Merhabalar, yine ben. Aşağıda beni yalnız bırakmayın, buluşalım.
Oy ve yorumlarını lütfen eksik etmeyin, keyifli okumalar.
Bölüm Şarkısı;
Toprak Yağmura, Can Ozan
🕊️
XIX
14 Ocak 2022 / Şırnak – 00:00
Yazar, Ağzından
Mete, sigarasının ucundan yükselen dumanı izledi. Solgun ışık, odanın duvarlarında ağır bir gölge oyununa dönüşürken içindeki boşluk bir kez daha büyüdü. Elindeki sigara tütüyor ama hiçbir şey söylemiyordu. Sessizliğin içindeki en gürültülü şey, Eyşan’ın az önce kapıyı çarparak çıkışıydı. Gözleri hâlâ kapıya takılı, zihni Eyşan’ın söylediklerinde asılı kalmıştı.
Bir an için arkasına yaslandı, sandalyesinin gıcırdaması odanın soğuk sessizliğini doldurdu. Sigarayı dudaklarına götürdü, derin bir nefes çekti. Duman ciğerlerini doldururken, içinde bastırmaya çalıştığı sevgi ve özlem dalga dalga yükseldi. Mete, her defasında ona tutunmaya çalışıyor ama bir o kadar da uzaklaşmak zorunda kalıyordu.
“Keşke bu kadar zor olmasaydı,” diye düşündü. Gözlerini sigaranın ucundaki titrek turuncu ışığa dikti. O ışık tıpkı Eyşan gibi; sıcak ama yakıcı, her seferinde biraz daha derin bir yara bırakıyor.
Sigarayı küllüğe bastırıp söndürdü. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı, sonra bir karar vermiş gibi aniden ayağa kalktı. Bu kavga daha fazla uzamamalıydı. Ne olursa olsun, ona gidip bu anlamsız soğukluğu kıracak bir şey yapmalıydı. Adımları odadan çıkarken hızlandı. Koridora çıktığında onu gördü. Eyşan, kendine has o sert duruşuyla ilerliyordu ama bu kez daha kırılgan gibiydi. Mete’nin dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi. Onun bu kadar kırılgan görünen anlarına tanık olmak nadirdi. Hiç durmadan kantine doğru ilerledi.
Osman ve Deniz, Cemile Hanım’ı üst katlardaki misafirhaneye bıraktığında Osman, Cemile öğretmene baktı.
“Cemile Hanım, herhangi bir isteğiniz olduğunda kapının önündeki askerden çekinmeden isteyebilirsiniz.” dediğinde Cemile öğretmen gülümseyerek kafasını salladı. Osman, küçük bir tebessümle odadan çıktı ve Deniz ile kapının önündeki kayıt tutan askere ilerledi.
“Cemile Hanım, Eyşan yüzbaşının özel bir misafiridir. Herhangi bir isteği olursa bize haber ver.”
Asker kafasını salladığında Deniz’in bakışlarına maruz kaldı.
“Keyfin yerine geldi komutanım?”
Osman, Deniz’e bakıp elini havaya kaldırdı ve Deniz’in kafasına vurmak için salladı ama Deniz, bunun olacağını bildiği için hızla kaçtı. Deniz’in kahkahası koridorda yankılanırken Osman, elini ceplerine soktu ve yürümeye başladı.
Mete, elindeki çay bardaklarıyla, Eyşan’ın yanına, dışarıya doğru çıkmak için yürümeye başladı. Dudaklarında buruk bir tebessümün kırıntılarını taşıyordu.
Zaman bir an için durdu.
Askeriyenin dışından gelen silah sesiyle çay bardaklarının şıngırtısı sessizliği delip geçti. Yanından koşmaya başlayan askerlerle birlikte yalnızca adım atabildi. Kafasını iki yana sallamaya başladığında yüreğini bir el sıktı.
“Ne oluyor lan!”
Askeriyenin içi telaşa bürünmüştü. Osman ve Deniz, bir anda silahlarını çıkarttı. Koşarak aşağıya indiklerinde Osman, ayakta dikilen Mete’yi gördü ve umursamadan dışarıya doğru koştu. Yerde yatan kadının kim olduğunu fark ederken titremesine engel olamadı.
“Silah sesi miydi o?” diyen Yonca’nın sesine Osman’ın sesi karıştı.
“Eyşan’ı vurmuşlar!”
Osman, yeniden dışarıya çıkıp Eyşan’ın yanına giderken Yonca’nın eli dudaklarının üzerine kapandı. Mete, kapıdan çıktığında yerde yatan kadına doğru ilerlemek istedi ama sürekli önüne askerler geçip duruyordu. Elinin tersiyle önünü açtı ve yerde kanlar içinde yatan kadını gördü. Bir anda şoktan çıktı ve Eyşan’ın yanına çöktü.
“Hayır, hayır, hayır! Eyşan!” diye bağırdı, sesi öfke, korku ve tarifsiz bir acıyla karıştı.
“Tut, bas şuna!” Osman’ın eli Mete’nin elini alıp Eyşan’ın göğsüne baskı yaptırmaya başladı ve kendisi kalkıp içeriye koştu. Mete, oluk oluk göğsünden kan akan Eyşan’ın yüzüne baktı.
“Eyşan, ne olur hayır!”
Bir eliyle baskı yapmaya devam ederken diğer elini Eyşan’ın yanağına bastırdı. Yerde yatan kadının gözleri Mete’ye çevrildiğinde Mete, gördüğü gözlerle korktu ve yanağındaki elini hızla çekip göğsüne bastırmaya devam etti.
Elleri titremeye başladı. Parmaklarının arasında Eyşan’ın kanını hissetti, sıcaklığı yavaş yavaş soğuyordu. Bir an için, “Ya yetişemezsek?” düşüncesi beynine saplandı ama hemen kafasından atmaya çalıştı. Onu kaybetme fikrini kabul etmek mümkün değildi.
“Eyşan, beni duyuyor musun?” diye fısıldadı, sesi daha yumuşaktı bu kez. “Lütfen, bana bak. Ben buradayım, seni bırakmam. Asla bırakmam!”
Eyşan’ın gözleri bir kez daha ona çevrildi. Zayıf ama tanıdık bir ışık vardı o bakışlarda. Mete, dudaklarını ısırdı ve kafasını iki yana salladı. “Sakın kapatma o gözlerini, sakın!” diye neredeyse yalvarıyordu artık.
O anda bir sedye, en önde Ümit ve sağlık ekibi koridorun sonunda belirdi. Osman bağırarak onlara yolu açmaya çalışıyordu ama Mete’nin gözleri yalnızca Eyşan’daydı. Onun gitmesine izin vermeyecekti.
Vermemeliydi.
Mete, gözlerini Eyşan’dan ayırmadan, yanına gelen Ümit’in ekibini koordine etmesini izledi. Her hareket, sanki bir başka karabasana davetiye çıkarıyordu. Ümit’in “Hadi arkadaşlar, dikkatli olun!” diyen sesi, Mete’nin düşüncelerine bıçak gibi indi. Elleri, Eyşan’ın göğsündeki kanın sıcaklığıyla donmuş gibiydi. Sedyeye kaldırıldığında eli istemsizce düştü ama bakışları hâlâ Eyşan’a çakılıydı.
