@sultanakr
|
Merhabalar, yine uzun bir bölümle ben geldim. Hep yaptığımız gibi aşağıda buluşalım. Oy ve yorumlarınızı lütfen eksik etmeyin, keyifli okumalar. Bölüm Şarkısı; Med Cezir, Ceza
"Kalbini açamayan herkesin aklına eğriyi doğruyu ben soktum" Ceza
🕊️ XIV 20 Kasım 2019 / Cudi Dağı “Herkes yerini aldı mı?” Bembeyaz bir örtünün üzerinde, aynı renk kamuflaja sarılmış yüzbaşının bakışları tam ileriye bakıyordu. “Çilingir, burası Cudi. Herkes yerini aldı. Bir sonraki emrinizi bekliyoruz.” Kulağında yerleşen her cümleyi dikkatlice dinledi yüzbaşı. Gecenin rengine bürünen mavi gözleri, beyazların arasında kısıldı. “Bozkurt, burası Zirve. Saat 12 yönünde sabit kalın. Düşman çıkışı oradan sağlanacak.” Kulağındaki telsizden parazit sesi duyuldu. “Anlaşıldı, tamam.” Zirve elindeki dürbünü, kamufle olduğu yerde gezdirdi. Henüz hareketlilik başlamamıştı ama yine de dürbününü indirmedi. Bakışlarının ötesinde ona bakan kişiyi gördüğünde dudağının bir kenarı kıvrıldı. “Giderim var mı, Zirve?” diye bir ses doldu kulaklarına. Dudaklarındaki tebessüm, yerini korudu. “İşine bak, Bozkurt.” diye söylendi sadece. “Zirve, burnumu hissetmiyorum sanırım donmak üzereyim.” Yüzbaşı Zirve tam cevaplayacaktı ki ondan önce telsiz açıldı. “Adam, zirvede lan! Kim takar senin sümüğü donmuş burnunu?” Aldığı cevapla tatmin olmuşçasına burnunu çekti Zirve. Götü donuyordu ama bunu hiçbiri bilmek zorunda değildi. “Kokarca, durum nedir?” diyerek telsize eğildi. Kulağında yüksek sesli bir uğultu hissetti, kaşları çatıldı ve dürbündeki bakışları aşağıya indi. “Hazır olun, çıkıyoruz.” “Geldiler.” Dağların öbeğinde silah sesleri yankılanmaya başladı. Yüzbaşı olduğu yerden bir çırpıda kalkıp yanındaki beş adamıyla aşağıya koşmaya başladı. “12 yönü sabit kal! Adam kaçarsa, gözüme gözükmeyin.” dedi, koşmaya devam ederken. Karşısında beliren düşmanı saniyeler içinde alnının çatısından vurup koştu. Her an vurmaya hazırdı, korkusu yoktu. “Çilingir, 9 yönündeki kapıyı aç.” “Açık, Zirve.” Elindeki silahı hiç omzunun yanından ayırmadan ayağıyla araladı ve hızla içeriye daldı. Sağ duvarın önüne çöküp elini yumruk yaptı. İşaret ve orta parmağını çekti. Arkasındaki iki kişi solundaki koridora daldı. Kulaklarına silah sesi dolarken pustuğu yerden kalktı ve sağdan yürümeye devam etti. Karşısına iki kişi çıktığında hiç tereddüt etmeden tetiğe iki kere bastı. “Zirve, çıkışlar doldu. Durduramıyoruz.” Kulağındaki telsizden cümleler hızla aktığında bakışları etrafı taradı. “Bozkurt, 12 yönüne çıkıyorum. Çilingir, kapı girişleri sizde.” dedi ve koşarak binadan çıktı. Karlara saplanan botunu önemsemeden devam etti, Zirve. Nişan alarak kaçmaya çalışan kişileri vurmaya başladı. Karların üzerine düşen her leş, birer pislikmişçesine kirletti örtüyü. Zirve’nin gözleri etrafta bir avcı misali gezindiğinde Bozkurt’un üzerine birinin çullandığını gördü. Havada parlayan bıçak, gecenin karanlığına inat parladığında tetiğe bastı. Bozkurt, üzerine yığılan düşmanı sertçe yana doğru ittirdi. Kısa bir süre Zirve’ye baktı. “Dikkatli ol.” dedi, dudaklarını kıpırdatarak. Bozkurt, Zirve’ye kafasını eğdi ve yana düşmüş silahını aldı. Diğer arkadaşlarını koruma edasıyla yerden kalkıp harekete geçti. Zirve’nin botları kara saplandığında sırtında büyük bir darbeyle durakladı ama yıkılmadı. Onun yıkılmadığını gören birkaç kişi düşmana yetişti ve kollarından tutup üzerine çullandılar. “Lan!” Dağları saran bir haykırışla her şey bir anda durdu. “Hareket ederseniz komutanınıza veda etmek zorunda kalırsınız.” Çıt çıkmadı. “Yürü.” Zirve’nin kollarını saran düşmanlar ayağa kalkıp yürümeye başladıklarında Zirve, arkaya bakmaya çalıştı ama kafasına bir tokat yedi. “Önüne bak, artist.” Dişlerini yanağına sertçe geçirdi, Zirve. Allah şahitti ki hepsini yere serecek güce sahipti ama onun önceliği arkadaşlarının canıydı. “Ölürüm.” dedi. “Yine de onların canını tehlikeye atacak bir şey yapmam.” Dört duvar bir odanın içine bileklerinden zincirlediklerinde Bozkurt’a baktı, Zirve. “Pişt! İkiz mi lan bunlar?” diye sordu terörist, yanındaki teröriste bakarken. Teröristin eli Bozkurt’un yanağını buldu. Zirve, olduğu yerde dişlerini sıktı. Sanki o adamın elini kendi cildinde hissetmişti. Bozkurt, kendini geri çektiğinde terörist güldü ve Zirve’ye bir yumruk attı. Eline acıyarak bakan terörist, artık gülmüyordu. “Çelik misin lan sen?” Zirve, küçük bir sırıtışla baktığında, arkadaşları gülmeye başlamıştı. “Kesin sesinizi!” dedi, terörist ama herkes daha gürce gülmeye başlamıştı. Terörist, sinirlendi ve elindeki silahı Zirve’ye doğrulttu. “Enzil silahak.” Zirve’ye doğrultulan silah indi. Zirve’nin zihninde dolaşan tanıdık ses, dudaklarındaki tebessümün eriyip kaybolmasına neden oldu. Siyah ve dağınık saçlara inat, üzerinde takım elbise olan adam yavaş adımlarla Zirve’nin önünde durdu. Zirve’nin bakışları yalnızca gözündeki bandaja takılı kalmıştı. Adam, Zirve’nin baktığı yeri anlayıp gülümsedi. “Ne oldu, Zirve? Gözümdeki bandajın rengini beğenmedin mi?” Zirve’nin yüzü ifadesiz kaldı ve damağını şıklattı. “Evet, bu renk sana gitmemiş.” Karşısındaki adam gülerek Zirve’ye bir adım daha yaklaştı fakat yüzündeki gülünç durum bir anda kayboldu ve gözündeki bandajı açıp Zirve’nin çenesinden tuttu. Sağ gözünün üzerindeki et, sanki yeni bir yaraymışçasına orada belirdi. “Hiç misafirperver değilsin, ben seni böyle mi karşılamıştım Azad?” diye bir cümle kurdu Zirve, adamın sağlam gözüne bakarken. Azad, kafasını salladı ve gözüne bandajı takıp ayağa kalktı. “Haklısın.” dedi ve Zirve’nin ellerine baktı. “Ama hediyemi sen veremezsin.” Zirve, endişeyle karşısındaki adama baktı. “Seni o gün öldürmeliydim.” Azad denilen adam onu umursamadı ve ellerini Zirve’nin üzerinde gezdirdi. Zirve yerinde debelenmek istedi ama Azad, bir anda silahını çıkartıp Bozkurt’un üzerine doğrulttu. “Eğer güçle alırsam gücümle yıkar geçerim, Mete yüzbaşı.” Zirve, durdu. Azad’ın ezbere bildiği yere ulaşmasına izin verdi. Parmak uçlarında beliren fotoğrafla gözlerini kıstı. Sinirden göz bebekleri titredi, debelendi sessizce. “Güzel kadın vesselam.” Mete, bileklerindeki zinciri sertçe çekiştirdi. “Bu kim beyim?” diye sorduğunda terörist, Mete’nin başı döndü. Yutkunamadı, nefes alamadı. “Duru bir güzelliği var, yazık olacak.” Mete, bir kez daha bileklerine bağlı zinciri çekiştirdi. “Senin evveliyatını sikerim!” Azad, umursamadı ve elindeki fotoğrafı Mete’nin gözlerinin önünde yırttı. Yere düşen parçaların üzerine basarak Mete’ye bir adım yürüdü. “Sevdiklerini tek tek sen öldüreceksin ama seni bir tek ben öldüreceğim.” diye fısıldadı, Azad. İyice Mete’nin önüne yaklaştığında Mete, zincirlere bağlıyken sıçradı ve Azad’ın boynuna bacaklarını dolayıp yere vurdu. Bileklerindeki zincir şangırtıyla yere düşerken bakışları timinde gezindi. Hepsi teröristleri ayakları arasında etkisiz hâle getirmişti. “Beni öldürmen gerekirken hep kucağımda oluyorsun be Azad. Şimdi sen söyle.” Mete, Azad’ın et kaplı gözüne parmaklarını bastırdığında Azad’ın dudaklarından büyük bir haykırış koptu. “SANA BEN NE YAPAYIM AZAD!” Bir anda Azad’ı altına alıp delicesine yumruklarını vurmaya başladı. Ardı arkası kesilmeyen darbelerinin arasından çok geçmeden Azad’ın yüzü kırmızı renge bürüdü. “Mete, tamam artık. Çıkmalıyız.” dedi, Bozkurt ve Mete’yi sertçe kolundan tutup yürütmeye başladı. “Bozkurt, dikkat et.” diye bağırdı, Çilingir. Mete, hızla Bozkurt’un önüne atladığında silah patladı. “Komutanım!” “Mete!” Bozkurt, silahını ona doğru tutan Azad’a bir adımda yetişti ve eline bir tekme attı. Yakasını tuttuğu gibi önünde diz çöktürdü ve silahın namlusunu ağzına soktu. “Hm. Iııı?” Bozkurt, öfkeyle gözlerini kıstı. “Durumu nasıl, Kokarca?” “Acilen hastaneye yetişmesi gerekiyor.” “Ihııhıh!” Bozkurt, ağzında namlu olmasına rağmen gülen adama baktı. Sanki o vurulmuşçasına canı yanıyor ve parçalanıyordu. “İt herif. Çok bile yaşadın.” dedi ve tetiği çekti. Adamın bedenini bir böcekmişçesine tekmeleyip ittirdi. Silahı beline takarken yerde yatan ikizini sırtladı. “Ölme, sakın ölme Zirve.” diye söylendi kendi içine. “Atmaca, burası Cudi. Bir yaralımız var, geri dönüyoruz.” Timdeki herkes ikizini taşıyan Bozkurt’a bakarken korku ve biraz sevgiyle dolmuştu. ‘Caner komutan, ikizini vuran adama neler yaptı.’ diye düşündüler. Kader, bu düşünceyi aldı ve siyah bir defterin arasına işledi. Zamanı geldiğinde sevginin ne olduğunu kanıtlamak istercesine saklayacaktı.
