Yeni Üyelik
18.
Bölüm

XIII - GECEYE SÜRGÜN AŞK

@sultanakr

Yine upuzun bir bölümle geldim fakat mendillerinizi unutmayın.

Oy ve yorumlarınızı lütfen eksik etmeyin, keyifli okumalar.

Bölüm Şarkısı;

Affet, Müslüm Gürses

Elimde Fotoğrafın, Bergen

 

 

🕊️

XIII

 

25 Kasım 2017 / Şırnak

Dağların üzeri bembeyaz bir gelinlikle kaplıydı. Eteklerine bulaşmış kan taneciklerinin izleri ise hâlâ sıcaktı. Sis ile kaplı havaya bir sigara dumanı yükseldi. Gri zehir bulutu önce ciğerleri dağladı ardından havaya karıştı. Askeriyenin hemen önünde kederle sigarasını içen biri vardı, Asena Gündüz.

Gözünü ayırmadan titrekçe çektiği nefesler, dudaklarının arasından yoğun bir dumanla buharlaştı. Gecenin rengine karışmış keskin bakışları, beyaz karda gezindi. Zihnindeki uğultu zeminde asılı kalmış sise bulaştı.

“Hayır!” diye bağırdı, kulağının içinden bir ses.

Göz bebekleri titredi, içine üşüme geldi. Parmağının arasında bitmeye ramak kalmış sigara süngerinde söndü. Büyük bir rüzgâr uğultusuyla geldi ve burnuna kan kokusu doldu. Bitmiş sigarayı yanındaki küllüğün içine bırakıp bir dal daha çıkarttı. Dudaklarının arasına yerleştirdikten sonra yaktı. Kanın kokusuna karışmış sigara dumanı, yine de o anları zihninden atamadı.

Bugün şehit verdiği altı askeri için içti, Asena Gündüz.

Altı yoldaş.

Altı isim.

Altı kardeş.

“Komutanım.”

Arkasından gelen ses ile dudaklarının arasındaki sigarayı parmaklarına yerleştirdi ve başını sağa çevirdi.

“Deniz.” diye mırıldandı sadece. Deniz ise arkasındaki bedenini güçlükle hareket ettirmeye çalışırken Asena, gözlerini kıstı ve yeniden bakışlarını dağa çevirdi. Dişleri birbirine baskı yaparken dili arkasında gezindi.

“Niye dinlenmiyorsun?” diye sordu hiddetle.

Deniz, Asena’nın yanında durduğunda içli bir nefes verdi.

“Dinlenemiyorum komutanım. Yattığım yer dar geliyor bana. Gözlerimi kapattığımda bizimkilerin sesleri kulaklarımda çınlıyor. Onlarsız biz ne yapacağız?”

Duyduklarıyla sinirle Deniz’e döndü, Asena. Parmaklarının arasında duran yanan sigarayı ikiye kırdı. Havaya kaldırıp Deniz’e gösterdi.

“Biz yanan bir ateştik. Ortamızdan böldüler ama biz hâlâ yanmaya devam ediyoruz.” diye söylendi, sigaranın yanan ucunu gösterirken.

“Biz bir ölür, bin diriliriz. Onlar, yükselebilecekleri en kıymetli mertebeye ulaştılar.”

Deniz’in gözlerinin dolduğunu gördüğünde çatılmış kaşları düzeldi. Elindeki sigarayı küllüğün içine bıraktığı sırada nöbetçi askerin koşarak ona yaklaştığını fark etti.

“Komutanım, Timuçin albayım; ‘Güvercin Timi hazırlanıp yola çıksın ve kardeşlerinin intikamını alsın.’ dedi.”

Asena Gündüz’ün bakışları Deniz’e çevrilirken ikisinin de gözlerinde bir kıvılcım yandı. Asena, haklıydı. Onlar yanmaya devam ediyordu. Asena ve Deniz içeriye girdiklerinde, küllükte olan sigaradan ufak, sinsi bir duman havaya karışmaya devam etti. Tam ayrılmayan kırılmış nokta tutuştu ve süngere kadar yanmaya devam etti.

 

18 Ekim 2021 / Şırnak

Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından

Her çığlığın, bir yankısı vardır. İnsanoğlu ilk çığlığıyla dünyaya gözlerini açarken, öldüklerinde ise yakınları haykırışlarıyla uğurlar. Ölüm ile yaşamın arasındaki fark budur. Biz; o farkın arasındaki, ince bir çizginin arasında yaşıyorduk.

“Lanetli geçmiş. Sevdiğin birini daha alacak geleceğinden yüzbaşı.”

Şehitlikte bu sözleri söyledikten sonra koşarak askeriyeye kaçmış ve yemekhaneye dalmıştı. Bakışlarım karşımda sessizce yemek yiyen Züğürt’te takılı kaldı. Gözlerini bir an olsun yemeğinden kaldırıp bana bakmamıştı. Yemekhanedeki çatal kaşık sesleri uğultulu bir şekilde kulağıma ulaşırken gözlerimi Güvercin Timi’nde gezdirdim. Osman’ın ve Mete’nin bana baktığını fark ettiğimde başlarını aynı anda eğip yemeklerini yemeye devam ettiler.

“Afiyet olsun, komutanım.”

Yüz elli.

Yemek boyunca tam yüz elli kişi afiyet olsun demişti. Sıkıntıyla derin bir iç çektim ve zihnimde görev çıkana kadar yapılacak listemi oluşturmaya çalıştım.

Yeni kurulacak birlikleri eğitmek.

Güvercin Timi’ni antrenmana sokmak.

Mete ile konuşmak.

Mete? Onu geç.

Masamın üzerinde birikmiş dosyaları gözden geçirmek.

Mete ile yüzleşmek.

Zihnimde sürekli işgal eden bir düşünce sürekli listemin arasına giriyor ve benim sinirlenmeme neden oluyordu.

“Çok şükür.”

Züğürt’ün sesini işittiğimde hemen kafamın üzerindeki düşünce bulutunu dağıttım. Bakışlarım onu buldu.

“Herkes yemeğini bitirdi mi?”

Güvercin Timi, ellerini tabldotların yanına koydu.

“Hamdolsun!”

Ayağa kalktığımda Tim ve Züğürt ayağa kalktı. Bakışlarımı onlardan kaçırıp yemekhanenin çıkışına doğru ilerledim. Alparslan albay, Dirvana ile Gülhatun nineyi çoktan Rize’ye yola çıkartmıştı ama Züğürt, askeriyede kalacak ve yemekhaneye yardım edecekti. Albay ilk başta kabul etmemişti ama sonradan belki düzelebileceğini umut ederek kalmasına izin vermişti.

Adımlarım Alparslan albayın odasının önünde durduğunda kapıyı çaldım ve içeriye girdim. Arkamdan beni takip eden Güvercin Timi de içeriye dizilirken derin bir nefes aldım. Alparslan albay, gözlerini baktığı dosyadan çekti ve bakışlarını üzerimizde gezdirdi.

“Eyşan, Güvercin Timi’nde birtakım düzenlemeye gittim. Öncelikle onu belirtmek isterim.” dedi ve biraz önce baktığı dosyayı bana uzattı. İki adımda masaya yaklaştım ve dosyaya göz gezdirdim.

Eyşan, Mete, Deniz, Kubilay, Osman, Barış: Sahada görev alacaklardır.

Alev Atsız: Hem saha hem de hava desteğinde bulunacaktır.

Caner Cenk Çakır: Saha ve istihbarat desteğinde bulunacaktır.

Mücahit, Alper, Mehmet ve Hüseyin: İşlem ve koordine merkezinde kalıp, arka plan desteğinde bulunacaklardır.

Bakışlarım Alparslan albaya çevrildiğinde dosyayı almak için elini uzattı. Dosyayı geri verdiğimde ifadesiz bir yüzle Mete ve bana baktı.

“Bu arada askeriyede başka boş bir oda olmadığı için Mete’yi yanına verdim, hayrını gör.”

Kaşlarım çatılı bir şekilde dudaklarımı aralamıştım ki eliyle kapıyı gösterdi.

“Çıkabilirsiniz.”

Alparslan albayın odasından bir hışımla çıkarken büyük adımlarla odaya geçtim ve koltuğuma kuruldum. Beremi sinirle çıkartıp pırpırımın altına yerleştirirken Mete, tüm soğukkanlısıyla içeriye girdi. Kapıyı kapattığında dişleri görülebilecek şekilde gülümsemişti.

“Evet Eyşan, artık kaçamazsın.” dedi ve masamın önündeki koltuklardan birine oturdu. Gözlerimi devirerek yanımdaki yığından bir dosya çektim ve okumaya başladım.

“Eyşan beni dinler misin?”

Kalemlikten bir kalem çekip okuduklarımı imzalamaya başladım.

“Sizin işiniz yok mu, Mert yüzbaşım?” diye sorduğumda gözlerimi Mete’ye çevirdim. Gözlerindeki maviliklerde bir ateş parladı.

“Bana bir daha o isimle seslenme.”

İçindeki alevin bana sıçrayacağını biliyordum ama yine de devam ettim.

“Neden? Yoksa isminizdeki Mert ismini kullanmıyor musunuz?” diye inatlaşmaya devam ettiğimde ayağa kalktı ve beklemediğim anda bir elini masaya koyup bir eliyle ensemi tutup kendine çekti. Burunlarımız birbirine çarptığında gözlerimin büyümesine engel olamamıştım.

“Sana, bana böyle seslenme dedim, Eyşan.” diye tısladı, dişlerinin arasından. Naneli nefesi yüzümü yalayıp geçerken dişlerimi sıkıp dilimi dişlerimin arkasında gezdirdim.

“Şimdi beni dinleyeceksin.” dedi ve ensemi bırakıp yerine oturdu. Artmış nabzımı görmezden gelip üzerimi düzelttim. Soru soran gözlerle ona baktığımda kaşlarını çattı.

“Hâlâ bana kızgınsın görebiliyorum Eyşan ama her şeyi, senin zarar görmemen için yaptım.”

‘Ee’ dercesine kaşlarımı yukarıya çektiğimde gözlerini devirdi.

“Elbette ki zarar gördün ama elimden gelen tek şey buydu.”

Sinirle arkama yaslanıp kollarımı göğsümde bağladım.

“O yüzden mi karar ve düşüncelerimi ezip geçtin, Mete? Yalnız benim ailem değil, senin de annen şehit oldu o adam yüzünden. Yanımda olup benimle savaşacağına gittin, Tim’e, bana hiçbir şekilde bilgi verilmemesini söyledin!”

Mete, ağzını açıp konuşacakken konuşmama devam ettim.

“Zarar görmememi isterken en büyük zararı sen verdin bana, Mete!”

Mete, sinirle elini masaya vurdu.

“Çünkü korktum anlıyor musun? Seni de annem gibi kaybetmekten korktum!” diye bağırdı. Sinirden titreyen gözleri, topraklarımda gezindi. “Annem, tıpkı senin gibi Raşit’i yakalamaya çalışırken şehit oldu. Senin de onun gibi.” derken sustu. Dudaklarını birbirine bastırdı ve ayağa kalktı. Bakışları bir an olsun bana çevrilmedi.

“Senin ne düşündüğün artık benim için önemli değil. Sen bana gelene kadar, sana adım atmayacağım Eyşan yüzbaşı.” dedi ve kapıya yürüyüp odadan çıktı. Bakışlarım kapalı kapının üzerinde kalırken göz kapaklarımı gözlerimin üzerine devirip iç çektim.

“Üstüne fazla gittik.” dedi, ruhumdaki küçük kız. Kafamı iki yana sallayarak gözlerimi araladım. Kalbim, nedensizce biri tarafından kasım kasım kasılıyordu. Tarifini yapamadığım duygunun ne olduğunu biliyor ama bir türlü kendime itiraf edemiyordum. Bir yanım erken derken bir yanım ise kaybetme diye bas bas bağırıyordu.

“Sevdik de ne oldu, hepsini kaybettik.” dedi, yine ruhumdaki küçük kız. Her bir yanım haklıydı ama bir tek benliğim haksızdı. Bunları düşünmem bile, kararlarımın ne olduğuna karşı dururken yine de içimdeki duyguyu çekip atamıyordum.

“Yağmur.”

Zihnime babamın sesi düştüğünde başım sola doğru eğildi. Babam ile annemin arasındaki sevginin en büyük bağı olan ben, bir aşka karşı yenilemez diye düşündüm kendimce. Elim, benliğimden habersiz yanımdaki radyonun tuşuna dokunduğunda odanın içinde bir melodi yankılanmaya başladı. Cebimdeki paketten bir dal sigara alıp dudaklarımın arasına yerleştirdim ve ayağa kalkıp pencereye ilerledim.

Çakmağımla yaktıktan sonra pencereyi sonuna kadar araladığımda aşağıda birinin etrafında koşarak dönen askerleri fark ettim. Gökyüzündeki bulutlar, bir anlığına haykırarak etrafı aydınlattıklarında gözlerimi kısıp sigaramdan bir duman çektim.