Sarsak adımlarla peşlerinden koştururken, Eyşan’ın cansız gibi düşen eli sedyenin kenarından sallandı. Bir an için zaman durdu. Mete, onun o an ölüme bir adım daha yaklaştığını hissetti. Askeriyenin içindeki sıhhiyeye girdiklerinde her şey bulanıklaştı. Ümit ve ekibi mekanik bir düzen içinde çalışıyordu; nabız kablolarını bağladılar, cihazlar sinyaller vermeye başladı. Odayı dolduran mekanik "bip" sesleri, Mete’nin ciğerlerini her bir yankıda sıkıştırıyordu.
Kapıda donmuş gibi duran Mete’ye Caner hızla yanaştı, onu omuzlarından tutup hafifçe sarstı.
“Kendine gel, Mete,” diye fısıldadı ancak Mete’nin gözleri, kapı kapanmış olmasına rağmen içeriyi görmeye çalışıyordu. Bakışları boştu ama içinde bir fırtına kopuyordu. Gözleri dolmuştu; ne var ki, yaşlar asla düşmedi.
Sıhhiyenin sessizliğini Alev’in sesi paramparça etti. “O silah sesi neydi? Biri mi vuruldu?”
Barış, Alev’in gözlerinin içine baktı, sonra hızla onun önüne geçti.
“Alev, şimdi olmaz,” dedi, sesi titrek ama kararlıydı. Kadının gözleri alev alev yanarken Barış’a doğru bir adım daha attı.
“Barış, kim vuruldu?” diye sordu yine. Barış, bu kez cevap veremedi; yalnızca başını çevirip Mete’ye baktı. Alev, kardeşi Mete’nin hâlini görünce sorularını yuttu. Sadece bir adım geri çekildi ve sonra, sessizliği hıçkırıkları deldi.
“Lütfen! Lütfen göreyim!” diye haykırdı.
Mete, bu sesleri duymuyormuş gibi yavaş adımlarla uzaklaştı. Sıhhiyenin ters yönüne doğru yürüdü. Boş bir koridorun sonundaki duvara yaslanırken, ellerine baktı. Parmaklarının arasında kurumuş kana rağmen nem hâlâ hissediliyordu. Omuzları çökük, nefesi kesikti.
Başını yukarı kaldırdı, bir an için tavana baktı. Gözlerini kapattığında, Eyşan’ın gözlerini görüyordu. O bakışlar—yaşamla ölüm arasında bir çizgi kadar keskin—onu hiç terk etmeyecek gibi görünüyordu.
“Kendine gel. Ona hiçbir şey olmayacak.”
Osman’ın söyledikleri, Mete’nin kulaklarında yankılanıp sessizliğe karıştı. Ne sözler ne de omzundaki kardeşçe sıkılık ona ulaşabiliyordu. Gözlerini tekrar yere indirdi, ellerindeki kanı farkında olmadan ovuşturmaya başladı. Zihni hâlâ Eyşan’ın yüzüne takılıydı; solgun ama inatçı ve güçlü.
Tam o sırada, koridorun ucundan gelen bir ses dikkatlerini çekti. Bu, keskin ve aceleci bir çağrıydı. “Kan torbasını hazırlayın! Nabız düşüyor!” Ümit’in sesi, koridor boyunca yankılandı. Bu, anlık bir şok dalgası gibi Osman ve Mete’nin bedenine çarptı.
Osman hızla döndü, “Hadi,” dedi, sesi artık tartışmasız sertti. Ancak Mete, bir an yerinden kıpırdayamadı. Sanki ayakları zemine kök salmış gibiydi. Sadece kulaklarında yankılanan Ümit’in kelimeleri ve o kelimelerin ima ettiği çaresizlikle kalakalmıştı.
Osman, bir an bile tereddüt etmeden Mete’yi kolundan çekti. “Mete, şimdi değil!” dedi hiddetle. Bu sert ses, Mete’nin zihnindeki bulanıklığı dağıttı. Ayakları bir anda harekete geçti ve Osman’la birlikte sıhhiyeye doğru koşmaya başladılar.
Sıhhiyenin kapısına vardıklarında içeriden gelen kaotik sesler daha da belirginleşmişti. Ümit ve ekibi bir köşede telaşla çalışıyor, monitörlerden çıkan mekanik sesler odayı dolduruyordu. Mete, kapının önünde bir an duraksadı, nefesini dengelemeye çalıştı ama içeriye girmedi. Gözleri tekrar ellerine kaydı, bu sefer parmaklarındaki kanın Eyşan’a ait olduğunu biliyordu.
Osman, bir an geriye dönüp Mete’nin hâlini fark etti ama bir şey söylemedi. Onun yerine kapının açılan kanadından içeriye bir adım attı. Ümit, sesinin otoritesiyle odayı kontrol altında tutmaya çalışıyordu. “Baskıyı artırın! İkinci torbayı bağlayın!”
Mete, kapı eşiğinde kaldı. İçeri girmek istiyordu ama yapamadı. Elleri duvar kenarını sıkıca kavradı, tırnakları neredeyse çatlayan sıvalara gömülüyordu. Gözleri, bir anlığına açık kapının içindeki karmaşaya takıldı: Ümit’in ter içindeki yüzü, monitörlerde akan kırmızı çizgiler ve Eyşan’ın hareketsiz yatan bedeni.
“Dayan, Eyşan,” dedi kendi kendine. Sesi bir dua kadar sessiz ama bir emir kadar güçlüydü.
Kapı yeniden kapandığında, dışarıda kalan sessizlik Mete’yi boğar gibi oldu. Birkaç adım geriledi ve sırtını duvara yasladı. Gözlerini kapadı ama bu sefer karanlık bile onu rahatlatmadı. İçindeki fırtına, bir adım daha büyümüş gibiydi.
Koridorun başından gelen adımların yankıları giderek artarken, üç adam birden sıhhiyeye doğru ilerliyordu. Alparslan Çakır, Hakan Koral ve Barkın Koral, her biri telaşlı ama kararlı adımlarla hareket ediyordu. Yüzlerinde sorgulayan bir ifade vardı; ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı. İçeri girmeleriyle, atmosferin gerilimi hemen hissedilmeye başladı.
Alparslan, adımlarını hızlandırarak, kapının önüne geldi ve içeriye göz attı. “Ne oldu?” diye sordu, sesi alttan alta öfke ve belirsizlikle doluydu.
Hakan, hemen arkasından içeriye bir adım daha attı, ancak Alparslan’ın sorusunu beklemeden Osman’ı gördü. Osman, derin bir nefes alıp başını çevirdi ve Alparslan’a bakarak, soğukkanlı bir şekilde cevap verdi.
“Bina dışında Eyşan’ı vurulmuş bir şekilde bulduk,” dedi Osman, her kelimesinde bir ağırbaşlılık vardı ama sesinde belirgin bir yorgunluk da mevcuttu. “Hala hayatta ama durumu kritik.”
Barkın, Osman’ın söylediklerine tepki verirken bir adım geri çekildi. “Vurulmuş?” dedi. “Ne demek bu? Bir saldırı mı?”
