinden. Mete, gözlerini dikti duvara ve öylece bakmaktan başka bir şey yapamadı. Nefes alamadı, ciğerlerine dolu hava sıkıştı kaldı. Kalbini bir el sarmaladı, parçaladı farkında olmadan. Yandı, kavruldu Mete.

Sol gözünden bir damla yaş aktığında kimse görmedi.

“Benden bu ömrümü çalanı getir
Git ara bul getir saçlarını yol getir”

 

18 Ekim 2021 / Şırnak

Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından

Bir kadın tanıdım.

Üzerinde üniformasıyla aynaya bakıyor ve göğsünün solunda yazan isme bakıp iç çekiyordu.

Bir çocuk tanıdım.

Üzerinde üniformasıyla aynaya bakıyor ve göğsünün solunda yazan isme bakıp iç çekiyordu.

Geçmişimde aldığım her yara, karşımda duran aynanın önündeki kadın ile örtüşmüyordu. Bir zamanlar korunaklı zırhım olan ‘Gündüz’ soyadı yerini, resmen Boduroğlu’na bırakmıştı. ‘Artık sen Asena Gündüz’sün.’ diyen babamın titreyen sesi hâlâ zihnimde bir yerlerde dolanıyordu. O gün ben yalnızca adımı değil, kimliğimin bir parçasını da yitirmiştim. Asena Gündüz ile geçen yıllarım, sürekli tetikte geçirdiğim zamanlarımdı. Oyun oynamayı unutmuş bir çocuk gibi, güven duygusuna da geride bırakmıştım.

Şimdi ise; Güvercin Timi’nin yüzbaşısı olarak, karanlık geçmişime rağmen dimdik ayakta duruyordum. İki saat sonra yapılacak yemin töreninden sonra bu resmen gerçekleşecekti. Kanlı bitmiş bir törenin izleri bu sefer sağlam temellerle atılacaktı.

“Komutanım, bu ne şıklık?” diye söylendi Alev. Gülümseyerek ona baktığımda üzerimi bir kez daha düzeltip bedenimi ona çevirdim.

“Sahiden olmuş muyum?”

Alev’in bakışları üzerimde alayla gezdi.

“Mete yüzbaşım bayılmasın yemin töreninde?” diye söylendiğinde sertçe elimi ona doğru savurdum fakat hızla geriye kaçarak ona vurmamdan kıl kapı kurtulmuştu. İşaret parmağımı ona doğru salladım.

“Alev, seni uyarıyorum. Sakın onun yanında böyle şeyler yapma.”

Alev, cıkladı.

“Tı, Tı, Tı. Aşka hürmetin yok midir komitan? Afkurma.”

Alev, ağzını büzerek söylediği şeyi az buçuk tahmin etmiştim. Gülhatun nineyi taklit etmeye çalışmıştı. Aklı sıra gülmemi bekliyordu ama gülmemiştim. Bakışlarımın karardığını görmüş olacaktı ki hızla odanın kapısına koştu.

“Gel buraya.” Peşinden koştuğum sırada aralı kapıdan kaçtı ama ben, sert bir bedene çarpıp geriye doğru sendelemiştim.

Ben.

Sendelemek.

Mete’ye.

Mete?

Şaşkınca Mete’ye bakarken sol elinin belimde olduğunu fark ettim. Elinin dokunduğu yerler alev alırken dişlerimi sıktım ve bir adım geriledim. Eli belimden düşerken bakışları gözlerimde gezindi.

“Hayırdır, yolculuk nereye?” diye sorduğunda elimle koridoru gösterdim.

“Yemin törenine yüzbaşım.”

Mete, alayla kaşlarını yukarıya çekti.

“Allah Allah, bak sen şu işe. Bende gezmeye gidiyoruz sanmıştım.”

Gözlerimi, gözüm çıkacakmışçasına devirdiğimde yanından ayrıldım ve başımdaki bordo bereyi düzeltirken yürümeye başladım. Mete “Eyşan.” dedi ve kolumdan tutup önüme geçti.

“Ne zaman benimle konuşacaksın. Dünden beri benden kaçıyorsun?”