“Eğer seni kırdıysam
Darıl bana
Ama bir gün beni ararsan
Bak ruhuna”

Gökyüzünden yeryüzüne yağmur tanecikleri düşmeye başladığında askerler durmadı ve koşmaya devam etti. Ortada duran kişi bana doğru döndüğünde kim olduğunu anlamıştım.

“Birden gecem tutarsa
Güneşi çevir bana
Sevgilim bağışla
Biraz zor olsa da”

Ellerini palaskasına koymuş, sinirle bağıran bir adet Mete duruyordu.

“Affet beni akşamüstü
Gölgem uzarken
Öğleden sonra affet
Ne zaman istersen”

Askerlerden birinin ayağı takılıp düştüğünde arkasındaki asker, onun ensesinden tutup yanına çekti. Yere düşen asker, o askerin kendini tutamayacağını düşünerek elini ittirdi.

“Durun!”

Mete’nin gür sesi, tüm askeriyede yankılandı. Askerler nizami bir şekilde önünde sıralandıklarında hepsinin üzerinin çoktan ıslandığını fark etmiştim. Biraz önce yere düşen askerin önünde durup yakalarından tuttu ve kendine çekti.

“Güveneceksin duydun mu!” diye sarstı askeri sarsarken.

“Arkadaşın koşulların ne olduğuna bakmadan seni kaldırmaya çalışıyorsa, ona inanacaksın. Yeri gelecek eline silah verilecek, düşman eline düşeceksin.”

Askeri bir kez daha sarsıp arkaya doğru ittirdi sandım ama ittirmemişti.

“Affet beni gece vakti
Ay doğmuş süzülürken
Sabaha kalmadan affet
Tam ayrılık derken”

“Kalbinin ortasına nişan aldığında bile ona güveneceksin!” deyip askerin yakalarından elini çekti. “Dağılın!”

Bütün askerler koşarak askeriyeye daldığında o tek başına kalmıştı. Bakışları giden askerlerin arkasında kalırken yukarıya doğru yükseldi.

“Çünkü sen çölüme yağmur oldun
Sen geceme gündüz oldun
Sen canıma yoldaş oldun
Sen kışıma yorgan oldun”

Gözlerimiz birbirine değdiğinde dudaklarımdaki sigaradan bir nefes çekip üfledim. Elleri yumruk bir şekilde binanın içine girdiğinde dişlerimi sıktım ve sigarayı pervazın yanındaki küllüğe bastırıp pencereyi kapattım. Büyük adımlarla kapıya ulaşıp odadan çıktığımda odalara doğru yürümeye başladım. Odamın önüne vardığımda sırtımı duvara yasladım. Koridorun başında postal sesi duyduğumda bakışlarımı gelene çevirdim.

Mete, sinirle duraklayacak gibi oldu ama durmadı. Üzeri sırılsıklam ıslaktı ve her yerinden zemine sular damlıyordu. Çenesi kasıldı ve daha büyük adımlarla yürümeye başladı. Odasının önüne vardığında kapıyı açtı ama eli kapı kulpunda kaldı. Tek kaşım merakla yukarıya kıvrılırken eli kulptan ayrıldı ve bir anda kolumdan tutup beni odaya soktu.

“Ne yapıyorsun?” dememe kalmadan elini dudaklarımın üzerine yasladı.

“Güveneceksin Eyşan. Koşulların ne olduğunu önemsemeden seni koruyorsam bana güvenmeyi öğreneceksin.” dedi ve dudağımdaki avucunu enseme kaydırdı. Yüzümü yüzüne çektiğinde dudaklarımdaki sıcak baskısını hissettim. Elim onu ittirmek için göğsüne yaslanmış ama öylece durmuştu. Avuçlarımda hissettiğim ıslaklığa rağmen tenim üşümemiş aksine, alevin sardığına şahit olmuştum.

Mete’nin kolumu kavradığını fark ettiğimde bir anda kendimi odanın dışında bulmuştum. Elimi sinirle havaya kaldırıp kapıya vurduğumda ayağım, yumruğuma eşlik ederek kapıda buluşmuşlardı.

“Aç şu kapıyı? Ne yaptığını sanıyorsun, aç!” diye onun duyabileceği şekilde ama ne kapı açılmıştı ne de Mete dışarıya çıkmıştı. Elimdeki gücün beni terk ettiğini hissettiğimde parmaklarım yavaşça gevşedi. Kapının önünde çaresizlikle dikilmeye devam ederken bir an için gözlerimi kapattım. Sessizlik içimde yankılanan çığlıklarıma inat, dışarıda hüküm sürüyordu. Derin bir nefes çektim, burnumdan giren hava ciğerlerimi keskin bir şekilde doldurdu ama zihnimi temizlemeye yetmedi.

Kapıya son kez bakarken Mete’nin soğukkanlılığına karşı olan kızgınlığım yerini karışık bir hüzne bırakmıştı. Kendimi toparlayarak duruşumu düzelttim. Ne olursa olsun, onunla aramızdaki bu hesaplaşmanın burada bitmeyeceğini biliyordum. Ayağımı kapının eşiğinden çekip kararlı adımlarla uzaklaştım ve uzun koridorda yürümeye başladım. Yanımdan nöbetçi asker geçtiğinde selam verdi ama almamıştım. İlerleyip odamın önünde bekleyen Yonca’yı gördüm.

“Komutanım, bende sizi bekliyordum.” dediğinde bir adım geriledi ve kenara kaydı. Kapıyı açıp geçmesi için bekledim. İçeriye geçtiğinde yerdeki kalemi alıp kapıyı kapattım. Masama doğru ilerlerken elimle koltukları gösterdim.

“Otur, Yonca.”

Yonca, kafasındaki beresini çıkartıp kucağına bıraktığında dağılan saç tellerini eliyle geri yapıştırdı. Bedenimi sandalyeye bırakıp masaya yaklaştım ve ellerimi kenetledim.

“Evet, seni dinliyorum.”

Yonca’nın bakışları beni buldu, gözlerinde gözle görülebilir bir ışıltı vardı.

“Komutanım, ailemle konuştum. Ne zaman müsait olursanız gelebilirsiniz, biz her daim size hazırız dediler.”

Doğru ya, bir çift evlendirme konumuz vardı. İki kalbin ortak attığı tek aşk. Dudaklarımda minik bir tebessüm inşa olurken kafamı salladım.

“Peki, sen hazır hissediyor musun, Yonca?” diye sorduğumda Yonca, kafasını salladı.

“Evet komutanım.”

Dudaklarımdaki tebessüm yavaşça solduğunda ayağa kalktım ve Yonca’nın karşısındaki koltuğa oturdum.

“Kubilay’ı severim Yonca. Arslan parçası bir askerdir. Yeri geldiğinde şakalar yapıp kendinden soğutsa da bende ki yeri çok ayrıdır, olmayan kardeşimin yerine koyduğum bir kardeşimdir fakat bizler askeriz ki kendin de görüyorsun.” derken Yonca utangaç bir şekilde elini elime koydu.

“Komutanım, çok kayıplarımız oldu. Her gün ya ona ya da bana bir şey olacak korkusuyla yaşayamayız ki. O beni korurken bende onu koruyacağım.”

Zihnimde biraz önce gerçekleşen olay canlanırken kafamı iki yana salladım. Derin bir nefes verirken arkama yaslandım ve güldüm.

“Kubi Bey, sana evlenme teklifi etti mi?”

Yonca’nın burnu kıvrıldı. “Hayır.” dedi.

“Peki bekliyor musun?” diye sordum. İstemem de demedi, isterim de. Bakışlarıyla konuştu sadece. Anlayışla başımı salladığımda gözlerim gözlerine daldı.

“Seni önden göndermemi ister misin? Siz hazırlıklarınızı yaparken biz de Kubilay’ın ailesini alıp size geçeriz.”

Yonca’nın bakışları büyüdüğünde ayağa kalktı ve bir anda kollarını boynuma doladı.

“Komutanım, iyi ki varsınız!” diye bağırdığında kahkaha atarak hafifçe sarıldım.

“Dur deli kız, öldüreceksin beni.”

Yonca, bir anda geri çekilip üzerimi düzeltmeye başladığında kahkaha atmaya devam ettim. Gözlerimden yaşlar akmaya başladığında Yonca’nın üzerimdeki elleri durdu ve yüzüme baktı.

“Komutanım?”

Gülerken buruşan suratım ile bir anda ağlamaya başlamam bir olmuştu. Yonca, yere çöküp elini dizlerimin üzerine koydu.

“Komutanım, iyi misiniz?” diye sorduğunda kafamı iki yana salladım. Bakışlarım gözlerine değdiğinde sol gözümden bir damla yaş aktığını hissettim.

“Ben iyi değilim, Yonca.”

Yonca, sadece gözlerime bakarak durumumu anlamıştı. Eli hafifçe yanağıma dökülen yaşları sildi.

“Aşk, bekletilmez komutanım.” dedi ve bir eli kalbimin üzerinde durdu. “Kalbin yangını başladığı an, cümleler keşke ile başlar.”

 

Yazar, Ağzından

Aşk neydi?

İlkbaharda yağan serin bir yağmurun dokunduğu an mıydı yoksa, kalbin derinliklerinde sessizce filizlenen bir tohum mu?

Farklı kalplerde yaşanan; iki ruhun birbirini tanıdığı ama kelimelerin anlatamadığı bağlantıdır.

Yonca, komutanının odasından çıkarken derin bir nefes verdi. Dediklerinde sonuna kadar haklıydı. Kendini askeriyenin içinde dolaştırıp kalbinin yolunu izledi. Aşk, bekletilmezdi. Birdenbire gelir ve kalbi bir fırtına misali çevreleyip esir alırdı. Ansızın yanan bir kıvılcımın ormana yaydığı ateş misaliydi.

Gökyüzü, karanlık mavi bir örtüyle Şırnak’taki dağların yıpranmış siluetini sardı ve ayın gümüş ışıkları bu sert hatları okşarken sanki kadim bir sırrı fısıldadı. Kıvrımlı yollarına uzanan bir far hüzmesinden ve uzakta yankılanan bir çakalın ulumasından başka ses duyulmayan bir sessizlikle kaplanmıştı.

Mete’nin elleri direksiyonu kavrarken damarlarındaki gerginlik, direksiyonun derisini neredeyse hissedilir hâle getiriyordu. Arabanın içi sessizdi ama Mete’nin içindeki fırtınanın yankısı hissedilebiliyordu. Gözleri dikkatlice yolları süzüyordu ama zihni çoktan başka bir yerdeydi. Eyşan’ın yüzü, her gözünü kapattığında zihninde beliriyor, onu rahat bırakmayan bir hayal gibi peşinden geliyordu.

Caner, yan koltukta, radyoda çalan eski bir türkünün mırıldanışına hafifçe tempo tutuyordu. İkizinden çıkan meyhaneye gitme fikri ikisi için de bu yoğun ve karmaşık duyguları biraz olsun hafifletmek için bir kaçıştı. Mete’nin sessizliğini fark eden Caner, bir an duraksadı ama ikizine dokunmadan düşündü. Mete’nin iç dünyasının karmaşasını iyi biliyordu.

“Mete.” dedi, en sonunda. “Biliyorum kafanda ne olduğunu ama bu gece biraz unutmaya çalış, olur mu?”

Mete, ikizine hafifçe başını çevirip bir gülümseme ile karşılık verdi. Bu gülümseme, biraz yorgun, biraz üzgün ama umut doluydu. Araba, şehrin ışıklarının arasından geçerken meyhaneye doğru hızla ilerledi.

Eyşan, karanlık odasında pencereden dışarı bakarken geceye karışan ayın parlaklığını izliyordu. Soğuk camın ardındaki manzara, onu içine çekip düşüncelerini daha da derinleştiriyordu. Mete’yi düşündü, bilinçsizce. Kafasını iki yana salladı ve masasına geri dönüp masa lambasına dokundu. Yalnızca olduğu yerin bir kısmını aydınlatan parlaklığa rağmen bakışları Mete’nin masasına kaydı.

Bugünkü aldığı öpücük, kalbinin ritmini alt üst eden bir sürpriz olmuştu. Onun dokunuşu, güçlü ve bir o kadar hırçındı. Ancak bu an, Eyşan’ın karmaşık duygularını daha da yorgun bir hâle bürümüştü.

Yıllarca süren disiplin ve görev bilinci, Raşit’in izini sürmek ve dahasının peşinden koşarken, onu zayıf düşürecek her türlü duygudan korumuştu kendini ama o öyle sanıyordu. Ayder Yaylası’nda birbirlerine bakarak söyledikleri ander sevdalığı çoktan kalbinin bir noktasına korkusuzca işlenmişti.

“Güveneceksin Eyşan. Koşulların ne olduğunu önemsemeden seni koruyorsam bana güvenmeyi öğreneceksin.”

Eyşan, burukça gülümsedi ve kafasını iki yana salladı. Ona karşı zaten sonsuz bir güveni vardı fakat her tehlikeli durumda, arkasından iş çevrilmesini sevmiyordu. Eğer ki Raşit’e yapılan görevleri söylemeyi tercih etselerdi hiç bu durumları bile yaşamamış olabilirlerdi.