Osman bir an sessiz kaldı, sonra gözleri hızla odada dolaşarak Mete’yi buldu. Mete, sıhhiyenin kapısına yaslanmıştı, hâlâ elleriyle duvarı sıkıca tutuyor, başı önüne eğilmişti. İçindeki boşluk, bir labirent gibi her geçen saniye daha da derinleşiyordu.
Alparslan, başını çevirdi ve Mete’yi gördü. Göğsü hızlıca kalkıp inen Mete’nin hâlini fark etti. Gözleri donuk ve dolu, ama aynı zamanda bir o kadar uzak bir ifadeyle bakıyordu. Alparslan, gözleriyle Mete’ye yaklaştı, ama ağzını açmaya cesaret edemedi.
“Mete…” dedi sonunda, sesi neredeyse duyulmaz bir fısıldamaya dönüştü.
Mete, Alparslan’ın sesini duyduğunda, sanki derin bir boşluğa düşmüş gibi gözlerini ona çevirdi. Cevap vermedi. Sadece bir anlık bir sessizlik oldu. O an, içindeki fırtına ve yıkık duygular, gözlerinden açıkça okunuyordu. Alparslan, daha fazla konuşmadan geri çekildi, çünkü Mete’nin hâlini anlayabiliyordu. Bu an, soruların cevabından çok, sessizliğin ve kaybolmuş bir umut duygusunun hüküm sürdüğü bir andı.
Hakan, bir an için sessiz kaldı, sonra gözlerini Osman’a çevirerek sert bir şekilde sordu. “Kimin vurduğunu görmüşler mi?”
Osman, bir adım öne atılarak, “Hayır,” dedi, yüzü sert ve ifadeleri kararsız değildi. “Sadece nöbetçi askerler yakalamaya çalışıyordu.”
Hakan, bu bilgiyle biraz daha tedirgin oldu. Bir yanda Eyşan’ın durumunu merak ederken, diğer yanda bu kayıp saldırganın kim olduğunu düşünmeye çalışıyordu. İçindeki karanlık düşünceler ve olasılıklar başını ağrıtıyordu. Bir an düşündü ve ardından, ekibine doğru yöneldi. “Caner ve Mücahit, gelin benimle.” dedi sesindeki ton, emir verirken ki sertlikten kaybolan bir yoğunluk taşıyordu.
15 Ocak 2022 / Şırnak
Mete Mert Çakır, Ağzından
İnsan kaç ömre sahiptir?
Bir insanın 10 yaşı, kaç yıla bedeldir?
Zihinden silinmeyen anılar vardır. Her bir anı, bir geçmişin izlerini taşır. O izler, yıllar geçtikçe kabuk tutar. Bazıları ise hiç geçmez, hep aynı acısıyla orada kalmaya devam eder. Benim 10 yaşım, 19 yılıma bedeldi.
Her şey sessiz ama bir o kadar gürültülüydü. Herkes ağlıyordu, sanki bu ağlama sadece burayla sınırlı değildi; gökyüzü de ağlıyordu ama Asiye Çavdar’ın ağlaması farklıydı. O kadar derindi ki, o ağlamada her şeyin acısını, her şeyin kayboluşunu hissedebiliyordum. Gözlerim bir an için ona takıldı ama sonra gökyüzü beni çekti. Hava, griydi. O kadar griydi ki, sanki dünya her şeyi terk etmiş gibiydi. Bulutlar, kararmıştı; sanki biz de onlarla birlikte, yerle bir oluyorduk.
Caner’in yanında, Asiye Çavdar’ın kolları altındaydım. Askerler, dimdik duruyordu; herkes esas duruşta, sırtlar dik, gözler sabit. Ama bu sefer, o dik duruşun hiçbir anlamı yoktu. Ne kadar sağlam durmaya çalışsalar da gözlerde bir hüzün vardı. Bir boşluk vardı.
Bir araba geldi. Yavaşça, kocaman bir araba. Arabadan inen altı asker vardı. Her biri, ellerinde büyük ve ağır tabutu taşırken, sanki her adımda, yüreklerini de oraya bırakıyorlardı. O tabut, ay yıldızlı bir bayrağa sarılmıştı. Gözlerim, tabuta takılmak zorunda kalıyordu ama bakmak istemiyordum. İçimde bir korku vardı, bir şey beni geri çekiyordu ama bakmak zorundaydım.
O tabut, yavaşça masaya yerleştirildi. O bayrağın, tabutun üzerine serilmiş olduğunu görmek bana her şeyin çok derin, acılı olduğunu hissettiriyordu. O bayrağı gördüm ama her bakışımda gözlerim doluyordu. O bayrak, annem için son yolculuk bileti gibiydi. Kırmızı ve beyaz hem gururu hem de acıyı simgeliyordu. Her şey daha fazla ağırlaştı.
O an, her şeyin bir an durduğu, zamanın yok olduğu, bir şeylerin kaybolduğu o an. O bayrağı gördüğümde, içinde bir şey koptu. O bayrak, annemi sarmalayarak bir kez daha ona veda ediyordu. 10 yaşındayım, 10.
Bana, ‘Annen şehit oldu,’ demediler.
Bana, ‘Öksüz kaldı,’ dediler.
O sözcüğü nasıl 10 yaşıma işledilerse bir anda törenin ortasında “Anne!” diye bağırdım. Sesim, kulaklarımda yankılandı ama ne kadar bağırırsam bağırayım, o bayrağın üzerindeki annemi tutamayacağımı biliyordum.
Koşarken, Asiye Çavdar beni tuttu, kolumu sıkıca sarıp, beni durdurmaya çalıştı. “Hayır, Mete!” dedi ama ben onu duymuyordum. Her adım, her saniye daha hızlı, daha çaresizdi. O bayrak, o tabut çok uzaktı ama ben koşuyordum, her şey bulanıklaşıyordu. Koşarken, gözlerim sadece annemdeydi.
Annem ise o bayrağın altındaydı. Artık burada değildi. O tabutun, o bayrağın içinde de bir parçası kalacaktı. 7 yaşımdan 10 yaşıma kadar annemle vakit geçirmiş olmam; bir parçanın hep orada kalacağına, ne kadar uzak olursa olsun, ne kadar kaybolursa kaybolsun, hep geri döneceğine inandırıyordu.
Yanılmıştım.
Bayrağın kırmızı rengini hissetmek, annemi hissetmek istedim. Her adımda, o bayrağa biraz daha uzaklaştım. O tabut ne kadar yaklaşırsam yaklaşayım o kadar uzaklaşıyordu. Annem o bayrağın altında, o tabutun içinde kaldı. Ben ona ulaşamadım. O bayrağın kenarlarından sadece gözlerim ve yüreğim kaldı.
Şimdi bugün yine, değer verdiğim bir kadının daha benden gitmemesi için yalvarıyordum.