🕊️
Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından Hissizlik. Gözlerimin üzerine devrilmiş göz kapaklarımın ardında derin bir boşluk vardı. Uyanmaya çalışıyordum ama bir türlü uyanamıyordum. Birbirine geçmiş sesler duyuyordum ama ona rağmen gözlerimi açamıyordum. Birbirine yapışmış kirpiklerim bana itaat etmiyor gibiydi. El bileğime takılmış saatin, derimin üzerinden sökülüp alındığını fark ederken ilk defa diğer elimi hissettim. Neden iki elimde yukarıdaydı? Zihnim alıştığım karanlığın içine gömülüyordu. Zaman kavramı benim için yoktu. Yavaş yavaş soğuk, tüm bedenimi alaşağı etmeye başladı. Boynumun arkasından, omurgam boyunca yayılan uyuşukluk, acıyla karışık bir titremeye dönüştü. Adım sesleri işittiğimde karanlıkta buldum yine kendimi. Geriye gitmiş ayaklarım, sanki bileklerimi tutan şeyler yüzünden yıkılmama izin vermiyordu. “Su ve yemek verilmeyecek.” Birbirine geçen cümlelerden yalnızca bunu duydum. Ben neredeydim? Mete, o neredeydi? Zara’nın kuvvetlice ‘Aras!’ dediğini hatırlıyordum. Bakışlarımın ötesindeki Caner’i hatırlıyordum ama kendime ne oldu, hatırlayamıyordum. Ruhum, hâlâ karanlığın içinde dolanıyordu ve yine zihnimi tutsak etti. Biri yeniden içeriye girdi. Kurumuş dudaklarım, damağıma yapışmış dilim inatla bedenime sinyaller gönderiyordu. “Bunun, artık ne olduğuna emin miyiz?” Zihnim, karanlıktan sıkılmış olmalıydı ki ilk defa ruhuma karşı çıktı ve konuşulanları duymam için canlanmıştı. “Evet. Büyük ihtimalle Aras’ın yanına sızdı. Yüzleri aynı olduğu için de Aras Bey şüphelenmedi.” Bir sessizlik oldu. Adım sesleri daha da yanıma geldi ve göz kapaklarım bir anda aralandı. Işığa alışmaya çalışan gözlerim kırpılırken karşımdaki iki kişiyi izledim. Odağım yerini bulduğunda Zara’nın bana bakışlarını fark ettim. Gözlerini saran büyük bir öfke vardı. Göz altları morarmış, makyajsızdı. İlk gördüğüm kadınla arasında dağlar kadar büyük bir fark vardı. “Güvercin, namı değer Asena Eyşan Boduroğlu.” İfşa olmuştum. Bakışlarım bileklerime tırmandığında zincire bağlandığımı görmüştüm. Birden sertçe boğazımdan tutulup kafam geri yaslandığında karşımdaki kadına baktım. Dudağımın köşesi her şeye inat kıvrılırken elindeki bıçağı boğazıma bastırdı. Dişlerim, nefesim kesilirken birbirine çarpmıştı. “Seni öldürmemem için bana bir şey söyle!” Çığlığı kulaklarımda yankılanırken tükürükleri yüzüme sıçradı. Boynumdaki bıçağı çekip kenara atıp bana döndü ve yüzüme sertçe vurdu. Yana yatan başıma sayısız darbe alırken gözlerimi kapattım. Karşılık vermeyecektim. “Bana diren, karşılık ver!” dedi sürekli, Zara ama benim aklımda yalnızca Mete vardı. O, yaşıyor muydu? Ağzımın içinde birikmiş kan dolu tükürüğü Zara’nın yüzüne tükürdüm. Zara, olduğu yerde durdu ve sinirli bakışlarıyla gözlerimi izledi. Yanına adam yaklaştı ve omzuna dokundu. “Hanımım sen çık, gerisini biz hallederiz.” Zara, geri adımlarla odadan ayrılırken üç adam, odaya girdi ve kapıyı kapattı. Bir kez daha ağzımı dolduran kanı önüme tükürdüm ve burnumu çekip ellerimi bileklerimdeki zincire doladım. Son kalan gücüm ile buradaki adamları alt edebileceğimi düşünüyordum. İki adam bana yaklaşmaya başladığında havaya zıpladım ve adamların kafasına vurdum. Adamlar gürültüyle yere yığılırken diğer adam bana elindeki sopayı salladı. Karnıma vurduğu darbe yüzünden dişlerimi birbirine geçirdim. “Vurun.” Yere yıktığım adamlar burunlarındaki kan ile kenardan sopa alıp bacaklarıma ve sırtıma vurmaya başladıklarında yanağım zincire çarptı. Göz kapaklarım karanlığa bürünürken ruhum, hâlâ oradaydı. “Uyan, Eyşan uyan.” Derin bir nefes almaya çalışırken etrafım yasemin çiçekleriyle doldu. Gözlerimi aralayıp etrafıma baktığımda hemen yanımdaki Mete’yi gördüm. Bir elini şakağının altına yaslamış, öylece bana bakıyordu. Dudaklarının iki kenarı da yukarıya kıvrılmış, gülümsüyordu. “Ne uyudun be Eyşan?” Gülümseyen dudakları hareketlendiğinde emin olmak istedim ve elimi yanağına götürdüm. Boştaki eliyle elimi tutup dudaklarını avuç içime getirdi ve parmak boğumlarımı öptü. Zihnim hayal mi yoksa gerçek mi diye düşünüp şüpheleniyordu. Gözlerim gözlerine çevrildiğinde tepedeki güneşin gözlerine vurduğunu gördüm. Mavileri, artık köpüklü bir kıyıya benziyordu. Ona baktığımı gördüğünde elimi dudaklarından çekti ve kalbinin üzerine koydu. “Öyle bakma, kalbim çok hızlı atıyor.” Dudakları yeniden aralandığında bakışlarımı hiç andan çekmedim. “Seni seviyorum, Eyşan.” “Uyan.” Mete, bir anda yüzündeki gülümsemeyi kaybetti ve sırt üstü devrildi. “Uyan Eyşan, uyan!” Burnumdaki yasemin kokusu kayboldu. “Uyandırın şunu!” Yüzüme soğuk su çarpılırken derin bir nefes alarak uyandım. Aldığım nefesler bana yetmezken bileklerimdeki kelepçeler çözüldü. Dizlerimin üzerine bir çuval gibi yığılırken bir adam arkama geçti ve saçlarımdan tutup yüzümü Zara’ya çevirdi. Zara, ayaklarındaki topuklu ayakkabılarla bana doğru yürüdü ve ellerini arkasında birleştirdi. “Zeyno, nerede? Ona ne yaptınız?” Konuşmadım. Zara, elini kaldırıp yanağıma tokat attı. Başım, saçlarımı tutan adam yüzünden kaçamadı. “Zeyno’ya ne yaptınız!” Ben yine susup bir şey demediğimde derin bir nefes aldı ve kafasını eğip kaldırdı. Saçımı tutan adam beni geri yatırdığında bir adam karnımın üzerine dizini bastırdı. Yüzüme bir anda bir örtü konulurken ağzım kapandı. Nefes almaya çalışırken su tanecikleri burnuma doldu. Yerde çırpınmaya ve üzerimdeki atmaya çalışırken örtü kalktı ve Zara, yüzüme eğildi. Ben derin nefesler almaya çalışırken hızla çekildi ve yeniden yüzüm kapandı. “Söyle kurtul, Zeyno, nerede?” Mendil çekildi ve Zara’nın yüzü yeniden yüzüme eşitledi. “Siktim öldü.” diye nefeslerimin arasında tısladığımda hızla yana eğildi ve yanağıma soğuk metali yasladı. Bıçak, yanağımdan boynuma uzanmış bir konumda duruyordu. Öylece gözlerine bakmaya başladığımda Zara’nın kahkahası kulağımda çınladı. “Ne oldu yüzbaşı, mikrofonu gördün sustun?” dedi ve birden yanağıma büyük bir çizik attı. Yırtılan tenim yüzünden bir acı inlemesi dudaklarımdan kaçtığında bunun son olmayacağını anlamıştım. Dişlerimi birbirine bastırmama rağmen acı hep, tenimde kalıyordu. Her yerime; kollarıma, bacağıma, yüzüme, boynuma bıçağın keskin yüzünü gezdirdi ve üzerimden kalktı. Nefes alışverişlerim çok sessizdi ve göz kapaklarım kapanmak için resmen benimle direniyordu. Hissizlik. Acıdan kaynaklı bedenim, derin bir boşluktaydı. “Bunu aynı bu şekilde askeriyeye gönderin. Üzerine not bırakmayı unutmayın.” Benliğim ellerimden kayıp giderken duyduğum son cümle, buydu.
23 Ekim 2021 / İdlib Yazar, Ağzından Bütün sırlar, ay geçici aldığı yerini Güneş’e bıraktığında gün yüzüne çıkar. Karanlıkta kalmış olanlar birer birer dökülür ve ayaklar altına alınır. Yer gök olaylara şahittir ama insanlar, bunun hiç yaşanmamış gibi olmasını kabul etmiş gibi yapmaya başlar. Aynı durum Caner için de geçerli miydi? Hayır. Titreyen dudakları, yere sabitlenmiş bakışları ile birçok dikkati üzerine çekiyordu, Caner. Karşısındaki kadının sürekli aralanıp kapanan dudaklarına rağmen hiçbir şey duymuyor yalnızca ellerine bulaşmış kanın neye mâl olacağını düşünüyordu. Eyşan’ı vurmak için tetiklediği silahın, ikizini vurmuş olduğu gerçeğini değiştiremiyordu. “Kendine gel be adam!” Karşısında konuşan kadının dudaklarından bir cümle seçtiğinde alt dudağı gerilerek titredi ve yüzünü yere eğdi. Omuzları sarsılarak ağlamaya başladığında kirpi durdu ve öylece bekledi askeriyenin tam ortasında. Güneşin hırçın ışıkları kirpinin üzerinde etkisini bırakırken onları izleyen, parmaklarının arasındaki sigarayı küllüğün içine söndürüp yürümeye başlayan Osman’dan habersizlerdi. “Orada niye bir kirpi bekliyor?” diye sordu, Deniz Barış’a. Barış, çatık kaşlarıyla önlerinde yürüyen Osman’a yetişirken Deniz’de aralarına katıldı. Osman, kirpinin ön kapısı açılırken aşağıya atlayan kişiyi gördü ve durakladı. Akça Timi, neden onlardan habersiz gitmişlerdi? “Nereye gittiniz?” diye sorguladı, Osman ama cevap alamadı. Osman, dişlerini bastırdığı sırada kirpinin arka tarafına dolandı ve sertçe iki kapıyı kendine doğru çekti. Hıçkırarak ağlayan Caner’i gördüğünde kafası düşünceli bir şekilde sola eğildi. “Neler oluyor, biriniz artık bir açıklama yapacak mı?” diye yeniden bir cümle kurduğunda Caner’in bakışları Osman’ı buldu. Osman’ın çatık kaşları Caner’in gözlerini gördüğünde yukarıya doğru kıvrıldı. Asla bu adamın ağladığına şahit olmamış ve şu an deli gibi ne olduğunu merak ediyordu. Akça Timi komutanı Lara, Caner’in kolundan tuttu ve kirpinin kapısına doğru yürüttü. “Çekil de inelim.” diye bağırdı Osman’a. Osman, bilinçsizce bir adım geri çekildiğinde Lara, Caner’i aşağıya inmesi için ilerletti ama Caner, kirpiden indiği gibi dizlerinin üzerine düştü. “Caner?” Deniz ve Barış, Caner’in önüne eğildiklerinde Osman, ellerini düşünceli bir şekilde palaskasına koydu. Zihnine gece yarısı çalan bir telefon düştü. Elinde çayıyla yürürken nöbetçinin telefonla konuştuğu bir sahne inatla yankılandı kulaklarında. “Caner üsteğmenim, Mezarcı, sizi Mit’e çağırıyormuş.” Bakışları o anıdan çekilip Caner’e odaklandığında kaşları hafifçe çatılmaya başladı. Elbette ki Caner, Mit için çalışıyordu ama neden Akça Timi ile operasyona gitmişlerdi? Akça Timi’nin ve Caner’in üzerindeki kıyafete baktı. Hafif ıslak olan kıyafetlerini fark ettiğinde cebindeki telefonu çıkarttı. Aklına düşen kelimeyi yazdığında kalbi korkuyla tekledi. İdlib Hava Durumu Yağışlı Elindeki telefonu sakinlikle cebine koydu ve Caner’e doğru eğildi. “İdlib’e neden gittiniz, Caner?” Caner, dehşete düşmüş gözlerle Osman’a baktığında Osman’ın içi üşüdü. Yoksa, diye bir cümle kurmak bile istemedi ama bilinçsizce elleri Caner’in yakalarına kondu. Caner, daha çok ağlamaya başladığında işte o zaman Osman’ın kalbine bir yangın düştü. Sertçe Caner’i yerden kaldırdığında koluna dolanan elleri umursamadı bile. “Söyle! İdlib’e ne için gittin?” diye bağırdı askeriyenin ortasında. Caner’in dinmeyen gözyaşlarını izledi sinir olmuş tüm hücreleriyle. Zihninde dolaşan cümleleri görmezden geldi ama bir cümle inatla orada dolanıyor ve hükmetmeye çalışıyordu. Bir anda arkalarında acı bir fren sesi duyuldu. “Alparslan albay geliyor, Osman elini çek.” diye fısıldadı Deniz ama Osman, ellerini çekmedi. İnatla Caner’in gözlerine bakmaya devam etti. O an Caner’in gözlerindeki derin endişeyi fark etti yeniden kaşları yukarıya yükseldi. Ne yapmış olabilirdi ki? “Bana yapmadım de!” Alparslan albay, arabasından indiği gibi bağırdı. Askeriyenin ortasına bir bomba gibi düşen sessizlikle Osman, ellerini Caner’in yakalarından çekti. Alparslan Çakır’ın ayaklarındaki botlardan