“Keşke işler farklı olabilseydi.” diye kendi kendine fısıldadı. Omuzlarını yükseltti ve toparlandı. Sol köşedeki dosyayı önüne çekip kapağını açtığında kendini işe vermeyi denedi ama içindeki ses, her şeyin ötesinde, onunla paylaştığı o anı hatırlatmaktan ve yeniden yaşamayı dilemekten vazgeçmiyordu.

“Kalbin yangını başladığı an, cümleler keşke ile başlar.”

Sinirle elindeki kalemi dosyanın arasına koydu Eyşan. Bedenini oturduğu sandalyeden bir hışımla kaldırıp odadan çıktı ve kapının önünde bekleyen nöbetçi askere baktı.

“Asker, Mete yüzbaşı nerede?”

Nöbetçi asker, ayağa kalkıp kafasını iki yana salladı.

“Caner üsteğmen ile çıktılar ama bilgi vermediler komutanım.”

Eyşan, sol topuğunun üzerinden odasına dönerken geride yoğun bir fırtına bırakmıştı.

“Bana kahve getirin!” dedikten hemen sonra, askeriye büyük bir kapı çarpma sesi yankılanmıştı.

Aşk, buydu.

Sınır tanımayan; en sakin akşamları bile kasırgaya çeviren, düşünceleri birbirine dolayan bir rüzgardı.

Eyşan, kalbinde hissettiği sızı ile koltuğuna geri çökerken bakışları Mete’nin masasında takılı kaldı. Zamanı büküp anı uzatan aşkın gözü, belirsiz bir andı. Yüreği, sabırsızca atan bir saatin ritmi gibi, her vuruşunda anlamını aradı Eyşan’ın. Dudakları büzüldü, dişleri dudaklarının arkasındaki etleri kemirdi.

“Seviyorum.” dedi birden, hâlâ masaya bakarken.

İlk kelimelerinin tadı, sessizliğin kalbe fısıldadığı gerçekti.

“Yaşamayı senle anladım
Sende öğrendim ben sevmeyi
İnan aşk nedir bilmiyordum
Sende tanıdım bu duyguyu”

Mete ile Caner; meyhaneye adım attıklarında içerideki sıcak ve boğucu hava, dışarıdaki soğuk geceden keskin bir kontrasttı. Alkol kokusu, tütün dumanı ve konuşmaların uğultusu, Mete ve Caner’i bir an gerçeklikten uzaklaştırdı. İçeri girdiklerinde tanıdık yüzler ve birkaç dostane selamlaşma arasında, kendi köşelerine doğru yöneldiler. Bu köşe, sessizliğin ve düşüncelerin güvenli sığınağı gibiydi.

“Elimde duran fotoğrafın
Baktım, inan tanıyamadım
Bu şarkımı ben sana yazdım
Sense hâlâ anlayamadın”

Oturdukları masaya bir 70’lik ve çeşitli mezeler dizilmişti. Caner, bardaklara duble rakıları doldururdu ve bir bardağı Mete’nin önünde bıraktı. Kendi bardağını alıp Mete’ye doğru uzattı. Mete, dudağının kenarındaki ufak bir gülümsemeyle bardağını aldı ve ikizine doğru uzattı. Birbirine vurulan bardaklar aynı anda masaya vuruldu ve bir yudum da cana katıldı.

Caner, biten bardakları yeniden doldururken yanında duran bir çift bardağı açtı ve karşılıklı koydu.

“Beklediğim var diyorsun?” diye söylendi keyifle Mete.

Caner, ona kaçamak bakışlarla umursamadığını anlatmak istedi ama yine de yanındaki boş sandalyede bir gün oturacak olan kişinin bardağını düzeltti. Mete’nin gözünden bu harekette kaçmadı ve bir eliyle Caner’in omzunu dürttü.

“Aşık mı oldun lan sen?” diye sorguladı.

Caner ise boş ifadelerle ikizine baktı.

“Aşık olanın halini görüyoruz.” diye söylendi ve bardağına sarıldı. Bakışları Mete’nin üzerinden kaçıp bardağın dibini gördü. Yeniden bardaklarda sıvı dolarken Mete, ellerini dirseklerinin altında bağladı.

“Aşktan korkma. Git ve onu sevdiğini söyle.”

Caner, o sırada bardağından bir yudum almıştı ki ikizinin dediği ile yudumu boğazında kalmıştı. Öksürerek dudaklarının yanından süzülen damlacıkları sildi. Bardağı yapmacık bir sinirle masanın üzerine bırakırken dudaklarında şaşkınca bir tını döküldü.

“Ya! Daha ortada fol yok yumurta yok Mete. Kadın belki beni sevmiyor. Ayrıca bizim iş imkânsız.” dedi ama son cümlesinde sesi kısılmıştı.

Mete kafasını iki yana salladı.

“Nasıl imkansız, kime aşık oldun oğlum?”

Caner, rakı bardağını bitirip Mete’ye doğru savurdu.

“Bunu kafanda patlatacağım şimdi! Lan aşık değilim.”

Mete, Caner’in fevri hareketine gülmeden edemedi. Aşk, sinirleri zıplatırdı ama Caner’in sinirleri, Mete’nin hareketleriyle daha da artıyordu.

“Ne gülüyorsun lan sikik!”

Mete, Caner’in kurduğu cümleyle kahkaha atmaya başladı. Dudaklarından dökülen kahkahaların tınısı o kadar kuvvetliydi ki birkaç masadaki insan onlara dönüp bakmıştı. Eliyle karnını tutup ağzından büyük bir nefes verdi.

“Ohohoh! Dur lan, dur. Öleceğim.”

Caner, burun kıvırdı.

“Biraz daha gülmeye devam edersen elimden olacak.” diye söylendi. O sırada içeriye dört kişilik bir grup girdi. Büyük bir gürültüyle girmişlerdi ki birkaç masada onlara dönüp bakmıştı. Hemen Mete ve Caner’in arkasındaki masaya oturduklarında Caner’in bakışları Mete’ye kaymıştı. Mete, onları umursamadan masadaki rakı bardağına dokundu ve ikizine doğru kaldırdı.

“Mutluluğuna ikizim.” diye söylendiğinde Caner, bardağını ona uzattı.

“Hayırlısı ise olsun ikizim.”

Bardaklar birbirine tokuşturuldu. 70’lik bitti.

Masaya yeni bir 70’lik kondu. Sohbet döndü.

İkinci 70’lik bittiğinde Mete’nin bakışları Caner’in koyduğu rakı bardağına kaydı. Yanındaki boş sandalyenin sahibi olan rakıyı okşadı yavaşça. Bardakta durduğu gibi durmuyor dedi ve haklıydı. Eyşan’ı hatırladı, dudaklarında buruk bir tebessüm oluştu. Olduğu yerde sakin ama içildiğinde ruhu hoş tutan biri, diye söylendi kendine. Dudaklarındaki gülümseme büyüdüğünde Caner’e baktı.

Caner, elini şakağına koymuş bir şekilde rakı bardağına bakıyordu. Parmaklarının arasında döndürdüğü boş bardağın zihnindeki kadının eli olmasını diledi. Kaşları çatıldı ve bu duruma son verdi. İmkânsız gibi bir şeydi ama kimsenin bilemediği bir şey vardı.

Kader, tesadüfleri severdi.

Askeriyede büyük bir telefon trafiği oluştu. Yirminci kahvesini içen Eyşan yüzbaşının odasına, kapısının önünde bekleyen nöbetçi asker daldı. Eyşan, oturduğu yerden irkilerek kapıya baktığında kaşlarını çattı. Tam konuşacakken asker söze daldı.

“Komutanım, Hakkari’den acil bir çağrı var.”

Eyşan’ın çatık kaşları düzeldiğinde eliyle telefonunu gösterdi.

“Bağlayın.”

Kapı kapandı ve odayı birkaç saniye sonra telefon sesi sardı. Eyşan, ahizeyi kaldırıp kulağına dayadığında Mezarcı’nın sesini işitti.

“Yüzbaşı, Akça Timi’nin başı belada ve en iyi adamlarını toplayarak senden onlara yardım etmeni istiyorum.”

Eyşan, hiç beklemedi.

“Emredersiniz. Koordinatları ulaştırır mısınız?”

Mezarcı’nın sesi ahizeden kesik bir şekilde yükseldi ama sonrada toparlandı.

“Hakkari’nin sınırını geçtiğinizde teröristlere ait bir üs göreceksiniz. Akça Timi, orada esir kampında tutuluyor.”

Eyşan, ayağa kalktı ve dişlerini sıktı.

“Hemen intikal ediyoruz.”

Ahize kapandı ve Eyşan koşarcasına odasından çıktı. Nöbetçi asker ayağa kalktığında eliyle telefonu gösterdi.

“Derhal Mete yüzbaşı ve Caner üsteğmene ulaşın!” diye bağırdı yürümeye başlarken. Nöbetçi asker, emir komutayı yerine getirdi lakin ne telefon açıldı ne de ulaşıldı. Arabanın içinde yanıp sönen telefonlardan haberi olmayan Caner ve Mete, içmeye devam etti.

Eyşan, bir hışımla Güvercin Timi’nin odalarını arşınlarken herkes hazırlanmaya başlamışlardı. Aklı Mete’de olan kadın üzerine giydiği kamuflajıyla odanın önüne çıktığında hızlı adımlarla odasına yürüdü.

“Ulaşabildiniz mi?” diye sordu, nöbetçiye.

Nöbetçi kafasını iki yana salladığında sinirle arkasına döndü. Esneyen Barış’ı gördüğünde koluna sertçe vurdu.

“Kusura bakmayın, uykunuzu böldük!” diye bağırdı sinirle ama serzenişi ona değildi ve o da bunun farkındaydı. Osman, Barış, Kubilay, Yonca ve kendinden oluşan küçük bir ekip ile helikopter sahasına doğru koştular. Sıra ile helikoptere bindiklerinde kapı Osman tarafından kapatıldı. Helikopter havaya yükseldiğinde kulaklarına taktıkları kulaklıktan bir ses yükseldi.

“Tedy Bir, görevinizde başarılar diler.”

Eyşan’ın kulağına dolan cümleden sonra dudaklarında her şeye rağmen bir gülümseme meydana geldi. Bir eli dudağının hemen önünde duran mikrofona uzandı.

“Teşekkür ederiz, Tedy Bir.”

Elinin altında tuttuğu kolu biraz çekip yanına baktı Alev. Göz ucuyla arkasındaki kadını gördü ve gülümseyip önüne döndü. Semaların arasında Şırnak’tan Hakkari’ye uçarken onları saklayan bulutlara dokundu. Annesinin yaralarına dokunan babasının elini öptü. Yaklaşık iki saat sonra bulutlar dağıldı ve Asuman, kızına yardımcı oldu. Helikopter, sağ salim sınıra gelmeden yere indiğinde Osman, helikopterin kapısını açıp etrafı kolaçan etti.

Eyşan ve sırasıyla Yonca, Kubilay ve Barış indi. Her şey istedikleri gibi olmalıydı. Bakışlar birbiriyle buluştu ve karşılarındaki sınırdan sızarak karşı tarafa geçtiler. Eyşan, yine dağların arasındaki gizemini korumaya ant içmiş misali oyukların aralarına gizlenmeyi tercih etmişti.

Osman, gözcü olarak onun hemen yanında yerini alırken kaygan toprak dikkatini çekmişti. Barış, üsse çok yakın bir boşluk bulmuş ve kör noktada kalmayı tercih etmişti. Karşılarında pusan komutanlarına giden olursa direkt olarak müdahale edebilecekti. Yonca ve Kubilay, birbirinden asla ayrılmayıp omuz omza Barış’ın yanında yerini almıştı.

“Herkes yerini aldı mı?” dedi, Eyşan yüzbaşı bakışları keskin bir karanlıkta gezerken. Telsizlerin her birinden onay gelirken bir telsizden kulağına hışırtı karıştı. Sakince bir nefes verdi.

“Her seferinde bunu nasıl başarıyor anlamıyorum. Kubilay!” diye bağırdı.

“Biz yerimizi aldık komutanım.” dedi, Kubilay, hışırtılarının arasında.

Eyşan, bu duruma gözlerini devirdiğinde Osman’ın kısılan dudaklarını gördü.

“Ne gülüyorsun gevşek?”

Osman, kuzeninden duyduğu küfür ile şaşkınca baktı. İlk defa sinirle gördüğü bir durum değildi ama nedensizce keyif aldığını hissetti. Karşısındaki kadın farklı bir sinirin kırıntılarını taşıyordu ve bu fark edilmesi zor bir şey değildi.

“Kameralarınızı açın, kayıt almaya başlasınlar.” dedi, Eyşan. Herkes kameralarının üzerindeki tuşa basıp kaydı başlattıklarında bir hışırtı oldu.

“Komutanım, ne zaman gireceğiz?” diye sordu, Kubilay. Eyşan, kulağını tırmalayan paraziti görmezden gelemedi ve bir ucundan tısladı.

“Kubilay, bir şey daha söylersen seni ben vururum.”

Cevap gecikmedi.

“Aman komutanım daha Yonca’ma kavuşamadım.”