Zaman benim için durmuş gibiydi. Koridorun ucundaki ayak sesleri, bir yankı gibi havada asılı kalıyor, gerisi sessizlikle boğuluyordu. Askeri hastanenin soğuk duvarları, sanki dünyadan soyutlanmıştı. Ne nefesimin buğuladığı camda bir hayat vardı, ne de o ağır adımların yankılarına karışan bir umut. İçimdeki boşluk her geçen saniye daha da büyürken, gözlerim o lanet olası kapıya sabitlendi. İçeride, Eyşan o sedyede, kanlar içinde yatıyordu. Gözlerim kapanmak bilmiyordu, her saniye bir ömrü yutuyor gibi geliyordu. Herkes bir şeyler söylüyor, emirler yağdırıyordu ama sanki tüm o sesler bana uzaktan yankı yapıyordu. Ne söyleyenin ne de söylenenin bir önemi vardı. Tek düşündüğüm şey, o kapıdan Eyşan’ın sağ çıkıp çıkmayacağıydı. Olan her şeyin, onun hayatta kalmasıyla bir anlamı olacaktı.
Bir adım atmaya çalıştım ama adımlarım havada asılı kaldı. Dünya bir anda tersine dönüp bana çarptı; dengeyi sağlamak imkansızdı. Ellerime bakarken, parmaklarımın arasındaki kan hâlâ sıcaktı.
O kan.
Eyşan’ın kanı.
Ellerim, kanın her damlası için hesap soracaktı. O kapıdan sağ çıkmazsa, her şey yanacak.
Hiçbir şeyi umursamam.
“Mete, biraz otur istersen,” dedi Osman, sesi titrek ama bir o kadar da kararlıydı. O an, Osman’ın söylediklerini yapmak, hiç olmadık kadar uzağımda gibiydi. Gözlerim hâlâ o kapının önündeydi. Her saniye ağırlaşıyor, her geçen dakika, bir saat gibi geliyordu.
Osman’ın elini omzumda hissettim. Sıkıca bastırdı, ama o baskı ne kadar güçlü olursa olsun, içimdeki boşluğu dolduramıyordu. Gözleri de tıpkı benim gibiydi; uykusuz, karanlık, bir yığın bilinçaltı korkuyla dolu. “Mete, bunu yapan her kimse bulacağız,” dedi. Sesindeki kesinlik, içimdeki karanlığı bir an için aydınlatır gibi oldu ama yetmezdi. O kapının ardında hayatta kalan bir kadının umutları yoksa bu, hiçbir şey ifade etmezdi.
“Bulacağız.” dedim, sesim alçaktı. İçindeki karanlık yankılarıyla yoğun bir tehdit gibiydi. Gözlerim hâlâ ellerimdeydi, o ellerdeki sıcak kanın düşüncesi beynimde çakılıydı. “Ama sadece bulmak yetmez. Onlara bunun bedelini ödetmeden bu iş bitmez.”
Osman hiç sesini çıkarmadı, sadece geriye doğru çekildi. Sessizliğin içinde, yalnızca kapının önündeki hareketlilik dikkatimi çekti. İçeriden çıkan Ümit’i gördüğümde, bir nefes almak zorunda kaldım. Ümit, bakışlarını üzerimizde gezdirip bende durakladı. Yüzü, eski sakinliğinden uzak, belirgin bir endişe ile dolmuştu. Gözleri, ağır bir yük taşır gibi yorgun ama aynı zamanda bir şeyler bekleyen bir titreyişle parlıyordu. Ümit’in ağzından çıkan kelimeler, havada donmuş gibiydi.
“Kurşun kalbe çok yakın, kritik saatler içindeyiz.” dedi, sesi sert ve içtenlikle endişeliydi. “0 Rh (–) kana ihtiyacım var.” Her kelimesinde, zamanın ne kadar daraldığını duyuyordum. Bir anlığına, odadaki her şeyin sesi yok oldu. Zihnimde yankılanan o cümle, kalbimin atışını hızlandırıyordu.
Ümit'in yüzündeki o yoğun telaş, bir şeylerin ters gittiğini bana hatırlatıyordu. O an her şeyin ne kadar kırılgan olduğunu fark ettim.
Bir süre sessizlik içinde kaldık, gözlerim Ümit’in kararmış bakışlarına sabitlenmişken, bir anlık bir boşluk hissettim. O an, kendi içimde neler olup bittiğini anlayamadım. Bir tür yabancılaşma, her şeyin benliğimi sarıp sarmaladığını, her kelimenin bir çıkmaz sokak gibi zihnime dolanmasını.
"Ben verebilirim," dedim, sesim bir parça titreyerek ama aynı zamanda içinde bir kararlılık barındırarak. Her kelime bir taşa dönüşüyordu. Bir an için, kelimelerimden bağımsız hareket eden, sadece bir kanın eksikliğini doldurma dürtüsüyle hareket ettim. "Kanım uyuşuyor," dedim ama bu defa sesim çok daha keskin, acımasız, hatta bir şekilde korkutucuydu.
Eyşan için gerekirse ömrümü bile verebilirim.
Eyşan’ın hayatı, her şeyden daha kıymetliydi. Bunu kendime defalarca söyledim. Onun için, tüm benliğimle, tüm gücümle, her şeyimi ortaya koyardım.
Bunu söylerken, içimde bir şeyler kırıldığını hissettim. O karanlık yer, daha önce derinliklerinde kaybolduğum, kararsız ve korkulu hallerimin izleri, bir anda beni sardı ama sustum. Ümit, beni kolumdan tutup içeriye çektiğinde bakışlarımı Eyşan’a çevirmemek için kendimi sıktım. Sanki onun bu halini görsem, düşüp bayılacak gibi hissediyordum.
“Eski yöntemi kullanacağım. Öncelikle buraya otur.”
Ümit, beni kollarımdan tutup yönlendirirken sedyeye oturttu. O iğneyi ayarlarken kolumu açtım ve beklemeye başladım. Yanımda atan bir kalp vardı ama o kalbin sahibine bakacak yüzüm yoktu.
“Kolunu uzat.”
Ümit’in direktifiyle kolumu uzatıp iğneyi batırmasını izledim. Keskin, büyük iğne damarıma bağlanıp Eyşan’a bağlı damara uzanırken yutkunup Ümit’e baktım. Ümit, elindeki eldivenleri çıkartıp derin bir nefes aldı.
“Göğsündeki kurşun çıkartıldı ama hayati riski devam ediyor, gözlem altında tutacağız. Eyşan’a bağlı tüp dolduktan sonra beni çağır.” dedi ve perdenin arkasındaki masaya yürüdü. Gözlerimi ağırca Eyşan’ın yüzüne çevirdiğimde yüzümü buruşturdum ve sağa doğru yüzümü eğdim.
Keşke ona kırgınlığımı belli etmeseydim.
Keşke ona sımsıkı sarılsaydım, gitmesine izin vermeseydim.
Keşkelerle dolu cümlelerin, ömrümün her noktasında olduğunu bir kez daha kendime ispatlamış olduğumu ve yine, keşke öğrenmeseydim ama kırılmıştım. Eyşan’ın cümleleri beni gerçekten çok kırmıştı. Benim onu nasıl tanıdığımı görmemişti.
Çamlıhemşin’deki o evde, fotoğrafları asmaya boyumun yetmediği zamanlarda, sandalyenin üzerini çıkıp kaç kere düştüğümü bilmeyecekti. Asiye Çavdar’ın, Eyşan’ın küçükken giydiği üniformayı bana verdiğini öğrenmeyecekti. Annesinin onun doğum gününde aldığı tokayı hatırlamayacaktı.
Çocukluğum onun yüzüyle geçerken benim, 10 yaşıma, sırf onu bir kez daha görmek için dönmek isteyeceğimi bilemeyecekti.