çıkan sesler, ürkütücü bir şekilde hızlandı ve Caner’in önünde durdu. Alparslan albay, ellerini oğlunun yakalarından yakalayıp kendine sertçe çekti. “BANA YAPMADIM DE!” Dudaklarından çıkan tükürükler Caner’in yüzünde nemini bıraktığında Caner, daha da ağlamaya başladı. Alparslan albayın, eli yavaşça titredi. Oğlunun ağlaması, gözlerinde bir anıyı sürükledi. “Baba, Mete düştü. Çok ağlıyor.” diye söylendi, küçük çocuk. Babası, korkuyla Mete’nin başına gittiğinde aslında küçük bir sıyrık olduğunu gördü. “Ulan keratalar! Beni de korkuttunuz.” dedi ve Caner’in sırtını sıvazladı. Ağladığının durmadığını görünce Mete’ye baktı, o da ağlıyordu. Sonra ikiz olduklarını hatırladı ve dudağının bir kenarı yükseldi. “Birinizin acısı, diğerinin yüreğini parçalar.” Dehşetle elini çekti Alparslan Çakır, Caner’in yakalarından. Elleri Caner’in omuzlarına gitti. Caner’in bakışları babasına kilitlenmişti. Alparslan Çakır’ın gözleri dolmaya başladığında kafasını iki yana salladı. “Bana yapmadım de. Bana yapmadım de, ne olur!” Gözleri doldu Alparslan albayın. Akça Timi başları önünde eğik dururken Osman, Deniz ve Barış düşünceli bir şekilde olanları izliyordu. Osman’ın dudakları titreyerek aralandı ama geri kapandı. Ağır adımlarla Caner’e yaklaştı ve çenesini dikleştirdi. “Eyşan mı, Mete mi?” diye sordu acımasızca. Caner, daha da ağladı. Osman, ayaklarında güç bulamadı ve bir çuval misali dizlerinin üzerine düştü. Mezarcı’nın onu neden çağırdığını şimdi daha iyi anlamıştı. Alparslan albayın eli, Caner’in omuzlarından düştü. Yanağına devrilen göz yaşlarını bir anda sildi ve yere yıkılmış Osman’a baktı. Kolundan tuttu ve ayağa kaldırdı. “Yürü.” Osman, güçlükle adımlarken Alparslan Çakır ona yardım etti. Aslında Alparslan Çakır’ın da adımları ilk defa bu kadar titrekti. Silkelenmek istedi, bu durumdan da kurtuluruz diye düşündü ama bu sefer ki farklıydı. Gece yarısında aldığı telefonla gözleri açılmıştı Alparslan Çakır’ın. Yüreği endişeyle telefonu açmış ve Mit’e yerleştirdiği Kurt’un sesiyle ayılmıştı. “Komutanım, Mezarcı Caner’i, Eyşan’ı öldürmesi için İdlib’e göndermesi için yolladı.” Telefonu kapatıp nasıl giyindiğini ve yola çıktığını hatırlamıyordu albay. Nefesi daralırken kısa yolun bir anda uzadığını anlamamıştı. Birkaç zamandır şüpheleniyordu kendi arkadaşından. Canım dediği, sır küpü olan Mezarcı, hata üstüne hata yapıyordu. “Neden saat takıyoruz?” Mezarcı, Alparslan Çakır’a bakıp kafasını salladı. “Yerlerini ve ne yaptıklarını nasıl öğreneceğiz?” Alparslan Çakır, huzursuzca oturduğu yerde kıpırdadı. “Ya öğrenirlerse?” Mezarcı, yine kafasını salladı. “Öğrenmezler.” Alparslan Çakır’ın elleri, masada ritim tutmaya başladı. Teknolojik aletlerle dolu bir üsse neden saat gönderdiğini düşünmeye çalıştı ama ‘Vardır bir bildiği’ dedi. Mit’e vardığında ilk saatine baktı Alparslan Çakır. 04:00. Günün aydınlanmasına yalnızca iki saat vardı. Öfkeyle doldu içi ve içeriye girdi. Gözleri Mezarcı’yı ararken karşısında belirdi. Elleri yakalarını sararken Mezarcı, ona korku dolu gözlerle bakıyordu. “Caner’i niye gönderdin? Eyşan’ı neden öldürecek? Söyle Erdinç, söyle!” Mezarcı, derin bir nefes verdi. “Eyşan’ın ve Mete’nin saatine fark edilemeyecek parçalar yerleştirdim. Onları asla bulamayacaklarını düşündüm ama Mete saatini çıkarttı. Eyşan’ın ki kolunda kaldığında gece sinyal kesildi. Bütün sistemimize girmeye başladılar ve bende Caner’i Eyşan’ı öldürmesi için gönderdim.” Alparslan albay, korktu. Elleri, Mezarcı’nın yakalarından elektrik çarpmışçasına çekildi. “Eğer Caner Eyşan’ı vurmazsa, Eyşan, bu zamana kadar görmediği bir işkenceyi görmek zorunda kalacak.” Alparslan albay, kafasını iki yana salladı. “Onları kurtarırız, bir şeyler düşün. İçeriye, sistemlerine sızmanın yolunu düşün!” diye bağırdı. Mezarcı, ellerini Alparslan albayın omzuna koymak istedi ama albay, bir adım geriledi. “Artık çok geç. Caner ve Akça Timi, İdlib’e vardı. Güneş doğmadan bu iş bitmiş olacak.” Osman, Alparslan Çakır’ın yardımıyla toplantı odasına girdiklerinde Deniz ve Barış, boş durmamış ve arkadaşlarını toplantı salonuna toplamıştı. Hıçkırarak ağlamaya devam eden Caner ise toplantı salonuna alınmamış, Lara ile dışarıda bekletiliyordu. Alparslan albay, sıkıntılı gözlerini Güvercin Timi’nde ve Akça Timi’nde dolandırırken gözlerini kapattı ve derin bir nefes aldı. “Eyşan’ın saati ifşa oldu, ondan dolayı Mezarcı Caner’i Eyşan’ı öldürmesi için İdlib’e yolladı.” Herkesin soluğu kesildi. Yonca, korkuyla ellerini dudaklarına kapattı. Alev, ise sinirle ellerini masaya koyup ayağa kalktı. Tam kapıya doğru ilerlemişti ki Alparslan Çakır’ın sesiyle eli kulpta asılı kaldı. “Kalktığın yere geri dön, havacı.” Alev, sinirden dolan gözlerini Alparslan Çakır’a yönelttiğinde Barış, ayağa kalktı ve öfkeyle dolmuş kadına ilerledi. Alev, elini havaya kaldırıp onu durdurdu. “Gelme, kendim geçerim.” diye söylendi ve ağır adımlarla masaya geri döndü ama oturmadı, ayakta bekledi. Bakışları Akça Timi’ndeki Kara’nın üzerine çekildi. “Anlat, bu gece İdlib’de ne yaşandı?” Kartal Akman, sakin bakışlarını Alev’e çevirdi ve derin bir nefes çekti. “Caner üsteğmen, Eyşan’a hedef aldı ama Mete yüzbaşı onu fark edip Eyşan’ın önüne atladı.” dediğinde Alev, gözlerini kapatıp masaya tutundu. Yüzü buruşurken titreyen dudaklarını birbirine bastırdı. “Bunun ne demek olduğunu herkes biliyor, değil mi?” diye konuştu, nefeslenerek. Dudaklarının arasından kaçmak isteyen hıçkırığı güçlükle tuttu ve yutkundu. Boğazında büyüyen kitleye aldırmamaya çalışarak Alparslan albaya baktı. Alparslan albay ise hâlâ gözleri kapalı bir şekilde bekliyordu. “Ona işkence edecekler, değil mi?” diye sordu Kubilay, Deniz’e bakarak. Deniz’in gözlerinde acı vardı. Yanındaki kardeşine acıyla baktı, Osman’a. Osman, darmadağın olmuşçasına arkasına yaslandı. Bakışları Alparslan albaya çevrildi ama o inatla kimsenin gözlerine bakmıyordu. Umutsuzluk, toplantı odasının içindeki herkesin kalbine bir tohum misali ekildi. “Her şeye yeniden başlayacağız ve onları oradan çıkartacağız.” dedi, kapalı gözlerini açarak Alparslan Çakır. “Eyşan, dirayetli bir asker. Kolay kolay pes etmez.” Alparslan Çakır, ayağa kalktığı an herkes ayağa kalktı. Alparslan albayın adımları kapıyı buldu ve araladı. Dışarıda bekleyen Caner ve Lara’yı içeriye alıp kapıyı kapattı. Herkesin bakışları Caner’i bulurken, büyük bir pişmanlıkla başını öne eğdi, Caner. “Vatan unutur ama ben unutmam. Yaşananları kimse unutmayacak ama onları oradan çıkartana kadar herkes birbiri için savaşacak. Silkelenin ve kendinize gelin, başlıyoruz.” Alparslan Çakır, Caner ve Lara’yı boş sandalyelere yönlendirirken kendisi projeksiyon perdesini aşağıya çekti ve kumandayı eline aldı. “Daha önceden verilen bilgilerle kafanızı bulandırmayacağım. Bize engin denizler lazım.” dedi ve kumandayı tuşladı. Perdeye yansıyan görüntüde bir adamın görüntüsü oluştu. Kara gözlere, kara saçlara sahip bir adam, üzerindeki askeri üniformasıyla göz kamaştırıyordu. “Barkın Koral. Kendisi İstihbarat Başkanı Hakan Koral’ın oğlu. Şu an özel bir görev için burada ama yerini babası dahil olmak üzere kimse bilmiyor. Önce onu bulup bize getireceksiniz.” dedi, Alparslan Çakır. Osman’ın kaşları nedensizce çatıldı. “Bu adam bizim ne işimize yarayacak?” diye sordu, albaya. Alparslan Çakır’ın gözlerinde sönmeyecek bir parıltı yandı ve Osman’a çevrildi. “Çünkü savaşta her şey mübahtır.” dedi ve ellerini masaya yasladı. “Barkın Koral, yıllar önce İdlib’e, Zara Demirkan’ın yanına koyulmuş paralı askerimizdir.”
1 Ay Sonra Askeriyenin koridorlarında adım sesleri kesilmiyor, telefonlar sürekli olarak hatlara bağlanıyor ve dur durak bilmeyen operasyonlardan dönen timler, uykusuz bir şekilde emir alıp yeniden görev yerlerine dağıtılıyordu. Son görevinden dönen Güvercin ve Akça Timi’nin önündeki Barkın Koral, çatık kaşlarıyla ve kendisine duyduğu özgüveniyle yolları arşınlayıp koordinasyon merkezinin önünde durdu. Kapıyı çaldı ve yüzüncü kez açtığı kapıdan içeriye girdi. Alparslan Çakır ve İstihbarat Başkanı Hakan Koral, karşılarındaki ekrana bakarken gelen kişilere döndü. “Bir şey bulduk, albayım.” dedi, Barkın ve İstihbarat Başkanı Hakan Koral’a elindeki dosyayı uzattı. Alparslan Çakır, hızla Barkın Koral’dan dosyayı alıp araladı. İçindeki bilgilere gözlerini gezdirirken dudağının köşesi keyifle kıvrıldı. Dosyayı kapatıp İstihbarat Başkanı Hakan Koral’a uzattı. “Bütün operasyonlar başarıyla gerçekleştirildi. Artık Zara’ya yardım edecek kimse yok.” dedi ve ardından Barkın’ın arkasındaki Osman’a baktı. “Yola çıkın ve komutanlarınızı alıp gelin.” Güvercin Timi ve Akça Timi yorgun olmalarına rağmen gür bir sesle; “Emredersiniz komutanım.” dedi. Bedenlerinin önlerinde tuttukları silahlarla hali hazırda olan tim, büyük bir heyecan ve sabırsızlıkla koordinasyon merkezinden çıktılar. Sert adımlarının yanı sıra düşüncelerinin sakinliği korkutucu dereceye varmıştı. Hepsinin akıllarında tek bir soru vardı ama kimse, bunu dışarıya yansıtmıyordu. Acaba yaşıyorlar mıydı? Osman’ın yüreği buruktu. Alev’in bir eli hep endişeli bir şekilde silahını sıvazlıyordu. Deniz’in gözleri bir şahin edasıyla geziniyor ve içindeki o burukluğu yansıtmamaya çalışıyordu. Kubilay’ın her an dolacakmış gibi kırpıştırdığı gözleri, ruhundaki acıyı bastırmaya yetmiyordu. Hepsinin yüreğinde ve zihninde neredeyse aynı duygular ev sahipliği yapıyordu ve bu onların Güvercinlerini ne kadar sevdiklerini ve önemsediklerini gösteriyordu. Askeriyeden dışarıya çıktıklarında kirpiye doğru ilerlemeye başladılar. Kirpinin kapıları açıldı ama tek bir el silah sesi duyuldu. “Siktir!” “Ne oluyor lan?” Silahın nereden ateşlendiğine bakmak için bakışlar etrafta gezdirildiğinde bir acı fren duyuldu. Bütün bakışlar arabadan atılan kütleye baktı. Osman’ın adımları askeriye çıkışına doğru adımlarken yanından koşarak geçen iki kişiyi gördü. “Eyşan!” Deniz ve Kubilay, birbiriyle yarışıyormuşçasına görünüyorlardı ama tek dilekleri komutanlarına kavuşmaktı. Herkes arabadan atılan Eyşan’ın yüz üstü dönük olduğunu gördükten sonra Deniz eğildi ve Eyşan’ı sırt üstü çevirdi. “Aaaa!” “Hiiih!” Alev’in ve Yonca’nın çığlıkları tüm askeriyede yankılanırken Kubilay ve Osman, Eyşan’ın yanına çöktü. “Deniz koş, ilk yardım! Sıhhiyeyi çağırın!” Deniz, ayağa kalkmaya çalışırken iki kez düştü ama ona rağmen koşarak sıhhiyecilere haber vermeye gitti. Osman, elindeki silahı yere bırakıp önündeki çantadan gazlı bez çıkarttı. Elinde gazlı bez, nereye koyacağını bilemedi. Her yeri yara bere, kan revan içindeydi, Güvercin’in. Sağ gözü morlukla kaplıydı, yanağında büyük bir