Derin bir nefes verip gözlerini devirdiğinde bir karga uçtu. Çığlığının arkasına gizlenmiş silah sesiyle omzunda bir sızı hissetti, Eyşan. Bedeni sırt üstüne devrilirken altındaki toprak kaydı ve tam aşağıya kayıp gidecekken Osman, çeviklikle Eyşan’ı sağlam omzundan yakaladı.

“Siktir!” dedi, Osman aceleyle.

“Geliyorlar!”

“Baskın!” diye bağrıştı birkaç terörist. Osman, Eyşan’ı köşeye doğru çekecekti ama Eyşan, elini koyup ağırca kenara sürüklendi. Sırt üstüne geri devrilirken aralanmış dudakları arasından bir ıslık koptu.

“Git, üzerime çekeceğim!” diye tısladı.

“Hayır.” dedi, Osman. “Buraya birlikte geldik, hep birlikte çıkacağız.”

Eyşan, Osman’ı ittirdi.

“Lan siktir git! Bu şekilde ikimizi de öldürteceksin.”

Osman, telaşla etrafa bakındı ama birkaç kişinin geldiğini gördü.

“Osman aşağıya inerken Barış koruyacak!”

Osman, ağzından küfürler saydırırken aşağıya doğru kaydı. Eyşan, uzandığı yerden toparlanmaya çalışırken dişlerini sertçe dudaklarına geçirdi ve arkaya doğru sürüklenmeye devam etti. Büyük bir ağacın kovuğuna girdiğinde eliyle yarasını yokladı. İçeride kurşun yoktu, yalnızca sıyırmıştı. Dişlerini rahatça bıraktığında ona doğru gelen kişiyi fark etti. İşaret parmağı tetiğe ulaştı.

İki seçeneği vardı ya ölecekti ya da Akça’ya ulaşacaktı.

Karşısındaki terörist ona yaklaştığında bir elini hafifçe yukarıya doğru kaldırdı. Terörist, Eyşan’ı ağaç kovuğundan çıkartıp yürütmeye başladığında kulağında yalnızca bir ses dolandı.

“Güvercin, içeriye giriyor, onlara kimse dokunmasın. Bize Akça’nın yerini gösterecek.”

Osman’ın sesiyle dudaklarının kenarları yukarıya doğru kıvrıldı. Akıllı kadındı Eyşan. Zekası ile daha önceden gelişebilecek sahneyi anlatmış ve sonrasında yaşanacakları da öğretmişti. Hazırlıkla yakalandıkları bir operasyondu ama omzundan vurulmayı tahmin edememişti. Kollarını tutan terörist, büyük demir kapıyı aralayıp içeriye fırlattığında artık içeride olmanın zaferini tattı, Eyşan.

“Güvercin?” diye bir ses yankılandığında gözleri mavileri buldu. Depoda kızıl saçlı kadının ve timinin elleri bağlı bir şekilde oturmasına gönlü razı gelmedi ve hızlıca onları açmak için yürürken ensesinde soğuk bir metal hissetti.

“Yıvaş ol komitan.”

Eyşan’ın dudağının bir kenarı yarımca yukarıya kıvrıldı. Arkasına dönüp teröristin elindeki silahı alması saniyelerini aldı. Sessizce aldığı silahı bir köşeye fırlatıp teröristin boynuna sarıldı ve işaret parmağı şah damarına baskı yaptı. Terörist, ölmeden önce son hamlesini yapmak için bacağına sakladığı ucu paslı çakıyı aldı ve Eyşan’ın bacağına sapladı. Eyşan acıyı önemsemeden bacağını teröristin yüzüne çevirdi. Bir kıtırtı duyulduğunda boyun kemiği kırılan leş, artık cehennemi boylamıştı.

“Güvercin!”

Kızıl saçlı kadının sesi kulağına dolandığında yerden güçlükle kalktı ve palaskasını çözüp duran bıçağın biraz üzerine turnike yaptı. Adımları topalca kadına ve timine ilerlerken bacağındaki bıçağı dişlerini sıkarak çekti ve önce kadının iplerini çözmeye başladı.

“İyi misiniz komutanım?” diye fısıldadığında kadın, Eyşan gözlerini ona çevirdi. Kafasını salladığında elindeki bıçağı elleri açılan kadına bıraktı ve diğerlerini açması için yönlendirdi. Yerdeki leşin silahını alıp hızlıca kontrol etti. Pisliklerin kullandığı silaha güven olmaz dedi ve iyice inceledi. Yeni alınmıştı olmalıydı ki temizdi. Bakışları arkasına kaydı. Akça Timi’nin komutanı, tüm timinin ellerini çözmüştü.

“Çıkıyoruz.” dedi sertçe ve kapının kilidine birkaç el ateş etti. Bir kor gibi yanan kilide güçlü bir tekme attığında yana doğru sarsıldı. Tek ayağına güç verip dik durmaya çalışırken koluna dolandı Lara’nın eli. Kısa bir bakış yakaladı gözler ve onurla ilerlenmeye başladı.

“Osman, neredesiniz?” diye sordu, Eyşan ama hemen arkasından onlara doğru koşan timini fark etti.

“Buradan çıkmamız gerek, her yerde patlayıcılar var.”

Herkes seri bir şekilde ilerlemeye başladığında Eyşan’da onlara ayak uydurmaya çalıştı. Biraz önce pustukları yere vardıklarında Osman’ın durduğunu fark etti, Eyşan. Osman, bir yere odaklanmış şekilde hareketsizce duruyordu. Bakışlarını takip ettiğinde gördükleriyle şaşırdı. Asiye yengesine çok benzeyen bir kadın gülümseyerek Osman’a bakıyordu. Osman ona doğru koşmaya başladığında Eyşan, elini tutan Lara’yı ittirdi ve Osman’ın arkasından koşmak için topalladı.

“O değil! O değil!” diye bağırdığında kulaklarında sağır edici bir patlama oldu. Patlama, her şeyi yırtarcasına havada yankılandı ve Eyşan’ı yere serdi. Başını sert bir şekilde çarptı ve gözleri karardı. Kulaklarındaki çınlama giderek arttı, adeta her şey bulanık bir hâl almıştı. Vücudu patlamanın etkisiyle sarsılmıştı ama zihni halen ayaktaydı.

“Osman’ı aldım, Eyşan’ı al gel.” dedi uzaklardan bir ses. Sarsıldığını fark etti Eyşan, gözleri siyah gökyüzünde sürüklenirken bakışları ağırca önüne döndü. Helikoptere bindirilmiş bedeni karşısındaki izleri saklamadı. Başının yanında akan kanın sıcaklığını hissederken gözlerinin önündeki Osman’ın bedenini gördü. Dudaklarının kuruduğunu gördü. Bakışları dışarı çevrildiğinde oradaki patlamanın etkisini hatırladı.

“Lanetli geçmiş. Sevdiğin birini daha alacak geleceğinden yüzbaşı.”

‘Osman olmaz.’ dedi, bir anda kendine. Gözyaşı bir ateş gibi aktı gitti dudaklarının üzerine. Mühürlenmiş dudaklar açılmadı ve gözleri hiç ayrılmadı. İşte o zaman anladı, Eyşan. Geçmiş, tekerrür edecekti.

 

19 Ekim 2021 / Şırnak, 04:00

Mete Mert Çakır, Ağzından

Gece, içimde bulunan karmaşayla neredeyse uyum içinde, derin ve sessizdi. Gözlerim, sokak lambalarının sarı ışıklarıyla kesikçe aydınlanıyordu ama bir bulanık vardı. Sarhoş değildim ama soyadımın hakkını verebilecek kadar çakırkeyiftim.

Ellerim ceplerime giderken sigaramı çıkarttım ama yakmaya cesaret edemedim. İçimdeki boşluk o kadar büyüktü ki sigara bile bu boşluğu doldurmak için yetersiz kalacaktı. Her şeyin uçurumun kenarına kadar ilerlediğini hissediyordum ama aynı zamanda geri dönmeye de gücü yoktum. Zihnimde dolaşan birkaç dakikalık yoğun an yine kalbime nüfus etmiş ve orayı sıkıştırmayı başarmıştı.

“Alo! Kime diyorum lan?”

Caner’in sesiyle ona döndüm. Karşıdaki çorbacıyı gösterip kolumdan ittirdi.

“Yürü de çorba içelim, diyorum.”

Kafamı salladığımda arabayı es geçerek dükkâna doğru yürüdüm. Meyhaneden bilerek uzağa park ettiğimiz araba, eğer olurda sarhoş olursak hava almamız içindi. Ama hava mı yoksa başka bir şey mi almıştık belli değildi.

“İyi geceler, ustam. İki tane mercimek çorbası alabilir miyiz?” dedi Caner. Benden biraz daha fazla içmesine rağmen yine en sağlam oydu. Önümüze çorba kaseleri konduğunda kaşığı aldım ve yemeğe başladım. Bulanık benliğim biraz olsun kendine gelmeye başladığında Caner, elleriyle ceplerini yokladı.

“Arabanın anahtarlarını versene, telefonumu alıp geleceğim.”

Cebimden anahtarı verdiğimde Caner, dükkândan çıktı. Önümdeki çorbayı bitirip Caner’in çorbasını önüme çekerken bakışlarım dalgınca televizyona takıldı. Omzuma birinin eli dokunduğunda bakışlarımı televizyondan çekip ona baktım.

“Askeriyeden aramışlar, bir de babam aramış.”

Umursamazca televizyona geri döndüm.

“Babamı ara.”

Caner’in çorbasını kaşıklayıp içmeye başladığımda bakışlarım yeniden televizyona çevrildi. Gece yarısı haberleri, gün içerisinde olup bitenleri halka açıkça ve doğruca anlatmaya başlamıştı.

“Haberler başladı, sesini açar mısın moruk?” diye bir dayı söylendi ve dükkân sahibi sesi açtı. Bir haberin sesi yankılanırken birden ekran değişti ve yeniden spiker gözüktü.

“Ulan it neredesiniz siz!”

Caner’in telefonunda duyduğum haykırışla güldüğümde gördüğüm resim, dudaklarımdaki kıvrılmanın donmasına neden olmuştu. Solumda bir şeyin yere düştüğünü duyduğumda dudaklarımda kıvrımlar ölüm sessizliğine büründü.

“Gecenin sesi, kaldığı yerden tüm hızıyla devam ediyor. Hakkari ve İran arasındaki sınırda patlama oldu. Bir şehit haberi de taraflarımıza şu an ulaştı.”

Haberdeki resimde Eyşan’ın resmi vardı.

Kalbim, göğsümde sert ve düzensiz bir şekilde çarpmaya başladı. Sanki odadaki tüm oksijen bir anda çekilmişti ve nefes almam imkânsız hâle gelmişti. Caner’in eğildiğini fark ettim ama bakışlarım hâlâ görselden ayrılmamıştı. Masaya bir şey fırlatıp kolumdan tuttu ve sarstı.

“Kalk, Mete kalk!” deyip beni sürüklemeye başladığında istemsizce ona çekildim. Adımlarım birbirine dolanıp yere kapaklandığımda Caner, iki koluma sarıldı ve bir kez daha ayağa kaldırdı. Yeniden düşeceğimi anlamıştı ki hızla arabaya yasladı.

“Kendini kaybetme, daha belli değil! Duydun mu belli değil?”

Caner’in dudakları aralanıp kapanıyordu ama kulaklarım onları duymuyordu. Hiçbir şey duymuyordum, beni sarsıyordu. Elini kaldırıp sertçe yanağıma vurduğunda başım olduğu yere düştü. Çenemi kaldırıp anahtarları benden aldı ve arabaya soktu. Kendisi de binip hızla gaza bastığında elim yakalarıma gitti. İlk iki düğmesi açılırken derin nefesler almaya çalıştım. Konuşmak için yutkundum ama o boğum boğazımda takılı kalmıştı.

Yollar bitmek bilmezken, araba acı bir frenle durdu. Bir elim kapının koluna uzanırken çoktan bedenimi dışarıya çıkartmıştım. Hastanenin önünde duran kalabalığın içinden bin bir güçle sıyrılırken dişlerimi birbirine bastırdım.

Ölme.

Kafamı iki yana salladım.

Olmaz, sen ölemezsin.

Hümeyra!

Babamın sesleri kulağımda yankılanırken yeniden kafamı iki yana salladım.

“Bu taraftan.” dedi Caner ve beni bir tarafa doğru çevirdi. Caner’in eli bileğimde bağlı koşmaya devam ederken zihnime bir anı daha düştü.

Caner, bileğimden tutmuş süreklerken ben, elimde Eyşan’ın fotoğrafını tutuyordum.

Bir koridoru solladığımızda adımları durdu ve beni geriye doğru çekti.

“Buradan ayakta çıkacak. DUYDUN MU BENİ!”

Koridorda yankılanan ses, Eyşan’ın sesiydi. Hayal mi yoksa gerçek miydi bilmiyordum ama bedenini bize döndürdüğünde anladım gerçeği. Kana bürünmüş kamuflajının içindeki kadının gözleri, benim gözlerimdeydi. Sert adımlarla bize yaklaşırken bir ayağının aksak olduğunu fark ettim. Kaşlarım çatılırken bacağından akmaya devam eden kanın tazeliğini fark ettim. Bakışlarım hızla yukarıya tırmanırken elleri havaya yükseldi ve yakalarıma dolanıp beni sertçe kendine çekti.