Sorduğu soruyla derin bir nefes alıp cevap vermeye hazırlanırken bakışları bereme takıldı. Elleri havaya yükselirken parmaklarıyla beremi düzeltmeye başladı. Kasılan kolları gözüme çarparken çaktırmadan yutkunmaya çalıştım ama boğazımdaki taş, sanki dereye ‘gluk’ diye düşmüştü. Mete’nin anlamamış olması için dua ederken yana doğru yükselmiş dudağını gördüm. Ellerimi göğsüne koyup ittirdim ve yanından jet hızıyla yürümeye başladım.

“Kaç bakalım yüzbaşı, daha nereye kadar kaçabileceksin?”

Arkamdan bağırışını duymamaya çalışırken adımlarım daha da hızlandı ama bir bedene daha çarptı.

“Lan yeter. Albayım.”

Boğazıma takılan öksürük krizini ufak çaplı hallettikten sonra Alparslan albaya baktım. Önce oğluna sonra da babasına çarpmıştım. Lanet olsun bu hayat, ben seni sevmiştim sen neden böyle yapıyorsun?

“Acelen mi vardı yüzbaşı?” diye sorarken arkama bakıyordu, Alparslan albay. Arkamdan gelip yanımızdan usulca giden Mete’yi fark ettiğimde işaret parmağının yanından gizlice sallandığını gördüm.

Pislik herif.

“Yüzbaşı, sana göstermek istediğim birileri var.” dediğinde bakışlarımı albaya çevirdim. Önümden yürümeye başladığında onu takip ettim ve törenin yapılacağı alana geçtik. Arkası dönük üç kişiyi gördüğümde adımlarım yavaşlayarak durdu. Alparslan albay, durduğumu fark etti ama önemsemedi.

Alparslan albay, önümde duran üç kişiye beni gösterdiğinde üçü aynı anda arkasına döndü. Bastonunun çevresinde dönüp bakışlarını bana çeviren bir adet Dirvana vardı. Bakışları üzerimde gezinip gözlerime çevrildiğinde kaşlarımı çattım.

Ne yani, ölmemiş miydi?

Deden öldü, Eyşan.

Alparslan albay, yanımda durduğunda bakışlarımı Dirvana’dan çektim ve ona baktım.

“Raşit, Dirvana’yı arıyordu ve onun yanına gittiğinizi biliyordu. Ondan dolayı onu öldü olarak göstermemiz gerekiyordu.”

Nefesimi tutup Dirvana’ya baktım.

“Ama nabzı?” diye kekelediğimde Alparslan albaya baktım. Tek kaşı ve başı sağa doğru eğildiğinde ‘Bir düşün bakalım.’ dercesine baktı. Kalbimin üzerinde geçmişten kalan bir acı hissettiğimde ne olduğunu anlayabilmiştim. Olası bir durumda vurulursak, üzerimize yerleştirilen düzenek belli bir süre nabzımı durduracak ama nefes almamıza destek olacaktı.

“Sonuç olarak Dirvana ölmedi ve kanlı canlı karşında Eyşan.”

Bakışlarım Alparslan albayın cümlesinden sonra Dirvana’ya döndüğünde Dirvana, elindeki bastonu Züğürt’e bıraktı. Ağır ve yavaş adımlarla önüme yürüdü ve titrek bakışlarını gözlerimde, yüzümde, saçımda, beremde, soyadımda, üniformamda gezdirdi. Aralı dudakları titredi.

“Yağmur’umun yavrusu.”

Gözlerim dolmamıştı ama burnumun direği sızlamıştı.

“Affet beni kızım.”

O ağladı ben ise onu izledim.

“Annenin yanında olmadım ama hep senin yanında olacağım.”

O bağırdı ben ise sustum.

“Ethem ile Yağmur’un yavrusu.” dediği an iki gözümden de yaş döküldü yanaklarıma. Evet dedim, ben onların yavrusuyum. Zihnime işlenmiş adlarını bir kez daha okudum. Adımlarım ayrıldı onların yanından. Zihnime düşmüş her anı canlandı, bir köşesinde. Elimde bir sancak, arkamda Güvercin Timi yürümeye başladım.

Bu, yalnızca bir tören değildi, yeni bir kimliğin kabulüydü.

Her şeyin başladığı yerde, yeniden değişeceği an.

Bakışlarım saniyelik protokol yerine kaydığında anne ve babamın siması hücum etti aklıma. Bana bakarken ki gülüşleri ve gururlu bakışları, Dirvana ve Gülhatun ninenin yüzlerine yansımıştı. Kalp atışlarım hızlı ve sertti, adeta kafamda yankı yapıyordu.

“Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada her zaman ve her yerde.” diye bir haykırış koptu dudaklarımın arasından. Sol elim silahıma dokunurken başım, dimdik ve ileriye bakıyordu. Yanımda Mete, onun arkasında Caner, Mücahit, Alev, Barış ve Alper sıralanmıştı. Benim arkamda ise Osman, Kubilay, Yonca, Deniz, Mehmet ve Hüseyin vardı. Bu sefer ayaklarımın altı titremiyordu.

“Cumhuriyet ve vazife uğrunda seve seve hayatımı feda eyleyeceğime namusum üzerine and içerim.”

Protokol ayağa kalkarak hazır ola geçtiğinde bakışlarım Züğürt’e kaydı. Üzgün bakışları yerde gezinirken adımlarını takip ettim. Şehitlik yoluna giderken derin bir nefes aldım ve bakışlarımı Alparslan albaya çevirdim. O da benim gibi merakla Züğürt’ün arkasından bakmış olmalıydı ki başıyla git işareti yaptı.

“Güvercin Timi! Beni takip edin.”

Tim ile birlikte yan yana yürüyerek Züğürt’ü takip etmeye başladık. Züğürt, şehitliğin önünde durduğunda adımladım ama Güvercin Timi, biraz arkamda beklemeyi tercih etti.

“Züğürt?” diye seslendim.

Dönük sırtını bize çevirdiğinde boş gözlerle gözlerime baktı. Bakışlarından hiçbir şey anlaşılmıyordu. Kulaklarım bir kanat sesi duyduğunda gözlerimi ondan çekip havada uçan güvercine baktım.

“Ve lâ tahsebennellezîne kutilû fî sebîlillâhi emvâtâ(emvâten), bel ahyâun inde rabbihim yurzekûn(yurzekûne). Ferihîne bi mâ âtâhumullâhu min fadlıhî, ve yestebşirûne billezîne lem yelhakû bihim min halfihim, ellâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).”

“Ne demek istiyor?” diye sorguladı Alev, arkamda.

“Ve Allah’ın yolunda öldürülenleri, sakın ölüler sanmayın. Hayır, (onlar) hayydırlar (canlıdırlar), Rab'lerinin katında rızıklandırılırlar. Allah'ın onlara kendi fazlından verdiği şeyle ferahlarlar. Ve arkalarından henüz kendilerine katılmayan (henüz şehit olmayan) kimselere, "onlara bir korku olmayacağını ve onların mahzun olmayacaklarını" müjdelemek isterler.” diye cevapladı, Osman.

Bakışlarım şehitlerin üzerinde uçuşan güvercinden ayrılırken Züğürt’e baktım. Gözlerinin siyahlığında adını koyamadığım bir şeyler vardı. Gözlerini yere indirdiğinde kaşlarımı çattım.

“Yelkovan durur, akrep ise yaklaşır. Zamanın nefesi kesildiğinde, geçmişin ağır adımları yeniden yankı bulur. Her şey sükunetle duraklar ama hiçbir şey değişmez; geçmiş, tekerrür eder. Ve bir an için, karanlıkta, beyaz bir örtü üzerinde akmış bir kanın soğuyan izleri belirir. Bir an, ölüler bile uyanır gibi gelir, geçmişin yankıları ruhunun derinliklerine işler.”

Yere dönmüş bakışlarını bana çevirdi. Sözleri, bir kehanet gibi havada asılı kalmıştı ve içimdeki karanlık, boğucu bir kasvete dönüşmüştü.

“Lanetli geçmiş.” dedi, sesinde keskin bir soğukluk vardı. “Sevdiğin birini daha alacak geleceğinden, yüzbaşı.”

-

 

 

 

 

🕊️

 

 

 

 

BÖLÜM SONU

Merhabalar efendim, geçiş bölümümüz ama önemli bir noktayla yeniden buradayım. Mete’nin ilk başta gördüğü kâbus ile, Züğürt’ün söylediği cümleler arasında bir bağ var. İlerleyen bölümler de okuyup göreceğiz. Birçok ayrıntının toplandığı özel bölüm yazacağım. Çünkü farklı bilgiler yalnızca aklı karıştıracak.

 

 

 

 

 

Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle

 

 

 

 

 

Sultan Çakır

 

 

 

 

 

Sekiz kasım iki bin yirmi dört

Loading...
0%