bıçak izi vardı. “Açılın!” Elindeki seyyar sedye ile gelen sıhhiye ekipleri Eyşan’ı gördüklerinde hiç duraksamadan sedyeyi yere koydular ve seri hareketlerle Eyşan’ın bedenine bakmaya başladılar. “Bunu burada mı yapacaksınız?” diye söylendiğinde Alev, sıhhiye personeli elini Eyşan’ın karnının üzerine koyup vurdu. “Kırığı var mı bilmiyoruz, yanlış bir hareketimiz onun için kötü olur.” dedi ve sağa doğru vurup kaşlarını çattı. Ellerini ağırca geri çekip Eyşan’ın üzerindeki nemli kazağı yukarıya doğru sıyırdı. “Hassiktir.” Akça ve Güvercin Timi şok içinde Eyşan’ın karnına bakarak durdular. Karnında kocaman bir yarık ve içindeki bileğine takılmış saatin parçacıkları duruyordu. “Birol, sedyeye alalım.” Sıhhiye personelleri Eyşan’ı sedyenin üzerine aldıklarında hızlı adımlarla askeriyenin içine doğru koştular ve arkasında da timler. Alparslan Çakır, İstihbarat Başkanı Hakan Koral ve oğlu Barkın Koral, uzun koridorda yürürken sedyeyle gelen Eyşan’ı gördüler. Alparslan Çakır’ın eli kalbine yaslanırken bir eliyle İstihbarat Başkanı’ndan destek aldı. “Komutanım askeriyenin önüne bırakıp kaçtılar.” dedi içlerinden biri koşmaya devam ederken. Sıhhiyenin içine aldıklarında herkes dışarıda beklemeye başladı. Osman, yumruk olmuş ellerinin içinde tuttuğu gazlı bezle dışarıya fırladı. “Şu deliye sahip çık, bir şey yapmasın.” diye söylendiğinde Barkın Koral, Kubilay ve Deniz hızla Osman’ın peşinden koşturdular. Osman, toplantı salonunda çalışan Lara ve Caner’in önünde durdu ve Caner’i sertçe oturduğu yerden kaldırdı. Kolundan tutup sürüklemeye çalıştığında Lara, Osman’ın koluna dokundu. Osman, hiçbir şey söylemeden Lara’ya baktığında Lara, sessizce elini çekti. Caner, Osman’a bir aydan beri asla karşı gelmemiş ve bakışlarından kaçmıştı. Ne olduğunu merak ederken kendini sıhhiyenin önünde buldu. Osman, kimsenin onu tutmasına izin vermeden içeriye daldı ve Caner’in Eyşan’ın halini görmesini izledi. “Sonuçların bedeli.” Osman, Caner’in kolunu bıraktığında Caner, dizlerinin üzerine yıkıldı. Göz pınarlarına dolan yaşlarla Eyşan’ı izledi. Her yerinde, teninin her zerresindeki bıçak izlerini ve yaraları gördü. Kapının önünde bekleyen Alparslan Çakır, kapıyı kapattı ve yavaşça Eyşan’ın yattığı yere doğru yürüdü. Aralı dudaklarından bir ömür çekti ama yetmedi. “Neyi, var?” diye sordu, hırıltılı sesiyle. Sıhhiye çalışanı kadın Alparslan albaya baktı ve hiçbir şey demedi ama arkasındaki adam elindeki bistüriyi Eyşan’ın etine daldırdıktan sonra kafasını iki yana salladı. “İki tane kaburgası kırılmış, el bileklerinde çatlak var. Karnında on santimetre açık yara ve içinden saat parçaları çıktı. Ağır darbeler yediğinden dolayı yer yer morluklar ve kesik yara izleri mevcut. Kafasına darbe almış ama önem arz edip etmediğini uyanırsa anlayacağız. Nefes alışverişleri kesik ve yavaş. Büyük ihtimalle boğulmaya çalışılmış.” Alparslan albay, duyduklarıyla bir adım geriledi ve kararan gözlerini kırpıştırdı. “Baba.” Ona yaklaşan Caner’i bir saniyeliğine fark edip elini ona doğru uzattı, dokunmasına izin vermedi fakat Osman, Alparslan albayının koluna girerek yandaki sandalyeye oturttu. “Yaşayacak mı?” diye sordu, bilinçsizce. Herkes sessiz kaldı. “Yaşatacaksınız.” Gözleri kapanmaya çalışıyordu ama dirayeti onu ayakta tutuyordu. Yaşayacak, dedi kendi içinden. Emaneti koruyamamıştı ama bundan sonra elinden gelenin en iyisini yapacaktı. Gözlerini araladı ve Caner’e baktı. Mete’ye yüklediği hataların bedelini yine bir başkası ödemişti. Caner’e kızdığı zamanlarda hep Mert’e hata yüklemişti ama kimse aslında Caner’e kızdığını bilmemişti. Devran değişti, dedi. Hak yerini bulacak, dedi. Ağırca ayağa kalktı ve odadan çıkmak için Osman’ın desteğiyle yürüdü. “Albayım iki tane kadın askerinizi istiyorum.” diyen sıhhiyenin sesini duyduğunda kapıyı araladı ve Yonca ile Alev’e kafasıyla içeriyi gösterdi. Alev ve Yonca elindeki silahları Kubilay’a ve Barış’a teslim edip içeriye girdiklerinde Eyşan’ın tepesine dikildiler. Gözlerinde akmaya hazır yaşlar varken bir damla bile düşmedi. Yonca, önceliğim ablam, dedi. Alev, önceliğim kız kardeşim, dedi. Ellerine tutuşturulan ıslak pamuğu narince Eyşan’ın teninde gezdirmeye başladılar. Alev’in başı döndü, yutkunamadı. Çok yaralarını görmüştü, her seferinde bu kadarı çok fazla demişti ama bu onlardan da öteydi. Eyşan, ölü gibiydi. Yonca, dudaklarını sımsıkı kapatmış her an kaçabilecek bir hıçkırığın önüne geçmek için hazırlıklıydı ama yanağına usulca düşen yaştan habersizdi. ‘Bir ay’, dedi. ‘Bir aydan beri işkence mi görüyor?’ diye sordu kendine. Elindeki pamuğu dudaklarının kenarlarındaki yaraya sürdüğünde anladı, her şeyi. Sıhhiye ekipleri, bir kere sürmeleriyle kırmızıya boyanan pamukları sürekli olarak değiştirip durdu. Bir nebze olsun pamukların artık renk değiştirmediğini gördüklerinde Eyşan’ı Alev’e ve Yonca’ya bırakıp çıktılar. Alev, ellerindeki kanla birlikte yandaki koltuğa çöktüğünde Yonca’da onun yanına çöktü. “Yapma Alev.” diye bir ses çınladı, Alev’in kulaklarında. Bazı sözcükler dolaştı zihninin en ücra köşesinde. İlkin olmadığını ve son olmayacağını gördüğü o ana gitti.
Alev’in eli yüzüne kapandığında burun kemiğini sıktı. “Ağlamayacağım ulan, ağlamayacağım.” Alev’in cümlesi dudaklarından dökülürken yanaklarına yaşlar döküldü. “Uzun bir arkadaşlığınız var, komutanım.” dedi, usulca Yonca. Alev, kıpkırmızı olmuş gözlerini Yonca’ya çevirdiğinde alt dudağı titredi. “Annem ve babam yok benim, o -eliyle Eyşan’ı gösterdi- bu hayatta kalmamın ikinci sebebi.” dedi, gözlerini kırpıştırarak. Tutmadı artık ve dökülmesine izin verdi yaşların. Dili, kuru dudaklarının üzerinden geçerken Eyşan’da takılı kaldı bakışları. Aralı dudaklarının arasından titrek bir nefes çekti. “Çok yarasına şahit oldum, gözlerimin önünde astılar ona rağmen ayakta kaldı, ölmedi. Eğer, buna dayanamazsa onu öldürürüm.” Yonca, yüreği buruklukla kıvrılırken Alev’e baktı. “Mete, komutanım nasıl acaba?” Alev, kafasını iki yana salladı. “Büyük ihtimalle Mete sağ, çünkü Zara onu oğlu olarak biliyor.” dedi ama dudaklarında buruk bir tebessüm oluştu. “Lan ne güzel dalga geçecektim anasını satayım.” diye, söylendi hıçkırırken. Bakışları Eyşan’a çevrildi. “Mete yüzbaşıyı sinirlendirmiş bizim kız, bunu çekti odasına kapıyı da kapatmadılar.” Yonca, gözleri dolu bir şekilde kıkırdadı. “Uyandığında dalga geçeriz, Alev abla.” dedi, bir anda. Alev, ağırca Yonca’ya baktı. “Uyanır mı?” Yonca, elini Alev’in kalbine koydu. “Hiçbir kalp, sevdiğini yarı yolda bırakmaz.” Alev ve Yonca, birbirlerine sarılı bir şekilde dururken Alparslan Çakır’ın ve onun arkasındaki Güvercin ve Akça Timi’nin sert adımları koridorlarda yankılanıyor. Silah takımlarını üstüne bir zırh misali kaplanmış albay, oğlunu o Zara denilen kadının elinden almak için timlere önderlik yapacaktı. Hızlı bir şekilde helikoptere doluştuklarında Alparslan albayın sert bakışları timlerin üzerinde gezindi. “Önünüze kim çıkarsa vurun.” dedi, acımasızlığıyla. Gözlerinin mavileri artık lacivert bir renge bürünmüştü ve bunun kan ile bürünmesini keyifle izleyecekti. Helikopter havalandı ve Şırnak’ın semalarından İdlib’e doğru uçmaya başladı. Osman, elindeki kroki ile arkadaşlarına ne yapmaları gerektiğini en ince ayrıntısıyla anlatıyordu. Herkes, parmak uçlarına kadar boğulmuş bir sinir sistemiyle dikkatle dinliyordu. Yapacakları şey basitti. Mete’yi kurtarıp orayı havadan taramak. “Taş bile kalmayacak.” dedi, Osman Çavdar. “Canımıza bunu yapanın canı alınmalı.” dedi, Deniz. Haklıydı. Canı acıtanın, canı olmamalıydı. Beş saatlik süren yolculuktan sonra sessizce indiler ve pusu yerlerine dağıldılar. Hepsinin kulağı özenle telsizlerinde dikkat kesildi. Alparslan albayın bir sözcüğünü bekliyorlardı. Alparslan Çakır, elindeki silahının emniyetini açtı ve bakışlarını karşıya odakladı. Zara Demirkan’ı dışarıda telefonla konuşurken gördüğünde telsizine eğildi. “Şimdi.” Dört bir yandan Akça Timi ve Güvercin Timi saldırıya geçti. Yakın ve uzaktan ateşli silahlarla taramaya başladıklarında toz duman bulutu, Zara’nın önünü kapladı. “Baskın!” “Acil destek istiyoruz.” Havada uçan F-16, tam destek alacakları yeri bombaladı. “Acil destek girişi iptal.” Zara Demirkan, oğlu sandığı adamın yanına koşarken ensesindeki namluyu hissetti. Birden etten duvarlar içine alındığında ellerini havaya kaldırdı ve arkasına döndü. Alparslan Çakır, dudaklarındaki sinsi bir tebessüm ile silahı kadını alnına dayadı. “Buraya kadarmış, Zara Demirkan.” Zara, çaresizce olduğu yerde kalıp Deniz ve Barış tarafından kelepçelendi ve helikoptere sürüklendi. “Albayım, Mete yüzbaşıyı bulduk.” Alparslan Çakır, silahını beline koyup yürümeye başladığında dudakları acıyla büküldü. “Allah’ım.” dedi. “Lütfen oğluma bir şey olmasın, yaşayamam.” Bir odaya girdiğinde önce köşeye kıstırılmış hasta bakıcıyı gördü. Elleri duvara yaslanmış adamdan gözlerini çekip sedyede yatan oğlunu gördü. Kalbi rahatlıkla kıpırdamaya başlarken hızlı adımlarla Mete’ye yürüdü. Monitörde atan kalbi, yaşadığının göstergesiydi. “Çok şükür, yaşıyor.” Eliyle iki kişiyi Mete’ye yönlendirdi. “Çabuk, çabuk helikoptere götürün.” Mete, helikoptere götürülürken Akça ve Güvercin Timi’de peşinden yürüdü. Herkes helikoptere yerleştiğinde havada uçan F-16 havadan taramaya başladı. Taş üstünde taş kalmamış ve Zara Demirkan’ın İdlib’deki üssü kocaman bir çukur yarığına dönüşmüştü. Helikopter, semaya yükselirken Alparslan Çakır’ın bakışları Mete’nin üzerinde sabit kalmıştı. “Durumu nasıl, Deniz?” Deniz, Mete’nin göğsünden söktüğü bandajı yenilerken bakışlarını albaya çevirdi. “Yarayı güzel temizlemişler albayım. Enfeksiyon ve hayati bir sıkıntısı yok.” dediğinde rahat bir nefes aldı, Alparslan Çakır. Şırnak’a basan geceye rağmen ışıklarını yakan şehri gözüktüğünde yüreği tekledi Alparslan’ın. Oğlunu kurtarmıştı ve iyiydi. “Sıra Eyşan’da. O da gözlerini açarsa dualarım kabul olmuş sayacağım.” dedi, içinden. Helikopter askeriyeye indiğinde koşmaya başladı, girişin hemen önündeki Caner. Helikopterin kapıları aralandı ve ikizini gördü. Kalbi büyük bir huzurla kaplandı ama çok sürmeyecekti. “Çekil önümüzden.” diye bağırdı Alparslan Çakır. Caner, üzgünce geri adımladı ve ikizinin indirilmesini izledi. Yüreği burkuldu, yıkıldı, döküldü. Olduğu yerde canından can verdi Caner ama kimse onu görmedi. Yalnızca bir kişi, onun koluna girdi ve usulca sürükledi. Helikopterden en son inen kişi, Lara Akman. Mete, sıhhiyenin içine alındığında hemen Eyşan’ın yanındaki odaya yatırıldı. Artık, iki kalp tek bir alanda atıyordu. Arada duvar olma bile hisler, her zaman birbirinin farkında olurdu.
Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından Yasemin çiçeklerinin kokusu. Burnumdan ciğerlerimi dolduran o eşsiz koku. Annemin kokusu. Rüzgârın nazik dokunuşlarıyla tenime vuran soğuk his. Yaşam ile ölüm arasında rastladığım en güzel duygu. Çıplak ayaklarım, çimenlerin serinliğini hissederek adımlıyordum. Uzakta, bankta oturan anne ve babamın gözleri dolu, beni izliyorlar. Ortaları boş ama elleri birbirine kenetli. Onlara doğru hızlanıyorum, yetişmek istiyorum. Ciğerlerimi saran o yasemin kokusu başımı döndürüyor. Gözleri sevgiyle parlayan ailemin yanlarına vardığımda ellerini hiç ayırmadan yukarıya kaldırıyorlar ve tam ortalarına oturuyorum. “Eyşan, canım kızım, sonunda geldin.” diyor annem, sesi o eski sıcaklığıyla kalmış, yumuşak ve melodik. “Anne, baba...” diyorum, sesim çatallaşmış. Boğazımda bir düğüm. “Bu kadar güzel bir yerde olmak... Gerçek mi bu? Yoksa ben öldüm mü?” Babamın kahverengi toprakları giriyor gözlerimin odağına. Çiçekler açıyor gözlerimde. Yeniden diriliyor susuz ve kurak toprağım. Can buluyor her seferinde. “Ölmek mi? Senin yolculuğun henüz bitmedi.” diyor, babam. “Bu bahçe huzurla dolu, yalnızca güçlü insanlar girebilir.” diyor, annem. Gözlerimden yaşlar akıyor, babam ve annem saçlarımı okşuyor. “Sizden uzakta kalmak, o kadar zor ki.” diyor, dudaklarım. İkisi de sarılıyor iki kanadımdan. Yaralarımı okşuyor, sanki büyülü bir ele sahipmiş gibi tüm acımı alıyor. Kanatlanıp uçacağımı düşünüyorum, o kadar rahattım ki, Güvercin misali uçup gidecektim farklı diyarlara. İzin vermiyorlar. Annem, “Biz buradayız kızım, her zaman, kalbinde.” Babam, “Kalbinde başkaları da var.” diyor büyük bir kıskançlıkla. Gülümsüyorum, gözlerimde akmayı durdurmayan yaşlara inat. Mete, çiçeklerin arasından bize doğru yaklaşıyor. Elinde tuttuğu bir demet çiçekle önümde duruyor. “Gidelim mi?” diye soruyor. Bakışlarım anne ve babama kayıyor ve yüzleri ağırca siliniyor. Mete, yanıma oturup kolunu omzuma atıyor ve başımı göğsüne yaslıyor. Kulağımda hissettiğim kalbinin ritmi, yaşadığımızı gösteriyor, hatırlatıyor. Kulağıma bir monitörden düzenli gelen bir bip sesi gelmeye başladığında Mete, elindeki çiçekleri bana veriyor ve yanımdan kalkıp gidiyor. Göz kapaklarımın üzerine devrilen acıyı yok saymaya çalıştım ve gözlerimi ağırca araladım. Bembeyaz tavan beni karşılarken gözlerimi kırpıştırmaya devam ettim. “Uyandı lan!” “Uyandı!” Kulağıma dolan gürültüler, açılıp kapanan sesli bir kapı o kadar gürültülü geliyordu ki yüzümü buruşturmaya çalıştım ama gerilmiş yüzüm buna izin vermedi. “Ah!” İnleyerek yana doğru dönmek istedim ama bedenimin üzerinde sanki yüz tonluk bir ağırlık var gibiydi. “Şşş! Hareket etmesene kızım.” Sesler birbirine çok zıttı. Asla kim olduğunu anlamıyor ve inatla gözlerimi kırpıştırıp ölü ruhumu üzerimden atmaya çalışıyordum. Gözüme tutulan ışıkla yüzüm sabitlendiğinde ölü toprak üzerimden ayrıldı. Üzerinde beyaz önlüğü olan sıhhiye askeri geri çekildi. “Yüzbaşım, beni duyabiliyor musunuz?” Kafamı salladım ama başım dönmüştü. “Başım.. başım dönüyor.” Bu ses benim miydi? Çözemiyordum. “Lan, konuştu oğlum.” Bir hıçkırık sesi kulağıma doluyor, bu sesi tanıyordum. “Kubilay?” Bir gürültü koptu. “Aha adımı söyledi, her şeyi hatırlıyor.” “Yüzbaşım; yüzeysel yaralarınız, kaburganızda iki kırık ve el bileklerinizde çatlaklar var. O yüzden ani hareketlerden kaçının. Bir süre gerçek anlamda dinlenmeniz gerekiyor aksi takdirde sizin için sıkıntı yaratabilir.” Başımdaki sıhhiye askeri konuşurken bakışlarım odanın içindekilere kaydı. Osman, merakla yanı başımda dururken Alev ve Yonca birbirlerine sarılmış, Deniz ve Kubilay başlarını birbirlerine yaslamış ağlıyordu. Yüreğim acıyla kavrulurken yüzümü buruşturdum ve gözlerimi askere diktim. “Ben ne zamandan beri buradayım?” diye sorguladığımda sıhhiye askeri kafasını takvime çevirdi ve anında bana döndü. “Tam bir aydan beri.” Biz İdlib’e gittiğimizde tarih 22 Ekim’di. Bakışlarım takvime kaydı. 16 Aralık 2021. Çatık kaşlarımın ötesinde, zihnimde anılar canlanmaya başladı. Mete’nin vurulmasından sonra Zara’nın bana işkenceleri ruhumda belli bir anı tetiklerken doğrulmak istedim ama sıhhiye doktoru hızla elini omuzlarıma koyup bastırdı. “Eyşan yüzbaşı, kalkma. Kaburganda iki kırık var.” Kafamı iki yana salladım. Zaman kavramını kaybetmiştim ama anladığıma göre bir ay işkence görmüştüm, bir ayda burada yatmıştım. Aklıma bunca düşüncenin içinde bir isim parıldadı. Mete? O neredeydi? Hâlâ orada mıydı? Bakışlarım Osman’ın yüzünde gezindi. Korkulu gözleriyle bana bakıyordu. Kesin ona bir şey olmuştu. Elimi havaya kaldırmak istedim ama el bileklerim buna müsaade etmedi. Acıyla kıvrandığımda sıhhiye askeri dirseklerimi tuttu. “Eyşan yüzbaşı, kime diyorum ben?” derken kapının arkasından kuvvetli bir gürültü yükseldi. “Lan bırak! Göreceğim diyorum, çekil ayağımın altından.” Duyduğum ses, Allah’ım. Kapı sertçe açılırken duvara vurdu ve sessizliğin içinde duvarın sıvalarının dökülmesinin sesi geldi. “Yüz kere söyledim, sana bırak diye! Görüp çıkacağım.” diye fısıldadı Mete, tekerlekli sandalyenin üzerinde otururken. Elleriyle tekerleği çevirdi ve içeriye girdiğinde sıhhiye doktoru yana çekildi. Mete’nin bakışları odanın içinde beni bulduğunda tekerleği döndüren elleri dondu. Alt dudağım titremeye başladığında göğsümde bir ağrı kalbimi sıkıştırdı. Alev, birden herkesi çıkartmaya başladığında gözlerim hiçbirini görmedi. Üzerinde yeşil, asker atleti vardı. Kolundan sarkan sargı bezinin ucunu gördüm. O nasıldı? Kalbinden burulmuştu ve en son nabız alamamıştım. Kucağımdaki yüzü aklıma geldiği an gözümden bir damla yaş süzüldü. Oturduğu yerden ağırca kalktı ve bana doğru adımladı. Yatağın yanına geldiğinde sağ eli havaya kalktı ve yanağıma yaklaştırdı. Gözleri kısıldı, yüzü buruştu ve elini hiç yanağıma dokundurmadı. Çenesi gerildi ve bir anda arkasına döndü. “Mete.” Adımları, yere çivilenmiş misali anında durakladı. Başı sola doğru yattı ve elleri yumruk oldu. Gözümün önündeki sırtı titredi ve omuzları çöktü. Sol gözümden akan bir yaş burnuma doğru akarken Mete, hıçkırdı. Omuzları sarsılarak ağlamaya başladığında gözlerimi kapattım ve aralı dudaklarımdan bir hıçkırığın firar etmesine izin verdim. Alnımda bir dokunuş hissettiğimde gözlerimi güçlükle araladım. Mete, üzerime eğilmiş ve dudaklarını alnıma bastırmıştı. Eli ağırca omuzlarımın üzerine titreyerek konduğunda yüzünü biraz uzaklaştırıp gözlerini yüzümde gezdirdi. “Özür dilerim, Eyşan.” dedi, kafasını iki yana sallayarak. Yeniden aralı dudaklarından bir hıçkırık döküldü. Kafamı iki yana salladım. “Senin suçun değildi.” Kafasını iki yana salladı. “Benim suçumdu.” dedi ve parmak uçları bir tüy misali yanağımda gezindi. Teni tenime değdikçe onun yaşadığının farkına varıyordum. Dudakları yanağıma usulca dokunduğunda gözlerimi kapattım. “Canın, çok mu acıyor? Bana, sana ne olduğunu söylemediler ama görüyorum ki.” Cümlesini tamamlamadı. Derince yutkunduğunu işittiğimde kafamı ağırca iki yana salladım. “Seni gördüm ya, tüm acılarım geçti.” derken buldum bir anda kendimi. Gözlerim aralandı ve bakışlarım mavilerine çevrildi. Mete’nin yine gözleri doldu ve alt dudağını dişledi. “Çok korktun mu?” diye sordu. Kafamı salladım. “Yaşadıklarımdan değil, sen vurulduktan sonra nabız alamadım, ona korktum.” Zihnimdeki cümleleri bodoslama söylüyordum. Onu bir daha kaybetme korkusu yaşayamazdım. Mete’nin gözündeki yaş yanağına aktı. Elimi kaldırıp onları silmek istedim ama yapamadım. “Bileklerin neden sarılı senin?” diye sorduğunda sessiz kaldım. Kaşlarını çattı ve doğruldu. “Bana artık neyin var söyler misin?” Yutkundum ve üst dudağımın içini kemirdim fakat dudağımın kenarındaki yaraya denk geldi. Mete’nin bakışları dudaklarıma kaydığında ağzında bir şeyler söyleyip kenara doğru yürüdü. Bir parça pamuk ile geri döndüğünde dilimi dudağımın kenarına çektim. “Dur, dokunma kanıyor.” dedi ve pamuğu yavaşça yaraya bastırdı. Kaşları ciddiyetle çatılmış ve sadece dudağımdaki kanı silmeye çalışıyordu. “Siktiğimin çocukları.” Sinirle sağa doğru eğildi ve elindeki pamuğu attı. “Evveliyatını siktiğimin orospu çocukları.” “Eğilme öyle, bir yerine bir şey olacak.” Mete’nin sert yüzü, yüzümün önüne eşitlendi. “Yapma şunu.” Kaşlarım sorarcasına yukarıya doğru kıvrıldığında gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. “Beni sakinleştirmenden nefret ediyorum.” dedi ve odanın kapısına doğru ilerledi. Tekerlekli sandalyeye bir tekme attı ve odadan çıktı. Kapı yeniden açıldığında Yonca ve Alev’in alaylı yüzü gözlerimin önüne serildi. Hiçbir şey olmamış gibi yüzlerine bakmaya devam ederken Alev, elini önünde bağladı ve gözlerini kırpıştırdı. “Öpüştünüz mü?” Gözlerim sonuna kadar açılırken Yonca’nın kıkırdamasıyla doğrulmak istedim ama Alev, elini uzattı. “Kaburgan kırık gülüm, kalkamazsın.” Dişlerimi sıkıp Alev’e sinirle baktım. “Senin de kafan kırılsın istemiyorsan sikik sikik konuşma.” Alev, keyifle gülümsedi ve Yonca’ya baktı. “Yonca, sana Eyşan hakkında bir sır vereyim mi?” Yonca, kafasını salladı. “Eğer Eyşan sikik kelimesini kullanıyorsa bil ki istemem yan cebime koy tabirini anlatmak istiyordur.” Yok, ben dayanamayacağım. “Alev, bir gelir misin?” diye seslendiğimde kaşları yukarıya yükselip alçaldı. “Öldürseler gelmem, vuracaksın bana. Hey yavrum hey, malını bize satmaya çalışıyor ama yemezler.” Alev, gülerek Yonca’ya baktığında gözlerimi devirdim ve derin bir nefes verdim. Kapı çalındı ve Sıhhiye doktoru üç kişiyle içeriye girdi. Elinde tuttuğu korse ile bana yaklaştı ve korseyi kenara koydu. “Şimdi yavaşça sizi ayağa kaldıracağız ve kırığınız için bu korseyi takacağız. Bir hafta boyunca hiç çıkartmayın yüzbaşım.” Kafamı salladığımda yanındaki iki sıhhiye askeri yaklaştı ve kolumdan tutup belimi desteklediler. Kenara koyduğu korseyi eline alan sıhhiye doktoru bakışlarını Yonca ve Alev’e çevirdi. “Yardım eder misiniz?” Alev ve Yonca, dudaklarındaki tebessümü kaybedip hızla yanıma yaklaştıklarında dudaklarımda bir gülümseme oldu. “Öldürseler gelmezdiniz, hani?” Alev, kafasını iki yana salladı ve hiçbir şey söylemeden iki sıhhiye askerinin yanında durdular. Alev, beni doğrulttuklarında bacaklarını açıp arkama, yatağa oturdu ve doğrulttukları belimi sabit tuttu. “Hey maşallah. Yardım edelim mi?” Bakışlarım içeriye giren time çevrildiğinde küçük bir tebessüm gönderdim. Osman ve Kubilay, ayak ucuma geçip bacaklarımı tuttular ve yataktan aşağıya sarkıttılar. El bileklerime kimse dokunmadan, yalnızca dirseklerimden tutarak ayağa kaldırdılar. Ayaklarım, bir aydan beri yattığım için önce titreyecek gibi oldu ama dengede durmayı başardım. Alev, dik durmam için yatakta dizlerinin üzerinde durdu ve beni hiç bırakmadı. Sıhhiye doktoru elindeki korseyi başımın üzerinden geçirdi ve üzerindeki cırtları taktı. “Derin bir nefes alın.” Doktorun dediği gibi derin bir nefes aldım ama kesikti. Yüzüm acıyla buruşmasına rağmen kafasını salladı ve arkama baktı. Hafif yukarıya çıkmış askeri atletimi düzeltti ve geri çekildi. Dirseklerimden tutup birkaç adım kendine doğru yürüttü ve derin bir nefes aldı. “Geçmiş olsun yüzbaşım. Bir süre operasyonlara gönderilemeyecek ve ani hareketten kaçınacaksınız. Yürümeniz de bir sorun yok ki size bol bol formunuzu kaybetmemeniz için