“Açmadığın o telefon senin sonun olacak M.M.Ç.”

Şakağından akmış kuruyan kan izi gözüme çarptığında bir kez daha beni sarstı.

“Eğer o ölürse, seni asla affetmem!”

Çatılan kaşlarım eski haline döndüğünde ellerini yakalarımdan çekip sol topuğunda arkasına döndü. Birkaç saniye durakladığında Kubilay ve Deniz koşarak bize doğru gelmeye başladı.

“Hop!”

“Komutanım!”

Ellerim birden bana doğru düşen kadının bedenine sarmalanırken bakışlarım yüzünde dolandı. Burnundan akan ince sıvı, bir lanetin üzerinden akıyor gibiydi. Kapalı gözlerinin ardındaki toprakların bana nasıl baktığını hatırladığım an kendime gelmiştim.

Ellerimin arasındaki kadını sıkıca tutup ayağa kalktım ve yanımıza getirdikleri sedyenin üzerine yatırdım. Telaşla hemen hareket etmeye başladığımızda biri kolumdan tuttu ve sertçe döndürdü. Babamın keskin bakışları beni bulmuştu.

“Neredeydiniz!”

Babamın sert sesi tüm hastanede yankılanmıştı. Tam dudaklarımı aralayıp izah edecekken babamın bakışları arkama kaydı. Kolumu bıraktığında derin bir nefes aldı. Büyük adımlarla bize gelen Erdinç, babamın önünde durdu.

“Erdinç, neler oluyor? Bütün haberlerde Eyşan’ın şehit olduğu bilgisi dolaşıyor.” diye sorguladı, babam. Sorduğu soruyla kaşlarımı çattım ve Mezarcı’ya baktım. Mezarcı ise sadece babamın omzuna dokundu ve çenesiyle dışarıyı işaret etti. Yürümeye başladıklarında Caner’de onların peşlerinden yürümeye başladı. Onlardan geri durmamak için ilerlediğimde Eyşan’ın odasına giren doktor durmama neden oldu.

“Doktor Bey, Eyşan nasıl?”

Doktor, derin bir nefes aldı.

“Kafasında sarsıntıdan dolayı bir yüzeysel yara var. Onun haricinde sol omzunun üzerinden kurşun sıyırmış. Bacağındaki yara ise yalnızca kas yırtılmasına neden olmuş. Geçmiş olsun, yalnız bu akşam uyumasın.”

Doktor, taramalı tüfek gibi cümleleri bırakıp yanımdan çekip gitti. Tam içeriye girecektim ki bir el koluma sarıldı. Yanıma baktığımda Caner’in sinirli suratı gözüme çarptı. Göz bebekleri içindeki ateşten dolayı titriyor gibiydi.

“Bırak dedim sana!” içeriden yükselen sesten sonra kapı sertçe açıldı. Eyşan, üzerindeki hastane kıyafetiyle göründüğünde bakışlarımız birbirine değdi. Ateş püskürten gözleri mavilerime baktığında onları sakinleştirmek istedim ama ne olduysa daha da harlandı. Beni göğsümden ittirip yolunu açtığında yürümeye başladı. İleri atılıp kolunu tuttuğumda sertçe kolunu kendine çekti ve bana baktı.

“Dokunma bana!”

Yürümeye devam ettiğinde dişlerimi yanağımın içine dişledim ve önüne geçtim. Eyşan’ın elleri yumruk olup havaya kalktığında ellerimi kaldırıp yüzüme inecek yumrukları tuttum.

“Eyşan ve Mete. Bizimle geliyorsunuz.”

Babamın sesiyle Eyşan, kızgın gözlerle gözlerime bakmaya devam ederken bileklerini ellerimden kurtuldu. Omzuma sertçe çarpıp babama doğru ilerlerken ayağındaki topallama canımı acıtıyordu. Birkaç adımdan sonra babamın karşısına dikildiğinde peşinden adımladım. Yanında durduğumda bakışları bana dönmedi ama çenesini dikleştirdi.

“Onları timde istemiyorum, albayım.”

Duyduğum cümle ile bakışlarım babama döndü. Yüzündeki bürünmüş ifadesizlik yerini korudu.

“Onlara ihtiyacın olabilir Güvercin.” dedi, bastırarak. Eyşan inatla kafasını iki yana salladı.

“Aradığımda ulaşamadığım kişilerle işim olmaz.”

Babamın bakışları sertleşti.

“Onlara ihtiyacın var Güvercin, şimdilik.”

Babam, son cümleyi bastırarak söylemişti. Kaşlarım çatıldığında Eyşan’ın yüzündeki ifade soğukkanlılığa döndü.

“Şimdilik.” diye tekrarladı ve yanından geçip yürümeye başladı. Babam ve Mezarcı bana sırtlarını dönüp yürümeye başladıklarında hızla onları takip etmeye başladım. Ruhumda bir şeylerin kırıldığını fark ederken Eyşan’ın hâlâ yaşıyor oluşu yüreğime bir nebze olsun soğuk sular dökülmesine yardımcı olmuştu fakat bu, yeni bir yangının başlamasına engel değildi.

 

Yazar, Ağzından

Karanlığın bir gölgesi yoktur. Koyu bir sonsuzluğun böğrüne saklanmış duygular için daima aydınlık gereklidir. Diplere gömülmüş anların ortaya çıkması için onu kabullenmek ister yürek ama, Eyşan’ın ruhu geçen zaman diliminde daha da karanlığa batıyordu.

Elleriyle hastane kıyafetini bir çırpıda üzerinden çekip çıkarttığında yenileri eklenmiş yaralarına baktı. Hiçbiri, yüreğini kasıp kavuran ateşten daha çok yakmıyordu canını. Dolabın kapağını sertçe açıp üniformasını giymeye başladığındaki yüreğindeki ateş, tüm bedenine yayılmaya başladı.

“Sana ben ne dedim!”

Koordinasyon merkezinde Alparslan albayın sesi yükseldi. Elleri oğlunun yakalarına mühürlüyken Mezarcı, gergince etrafına baktı. Allah’tan herkesi önceden dışarıya çıkartmış ve kimsenin bu sahnenin şahidi olmasına izin vermemişti.

“Sana ben ne dedim!” diyerek bir kez daha sarstı Alparslan albay, hiddetle. “Bir hatanı daha görürsem rütbeni senden alırım, demedim mi?”

Mete’nin bakışları ifadesizdi. Babasının onu bir kez daha sarsmasına izin verdi ama Mezarcı, bu duruma engel oldu.

“Alparslan, yeter. Çocuklar bir günlüğüne kafa dağıtmak istemişler.” diye söylendi. Alparslan Çakır’ın ateş püsküren mavileri Mezarcı’ya çevrildi.

“Çocuk mu?” diye yüzünü buruşturdu. “Çocuk mu?” diye yineledi ve sertçe Mete’ye baktı. Mete’nin yakalarını ittirerek bıraktığında Mezarcı’ya döndü.

“Mete ve Caner, Asiye Çavdar’a emanet ettiğim zaman çocuklardı. Şimdi birisi üsteğmen birisi de yüzbaşı!” diye bağırdı. Sonlara doğru sesi yükseldi ve ‘yüzbaşı’ derken Mete’ye baktı.

“Kafamı toparlamam gerekti.” diye açıklama yapma gereği duydu, Mete. Alparslan Çakır, alayla oğluna baktı.

“Olmayan bir şeyi nasıl toplayacaksın?” diye sorduğunda albay, Mete dişlerini sıktı. Tam konuşacaktı ki çalınan kapının ardından içeriye giren Eyşan, tüm cümleleri ukde bırakmıştı.

“Gel Eyşan.”

Eyşan, sert birkaç adımıyla Mete’nin yanında durdu. Burnuna dolan baharatlı koku bir anlığına boşluğuna gelmiş ve algılarını yıkmasına neden olmuştu. Boğazını temizledi ve albaya baktı. Alparslan albay, eliyle sandalyeleri gösterdiğinde herkes sandalyelere kuruldu. Mezarcı, elindeki kumandaya dokundu ve bir görüntünün ekrana yansımasına izin verdi.

Göğüslerine bağlı kamera görüntüleri artık karşılarındaydı. Eyşan, sinirle dudaklarını kemirdi ve Mezarcı’ya baktı.

“Sadece Osman’ın görüntülerini izleyemez miyiz, komutanım?” diye sordu, dik başlılıkla. Mezarcı, kadının bakışlarını dikkatlice inceleyip onayladı. Bir tuşa dokundu ve Osman’ın çektiği görüntüler büyüdü. Kendi yüzünü gördü ilk Eyşan, kamerada. Sonra içinden beşe kadar saydı ve yine omzunun üzerinden geçip giden kurşunu hissetti. Sırt üstü düşerken kaydı. Osman’ın yaklaşıp sağ omzundan sıkıca tuttuğunu gördü. Yeniden ve yine yandı içi.

“Siktir.” diye bir ses yankılandı odada. Osman’ın sesi kulaklarında acımasızca dolaştı. Eyşan, yutkunmaya çalıştı ama bu kolay değildi.

“Git, üzerime çekeceğim!” diye bir ses tekrarladı.

“Hayır.” dedi, Osman. “Buraya birlikte geldik, hep birlikte çıkacağız.”

Eyşan, Osman’ı ittirdi ve kamera uzaklaştı.

“Lan siktir git! Bu şekilde ikimizi de öldürteceksin.”

Mezarcı, duyduğu küfürlerin ardından biraz ileriye sardı ve dışarıya çıktıklarındaki görüntüye kadar kaydı. Eyşan, sesini aradı zihninde. Kaybolmuş sesinin, bir anlığına hiç duyulmayacağını düşünmüş ve tüylerinin ürpermesine engel olamamıştı. Osman’ın kamerasında, uzakta bir kadının siması görüldü.

“Dur.” dedi, Alparslan albay. Mezarcı, elindeki kumandayı bırakmadan görüntüdeki kişiye doğru yaklaştırdı. “Benim gözlerim doğru mu görüyor, Erdinç?” diye sorguladı Alparslan Çakır ama Erdinç’in gözleri kısıktı. Kumandaya dokundu ve Osman’ın yaklaşmasını izledi. Kadının, yüzündeki gülümseme hiç bozulmuyordu.

“O değil! O değil!”

Eyşan’ın haykırışı odada yankılandığında Asiye Çavdar görünümlü kadından yüksek bir parıltı yükseldi. Osman’ın kamera kaydı, siyah bir ekranla kesildi.

“Erdinç, bu ne demek?” diye tekrar sorguladı, Alparslan albay ama Mezarcı’nın bakışları Eyşan’a çevrilmişti. Eyşan, Mezarcı’nın derin bir nefes aldığını gördükten sonra kaşlarını çattı. Mezarcı, bakışlarını ekrana çevirdi ve kumandanın tuşlarına bastı. Birkaç siyah ekrandan sonra bir sürü ekranlara bölünmüş haberlerin görüntüleri kaldı. Eyşan’ın kaşları gördüğü fotoğrafla yukarıya doğru çekilirken Alparslan albay, elini masaya vurdu.

“Artık bir açıklama yap, Mezarcı. Neden Eyşan şehit olmuş gibi gösterildi?”

Mezarcı, yanında oturan kişinin kulaklarında bıraktığı çınlamayı umursamadan bir tuşa daha bastı. Görüntüde yine Eyşan vardı ama üzerinde terörist tulumu ve keleş ile duruyordu.

Eyşan’ın zihni artık tamamen karmakarıştı. Gözlerini kırpıştırarak altındaki yazıyı okumaya çalıştı ama zihninin bulanıklığı gözlerine yansımıştı.

“Altında ne yazıyor?” diye bir ses tırmaladı kulaklarını. Mete’nin sorusuyla daha da çok dağıldı ve elleriyle şakaklarını ovmaya başladı.

“Zeyno Demirkan, Eyşan’ın şehit olduğunu göstermemizin sebebidir.”

Görselde bir kadın daha görüldü. Eli uzakta bir yeri gösterirken dudaklarında sinsi bir tebessüm gizliydi. Mezarcı, elindeki kumandayı bıraktı ve ellerini masanın üzerinde birleştirirken gözlerini Eyşan’da ve Mete’nin üzerinde gezdirdi.

“Kara İnci, namı değer Zara Demirkan. Kendisini gölgelerden yönettiği karmaşık ve gizemli bir ağ ile tanıyoruz. Yasadışı ve etik dışı teknolojilere erişimi sayesinde, önemli figürlerin kimliklerini değiştirebilecek kadar ileri düzeyde operasyonlar yürütüyor.”

“Ne yani, şimdi Asiye Çavdar’ın yüzünü bu kadın mı bu hâle getirdi?” diye sordu albay. Mezarcı, kaşlarını havada birleştirirken dudaklarını büktü.