O evin her köşesinde, her anında, bir şekilde onun izleri vardı. Eyşan, yıllar sonra bana yeniden geri döndüğünde, ona baktığımda içimdeki o kaybolan yılların ağırlığını bir anda hissediyordum. Onunla birlikte geçen o küçük anlar, çok uzak gibi görünse de aslında içimde her zaman taze ve canlıydılar.
Bütün bunları düşünüp içimdeki sessizliği hissettiğimde, bir anlık bir boşluk oluştu. İçimdeki bu boşluk, her şeyin içinden geçip kayboluyordu. Beni terk ettiğini, beni kırdığını hissettiğimde, işte o an, başka bir şey daha fark ettim. Eyşan’a olan kırgınlığım, aslında korkumdan kaynaklanıyordu.
Onu kaybetme korkusundandı ve o kadar derin bir korkuydu ki ne yaparsam yapayım, o korkuyla yüzleşmek zorundaydım.
Bir süre sonra, gözlerim tekrar Eyşan’a kaydı. O yatakta hareketsiz bir şekilde yatarken, içinde bulunduğu durum beni daha da sarmalıyordu. O eski Eyşan’ı görmek istemiştim. Güçlü, dik duruşlu, kararlı kadını… ama şu an, bu haliyle, bu boşlukla, o görüntü kaybolmuş gibiydi.
Yavaşça eğildim ve elimi onun eline koydum. Derin bir nefes aldım. Kafamda bir kıvılcım yanmaya başladı. İçimdeki tüm duygular bir an için netleşti. Belki de her şeyi düzeltmek için, gözlerindeki boşluğu doldurmak için, bana düşen tek şey, onu yeniden kazanmaktı.
Bir an bile gözümü ondan ayırmadım. O ne kadar zor durumda olursa olsun, ben hep yanında olacaktım. Sadece onu sevdiğimi tekrar ona gösterecektim.
15 Ocak 2022 / Şırnak – 01:00
Yazar, Ağzından
Kamera odasının loş ışıkları, üzerine düşen her ışık parçasının keskinliğini derinleştiriyordu. Hakan Koral, Caner ve Mücahit, tek tek ekrana odaklanmış, her saniyeyi dikkatle izliyorlardı. Her bir kare, bir ipucuydu, bir bulmacanın kayıp parçasıydı. Karanlık odanın içindeki sessizlik, yalnızca bilgisayarın tuşlarına dokunmanın çıkaracağı ince tıklamalarla bozuluyordu. O an, zamanın akışını bile hissetmiyorlardı.
Hakan’ın gözleri, ekranın yansımasında kayboluyordu. Her geçen dakika, daha da derinleşiyordu. Caner’in parmakları, her an kayıptan bir parçayı keşfedecekmiş gibi ekranın etrafında geziniyor, bir bakışıyla diğerlerinden habersiz yeni bir detay bulduğunda bir an için nefesini tutuyordu. Mücahit ise, derin düşünceleriyle sessizliğe gömülmüş, ekranın bir köşesindeki satırları bir türlü kafasında tamamlayamıyordu.
Sonunda, bir hareketin daha dikkatlerini çekmesiyle ekranın sağ köşesinde bir belirsizlik beliriverdi. Mücahit, hızla yakınlaştırmayı yaptı. Yavaşça, dikkatli bir şekilde, o kişinin kim olduğunu belirlemeye çalıştı.
Kaydın başındaki adam, hızla karşısındaki kadına bir şeyler anlatırken, çıkardığı silahı saniyeler içinde ateşledi. Mücahit, elini yumruk yaparken kafasını iki yana salladı. Bu görüntüler, onlara sadece bir ipucu sunuyordu.
Hakan Koral, bir adım daha atarak ekranı yakından inceledi. Gözleri karardı, her şey aniden yerine oturdu. Gözlüğünü daha iyi takarak, dikkatlice sesi kısıp "Bu adam Ankara’daki Mümtaz Çalkun'un sekreteri." dedi.
Sesindeki titreme, kaydın şok edici derecede netliğini vuruyordu. O an odada bir sessizlik çökmüştü. Koral’ın kelimeleri odanın soğuk duvarlarına çarparken, Mücahit derin bir nefes aldı. Caner, ellerini beline koyup, başını salladı.
“Büyük ihtimalle Mümtaz Çalkun, olayı anladığımızı öğrendi ve aklınca göz dağı vermek istedi.” diye bir cümle kurdu Caner ama Mücahit, bakışlarını Caner’e çevirip “Ve başardı.” dedi.
İkisinin de gözleri bir alev misali harlanırken aynı anda Hakan Koral’a baktılar.
“Ne yapacağız?” diye sordu, Mücahit. Hakan, ellerini ceplerine sokup derin bir nefes aldı.
“Şimdilik hiçbir şey.”
Caner, kaşlarını çattı.
“Nasıl hiçbir şey?”
Hakan Koral, hiç ciddiyetini bozmadı ve Caner’e baktı.
“Mete’ye bir görev vermiştim, hatırlıyor musun?” Caner kafasını salladığında Koral, devam etti. “25 Ocak tarihinde Kalkan Projesi devreye girecek."
Caner, Hakan Koral’ın cümlesiyle şaşırdığını ona açıkça belli etti.
“Gizli savunma protokolü mü?” diye sorguladığında, Hakan Koral, tek kaşını kaldırdı.
“Sen nereden biliyorsun?” diye sordu.
Caner, ellerini belinden indirip çenesini dikleştirdi.
“5 Ekim 2021’de Raşit’in inine indik. Birçok profesörün öldürülmüş olduğunu gördük ve hatta kamera kayıtlarına aldık. Kalkan Projesi’ni de masadaki evrakları toparlarken gördüm.”
Hakan Koral, parıldayan gözlerle Caner’e baktı. “Hadi, çabuk arşive inelim.” deyip kapıya doğru ilerledi ama Caner, kafasını iki yana salladı.
“Başkanım.”
Hakan Koral, durdu ve Caner’e baktı.
“Operasyonun başında Mezarcı vardı.”
Hakan Koral, elini çırpıp kapının önünde bekledi.
“Ve o puşt her şeyi yok etti.”
Caner, omuzlarını kaldırıp indirdiğinde Hakan Koral, yandaki sandalyeye çöktü. Mücahit, düşünürcesine elini şakağına yasladı.
“Neden her düşündüğümüz noktalarda patlayıp duruyoruz?”
Caner, gözlerini devirdi.
“Görmüyor musun Mücahit? Adamlar bizden hep bir adım öndeler. Mezarcı, Raşit ve Zara daimî olarak Mümtaz Çalkun’a aitti.” dedi ve Hakan Koral’a baktı. “Bu arada Mümtaz Çalkun’a yakalama emri çıkartıldı mı?”
Hakan Koral, kafasını belli belirsiz salladı.
“Barkın halledecekti.”