yürüyüş yazacağım.” diye söylendi ve ekibini alıp çıktı. Kubilay ve Osman’ın yardımıyla dışarıya doğru yürümeye başladığımda Alev’in sesini arkamdan duydum. “Çok şükür.” Dudaklarımda buruk bir tebessüm oluştuğunda derin bir nefes aldım. Odanın kapısından çıktığımızda bize doğru yaklaşan Alparslan albay, İstihbarat Başkanı Hakan Koral’ı ve onun yanında yürüyen adamı gördüm. “Bu kim?” diye sordum ama kimse cevap veremeden karşımda durmuşlardı. Alparslan albayın gözlerinde herkesin görebileceği bir rahatlama vardı. “Uyanmışsın yüzbaşı?” Kafamı salladım ve gülümsedim. Alparslan albayın yanındaki İstihbarat Başkanı, elini Alparslan albayın omzuna koydu. “Haydi bakalım geçmiş olsun albay. Kızın sağ salim ayakta, çok şükür.” Alparslan albay kafasını salladı ve Hakan Koral’a baktı. ‘Sağ ol.’ dercesine omzunu sıvazladığında bakışlarım arkasına takıldı. Elinde bavulla bize doğru yaklaşan Mete’yi gördüğümde dudaklarımdaki gülümseme soldu. Yanımızda durduğunda babasına baktı ve kafasını salladı. Alparslan Çakır’ın bakışları bana doğru çevrildi. “Eyşan, bir süre dinlenmen gerek. Bu yüzden seni evine gönderiyorum. Osman, birkaç gün önce evine gidip kontrol etti. İyileşmen gereken süre boyunca Alev’de seninle birlikte olacak.” dedi ve Mete’ye baktı. “Eve yerleştirip geri gel.” Mete, ona kafasını salladığında Osman’a baktı ve kafasıyla işaret verdi. Kollarıma giren Osman ve Kubilay, beni kırılgan bir vazoymuş gibi tutarken Alparslan albay, Hakan Koral ve yanında adam ile birlikte bizden uzaklaşıp yürümeye başladılar. Gözden kaybolduklarında yürümeye devam ederken Osman’a baktım. “Bu adam kim?” Osman’ın bakışları bir saniyelik bana çevrilip geri önüne döndü. “İstihbarat Başkanı Hakan Koral’ın oğlu, Barkın Koral.” Aldığım cevapla kafamı ağırca salladım ve askeriyenin kapısında bizi bekleyen arabaya yavaşça bindim. Sırtımı yaslayıp derin bir nefes aldığımda Mete, ön koltuğa oturdu ve arabayı çalıştırdı. “Senin de dinlenmen gerekmiyor mu?” Bakışları dikiz aynasından beni bulduğunda Alev, arabaya bindi. “Ben bir hafta önce uyandım ve şu an daha iyiyim.” dedi ve arabayı sürmeye başladı. Yanıma oturmuş Osman ve Kubilay’ın bakışları bana çevrilirken dudaklarımda buruk bir tebessüm var oldu. “Senin kızı da isteyemedik be Kubilay.” dediğimde Kubilay, kafasını iki yana salladı. “Sen iyi ol komutanım, gerisi önemli değil. Biraz daha bekleriz.” Hafifçe elimi kaldırıp Kubilay’ın kafasına dokundum. Kaşlarımı şakayla karışık bir sinirle çattım. “Saçlar uzamış Kubilay, battaniye yapılsın istiyorsun herhalde.” Osman ve Alev, kıkırdamaya başladığında Kubilay korkulu gözlerle bana baktı. “Yok komutanım uzamamıştır. Daha dün kestirdim.” diye açıklama yaparken kıkırdamamı tutamadım ve elimi Kubilay’ın saçlarından çektim. “Dalga geçiyorum be oğlum, hemen korkma.” Kubilay, derin bir nefes verdiğinde bakışlarım yola çevrildi. Şırnak’a ilk geldiğimde satın aldığımız evin sokağına girdiğimizde dudaklarımdaki tebessüm yavaşça kayboldu. Osman, Mete’ye doğru eğilip eliyle solu gösterdi. “Soldan dönüp duracağız, komutanım.” Mete, direksiyonu sola çevirdi ve sokağa saptı. Araba evin önünde durduğunda Mete ve Alev, arabadan inip kapıları açtılar. Mete, Kubilay’ın omzuna dokunduğunda Kubilay, arabadan indiğinde geriledi ve Mete’nin geçmesi için bekledi. Mete’nin bakışları gözlerimde dolanırken Osman, ayaklarımı tuttu ve yana doğru çekti. “Ben belinden destekleyerek kaldıracağım, sende bacaklarından tut, gel.” derken Mete, sırtımı göğsüne yasladı ve ellerini karnımda birleştirdi. Nefesini kulağımda hissederken yanağı saçlarıma yaslandı. “Komutanım, ben alsaydım?” dedi Kubilay ama Mete, duymamazlıktan geldi ve bir çırpıda beni arabadan indirdi. Osman, ayaklarımı yere indirirken Mete, sırtımdan hiç çekilmeden sadece yanına yasladı. Ağır adımlarla yürümeye başladığımızda Osman, elini cebine soktu ve anahtarları çıkarttı. “Kaçıncı kat, Osman?” diye sordu, Alev. “Hemen ilk kapı.” diye cevapladı, Osman. Evi en son nasıl bıraktığımı hatırlamıyordum ama Alparslan albayın dediğine göre Osman, temizlik yapmış olmalıydı. Alev, kapının kilidini açtı ve kapıyı aralayıp içeriye girdi. Burnuma yeni temizlenmiş evin kokusu dolarken içeriye adımladım ve ayaklarımdaki terliği çıkartıp salona geçtim. Her şey yerli yerinde duruyordu. “Evin ne kadar güzelmiş.” dediğinde Alev, Kubilay’ın kıkırtısı kulaklarıma doldu. “Hepimizin eli değmiştir. Valla az çektirmedi Eyşan komutanım.” Gülümsediğimde Mete, beni koltuğa doğru yürüttü. Arkamdan çekilip yavaşça koltuğa oturttu ve sırt üstü yatmama yardımcı oldu. Kafamın altındaki yastığı düzeltti ve geri çekilip üzerime katlanmış battaniyeyi açıp örttü. “İyi misin?” diye sorduğunda gözlerimi kırpıştırdım ve kafamı salladım. “Teşekkür ederim.” Mete, kafasını iki yana salladı ve Osman ile Kubilay’a baktı. “Askeriyeye geçelim.” dediğinde sakince bir nefes verdim. “Hemen mi gideceksiniz?” Mete, bakışlarını çevirdi ama çok sürmedi. Osman’a ve Kubilay’a bakıp kafasıyla işaret verdi. Osman ve Kubilay, kapıya doğru ilerlerken Alev’e baktı. “Bir şey olursa.” Alev, Mete’nin cümlesini durdurdu. “Ararım.” Mete, kafa selamı verip kapıya hızlıca gitti ve kapıyı kapattı. Kaşlarım çatılırken sıkkınlıkla derin bir nefes aldım. Neden böyle yapmıştı ki? Alev, bacağındaki silahını çıkartıp portmantonun üzerine koydu ve yanımdaki tekli koltuğa oturdu. Bakışları yüzümde gezinirken çatık kaşlarımda takılı kaldı. “Ne oldu sirkeci, yüzün düşmüş?” Omzumu bilinçsizce silktiğimde Alev’in yüzü ifadesizlikten çıktı ve biraz yanıma eğildi. Elleri çatlak bileklerimi hafifçe okşarken gözleri gözlerimde dolandı. “Mete yüzbaşı, sen uyanmadan bir hafta önce uyandığında ilk seni sordu. Askeriyede olduğun bilgisi verildiğinde seni görmek istedi ama Alparslan albay, bir delilik yapmaması için izin vermedi. Caner, asla ama asla Mete’nin yanına sokulmadı fakat Mete, onu da görmek istedi. Alparslan albayın katı emri ile odasına Barış ve Mücahit yerleştirildi. Sürekli gözetim altında tuttular.” Demek, ondan dolayı bana ‘Hiçbir şey söylemediler.’ demişti. Caner ile konuşturulmaması biraz daha iyi bir durumdu ama bu konuşmayacağı anlamına gelmiyordu. “Caner ile eninde sonunda konuşacak.” diye söylendi Alev. Her zamanki gibi duygularıma tercüman olmuştu. Sıkıntılı bir nefes verdiğimde Alev’in bakışları değişti ve gülümsedi. “Aşık oldun mu Eyşan?” Bakışlarım düz bir şekilde ona baktım. Alev, kafasını ağırca salladığında dudaklarındaki gülümseme eridi ve bakışları ellerime kaydı. “Olay nasıl oldu, Eyşan? Mete o gün nasıl vuruldu?” Zihnim o kötü günün anılarını gözlerimin önüne getirirken yutkunmaya çalıştım ama yutkunamadım. Kurumuş dudaklarımı ıslattım. “Biz uyandıktan sonra Zara, dışarıya çıkarttı. Her sabah rutin yapıyorlarmış. Mete’nin eline dürbün verip baktırmaya başladı. Bir süre sonra Mete’ye baktığımda baktığı yerde bir şey gördü ve önüme atladı.” Sonlara doğru kısılan sesim ile Alev, elini bacağımın üzerine koydu. “Mete, vurularak üzerime yığıldığında dürbünü aldım ve baktığı yere baktım. Caner, nişancı tüfeğinin arkasından korkuyla Mete’ye bakıyordu.” Alev, kaşlarını çattı. “O zaman Caner, seni vurmaya çalışıyordu.” Kafamı sallayıp onu onayladığımda Alev, alt dudağını kemirdi. “Mezarcı’nın sana verdiği saatten ifşa oldun Eyşan. Caner ve Akça Timi geri döndüğünde askeriye çok karıştı. Alparslan albay, Osman köpürdü. Alparslan albay, İstihbarat Başkanı Hakan Koral ile oğlu Barkın Koral’ı çağırdı ama Barkın’ı biz bulduk.” dediğinde kaşlarımı çattım. “Barkın Koral, ne alaka?” Alev, dikleşti. “Barkın Koral, yıllar önce Zara’nın yanına yerleştirilmiş paralı askermiş. İki sene önce yanından ayrıldığında farklı bir göreve çağrılmış. İstanbul’a gidip görev üstündeyken aldık onu.” Alev’in cümleleri bittiğinde kafamı ağırca salladım. “Ee ne zaman geri döneceklermiş?” diye sorduğumda Alev, kafasını iki yana salladı. “Bilmiyoruz, büyük ihtimalle Caner ve Mezarcı için adli işlem başlatılacak.” Gözlerim korkuyla kısıldı. “Caner’in tek suçu Mezarcı’ya güvenmekti. Mezarcı’nın emrine itaatsizlik yapmış olsaydı Caner yerine başka biri beni vuracaktı.” Alev, bir şey demeden durdu ama dudakları hâlâ aralıydı. Ayağa kalktı ve açık mutfağa ilerleyip su ısıtıcına su doldurdu. “Caner, ne olursa olsun bu işe kalkışmamalıydı Eyşan.” dedi ve ısıtıcının düğmesine bastı. Kalçalarını tezgâha yaslayıp bakışlarını bana çevirdi. “Herkes hatasının bedelini ödemeli.” Gözlerimi devirdim. “Bunun bedeli askerlikten ihraç etmek demek, Alev.” Alev, eliyle bedenimi gösterdi. “Ben yaptıklarının en büyük bedelini sende görüyorum Eyşan, onu ne yapacağız?” Kaynayan su ısıtıcısına döndüğünde kahve yaptı ve yanıma yaklaştı. Sehpanın üzerine bırakıp koltuğun kenarına oturdu. Bakışları gözlerimde mıhlandığında kafasını yeniden iki yana salladı. “Sen, bu zamana kadar herkesin yaptığı hataların bedelini ödedin. Bırak da artık herkes bir bedel ödesin.” dedi. Gözlerim onun gözlerinden yere kaydığında aklıma düşen tek düşünce Mete olmuştu. Onun ne hissettiğini bilmiyor ama anlayabiliyordum. Bir tarafta sevdiği, canına bir şey olacak diye korktuğu ben vardım. Diğer tarafta ise ikizi, aynı kanı taşıdığı can bağı olan kardeşi vardı. “Eyşan.” dedi, Alev ve ellerini kollarıma koydu. “Mete, için düşüncelerini anlayabiliyorum ama Mete’nin sana verdiği değeri hepimiz görüyoruz. Ya, adam sırf sana bir şey olmasın diye kızacağını bile bile Hakkari’de asla Eyşan’a bir şey söylemeyeceksiniz dedi. Günlerce yüzüne bakmadığın adam, sırf ikizi diye seni ezip geçer mi?” Kafasını iki yana salladı. “Hiç sanmıyorum. Unutma, senin bir tek kılına zarar gelecek diye ortalığı yakıp kavuran adam, bugün boynu bükük çıktı bu kapıdan. Fırtına estirecek yer arayacak ve önüne kim geçerse onu savuracak.” Kulaklarımda yükselen Alev’in cümleleri, izlerini zihnime işlerken göz kapaklarımı gözlerimin üzerine örttüm. İçimdeki karamış duygular kabarırken benliğim, sevgi, suçluluk ve pişmanlık hissetti. Mete’nin benim için yaptığı fedakarlıklar gözümün önünden bir film şeridi gibi geçti. Gözlerimi araladığımda Alev’in, hâlâ bana ciddiyetle baktığını gördüm. Yüzümü ifadesiz tutmaya çalışsam da gözlerimin derinliğinde çalkalanan fırtınayı saklayamıyordum. “Eyşan, mutlu olmak senin de hakkın. Bunu kimsenin bozmasına izin verme.” Sinirle soluklandım. “Ya arkadaş, adamın ikizi lan ikizi! Canı, aynı kanı, aynı geni taşıyorlar. Ne mutluluğundan bahsediyorsun Alev?” diye bağırdığımda kaşlarını çattı. Üst dudağını dişlediğinde gözleri kısıldı. “Caner eğer Mete’yi düşünseydi, onun üzüleceği bir şeyi asla yapmazdı. Caner, Mete’nin neler yaşadığını bilen en büyük şahitken sana doğrulttuğu namluyla bitti, Eyşan. Anla bunu artık.” Gözlerimi kapattım ve yüzümü sola doğru çevirdim. “Uyumak istiyorum, Alev.” Odada sessizlik olduğunda Alev, yanımdan kalktı ve sehpanın üzerindeki kahvesini aldığını işittim. Gözlerimin ardındaki karanlığa gömülürken zihnim, hâlâ Mete’nin benim için yaptıklarını önüme getirmekle meşguldü. Mete’nin, sessizce patlamayı bekleyen bir volkan gibi ortalığı kasıp kavuracak öfkesini hayal edebiliyordum ama bunun olmasına izin veremezdim. Bir yolu olmalıydı ama o yolun nerede olduğunu bilmiyordum. Zihnim, alıştığı karanlığın ardında kaldı ve tüm sorularım yine cevapsız kaldı.