“Bir bakıma öyle diyebiliriz ama çoğunlukla, arka plandaki önemli kişiyi bulmaya çalışıyoruz.” dedi ve yeniden kumandaya uzanıp bir ekran daha geçti. Zara Demirkan’ın bu zamana kadar yaptıklarıyla ilgili bağlantılar bir iple örülmüş gibi kendini gösteriyordu. Eyşan, kaşlarını çattı. Bu bilgilerin bir kopyasını bir yerde görmüştü.

“Siyasi manipülasyonlar, uluslararası entrikalar ve güç oyunlarında ustalaşmış Zara’nın bir yakını da tam da avucumuzun içinde.”

“Raşit.”

Bütün bakışlar bir anda Eyşan’ın üzerine çekildi. Eyşan, çenesini dikleştirip korkusuzca Mezarcı’ya baktı.

“Raşit’in karısı, Zara Demirkan.”

Mezarcı, parmağını şıklattı ve arkasına yaslandı. Döner sandalyesinde sola ve sağa doğru sallanırken Alparslan Çakır, kumandayı eline alıp birkaç görsel geri geldi. Zeyno Demirkan, yazılı görseli ekranda bekletirken Mezarcı’ya baktı.

“Peki, bu kadın kim?”

Mezarcı, sandalyesini sağa çevirdiğinde Alparslan Çakır’da bakakaldı ama hiçbir şey demedi.

Alparslan Çakır, ağırca kafasını salladı. “Bu kadını nasıl bulduk?”

Mezarcı’nın gözlerinde bir soğukkanlılık büründü ve Alparslan Çakır’a bakmaya devam etti.

“Raşit’in sorgusundan sonra tarafımıza, AES-256 kullanılmış bir dosya gönderildi. O dosyanın açılmasından hemen sonra Eyşan’ın kopyasının olduğu fotoğrafı gördüm ve konunun derinine inmeye başladık. Akça Timi’ni konuyu araştırması için sınırdaki üsse yerleştirdim fakat paket oldular. Güvercin Timi’nde gördüğümüz vaziyet ile Eyşan’ı şehit düşmüş olarak lanse ettik.”

Eyşan, Mezarcı’nın sözlerini dinlerken kalbi hızlıca çarpmaya başladı. Çenesini sıkıp, nefesini derinleştirerek kontrol altında tutmaya çalıştı. Odadaki sessizliğin çok derin ve keskin olduğunu fark ettiğinde bakışları Mete’ye çevrildi. Elleri masanın üzerinde yumruk yapılmıştı ve gözleri yalnızca ekrana kilitli kalmıştı.

“Yakında bir operasyona çıkmanız gerekebilir, Eyşan.” dedi, Mezarcı ama odanın kapısı tıklatılarak açıldı. İçeriye giren takım elbiseli adam kafa selamı verdi ve direkt olarak Erdinç’e baktı.

“Mezarcı, istediğiniz kişiler an itibariyle yuvadadır.”

Mezarcı, ellerini masaya koyup ayağa kalktı ve eliyle kapıyı gösterdi.

“Gidelim, size tanıştırmak istediğim birisi var.”

Mezarcı’nın sesi soğukkanlı bir ciddiyetle odayı doldurduktan sonra ayağa kalktı ve kapıya doğru ilerledi. Peşinden gelenlerin ona yetişmesini beklemeden yanında duran takım elbiseli adam ile yürümeye devam etti. Sorgu odasının önünde durduklarında takım elbiseli adam kapıyı açtı ve geçmeleri için kenara çekildi.

Eyşan, Mete, Erdinç ve Alparslan Çakır içeriye girdiğinde Eyşan’ın eli dudaklarına kapandı. Karşısında, uzun boylu ve dik duruşlu bir kadın vardı. Saçları omuzlarına dökülen bu kadın, Eyşan’ın yüzünün keskin hatlarını taşımaktaydı ama bir şeyler farklıydı. Yüzdeki ifade, tamamen yabancı ve tehditkardı.

“Sende kendini hazırla Alparslan. Çünkü bugünden itibaren Mete Mert Çakır’ında şehit haberi girilecek.”

Kadının yanındaki Mete’nin yüzüne sahip adam, gerçek Mete’nin aksine, gözlerinde karanlık ve soğuk bir parlaklık taşıyordu. Eyşan’ın içini bir ürperti kapladı. Bu ikiliyi izlerken gözlerinde beliren öfke ve şaşkınlık karışımı yüreğini sıkıştırdı.

“Eyşan.” dedi Mezarcı, alçak bir sesle. “Seni Mete ile İdlib’e, Zara’nın yanına göndereceğim. Bu gördüğünüz kişilerin yerine geçmeniz gerekiyor. Aksi taktirde daha da çok dikkat çekeceğiz.”

Alparslan Çakır’ın sert adımları birkaç saniye duyuldu ve Mezarcı’nın yanında durdu.

“Benden oğlumu oraya göndermemi mi istiyorsun? Çatlak bir kadının yanına mı göndermemi istiyorsun!” diye bağırdı. Mezarcı, kafasını iki yana salladı.

“Buna mecburuz Alparslan. Sonuçları ne olursa olsun, Mete ve Eyşan’ı oraya göndermeye mecburuz.” dedi ve Mete’nin kopyasına baktı. “Çünkü bu kişiler Zara için çok önemli.”

Alparslan albay, sonuçlarını umursamadan Mezarcı’nın kolunu eline hapsetti.

“Neden?” diye sordu.

Mezarcı, bakışlarını Alparslan albaya çevirdi.

“Tarih, ona yapılanları hiçbir zaman unutmaz. Yıllar önce vurduğumuz çocuğu hatırlıyor musun, Alparslan?” dedi ve yeniden Mete’nin kopyasına baktı. “Tanıştırayım; Zara ve Raşit’in oğlu Aras Demirkan.”

 

22 Ekim 2021 / Şırnak

Osman Çavdar, Ağzından

“Osman.”

Annemin sesi.

Neredeydim ben?

Cennette mi?

Benliğim kendini askeriyenin önünde bulduğunda anladım ölmediğimi. Önümde duran kadının gözlerine bakmayan kendimi gördüm. Her şeyin değişeceğini, artık o gözlere bir daha yakın olmayacağımı öğrenmiştim. O an, sanki zaman durdu, kalbim birkaç saniyeliğine yerinden sıçradı. Arkamda, yıllardır en güvendiğim o sıcak eller vardı.

Şimdi ise önümde beni bekleyen tehlikeli bir yol.

Annem, yıllardır koruduğu o ikiz çocuklardan öte, hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan bir kadındı. Hasret kaldığım, Eyşan ile omuz omuza yürüdüğüm yollarda mahrum bırakıldığım her zaman dilimi için o ana dönmek istedim. Bakmaya cesaret edemediğim o gözlere tekrar tekrar bakmak ve onu sıkıca sarmalamak istedim.

Annemin “Beni unutma.” derken ki kırık tınıyı yeniden duydum. Bunu söylerken gözlerindeki korkuyu, endişeyi gördüm. Kendi elleriyle güle oynaya gönderdiği askeri okullardan sonra, bu noktaya gelmek onu korkutmuştu.

Her hareketini izledim. Benliğim arkasını dönüp giderken geride baktığı kadına bakmaya devam ettim. Sol gözünden akan her damla yaş, kalbime bir bıçak darbesi gibi gömülmüştü. Benliğimin ardından bakan bakışları, hiçbir zaman unutamayacağım bir anı olarak zihnime işleyecekti.

Zihnim, karanlığa gömüldüğü hissizlikten sökülüp çıkarken gözlerime vuran sabırsız bir ışık kaynağı vardı. Gözlerimi kırpıştırarak kalkmaya çalışırken biri beni omuzlarımdan bastırdı.

“Lütfen kalkmayın.”

Birinin cümlesini duyduğum an, nerede olduğumu ve ne olduğunu hatırlamıştım. Anneme benzeyen birine doğru koştuğumda kulaklarımda yankılanan o sesin peşimden gelişini de hatırladım.

“O değil! O değil!”

Beni tutan kollardan sıyrılmaya çalışırken Kubilay’ın ve Deniz’in seslerini ayırt edebilmiştim.

“Eyşan!”

Dudaklarımdan kopan isme karşılık bir ses, tüm sesleri susturdu.

“Dışarıya çıkın.”

Omzumu bastıran eller bir anlığına donup kalırken karşımda açılan koridora baktım. Alparslan albay, tüm heybetiyle yanımda dikilmeye başladı ve bakışlarını gözlerimden hiç çekmedi.

“Dışarıya.”

Tek bir sözcük ile bir anda herkes odayı terk etmişti. Alparslan albay, omuzlarını düşürerek yatağa oturduğunda seslice yutkundu ve dudaklarını ıslattı. Uykusuz mavilerinde, sönmeye ramak kalmış bir ışık varmış gibiydi.

“Eyşan iyi, korkulacak bir durum yok.” dedikten sonra durakladı. Sanki bir şeyler daha söylemek istercesine gözlerime bakmaya devam etti. “Bir kadın var, Zara Demirkan. Raşit’in karısı ve tek derdi artık bizimle uğraşmak.”

Aralı dudaklarından büyük bir iç çekti.

“Eyşan ve Mete göreve çıkıyor. Seni ve Caner’i geçici olarak Güvercin Timi’ne göz kulak olmanız için yönlendireceğim ama.”

Kaşlarımı çattım.

“Ama?”

Alparslan albayın gözlerini bir fırtına bürüdü. O öyle bir fırtınaydı ki tüm duygularımı kasıp kavuracağını hissettim.

“Bir gün onlara karşı ateş açılabilir.”

Yüzüm ifadesiz bir hâle büründüğünde ceketinin cebine elini soktu. Geri çıkarttığında telefonun ekrana bakıp oyalandı ve bana çevirdi.

“Asiye Çavdar’ın yani annenin yüzünü kullanan Aşır Beynaz. Bu kadın çok tehlikeli birisi ve insanların yüzlerini, istediği kişiye ameliyatla çizdirebilecek kadar güçlü.”

Telefondan bir resim geçti.

“Zeyno Demirkan ve Aras Demirkan. Mete ve Eyşan’ın yüzlerini alarak bize karşı kullanmaya çalışacaklardı fakat Erdinç, duruma el attı ve önceden onları elimize ulaştırmayı başardı. Bu durumdan mütevellit onları İdlib’e gönderdik. Haberleşmemiz zor olacak ama üstesinden geleceğimize inanıyorum.”

Bakışlarım Alparslan albayın gözlerinde sabit kalırken çenemi dikleştirdim.

“Bunları yaptıkları için onları pişman edecek miyiz?” diye sorguladığımda albayın çehresi sertleşti.

“Hiç şüphen olmasın.”

Gözlerim pencereye çevrildiğinde derin bir nefes aldım.

Bir fırtına yaklaşıyordu.

Fırtınanın içinde büyümeye devam eden kasırga tohumu ne var ne yoksa yıkıp yok etmek için yetiştiriliyordu.

 

22 Ekim 2021 / İdlib

Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından

Ayağımdaki çaput botlara rağmen bakışlarım ileriye bakıyor ve etrafı gözlemliyordu. İdlib’de, Zara Demirkan’ın üssüne gelmiştik. Mezarcı’nın dediğine göre Mete’nin yüzü yeni yapılmış ve biz geri dönüyormuş gibi yapıyorduk.

“AES hazır mı?”

Bir karanlık odanın içinde yankılanan kadının sesi tüm odada yankılandığında bakışlarım odaya kaydı. Uzun boylu ve ince yapılı, keskin hatlara sahip yüzü ve soğuk bakışlara sahipti. Bizi fark edip yaklaşmaya başladığında gözleri yüzümde gezindi fakat Mete’ye çevrildiğinde durdu ve ellerini neşeyle çırptı.

“İnanamıyorum!” diye bağırdı. Elleri tam Mete’nin yüzüne değecekken bir anda durdu ve bakışları beni buldu. “İşte tam bir çift oldular.”

Ellerini çırparak yürümeye başladı. Durduğumuzu fark ettiğinde eliyle işaret verdi. Mete ile peşinden yürüdüğümüzde bir odanın kapısına dokundu ve içeriye girdi. Mete önden girerken en arkadan bende dahil oldum. Bakışlarım etrafta gezindiğinde neredeyse dudaklarımı aralayıp her şeyi mahvedecektim.

“Gelin.”

Zara denilen kadın bizi koltuklara geçirdiğinde karşımızdaki sandalyeye oturdu. Arkasındaki büyük ekranda baktığımda yutkunmaya çalıştım ve yavaş bir iç çektim.

“Şimdi tabloyu oluşturmayı başardık ama daha önemli bir noktamız var.” dedi ve yanındaki düğmeye bastı. Arkasındaki ekranda Mete’nin yüzü belirirken altındaki kırmızı yazı bir anlığına donmama neden olmuştu.

“Yüzbaşı Mete Mert Çakır, Şırnak sınırındaki ‘Kepçe’ operasyonunda şehit düştü.”

Zara, gözlerini devirerek bizi izledi.

“İki tane yarattığım roller suya düştü. Ne güzel sizi askeriyeye yerleştirip onları içinden yaralamaya başlayacaktım. Neyse ki bir yaralı bırakmayı başardım.”