Caner, gözlerini yavaşça yere indirerek başını salladı. O an, odadaki hava birden ağırlaştı. Umutsuzluk, odanın her köşesine sinmişti; sanki bir çıkmazın içine hapsolmuş gibiydiler. Hakan’ın yüzündeki sertlik, yerini yavaşça kırgın bir ifadeye bırakmıştı. Gözlerinde, yaşadıkları tüm bu karmaşanın ve zorlukların izleri belirginleşmişti. Sanki ne kadar çaba harcarlarsa harcasınlar, her adımda bir duvarla karşılaşıyorlardı, her planları suya düşüyordu. Bir zamanlar o güvenli adımlar, şimdi onları yalnızca daha derin bir boşluğa doğru sürüklüyordu.
Caner’in söyledikleri, Hakan’ı sarmış olan umutsuzluğu daha da pekiştirdi. Bir adım ileri gitmek yerine, her geçen dakika, geri çekilişin bir adım daha fazlasıydı. Onlar savaşırken, rakipleri her zaman bir adım öndeydi.
Caner’in gözlerinde beliren hayal kırıklığı, Mücahit’in daha önceki sorusunun cevabını bulmaya çalışırken hissettikleriyle birleşti. Kafasında biriken sorular, bu çıkmazı daha da zorlaştırıyordu. Oysa çözüm o kadar yakın olmalıydı; ama bir türlü yakalayamıyorlardı.
Mücahit’in şakağına dayadığı eli, öylece donmuştu. Her şeyin bir nedenini sorguluyor gibiydi, ama yanıtlar yoktu. Birer birer kaybolan umutlarının arasındaki boşlukları dolduracak hiçbir şey yoktu. Gittikçe büyüyen o koca boşluk, her geçen dakika daha da ağırlaşıyor, yüreklerini daha da sıkıştırıyordu. Umutsuzluk her birinin içinde derin bir çukura dönüşmüştü, o çukurda ilerledikçe, her adımda daha da batıyorlardı.
“Mete yerine göreve beni gönderin.”
Hakan Koral, Caner’in sesiyle yere sabitlenen bakışlarını çevirdi. Caner, ellerini gergince arkasında bağladı ve bir adımda Hakan Koral’ın önünde durdu.
“Mete şu an göreve gidebilecek vaziyette değil başkanım. Eyşan’ın durumunu biliyoruz ve halini de anlayabilirsiniz. Mete yerine ben gideyim?”
Hakan Koral, tereddütle Caner’in gözlerine baktı ve kafasını bir anda salladı.
“Tamam, kabul ama yanına birisini daha vereceğim.” dedi ve saniyelik duraklayıp devam etti. “Akça Timi’nden Lara’yı da yanına alacaksın. Bu Kalkan Projesi için bir yemek verme durumları var. En azından birbirinizi koruyup kollarsınız.”
Caner, kafasını salladığında Hakan Koral ayağa kalktı.
“O halde Lara ile konuş ve hazırlıklarınızı yapmaya başlayın. Hazırlıklarınız bittiğinde koordinasyon merkezinde buluşalım.”
Caner, esas duruşa geçti ve dikleştirip kapıya doğru adımladı. Odadan çıktığında ilk durağı, sıhhiyenin kapısında bekleyen Lara olmuştu. Lara, onu gördüğünde hafifçe kaşlarını çattı ve Caner’e döndü.
“Biraz konuşabilir miyiz?” diye sordu, kısık bir ses tonuyla. Lara, Caner’in sorusuyla kafasını belli belirsiz salladı ve yürümeye başladı. Sıhhiye bölümünden çıktıklarında durdu ve arkasından gelen Caner’e döndü.
“Bir sorun mu var?” diye söyledi Lara ama Caner, kafasını sağa sola eğdi.
“İkimiz bir göreve gideceğiz. Hakan Koral, hazırlıklarımızı yaptıktan sonra koordinasyon merkezinde buluşmamızı söyledi.” dediğinde Lara, tek kaşını yukarıya kaldırdı. “Ne görevi?”
Caner, ellerini ceplerine soktu ve etrafına baktı.
“Bu konuyu burada açıklamam doğru olmaz. Sen kendine bir çanta hazırla, koordinasyon merkezine git. Hakan Koral, sana gerekli olan açıklamayı yapacak.”
Lara, kafasını salladığında Caner, etrafta gezdirdiği bakışları kadının gözlerine çevirdi. Derin bir nefes alıp hızla yanından geçti ve kendi odasına doğru yürümeye başladı. İkisinin de birbirine hâlâ soruları ve alacakları cevapları vardı ama ne hazırdılar ne de cesaretleri vardı.
Lara, yanından geçip adamın arkasından bakakalırken ellerinin yumruk olmasını engelleyemedi. Zihninden geçen duygular neydi? Karar veremedi ve derin bir nefes verip kendi odasına ilerlemeye başladı. Kendine küçük bir çanta hazırlayıp üzerine beyaz gömlek ve pantolon geçirdi. Beyaz gömleğin üzerine siyah bir kazak giyip üzerine kabanını giydi. Çantasını eline alıp koordinasyon merkezine ilerledi. İçeriye girdiğinde Hakan Koral, eliyle sandalyeyi gösterdi.
“Gel, Lara.”
Lara, hiçbir şey demeden sandalyeye geçip oturduğunda ekranda yazılar ve resimler belirmeye başladı. Hakan Koral ve Barkın ne olduğunu anlatırken içeriye Caner girdi. Sessiz bir şekilde Lara’nın yanındaki sandalyeye çöktü ve konuyu dinlemeye başladı.
“Sizden istediğimiz Mümtaz Çalkun’un bu projeye ulaşmasını engellemek. Bunun için sizleri Nefer-09 koordinatlarına göndereceğiz.”
Ekranda bir harita belirlendi ve kırmızı nokta büyüdü.
“Nefes-09, Türkiye’nin kuzeydoğusunda, Artvin ve Rize sınırında, Kaçkar Dağları’nın zirveye yakın bölgesinde yer alan gizli bir askeri tesis. Oradaki askerlerin sizin geleceğinden haberleri var. Ayrıca, üstlerinize bakıyorum ki oraya gitmek için yeterince sıkı giyinmemişsiniz.” dedi, Barkın Koral ve yanındaki askere parmağını şıklattı. Asker yerinden kalkıp kenardaki siyah torbaları alıp masanın üzerine bıraktı. Lara ve Caner, poşetlere baktıklarında içinden beyaz bir kamuflaj çıkmıştı.
“Bunları helikoptere binmeden giyersiniz. Kaçkar Dağları’nda bitmek bilmeyen bir kar fırtınası var. Doğa, bir nevi kendi savunma hattını oluşturmuş ama bizler içeriyi korumak ve Mümtaz Çalkun’u bulup getirmek için kendi işimizi sağlama alacağız.”
Lara ve Caner, kafalarını salladıklarında Barkın Koral ellerini ceplerine soktu. “İletişimi kopartmayacağız. Lara’da hali hazırda bağlı bir Gps mikroçipi var. Yine sıkı takip altına alınacak ve yönlendirilme yapılacaksınız.” dedi ve saatine baktı. “Saat şu an, 02:00. Artvin’e kadar helikopter ile gidecek ve oradan sonrasını yürüyerek devam edeceksiniz. Çıksanız iyi olur, helikopter sizi bekliyor.”
Lara ve Caner, aynı anda ayağa kalkıp esas duruşa geçtiler. Selamlarını verip odadan çıktıklarında koridorda yürümeye başladılar. Helikopter pistine vardıklarında Caner, Lara’nın geçmesi için bekledi. En son bindi ve kapıyı kapatıp kulaklığı taktı.