16 Aralık 2021 / Şırnak Mete Mert Çakır, Ağzından Yaşıyor muydum yoksa bir ölü müydüm? Yanıyor muydum yoksa bu ateşi ben mi yakmıştım? Bu ateşi ben yaktıysam eğer neden çok canım acıyordu? Acısını neden ben hissediyordum? Ben yanlış mı yaptım? Sevmek, korumak, bağlanmak düşünmek... bunların hepsi benim suçum muydu? Zihnimden asla iki aydan beri gitmeyen görüntü arabaya binerken işgal etmeye devam ederken kontağı çevirdim ve elimi direksiyona koydum. Caner’i kamuflajının ardında, Eyşan’a yönelttiği namluda gözümden silmiş ama ona rağmen hızla Eyşan’ın önüne atlayıp kurşunu kendime saplatmıştım. Nedenlerini merak ettiğim ama bir türlü cevaplarını alamadığım birtakım sorular giderek çığa dönüşüyordu. “Caner’i görmek istiyorum.” Babam, kafasını iki yana salladı. “Göremezsin.” Sedyeden ayaklarımı sarkıttığımda eli omuzlarıma dokundu. “Evlat, sana tek bir açıklama yapacağım. Eğer, Caner Mezarcı’nın görevini kabul etmeseydi, Eyşan’ı bir başkası vuracaktı ve emin ol, şu an ne Eyşan olurdu ne de sen.” Düşüncelerim arabaya oturan Osman ve Kubilay ile bölündüğünde gaza bastım. Arabanın içindeki sessizlik, bir kılıç gibi keskin ve soğuktu. Yan koltukta Osman, arka tarafta ise Kubilay oturuyordu. Herkesin yüzünde, gölge gibi dolaşan gerginlik vardı. Direksiyonu öyle sıkı kavramıştım ki eklemlerimin beyaza döndüğünü gördüm. “Mete, Caner’i ne yapacaksın?” diye sorduğunda Osman, bakışlarımı yoldan saniyelik çektim ve ona baktım. Gözlerini bulayan ateşin bana sıçramasına izin vermeden yola döndüm. “Bilmiyorum.” Osman, içlice nefeslendiğinde alt dudağımı ısırdım. Caner’e nasıl davranacağımı düşünüyor olmak bile göğsümde bir taşın oluşmasına neden oluyordu. Benim her şeyimi bilen, aynı kanı taşıdığım insanın bana bunları reva görmesi sinirlerimi alt üst ediyordu. “Bu arada Eyşan ile aranızda sanırım bir şeyler var?” dediğinde Osman, sessiz kaldım. Osman, bu sessizlikten faydalanmak istercesine bakışlarını benden çekti. “Mete, Caner senin nasıl ikizin ise Eyşan’da benim için öyle. Elbette ki biz sizin gibi aynı anne ve babaya sahip değiliz ama aynı kanı taşıyoruz. Siz annemin yanında büyürken biz birbirimize kenetlenerek büyüdük.” Derin bir nefes aldı ve beni izledi. “Sana bunları Caner’e bir şeyler yap diye söylemiyorum. Sakın, dediklerimle gaza gelip Caner’in üzerine gitme. Herkes yaptığı hataların bedelini ödemeli.” dedi ve tekrardan önüne döndü. “Biliyorum, herkes yaptığı hatanın bedelini ödemeli ama ne yapmam gerektiğini bilmiyorum Osman. Hepiniz şahitsiniz ki Eyşan’ın iyiliği için yapmayacağım şey yok ama bu sefer çok farklı bir yerdeyim. Ortalığın anasını ağlatmak istiyorum ama elim kolum bağlı, hiçbir şey yapamıyorum.” Cümleler dudaklarımdan dökülürken Kubilay’ın elini omzumda hissettim. “Komutanım, biz sizi gördük. Komutanımıza olan sevginiz ve verdiğiniz değeri hangimiz bu kadar verebiliriz ki?” diye mırıldandığında gözlerimi kırpıştırdım. Askeriyeye vardığımızı fark ettiğimde arabayı durdurdum ve başımı yana çevirdim. Kubilay’ın ve Osman’ın gözlerine odaklanırken Osman, bakışlarını üzerimde tuttu. “Caner ve Mezarcı hakkında adli işlem başlatılacak. Emre itaatsizlik ve yanlış bilgilendirmeden dolayı belki birliklerden ihraç edilecekler.” dediğinde gözlerimi kırpıştırdım ve bakışlarımı kaçırdım. “Her hatanın bedeli dedin, Osman.” dedim ve araçtan indim. Osman ve Kubilay’da araçtan indiklerinde yanımıza bir asker geldi ve araca binip uzaklaştı. Sert adımlarla binaya girdiğimizde karşımızdan bize doğru gelen Caner’i gördüm. Beni gördüğü gibi hızlanıp yanıma gelmeye başladığında babamın sesini işittim. “Mete ve Caner, odama gelin.” Osman ve Kubilay’ın yanından ayrılıp babamın odasına girdiğimde Caner, peşimden girdi ve kapıyı kapatıp biraz uzağımda beklemeye başladı. Babam masasına doğru ilerleyip oturdu ve önüne bir dosya çekti. “Mete, Eyşan’ın yokluğunda biraz dosyalarına sen bakacak ve yeni birliğe girmiş askerlerin eğitiminden sen sorumlu olacaksın.” dedi, bize hiç bakmadan. Kenardan bir dosya çekti ve imzalayıp önündeki sehpaya fırlattı. “Caner üsteğmen, yarın saat 12:00’de İstihbarat Başkanı Hakan Koral ile sorgun var. Ardından ihraç yapılıp yapılmayacağı konusunda disiplin kurulu toplanacak. Savunma hazırla.” Caner, sehpanın üzerine atılmış dosyayı alıp kapıya yürüdüğünde derin bir nefes aldım. “Mezarcı’ya ne olacak?” Babam, bakışlarını bana çevirdi. “Mezarcı, direkt olarak ihraç edilecek. Onun yerine İstihbarat Başkanı’nın oğlu Barkın Koral ile yolumuza devam edeceğiz.” Kafamı salladım ve kapıya ilerledim. Caner, geçmem için kenarda beklerken öne atıldım ve odayı terk ettim. Sola doğru yürüyüp odama ilerlerken Caner’in sesi kulağıma doldu. “Biraz, konuşabilir miyiz?” diye söylendi ama onu duymamış gibi yaptım ve odaya girdim. Ağır adımlarla koltuğuma oturup ellerimi birbirine kenetledim. Bakışlarım Eyşan’ın oturduğu koltukta takılı kaldığında derin bir nefes verdim ve ellerimi çenemin altına yasladım. Saplandığım karanlığın, hece gördüğüm kabusların kurtarıcısını korumak istedim. Zihnimde, Eyşan’a söylediğim cümlelerden biri yankılandığında kaşlarımı çattım. Bunu dedikten sonraki gün, bir namlunun önüne almışlardı. Onun önüne atlayıp kurşunu ben yemiştim ama bu, onu korumaya yetmemiş aksine daha da hırpalamıştı. Eyşan’ın yüzü aklıma geldiğinde gözlerimi usulca kapattım ve iç çektim. Korumaya çalıştığım kadının, sürekli zarar görmesine neden oluyordum. Bunun suçlusu ben miydim? “Mete yüzbaşı, girebilir miyim?” diye bir ses duydum. Gözlerimi açıp kapıya doğru baktığımda İstihbarat Başkanı’nın oğlu Barkın Koral’ı gördüm. Elimi önümdeki koltuklara uzattığımda Barkın, kapıyı kapattı ve koltuğa yaklaşıp oturdu. Dirseklerimi masaya yaslayıp kaşlarımı sorgularcasına yukarıya çektim. Barkın Koral, bakışlarını odada gezdirdi ve en sonunda beni buldu. “Mezarcı ve Caner Cenk Çakır’ın yarın soruşturması başlayacak ama ondan önce sizinle biraz konuşmak için geldim.” Çenemi dikleştirdim. “Sizi dinliyorum.” Barkın Koral, kafasını eğip kaldırdı. “O günü hatırlıyor musunuz, vurulduğunuz anın öncesi ve sonrası?” diye sorduğunda kafamı salladım. Unutmak mümkün müydü? Hiç sanmıyordum. “Zara Demirkan, Eyşan ve ben dışarıda, dürbün ile gözetim yapıyorduk. O sırada Caner ve Akça Timi’nin pustuğunu gördüm. Caner, keskin nişancı tüfeğini ayarlarken Eyşan’a hedef aldığını fark ettim ve Eyşan’ın önüne atladım.” Barkın Koral’ın tek kaşı yukarıya yükseldi. “Kurşun, kalbinize çok yakın bir mesafeden geçmiş. Ölebilirdiniz.” Yarım ağız gülümsedim. “Ben Eyşan’ın önüne geçmeseydim, Eyşan ölecekti.” Barkın, kafasını salladı ve derin bir nefes aldı. “Peki, ikiziniz hakkında ne düşüyorsunuz? Mezarcı yüzünden kendisine adli işlem başlatılacak.” Ellerimi yeniden masanın üzerinde birleştirdim ve başımı sola eğdim. “Peki, neden Caner, Mezarcı yüzünden adli işlem görmek zorunda kalıyor? Sonuç olarak emri veren Mezarcı. Unutmamalısınız ki siz nasıl burada görev yapıyorsanız ve hâlâ Mit için çalışıyorsanız, Caner Cenk Çakır’da Mit için çalışan bir istihbaratçı.” Barkın Koral’ın kaşları alayla yukarıya kıvrıldı. “Asıl unutulmaması gerekilen yerde orada başlıyor yüzbaşı. Caner üsteğmen hali hazırda bir istihbarat görevlisi ve en önemlisi ise Özel Kuvvetlere bağlı bir Türk askeri. Koşullar ne olursa olsun, Alay komutanına haber vermeden bir üsteğmenin göreve çıkması yasaktır.” Derin bir nefes vererek arkama yaslandım ve ellerimi masanın üzerinde tutmaya devam ettim. “Barkın Bey, sanırım anlatamadım. Caner’in emir aldığı iki insan var; biri Milli İtibar Teşkilatı’nın 2. Komutanı Erdinç Savaş, bir diğeri ise Özel Birlikler albayı Alparslan Çakır. Düşünün ki Alparslan Çakır, Mezarcı’nın yaptığı hareketten sonra haberi alıyor. Tüm suçlamaları bence direkt olarak Mezarcı üzerinden yapmalısınız.” Barkın Koral, dediklerimden sonra sağ bacağını sol bacağının üzerine attı ve kollarını göğsünde bağladı. Düşünceli gözlerle bana bakmaya devam ederken boynu sağa doğru eğildi. “İkizini korumanı anlıyorum, Mete yüzbaşı ama.” Elimi kaldırıp onu susturdum. “Ben ikizimi koruyor olsaydım, siz şu an benimle konuşuyor olmazdınız.” dedim ve masaya doğru eğildim. “Ve eğer yine ikizimi koruyacak olsaydım, hiç kimse, babamda dahil olmak üzere Caner’i benden kaçırmazdı. Bilmem anlatabildim mi?” Barkın Koral sessiz kaldığında ellerimi sakince çenemin altında konumlandırdım ve gözlerimi kırpıştırdım. “Her eylemin bir sonucu vardır ve hiçbir hata cezasız kalmaz. Dosyamı elbet ki okumuşsunuzdur ama bir de benden duyun.” dediğimde kaşları yukarıya kıvrıldı. “Bir dosyanızın olduğunu bilmiyordum?” diye sorduğunda gözlerimi yalnızca siyah gözlerde takılı bıraktım. “Kanarya’ görevlerini duydunuz mu?” Kafasını salladı. “Kanarya’ Asena Gündüz’ün bulunması için topladıkları küçük bir ekipti. O ekibin başında ise ben vardım. Görev sırasında Asena Gündüz’ü bulabilmek için girilmemesi gerekilen yerlere girdim. Bunlar bana pahalıya patladı.” Barkın Koral, anladığını göstermek istermişçesine kafasını salladı. “Ben eğer hatalarımın bedelini ismime yansıttıysam herkes bir bedel ödemeli.” Barkın Koral, derin bir nefes aldı ve yavaşça ayağa kalktı. Arkama yaslanıp oturduğum yerden ona bakmaya devam ettiğimde bakışlarını gözlerimde gezdirdi. “O halde Caner için hiçbir şey yapmayacaksınız?” Kafamı iki yana salladım. Caner’in küçükken yırttığı fotoğraf aklıma geldiğinde zihnimde bir cümle yankılandı. “Seni asla affetmeyeceğim Caner.” Geçmişin yüksek sesle dile getirdiği hatıraların ağırlığı, vurduğu göğsümün sancısıyla kavruldu. “Yapmayacağım. Çünkü bedel, insanın içindeki en güçlü yanını dahi sınayan, görünmeyen ama hissedilen bir ağırlıktır.” dediğimde Barkın Koral bir elini cebine soktu ve çenesini dikleştirdi. “Güzel söyledin Mete yüzbaşı ama bilmediğin bir şey var.” dedi ve dudaklarında buruk bir tebessüm oluştu. “Her bedelin, bir izi vardır.” Bir şey söylememi beklemeden bana sırtını döndü ve odadan çıktı. Gözlerimi devirip sıkıntıyla derin bir nefes aldım. Caner’in ödeyeceği bedel tabii ki de hepimizde bir iz bırakacaktı ama ya bizim çektiklerimiz ne olacaktı? Eyşan’a İdlib’de ne yaptıklarını bilmiyor olmam bile sinirlerimin gerilmesine neden olurken gerçeklerle yüzleştiğimde nasıl tepki vereceğim konusunda düşüncelerim vardı. Bildiğim tek şey bileklerinin çatlak olması ve kaburgasındaki iki tane kırıktı. Onun haricinde ne yapmışlardı? Arkama yaslanıp kollarımı göğsümde bağladım. Resmen korumak için çırpındığım, saçının bir teline kıyamadığım kadının yüzü ne hâle gelmişti. Dudaklarının kenarlarındaki yara tomurcukları, yanağında bıçak izi, kollarının bazı noktalarının sargıyla dolu olması, Osman’ı uyandığımda gördüğüm ruh hali, Alev’in bıçak açmayan ağzı… Hepsi ne olduğunu biliyor ama bir ben bilmiyordum. Öğrenmem bu saatten sonra da hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. Ne yapacaktım ki? Gidip Caner’i mi dövecektim? Tabii ki de hayır. Ama içimi sıkan bir şeyler vardı. Yerine bir türlü koyamadığım sözcükler ve cümleler, beni hali hazırda sıkkınlığımı ve gerginliğimi boğazlıyordu. Çünkü Caner’in seni üzecek bir şey yapmayacağını düşünüyordun. İç sesim haklıydı. İçimi sıkan şeyler aslında tam olarak buydu. Caner’in benim ne yaşadıklarımı bildiği halde, bana bunları çektirmesi başlı başına beni üzen ve kıran tek nedendi. Bakışlarım yeniden Eyşan’ın masasına kaydığında içli bir nefes verdim. Bu durumu nasıl toparlayacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu ama gelecekteki zorlu günlerin daha çok üzerimize geleceğinin farkındaydım.