Gözlerindeki yansımada Osman’ı gördüm. Acaba Osman uyanmış mıydı? Yaşıyor muydu? Aklımdaki bütün sorular sinirlerimin neredeyse bozulmasına neden olacakken dişlerimi sıktım. Bu oyunu benden başka taşıyacak bir Eyşan yoktu.

“O küçük beyinli Osman, annesini görünce nasıl da koştu ama?” dediği anda salonda kahkahası yankılandı. Dişlerimi göstererek gülmeye çalışırken Mete’de beni taklit etti. Zara, gözlerini üzerimizde gezdirip arkasına yaslandı.

“Peki, sizi nereye gönderebilirim?”

Mete, hafifçe öne eğilip Zara’ya baktı.

“Biz gidemiyorsak onlar bize gelsin.”

Zara, şüpheyle bakışlarını Mete’ye çevirdi.

“Sürekli onların başını dertten kaldıramayacakları işler yapalım. Her işin ucunda biz olalım, duygularıyla oynayalım. Tıpkı Osman’a yaptığımız gibi ve ardından basının hep bundan haberi olsun.”

Zara’nın bakışları, Mete’nin cümleleriyle değişmeye başladı. Büyümüş gözlerinde ışıltılar göründü. Ellerini çırptı ve ayağa kalktı. Bize doğru yaklaşıp avuçlarını birbirine sürttü.

“O halde dinlenin ve sadece rollerinize odaklanın.” dedi ve sonra Mete ile benim ellerimi alıp üst üste koydu. Kalbimin teklediğini fark ederken Mete’nin avuçları ısınmaya başladığını hissettim. Bakışlarımız birleştiğinde Mete’nin mavilerinde bir sakinlik gizliydi. Fırtına öncesini sakinliğini çok iyi kamufle edebiliyordu.

“Aras, Mete’nin yüzünü alsan da hâlâ Zeyno’nun kocası, benim ise oğlumsun.”

Ne?

Biz evli miydik?

Mezarcı, bunun hakkında bir bilgi vermemişti. Mete’nin öksürüğünü duyduğumda ayağa kalktı ve elimi bırakmadan Zara’ya baktı.

“Biz dinlenmeye çekiliyoruz.”

Zara kafasını salladığında Mete, ezberlediği krokideki odaya götürmeye başladı. Odanın önüne geldiğimizde kapıyı açtı. İçeriye girip elimi çektiğimde sıkıntıyla yatağa oturdum. Mete, ayakta kalmayı tercih etmişti ve bir sağa bir sola volta atarak yürümeye başlamıştı. Kaşlarımı çatıp ayağımı yukarıya kaldırdım. Durup tek kaşını kaldırdı ve bana baktı.

“Otur şuraya. Başımı döndürmekten başka bir işe yaramıyorsun.” diye tısladım dişlerimin arasından. Gözleri gözlerimle buluştuğu an o mavilerindeki fırtınayı serbest bıraktığını fark ettim.

“Ya onun oğlu olmadığımı anlarsa?” diye sorduğunda kafamı iki yana salladım.

“Kadını görmüyor musun? Oğluna olan sevgisinden dolayı gözü hiçbir şeyi görmüyor. Kendi oğlunun yüzünü değiştirecek kadar gaddar ama onu hâlâ benimseyecek kadar gerizekalı.”

Mete, gözlerini devirdiğinde yarım ağız gülümsedim.

“Fakat haklısın. Meyhanede içmeye benzemez bu işler.”

Mete, sinirle bana yaklaşıp çenemi tutmak istedi. Elini ittirip yüzümü geri çektim ama gerdanımdan beni yatağa bastırıp bacağını karnımın üzerine yasladı. Gözlerimin büyümesine engel olamazken bilinçsizce yanağımın içini ısırdım.

“Ne yapıyorsun?”

Mete’nin mavi gözleri büyümüş ve siyahlıklar küçülmüştü.

“Ben o meyhaneye, yalnızca birkaç saatliğine seni unutmak için gittim. Orada da çıkmadın aklımdan ve sonra gördüm ki.” dedikten sonra gözlerini beklemediğim anda hüzün sardı. Göz bebekleri titrerken siyahlıkları genişledi ve orada kendimi gördüm. Şehit haberimi aldığında nasıl hissettiğini sormak istedim ama cesaret edemedim. Dolan gözlerinden yanağıma akan yaş verdi, cevabımı.

“Beni çok seviyor olsaydın, sana ihtiyacım olduğunda yanımda olurdun.” diye fısıldadığımda kalkmaya çalıştım ama Mete, beni daha çok yatağa bastırdı. Sırtım birden yatağa biraz daha gömüldüğünde acıyla dudaklarımı tutamadım.

“Aa!”

Mete, kırılan yataktan dolayı üzerime biraz daha yıkılırken yanağı yanağıma yaslandı. Eli, dudaklarımın üzerine kapanırken kaşları çatıldı ve bir anda üzerimden kalktı. Ellerini bana uzatıp kollarımdan tuttu ve beni sertçe kırılan yataktan kaldırıp karşı duvar dibine yasladı. Sessiz ol dercesine dudakları sus çizgisine dokundu ve kapıya ilerlerken elleri sırtına gitti.

“Oğlum, iyi misiniz?”

Zara, benim çığlığımı duyup gelmişti.

“Hay sikeyim.” diye fısıldadı, Mete. Ensesindeki eli durdu ve biraz aşağıya gidip üzerindeki kazağı kavradı. Bir anda üzerinden çekip yatağın üzerine fırlattı. Çıplak sırtı odağıma girdiğinde gözlerimi kırpıştırdım ve bakışlarımı yere eğdim. Küçük bir yutkunma ile derin bir nefes almaya çaba gösterdim. Kapıyı açtığında hiçbir şey göremediğim için şükrediyordum. Benim görmem demek, onların da görmesi demekti. Utançtan kızardığımı hissedebiliyordum ama farkında olmadan gözlerimi Mete’ye çevirdim.

“Ne oldu?” diye bağırdı, Mete.

Çıplak sırtındaki yara izlerinin silik izlerine okşadığımı düşünmek bile avuç içlerimi kaşınmasına neden olmuştu. Kaşlarımı çatıp kafamı iki yana salladım. Ne düşünüyorsun kızım?

“Rahatsızlık verdim, hadi devam edin siz?”

Zara’nın dedikleriyle çıkıp ‘Hayır, gitme! Beni bununla yalnız bırakma.’ diyesim gelmişti fakat Mete, böyle bir şeyin yaşanmaması için kapıyı sertçe kapatıp bana baktı. Eli kapıda durup soluklandığında bakışları bana çevrildi. Kapıdan çekilip bana doğru yürümeye başladığında duvara sindim.

“Demek ihtiyacın olduğunda yanında yoktum. Oysaki ben gelmek isterken sürekli kovmak isteyen sendin.” dedi ama durdu. Bakışlarımı karın kaslarına çevirmemek için kendimi zor tutarken yutkundum ve dudaklarımı yaladım. Bir anlığına gözleri dudağımla gözlerim arasında gidip geldi.

“Sen de benim arkamdan iş çevirmeyecektin.”

Mete’nin yüz kasları gerildiğinde bana doğru adımlamaya başladı. Ellerim havaya kaldırıp ona vuracakken bileklerimden sıkıca tuttu ve beni bedenine yasladı. Kollarım onun arkasında kalırken sertçe sırtına vurmaya çalıştım ama ellerimi sırtında uzaklaştırdı.

“Ben senin arkandan iş çevirmedim, Eyşan.” diye fısıldadı. Bakışları yalnızca gözlerimde dolandı. “Ne yaptıysam senin iyiliğin için yaptım.”

Dişlerimi sıktım. Yalancı, iyiliğimi istemişmiş.

Peh.

“O yüzden mi sürekli ağlamamın sebebi oluyorsun.” diye tısladığımda biraz daha duvara bastırdı.

“Sınırımı zorluyorsun. Her seferinde daha da çok üzerime geliyorsun.” Yüzü, yüzüme çok yakındı. Dudakları konuşacak olursak birbirimizinkine değecekti. Ne o cesaret edebiliyordu ne de ben ilerlemeye. Zihnimden kopan bir cümle dudaklarımın arasından kaçtı.

“Sınırlar.” dedim ama henüz dudaklarımız birbirine değmemişti. “Yalnızca korkakların belirlediği kurallardır.”

Cümlem, alt dudağımın onunkine çarpmasıyla sona ermişti. Mete’nin gözlerinde başlayan yangın gözle görülebilecek kadar harlandı.

“Ben en azından senin kadar korkak değilim.”

‘Korkak’ sözcüğü ile dudakları dudaklarıma değmiş ve son ciddiyetimi bitiren hareket olmuştu. Yarım ağız güldüm.

“Dedi, aşık.”

Mete, bir bileğimi bıraktığında hızla ensemi kavradı ama öpmedi.

“Ateşin yakıcılığını unutma, Eyşan. Beni yakarsan, kendin de yanarsın.”

Gülümsemem dondu.

Birkaç saniye boyunca sessizlik tüm odaya yayıldı. Kalbimin hızla atan ritmini bastırmak için derin nefes almaya çalıştım ama göğsüm, Mete’nin göğsüne baskı yaptı. Mete’nin gözleri hâlâ içinde yanıp sönmeyen bir ateşle, tehditkar ve bir o kadar da savunmasız şekilde bakıyordu. Ensemdeki parmakları, saç diplerimi okşuyor ve orada kalıcı bir his bırakıyordu.

“Kendini ateşe atmaktan ne zaman vazgeçeceksin?” diye sorarken sesindeki endişe şaşırtıcı bir şekilde yumuşaktı. Yüzündeki sertliğin altındaki naifliği saklayamıyordu.

“Yanıp kül olana kadar.” dediğimde eli ensemden ateşe dokunmuşçasına kayboldu.

“O zaman yan!” diye tısladı ve bana sırtını döndü. Kazağının yanına gidip giymek üzereyken yutkundum. Karnımda bıraktığı sancı istediğimi alamamış olmamdan mı kaynaklıydı yoksa o ateşin varlığının habercisinden miydi bilemiyordum. Suskunluğun içinde aralı kalan dudaklarımdan bir cümle çıkmak için sabırsızlandı.

“Benimle yanmaya yüreğin yetmez.” diye fısıldadım bilinçsizce. Nasıl olduysa elindeki kazağı odanın bir köşesine fırlatıp önüme geri geldi ve yanaklarımı tuttu. Dudaklarını dudaklarıma bastırdığında tüm sinirimle karşılık verdim. Alt dudağını esir alarak ısırdığımda genzinden kuvvetli bir inilti dudaklarımızın arasında kayboldu.

Beni arkamızdaki duvara bastırdığında bir elimi çıplak sırtına götürdüm ve sertçe tırnaklarımı geçirdim. Elleri bileklerime pranga misali dolanıp duvara çıkarttığında tek eliyle tuttu. Boştaki eli bel boşluğuma kondu ve vücudunu bana bastırdı.

“Yaktığın ateşte.”

Bir öpücük kondurdu.

“Yanacağım.”

Dudakları boynuma indi.

“Yandığım bedenle.”

Dudakları, boynumdan yanağıma yükseldi.

“Seni, yeniden yakacağım.”

Dudakları yeniden dudaklarımı bulduğunda karşılık vermeye gücüm kalmamıştı ki hızla dudaklarımın üzerinde soluklanmaya başladı.

“Beni kışkırtma ve sakın kendinle sınama.” dediğinde bedenini bir kez daha bana bastırdı. Karnımın üzerinde baskı yapanın ne olduğunu anlamayacak kadar salak değildim. Derince yutkunduğumda ellerini çekip geriye döndü. Bakışlarım sırtına çevrildiğinde alt dudağımı dişledim.

Sırtında kocaman tırnak izlerim vardı.

Aferin, adamın sırtını rambo misali çizdin. Helal olsun.

İçimdeki sesi duymazdan gelirken boğazımı temizledim ve boynumu kütürdettim. Yaslandığım duvardan ayrıldığımda Mete, aynanın önünde durdu ve sırtına baktı. Dudaklarında çapkın bir gülümseme oluştuğunda bakışları aynadan beni buldu. Kaşlarıyla sırtımı işaret ettiğinde gözlerimi kaçırıp yatağa baktım.

“Bunu ne yapacağız?”

Mete, sıkıntıyla iç çekti ve kafasını iki yana salladı. Adımlarım yavaşça koltuğa ilerlerken bedenimi bıraktım. Mete, üzerine kazağını giyip önümde diz çöktü. İki eli, sanki kaçacakmışım gibi koltuğun kenarlarına kondu. Mavi gözlerinde, yorgunluk ve kasvetli bir hava bürülüydü.

“Annem şehit olduktan sonra babam, bizi sizin eve getirdi. Sen yoktun o sıralarda ama komodinin üzerindeki fotoğrafın vardı. Üzerindeki asker kıyafetinle o kadar çok yakın gelmiştin ki o fotoğrafı aldıktan sonra Caner geldi ve beni dışarıya çıkarttı. Asiye yengenin yanına gidip orada büyüdüğüm süre boyunca her daim fotoğraflarını gördüm. Oyun arkadaşlarım olan kız çocuğunun nerede olduğunu bilmek için her gün daha da hırslandım. Saplandığım karanlığın, her gece gördüğüm kabusların kurtarıcısını korumak istedim.”