“Kule, Şahin kalkış için izin ister.”
“Şahin, burası Kule, rüzgâr sabit kalkış serbest.”
Osman Çavdar, Ağzından
“Oşman, Oşman, oşuruğa düşman.”
“Şunu söyleyip durma Eyşan ya!”
Karşımda duran kız elini asker üniformasının omuzlarına koydu. Yatma harici asla çıkartmıyor, giyemediği günler ise yeşil renkli kıyafetler giyiyordu. Büyüyünce asker olacağım, sende yardımcım olacaksın deyip duruyordu.
“Bak, burada kaç tane yıldız var?”
Sorduğu soruyla gözlerimi devirmek istedim ama yapmadım.
“Üç.”
Eyşan, gülümseyerek ellerini beline koydu.
“Babamdan bile yükşek yütbeliyim. Bu demek oluyo ki benimle böyle konuşamajşın ama ben şana iştedimi şöyleyim.”
Ah, bu kız beni delirtecekti.
Yedi yaşında olmamıza rağmen kendini asker sanıyordu.
Beni de yardımcısı.
“O yüjden, şana bundan şonra.” dedi ve yere eğilip önünde yuvarladığı kardan bir top aldı. “Oşmanlı Lokumu diyeceğim.”
Olayın şokunu atlatamadan yüzüme karı fırlattığında kahkaha atarak kaçmaya başladı. Elimi yüzüme götürüp kirpiklerimde tutunan karları temizleyip kaşlarımı çatmayı denedim.
“Gel kız buraya.”
Eyşan, çığlık atıp uzaklaşmaya başladığında yerde biriktirdiği karları ona atmaya başladım.
“Koşma, gel buraya!”
Eyşan, attığım karlardan ustaca kaçarken önündeki taşı görmedi.
“Dikkat et!” diye çığlık attığımda, ayağı takıldı ve yere düştü. Avuçlarımın arasına topladığım karı hızla atıp Eyşan’a koştuğumda ayağının üzerine kalktı ve büyümüş gözleriyle bana bakmaya başladı. Gözlerim, yırtılmış pantolonundaki kanlı dizlerine çevrildiğinde elimi yavaşça yarasına götürdüm.
“Bir şeyim yok.”
“Acıyor mu?” diye sorup yüzüne baktığımda çenesi titredi. Burnunu çekip dirseğini gözlerine kapattı ve hıçkırdı.
“Ağağağğağa!”
Önünde eğilip cebimdeki mendili çıkartıp yarasının üzerine bağladığımda yavaşça kolunu gözlerinin önünden çektim. Gözleri yaşla dolmuş ve yanakları ıslanmıştı. Elimi elinden kurtarmaya çalışıp kafasını salladı.
“Ağlıyorum bakma, aşker, ağlamaj.” dedi, hıçkırarak.
Yüzünü örten minik ellerini çekip yüzüne baktığımda yüzünü sağa doğru çevirdi.
“Askerlerde ağlar. Canı yandıklarında.”
Eyşan, burnunu çekip bana baktığında yüzünü buruşturdu.
“Yalapçı. Babam ağlamıyo.”
Gülümseyip elimi yaralı dizlerine koydum.
“Büyüdüğünde sende ağlamayacaksın.”
Alt dudağını büzdü.
“Peki, ben yayalandığımda şen ağlayacak mışın?”
Kafamı iki yana sallayıp arkasına yürüdüm ve bir kolunu omzuma koyup ona baktım.
“Çünkü bir gün iyileşeceğini biliyor olacağım.”
Zihnimde bir yankı vardı, bir yankı ki zamanın her adımıyla daha da derinleşiyordu. Sanki her düşünce, geçmişin kara topraklarından çıkıp bir hayalet gibi önümde beliriyordu. Her hatırladığımda, o gölgeler daha belirginleşiyordu ama bir türlü onlardan kaçamıyordum. Sanki zaman bir nehir gibi akarken, ben onun akışını izliyor ama bir türlü uzaklaşamıyordum.
Geçmişin ağırlığı, tam da bu anın ortasında bedenimi sıkıştıran bir taş gibi hissettiriyordu. Her anı, her yaşanmışlık birer darbe gibi düşüncelerimi sarıyor, kum taneleri gibi birikiyordu. Bazen kaybolan bir anın yokluğunda kaybolmuş gibi hissediyordum. Her hatırladıkça, sanki üzerine yeni bir yük daha ekleniyordu. Geçmişim beni terk etmiyordu; her adımda biraz daha fazla yapışıyor, biraz daha derinden içime işliyordu.
Eyşan.
Eyşan, o gün o küçücük bedeniyle hem ne kadar güçlü olduğunu hem de nasıl kırılgan kalabildiğini göstermişti bana. Sanki yarası dizinde değil, kalbinin en derin yerindeydi.
Eyşan’ın yüzü hala o günkü gibi aklımda. Bir yandan çocuksu bir inat, bir yandan "Asker ağlamaz!" diye kocaman bir iddia ama işte, ağlıyordu. Bu kadar küçük yaşında bile duygularını bastırmayı öğrenmiş birinin ne hale geleceğini düşünmeden edemem. O an fark ettim ki Eyşan benim yalnızca kardeşim değil, benim sınavım. Onu koruyamadığım her an, kendime olan güvenimden bir parça eksiliyor.
Yıllar geçtikçe o bakışları değişmedi. Hala her düşüşünden sonra hemen ayağa kalkmaya çalışıyor, "Bir şeyim yok!" diyerek etrafındakileri inandırmaya çalışıyor ama ben bilirim, Eyşan'ın "Bir şeyim yok" dediği her an aslında içinde fırtınalar kopuyor. O dizindeki yara gibi, yüzeyde küçük bir sıyrık gibi görünse de altında kanayan bir yara var.
Muslukta akan suyun altındaki ellerim, şimdi onun kanından arınmaya çalışıyordu. Her damla, kirlenmiş ellerimi yıkarken, sanki geçmişin acı izlerini de silmeye çalışıyordu ama su, ne kadar temizse de, ne kadar berraksa da, hiçbir şey o anın ağırlığını hafifletmeye yetmiyordu. Ellerim, her bir damlaya dokundukça daha fazla kirleniyor gibi hissediyordum ve ben, hiçbir şeyi temizleyemeyecekmişim gibi, derin bir boğulma hissiyle karşı karşıyaydım.
O an, ellerimdeki kanın, sadece fiziksel değil, ruhsal bir kir olduğunu fark ettim. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım ne kadar yıkarsam yıkayayım, o kan bir şekilde kalacaktı. O anın hatırası, her bir damlada biraz daha derinleşiyordu. Kan, benim değil, o anın iziydi.
Yıkadım, temizledim ama bir türlü içimdeki anıyı silemedim.
Eyşan’ı kanlar içinde gördüğüm o anı yok etmek istedim.
O benim kız kardeşimdi.
Annemin, Yağmur teyzenin, Ethem abinin bana bir emanetiydi.