17 Aralık 2021 / Şırnak Yazar, Ağzından Gökyüzü, siyah bir örtü gibi karanlık ve ağırdı. Dışarıda yükselen gök gürültüsü, sanki yerin derinliklerinden gelen bir öfkeyle yankılanıyordu. Her patlama, karargâhın soğuk duvarlarında titrek yankılar bırakıyor, ince pencereleri ürpertici bir melodiyle sarsıyordu. Yağmur, kurşun gibi keskin ve hızlı bir şekilde yağıyor, yerle gök arasındaki savaşı andıran bir hışımla beton zemine çarpıyordu. İçerideki hava, kasvetin en koyu tonlarıyla yoğrulmuştu. Soluk floresan lambalar, loş ışıklarıyla odadaki gerginliği daha da belirgin kılıyor, gölgeler uzayıp kısalırken birer sessiz tanık gibi sorgu masasına odaklanıyordu. Metal sandalyenin soğuk dokusu, Caner Cenk Çakır’ın belindeki yorgunluğu daha da arttırıyordu. Yüzüne düşmüş gölgeler, onun sert ifadesini daha da keskinleştiriyordu. Caner’in zihni, dışarıdaki fırtınanın sesiyle dalgalanıyordu. Kırılmış, dağılmış bir düzenin parçalarını bir araya getirmek gibi zor bir görev onu bekliyordu. Ancak şimdi, karşısında oturan adamın gözlerinin içine bakarken, dışarıdaki gök gürültüsü bile sönük kalıyordu. Barkın Koral ve İstihbarat Başkanı Hakan Koral, karşısında oturan Caner Cenk Çakır’ın sorgusuna başlamak için hazırdı. Barkın Koral, okuduğu dosyadan başını kaldırdı ve Caner’e baktı. “Caner Cenk Çakır; bize, o gün neler yaşandığını anlatır mısın?” dedi ve ellerini göğsünde bağladı. Caner, kâbus sandığı ama gerçek olan o olay gününü anlatmak için dudaklarını araladı. “Mezarcı, beni Mit’e çağırdı. Gittiğimde her yer gürültülü ve bütün ekranlar kilitlenmiş vaziyetteydi. Bana, ‘Eyşan’a takılan saatin ifşa olduğunu, onları oradan çıkartamayacağımızı ama çıkartmazsak da Mete’nin tehlikeye girebileceğini söyledi ve dikkatlerini dağıtmamız için Eyşan’ı vurmamız gerektiğini belirtti.” Caner, gözlerini kapattı ve kafasını yana çevirdi. “İstediğini yapmayacağımı, sonuçlarının bedelinin ağır olacağını belirttim ama beni tehdit etti.” Caner, gözlerini açıp karşısında oturan kişilere baktı. Barkın ve Hakan Koral, çok ciddi bir şekilde onu dinliyordu. “Nasıl bir tehdit?” “Mete Mert Çakır’ın Asena Gündüz’ü bulmak için yasaklı bölgeye gittiği bir dosya vardı. Önce onunla tehdit etti. Yine yapmayacağımı belirttiğimde telefona sarıldı ve sizi aradı.” Caner, Hakan Koral’a bakarak açıklamasını bitirdiğinde Hakan Koral, kaşlarını çattı. “Ama beni kimse aramadı, Caner üsteğmen?” Caner’in kaşları çatıldı. “Sizi aradı ve Güvercin Timi’nde kim varsa sorguya çekilmesini ve Alparslan Çakır’ın bir vatan haini ilan edilmesini istiyorum, dedi.” İstihbarat Başkanı Hakan Koral’ın dudağı yarım bir şekilde yukarıya kıvrıldı. Hakan Koral, oğluna doğru döndü, birkaç saniye gözleri kapalı bir şekilde bekledi. Aralı dudaklarından bir nefes çekip gözlerini açtı. “Erdinç Savaş’ın odasındaki telefon kayıtlarına bakın.” dedi ve bakışlarını Caner’e çevirdi. “Bu olay saat kaçta gerçekleşti?” “03:30” Hakan Koral, yeniden oğluna baktı ve kafasını salladı. Barkın Koral, odadan çıktığında Caner arkasına yaslandı. Dakikalar, saatleri kovaladı. Odada asla başka soru sormayan Hakan Koral ve Caner karşılıklı birbirlerine bakarak oturmaya devam etti. İfadesiz yüzlerinin ardındaki düşünceleri bir sel olmuşçasına ruhlarına akıp giderken kapı beklenmedik bir zamanda aralandı ve odaya Barkın girdi. “Haklı.” dedi ve elindeki dosyayı babasına uzattı. Hakan Koral, oğlunun uzattığı dosyayı çevikle aldı ve çatık kaşlarla göz gezdirdi. Telefon açılıp kapanmış ama ona rağmen Mezarcı, kapalı telefona konuşmaya devam etmişti. Bunu bulmalarına yarayan sistemi yıllar önce Alparslan albay getirmişti. Telefon açık olsun olmasın, ahize kaldırıldığı andan itibaren ses kaydı devreye giriyordu. İşte, sürekli olarak ondan dolayı konuşmalarda ağır bir parazit ve dinleme özelliği bulunuyordu. Hakan Koral, baktığı dosyadan gözlerini kaldırdı ve Caner’e baktı. “Bunu demiş olması senin görev dışı operasyona gittiğini unutturmuyor Caner üsteğmen. Mezarcı, daha da ağır cezalandırılırken sen, biraz daha hafif bir ceza ile karşı karşıya kalacaksın.” Caner, çenesini dikleştirdi. “Her türlüsüne kabulüm başkanım.” İstihbarat Başkanı Hakan Koral, anlayışla kafasını salladı ve oğluna baktı. Derin bir nefes aldı ve arkasına yaslandı. “Erdinç Savaş toplantı salonuna alındı mı?” diye sorduğunda Barkın kafasını salladı. Hakan Koral, ayağa kalktığında bakışlarını Caner’in üzerine çekti. “Bundan sonrası toplantı salonunda devam edecek.” dedi ve odadan ayrıldı. Barkın, Caner’in oturduğu yerden kalkması için beklerken Caner, yavaşça kalktı ve Barkın Koral’ın önünden yürüyerek kapıya yaklaştı. Barkın, kapıyı açtı ve geçmesi için izin verdi. Toplantı salonuna girdiklerinde ayakta bekleyen Güvercin ve Akça Timi’ni onların hemen önünde oturan babasını ve ikizini gördü, Caner. Yüreği derin bir acıyla kıvranırken yüzünün ifadesiz kalmasına dikkat etti. İstihbarat Başkanı Hakan Koral’ın yanındaki Mezarcı’ya bakmadan sol tarafa geçti ve Barkın’ın aralarına girmesine müsaade etti. Hakan Koral, elinde tuttuğu dosyaların her birinin üzerinden kabataslak geçti ve Alparslan Çakır’a baktı. Alparslan albay, kafasını umutsuzlukla eğip kaldırdığında Hakan Koral, konuşmak için dudaklarını araladı. “Milli İstihbarat Teşkilatı’nın 2. Komutanı Erdinç Savaş’ın; özel bir göreve gönderilen askeri korumadığı, teknoloji sınıfı olarak üst düzeye sahip bir üsse önlem almadan savunmasız bıraktığı, yanlış ve yalan bilgiler verip Asena Eyşan Boduroğlu’nu öldürmesi için gönderdiği Caner Cenk Çakır’ı tehdit ettiğinden, kendisine ihraç ve kınama açılmıştır.” Herkesin gözlerindeki ateş parıltısı, Mezarcı’nın eğik başına rağmen öldürücüydü. “Özel Birlikler askeri, Güvercin Timi’nden Kıdemli Üsteğmen Caner Cenk Çakır’ın; Alay komutanından habersiz Akça Timi’nin başına geçerek operasyona katılması, hali hazırda güvensiz bulunan iki askerin, daha zorlu bir şekilde ateş altında bırakılması ve bunun sonucunda birinin vurulup diğerinin zan altında bırakılmasından dolayı; Caner Cenk Çakır’ın 1 Ay 19 Gün silah bırakmasına.” Herkes pür dikkat İstihbarat Başkanı Hakan Koral’ı dinlerken toplantı salonun kapısı sertçe açıldı ve açılan kapı, duvara çarparak durdu. “Komutanım?” Herkesin bakışları kapıya çevrilirken Asena Eyşan Boduroğlu, yavaş ama güçlü adımlarla kimseye bakmadan İstihbarat Başkanı Hakan Koral’ın önünde durdu ve elinde tuttuğu dosyayı ona uzattı. Hakan Koral, kaşları çatık bir vaziyette elinde tuttuğu dosyaları bir kenara bırakıp Eyşan’ın uzattığı dosyayı kavradı. “Bu nedir?” diye sordu, Hakan Koral. Eyşan sessiz kaldı ama sunduğu dosyayı okuyan Hakan Koral, bir anda kafasını dosyadan kaldırıp Eyşan’a baktı. “Emin misin yüzbaşı? Bu yaptırımlarının sonuçları geçersiz sayılırsa bedeli ağır olur.” Eyşan, çenesini öyle bir ağırlıkla kaldırmıştı ki arkasında duran Alev, bile hayranlıkla izlemişti kız kardeşini. Deli kız, dedi içinden. Kan kusturmuştu ve en sonunda yine yapmıştı yapacağını. “Eminim başkanım.” İstihbarat Başkanı Hakan Koral’ın kaşları havaya kalktı ve dudaklarını yalayıp Caner’e baktı. “Özel Birlikler askeri, Güvercin Timi’nden Kıdemli Üsteğmen Caner Cenk Çakır’ın; 18 Ekim 2021 tarihinde, kanıtlanmış bir şekilde alkollü olduğu tespit edilip göreve götürülmemesi, Güvercin Timi komutanı Asena Eyşan Boduroğlu tarafından yine 18 Ekim 2021 tarihinde, kanıtlı bir şekilde Akça Timi’ne kaydının geçirilmesi nedeniyle Şırnak Özel Birlikler Alayı komutanı Alparslan Çakır’ın bir hükmü olmadığı, Akça Timi’nin komutanı olan Yüzbaşı Lara Akman’ın vereceği ifadeler doğrultusunda verilecek cezanın yeniden düşünülmesi kararı verilmiştir.” Hakan Koral, cümlesini bitirdiğinde bakışlarını Eyşan’ın gözlerinde tuttu. Eyşan’ın ifadesiz yüzünün gerisinde çığlık çığlığa bağırmak isteyen bir kadın vardı. Sırf Mete üzülmesin diyerekten yola çıktığı bu serüvende Alev ve Lara ile birlikte oturmuş ve herkesin üzüleceği noktadan çekip çıkartmışlardı. İstihbarat Başkanı Hakan Koral ve Barkın Koral toplantı salonundan ayrılırken Mezarcı’yı da almayı unutmamışlardı. “Komutanım, yani Caner üsteğmenimiz artık ihraç edilmeyecek ya da ceza almayacak mı?” diye koşarak yanıma gelen Kubilay, sorguladı. Bakışlarım ağırca Caner’e çevrildiğinde gözlerindeki umudu gördüğüm Caner’e doğru bir adım attım. Gözlerine nasıl baktığımı bilmiyordum ama mavi gözlerindeki suların bile geri çekildiğini fark etmiştim. Gözlerindeki umudun yavaşça solduğunu ve yerini hüzne bıraktığını gördüm. Bedeller, izler bırakırdı. Bazıları kalıcı olurken bazıları ise yaralayıcı bir güce sahipti. Asena Eyşan Boduroğlu, ne yapacağını çok düşünmüş ve en sonunda kimseyi incitmeden bir yolunu bulmuştu. En büyük ceza, en büyük devrim. Bakışları usulca döndü ve Caner’e baktı. Askerliğinde çok sayıda görev yaptığı dosyayı okurken göz yaşlarına boğulmuştu ama bu onun için bir kurtuluştu. “Caner, senin üsteğmenin değil, Kubilay.” dedi ve Caner’e sırtını çevirip bakışlarını Güvercin Timi’nde gezdirdi. “Akça Timi askeri Caner Cenk Çakır, şu andan itibaren Akça Timi’nde Teğmen ve hiçbir zaman rütbe yükseltemeyecek.” Her hatanın, bir bedeli vardır. Bütün bedellerin altında kalan artık Caner Cenk Çakır’dı. -
BÖLÜM SONU BÖLÜM SONU MEDYALARI Instagram: _jupiterdebirokur Tiktok: jr.napolita X: sultanakr9 Wattpad: sultanakr Huhh.. Nasıl bir bölümdü öyle? Eyşan'ın ifşa olmasıyla birlikte işkence yapılmasını gördük. Elbette ki bu yazıları asla ama asla yazmak istemedim fakat bunun bir kitap olmasına rağmen bir yerlerde olan ve bu anlara maruz kalan askerimizin varlığı var. Bir nebze olsun onun yaşadığı duyguları yasnıtmaya çalıştım. Tabii ki anlayamayız ve hissedemeyiz. Allah onları korusun ve bastıkları adımlardan utandırmasın. Eyşan'ın bölüm sonunda yaptığı hamleyi ne yalan söyleyeyim bende beklemiyordum. Youtube'dan şarkımı dinleyerek yazarken bir cümle aslında tüm kitabın özeti gibi bir şey oldu: "Kalbini açamayan herkesin aklına eğriyi doğruyu ben soktum"
Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle
Sultan Çakır
on sekiz kasım iki bin yirmi dört
|
0% |