Sol gözünden bir damla yaş süzüldü. Elimi kaldırıp sileceğim sıra kendisi hızla sildi.

“Aradığım isim Asena Gündüz’dü ama bir gün seni gördü bu gözlerim. Hiç ama hiç anlamadım o kızın senin olduğunu. Önüme geçip vurulduğunda da anlamadım. Beni kurtarmaya gelip Kurt’u yenip gittiğinde kalbimdeki sızıyı sana anlatmam çok zor.”

Yutkundu ve devam etti.

“Mert, seni bulmak isterken çok hata yaptı Eyşan. Girilmemesi gereken deliklere ve olmaması gereken yerlerde oldu sürekli. Kullanmadığım ama kimliğim olan o isim benim hatalarımla dolu bir yüküm. Neredeyse o hatalarım yüzünden askeriyeden atılacakken seni buldum -yüzünde buruk bir tebessüm oluştu- üzerine gittim kalbinden vurdum.”

Kafasını iki yana salladı ve gözlerini gözlerimden ayırdı.

“Kendime bile itiraf edemediğim noktalarım oldu. Onun korunmaya gücü yok dedim. O koskoca Güvercin Timi’nin komutanı, istese seni bile alt eder diye düşündüm sürekli ama içimdeki o korkuyu çekip atamadım Eyşan. Annem gibi seni de kaybetme korkusu -elimi alıp kalbinin üzerine koydu- hep burada kaldı.”

Dolan gözlerimi kırpıştırıp boştaki elini çenesine koydum ve gözlerime bakması için zorladım. Yanaklarına düşen gözyaşları birer ok misali kalbime saplanırken dudaklarımda buruk bir tebessüm oluştu.

“Bir gün her şey bittiğinde.” diye fısıldadım ve alnımı alnına yasladım. “Kalbindeki korkunun yerini, yalnızca benim sevgim dolduracak.”

 

Yazar, Ağzından

Şırnak’ta gece, sessizliğin hüküm sürdüğü ve huzurun bulunmadığı bir tuval gibiydi. Gökyüzü, gri ve siyahın tonlarında akan bir duman perdesini andırıyordu. Ay; kalın bulutların ardına gizlenmiş, yorgun ve silik bir ışık yaymaya çabalıyordu.

Karanlık, kentin ruhuna işleniyordu.

Mit karargahında bir hareketlilik vardı. Telefonlar susmuyor, bilgisayarlar kendiliğinden kilitlenip kapanıyor ve herkes bir şeylere yetişmek istercesine koşuyordu. Mezarcı, zihnini kaplamış soğukkanlılıkla yürüdü ve yanındaki adamına baktı.

“Hâlâ sistemleri düzeltemedik mi?” diye sordu durakladığında, yanındaki adamın cevabı gecikmedi. “Hayır efendim.”

Soğukkanlılığı bir kenara atmak ve bağıra çağıra bulunduğu ortamı terk etmek istiyordu ama yapamadı. Sıktığı dişlerinin arkasına saklanıp yanındaki adamı ittirdi.

“Caner’i çağırın, odamda bekliyorum.”

Yanındaki adam, korkulu gözlerle Mezarcı’nın yanından ayrıldı ve koşar adımlarla karargâhtan ayrıldı. Mezarcı, odasına doğru yürürken ona her çarpan kişiyle daha da sinirle kaplanıyordu. Odanın kapısını aralayıp kendini zorla içeriye kapattığında sıkıntılı bir nefes bıraktı ve sağa ve sola yürüdü. Son adımları sertçe yerle buluşurken elleri belinin yanlarına yerleşmişti. Bir yandan arada saatine bakıyor ve bir an önce Caner’in gelmesini bekliyordu.

Gece; bilinmezliğin ve tehlikenin habercisi olurken, o her şeyin farkına varmıştı. Hafife aldığı kadının neler yapabileceğine de şahit olmuştu. Karargaha gönderilen AES dosyasını hiçbir koruma önlemini almadan çözmeye çalışan bir personeli yüzünden bütün sitemleri hacklenmiş ve bazı askerlerin bilgileri çoktan Zara Demirkan’ın eline geçmişti. Üstelik Eyşan’ın saatine koydukları iz bir anda ortadan kaybolmuştu.

“Anladı, kesin anladı.” diye söylendiği sırada kapı aralandı ve Caner göründü.

“Gel Caner.” dedi ve adımlarını durdurdu. Caner, şaşkınca karşısındaki komutanını izlerken hayrete düşmüştü. Ortalığın alev aldığını görmüş olması yetmediği gibi Erdinç’in yüzü onu nedensizce korkutmaya başlamıştı.

“Neler oluyor komutanım?” diye sordu, Caner. Mezarcı, bir kenara bıraktığı soğukkanlığının yerine sinir olmuş bakışlarını püskürttü.

“Eyşan’ın koluna koyduğum veriler ifşalandı.”

Caner, kaşlarını çattığında Erdinç’i dinlemeye devam etti.

“Onları oradan çıkartamayız ama çıkartmazsak Mete tehlikeye girecek. Dikkatlerini dağıtmamız için Caner.” dedi ve Caner’e birkaç adım yürüdü. “Dikkatlerini dağıtmamız için Eyşan’ı vuracaksın.”

Caner, Mezarcı’nın dedikleriyle bir adım geriledi.

“Sen ne dediğinin farkında mısın Mezarcı!”

Caner korkusuzca bağırdığında sesi, Mezarcı’nın zihninde yankı buldu.

“Bana sesini yükseltme.”

Caner, elini havada gezdirip Mezarcı’yı susturdu.

“Sakın o cümlene devam etme. Sen, sen çıldırmışsın Mezarcı. Ne demek Eyşan’ı vuracaksın? Bunun sonuçlarının ne olacağını bilmek bile istemezsin!”

Mezarcı konuşacağında Caner, yine devam etti.

“Ne ben buraya geldim ne de sen bana böyle bir şey söyledin, duydun mu beni!” diye bağırdı Caner. Mezarcı, kafasını iki yana sallayıp masasına yürüdü ve eline aldığı dosyayı Caner’in göğsüne vurdu.

“Yapacaksın Caner. Yoksa asıl sonuçlarına sen katlanırsın.”

Caner, göğsünde asılı kalan dosyayı tuttuğunda Mezarcı’nın eli çekildi. Caner’in bakışları dosyadaki yazılarda gezinirken tüm tüylerinin ürperdiğini gördü. Yandı, kavruldu her bir yanı ama yalnızca Mezarcı’ya bakmakla kaldı.

“Akça Timi ile İdlib’e gideceksin ve Eyşan’ı vuracaksın Caner. Aksi takdirde bu dosya ile Mete Mert Çakır’ın çıktığı son görev olur.”

Caner, elindeki dosyayı yere attı ve üzerine basarak Mezarcı’ya bir adım daha yaklaştı.

“Yapmayacağım.”

Başı sağa doğru eğilirken Mezarcı gülümsedi. Elleri arkasında bağlandı ve yeniden masasına yürüdü. Ahizenin başına vardığında elini çözdü ve birkaç numara tuşlayıp kulağına yasladı. Bakışları Caner’e çevrildi ve gözlerinde kaldı.

“Hakan Koral ile görüşmek istiyorum.” dedikten sonra bekledi ama telefon kapanmasına rağmen o kulağında tutmaya devam etti.

“Güvercin Timi’nde kim varsa sorguya çekilmesini ve Alparslan Çakır’ın bir vatan haini ilan edilmesini istiyorum.” diye söylendi boş telefona fakat Caner, hızla Mezarcı’ya yaklaştı ve elindeki ahizeyi kapattı.

“Tamam, yapacağım.”

Mezarcı, kendinden emin gülümsemesiyle ahizenin kablosunu düzeltti.

“Akça’yı topla Caner, gün ağarmadan bu işi halledin.”

Caner, bir hışımla Mezarcı’nın odasından çıkıp koşmaya başladığında kanındaki sinir tüm bedenini ve zihnini ele geçirmişti. Gecenin içindeki karanlığın sahip olduğu duyguları almasına izin verirken geride bıraktığı hasarları düşünmek istemedi. Tehlikenin boyutu, tüm herkesin hayatlarına bağlı kalmıştı.

Askeriyeye vardığında Akça Timi ile konuştu, Caner. Geldiklerinde sevindiği yetmemiş gibi duygularına da yenik düşüp şaşkınca bakmıştı Lara’ya. Şimdi ona her şeyi anlatırken atlayarak anlatıyor ve onu anlamasını bekliyordu.

Yola çıkıldı ve bir ufkun bıraktığı parıltı doğdu dağın şafaklarında. Caner’in zihninde bu anı yer edindi. İçinden sürekli yemin etti kendince. Cümleler sıralandı ve işlendi ruhunu kazıyarak.

‘Günü geldiğinde.’ dedi. ‘Günü geldiğinde Mezarcı’nın kim olduğunu herkes öğrenecek. Büründüğü karakterin arkasında gerçek arkadaşlık mı yoksa farklı bir insan mı var anlaşılacak.’ diye devam ettirdi, kendince.

İdlib’in semalarında bir güneş doğdu. Ayın bıraktığı lanetli ışık kaynağı, havadaki bulutların rengini koyu kızıl bir ahenge bürüdü. Caner pustuğu yerden gökyüzünü gördüğünde ellerine bulanacak kanın rengini gördü. Ne olursa olsun, sonucunda ikiziyle düşman olsalar bile yapmak zorundaydı. Aşk acısı geçer, diye düşündü sürekli, tekrar etti.

“Mete, neredesin?”

Mete, elindeki fotoğrafla uyuyordu.

Bir anlığına zihnine düşen anıya dişlerini gösterdi.

“Bırak artık şu fotoğrafı.”

Bir ucunu Caner, bir ucunu Mete çekiyordu.

“Bırakmayacağım, sen bırak!” diye bağırdı Mete.

Bir anda fotoğraf ortadan ikiye yırtıldı, bir ucu Mete’de bir ucu Caner’de kaldı. Mete, şaşkınlıkla Caner’e baktığında Caner, küçük boncuk gözlerini kırpıştırdı. Mete, sertçe Caner’i omuzlarından ittirdiğinde Caner, geri yalpalayarak yere düştü.

“Seni asla affetmeyeceğim Caner!”

Gözlerini yumdu, Caner.

“Seni asla affetmeyeceğim, Caner!”

“Caner, çıktılar.”

Caner, Lara’nın sesiyle düşüncelerinden kurtuldu ve sağ gözünü nişancı tüfeğine eğdi. Eyşan’ın kalbine yönelttiği odak çizgisini netleştirdi. Eyşan, sanki bu günlerin geleceğini hissetmiş bir Güvercin gibi kıpırdamadan durduğunda yanındaki Mete’ye gülümsedi. Mete, bakışlarını yanındaki Zara’dan bıkkınlıkla çekip elindeki dürgünle karşısındaki dağa baktı. Kahverengi kamuflajın ardında saklanan izleri gördü. Gördüğü kişinin ne yaptığını anlamadı ama hızla Eyşan’ın önüne atladı.

Bir silah sesi yankılandı.

Eyşan’ın gözleri sonuna kadar açılırken ona doğru yıkılan Mete’nin bedenini tuttu.

“Aras!”

Eyşan, Mete’nin düşürdüğü dürbünü hızla alıp karşısındaki dağa baktığında Caner’i gördü. Dili tutulmuş bir şekilde kalırken Caner, nişancı tüfeğinden kafasını kaldırıp korkunç bir şekilde ona doğru bakmıştı.

“Aras! Yardım çağırın.”

Zara’nın çığlıklarıyla kendine gelen Eyşan, dürbünü fırlatıp kucağındaki Mete’nin yüzüne baktı.

“Sakın ölme.” Elleri, Mete’nin göğsünden akan kan oluğunun üzerine kondu. “Duydun mu beni!”

Sağ elinin parmakları istemsizce şah damarına dokundu. Gözleri korkuyla kısıldı. Gökyüzündeki güneş, bulutların arasına saklandı. Işıklarını saklayan bulut, korkusuzca kara bulutları peşinde sürükledi.

“Hayır!”

-

 

 

 

 

BÖLÜM SONU

BÖLÜM SONU MEDYALARI

Instagram: _jupiterdebirokur

Tiktok: jr.napolita

X: sultanakr9

Wattpad: sultanakr

Merhabalar efendim, yine ben. Nasılsınız, umarım iyisinizdir. Yeni karakterlerimizi nasıl buldunuz?

Yeni karakterlerimizle daha yolumuz uzun sürecek. Ayrıca Mezarcı'nın yaptığı hareketle bugün bende ondan nefret ettim. Neyse...

Bölüm hakkındaki düşüncelerinizi buraya alabilir miyim?

Bu bölümden sonra her şey karışacak, bu da benden size ufak bir spoim olsun.

 

 

 

 

Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle.

 

 

 

 

Sultan çakır.

 

 

 

 

on dört ekim iki bin yirmi dört

 

Loading...
0%