Tuvaletten çıkıp sıhhiye kapısına geri döndüğümde ağırca koltuğa çöktüm. Herkes perişandı. Yonca, bitmek tükenmeyen göz yaşlarıyla Kubilay’a sarılmış bir vaziyette ağlıyordu. Mete, içeride Eyşan için kan veriyordu. Alev, kızarmış gözleriyle kapıyı delmek istermişçesine bakıyordu. İçeriden kim çıkarsa çıksın, hızla ayağa kalkıp önünü kesiyor ve Eyşan’ın durumunu sorguluyordu. Her seferinde Barış ona müdahale edip sakin kalmasını sağlıyordu.
“Pişt!”
Ruhumda yankılanan sesi işittim ve gözlerimi yere çevirdim.
“Osman, bize çay al lan!”
Deniz’in kantinde yankılanan sesiyle Eyşan, Deniz’in ensesine vurdu.
“Dingonun ahırı mı lan burası? Kalk kendin al.”
Gülerek on tane çay alıp masaya döndüm. Deniz, tepsiden bir bardak alıp Kubilay’ın önüne bıraktığında Kubilay, kafasını eğdi.
“Eyvallah badicim.”
Eyşan, kollarını göğsünde bağlayıp göz devirdiğinde tepsiden bir çay alıp sandalyeye çöktüm. Masanın ortasında duran şekerliği alıp önüme koyduğumda Deniz ve Kubilay, gülmeye başladı.
“Badi, bu sefer beş tane şeker atacak.” diye söylendiğinde Kubilay, Deniz ona döndü ve kafasını iki yana salladı.
“Altı.”
Kafamı iki yana sallayıp yedi şeker attığımda Kubilay ve Deniz yeniden kahkaha atıp önümden şekerliği çekti.
“Osman, bak çayı şekerli içe içe yürüyen şeker olacaksın.”
Eyşan, ilk defa gülerek Deniz ve Kubilay’a baktı.
“Onun zaten lakabı Osmanlı Lokumu.” dediği an herkes gülmeye başladı.
Yerde duraklayan bakışlarım kapı açıldığı an hızla çıkan kişiye kaydı. Mete ve Ümit, kapıyı kapatıp önümüzde durduklarında hızla oturduğum yerden kalktım. Mete, sıyırdığı kolunu indirip yürümeye başladığında Deniz, oturduğu yerden kalkıp peşinden gitti. Ümit’e baktığımda rahatlamış yüzü dikkatimi çekti.
“Hayati riski atlattı, artık sadece uyanmasını bekleyeceğiz.”
Elimi kalbimin üzerine koyup gülerek kafamı iki yana salladım. Kubilay ve Yonca, birbirine sarılıp gülmeye başladıklarında Alev ve Barış’ta birbirine sarıldı. Gözlerimi kapattım ve başımı geriye yasladım.
“Allah’ım şükürler olsun.”
Dudaklarımdan dökülen cümleyle gözlerimi açtığım sıra Ümit, gülümsedi ve içeriye geçti. Aralı dudaklarımın arasından büyük bir nefes verip adımları giden Mete ve Deniz’in peşine ilerlettim. Mete, tuvalete girip lavaboya eğildiğinde ellerindeki kanı yıkamaya başladı.
Omuzları çökmüştü.
Mete’yi küçüklüğümde bir kere görmüştüm. Benden üç yaş büyük olduğunu biliyordum. Hiç konuşmamıza rağmen Eyşan’ın bana anlattıklarıyla tanımıştım.
“Oşman.”
Bıkkınca bakışlarımı Eyşan’a çevirdim. Kafamı sorarcasına iki yana salladığımda yüzündeki kırgınlıkla bana bakıyordu. Dudakları bir şey söylemek istercesine aralandı ama birkaç saniye sonra geri kapandı. Gözlerini otobüsün penceresine çevirip derin bir iç çekti.
“Ne oldu, Eyşan?” diye sorduğumda elindeki düğmeyi bana bakmadan uzattı.
“Ünifoymamdan bana kalan son şey.”
Avucunun içindeki yeşil renkli düğmeyi aldığımda dudağımın büzülmesine engel olamamıştım.
“Bu sol kolumdaki düğme.”
Şaşkınca ona bakmaya devam ettiğimde gözlerini kaçamakça bana çevirdi.
“Sağ kolumdakini Mete’ye verdim.”
Hiçbir şey demeden elimdeki düğmeyi cebime koyduğumda bana döndü ve gözlerini kırpıştırdı. Derin bir iç çekip omuzlarımı düşürdüm.
“Onun bizimle gelmesini ister miydin?” diye sorduğumda yavaşça kafasını salladı.
“Anneme söyledim ama bizimle gelemez dedi, ikizi var ağlar dedi.” dedikten sonra bakışlarını arkamdaki camdan gökyüzüne çevirdi. Dudaklarında minik bir tebessüm oldu.
“Ama gözleri bizimle, masmavi.”
Gözlerim, gözlerinin toprağında takılı kaldı.
O gün Eyşan’ın gözlerindeki parıltıyı zihnime kazımıştım. Bugün ne anlama geldiğini daha iyi anlayabilmiştim. Kahvelerinde can suyu bulmuşçasına filizlenmiş bir tohum vardı. Hayranlığı, on bir yaşına kadar sürmüş ve sonrasını unutmuştu. Yağmur teyze, onu sürekli olarak eğitime götürüyor ve Eyşan’ın iyi bir asker olması için gece gündüz çalıştırıyordu. Haliyle Eyşan, kim olduğunu bile unutmuştu. Sert kişiliğini aldığı an, çocukluğunu ruhuna gömmüştü.
Aynı bakışı, Mete’nin gözlerine baktığı zaman yeniden görmüştüm.
Can suyunu bulmuşçasına.
Mete, lavaboda doğrulup ellerini kuruladı ve bakışlarını bana çevirdi. Çökmüş göz altlarına rağmen parlaklığını hiç kaybetmemiş mavi gözleriyle bana bakıyordu. Dudaklarımda buruk bir tebessüm ederken elimi kaldırıp hafifçe omzuna vurdum.
“Çay içelim mi?”
Mete, kafasını belli belirsiz salladığında bakışlarımı Deniz’e çevirdim. Elini kaldırıp kapıyı gösterdiğinde kapıyı açtım ve Mete’nin geçmesi için bekledim. Üç kişi kantine gidip çaylarımızı alıp dışarıya çıktık. Mete, sigara paketinden üç dalı çıkartmadan bize uzattığında beklemeden aldık. En son kalan dalı, paketi yüzüne yaklaştırarak dudaklarıyla çekti. Deniz, benim ve Mete’nin sigarasını yakıp kendininkini yaktığında derin bir nefes çektim.
“Sizce kim yaptı?” diye sordu, Deniz.
Mete’ye baktığımda dudaklarındaki sigarayı aldı ve parmaklarının arasına sıkıştırdı.
“Buna kim cüret ettiyse, iflahını sikeceğim.” diye söylendi, dudaklarının arasındaki zehir havaya karışırken. Kafasını iki yana salladı ve bir nefes daha çekti.
“Komutanım sırası değil ama bir şey sormak istiyorum?” diye yeniden soru sordu, Deniz. Mete, bakışlarını ona çevirdiğinde Deniz, bıyık altından gülümsedi.
“Eyşan komutanımı çok seviyorsun, değil mi?”
Mete, Deniz’in sorduğu soruyla bakışlarını kaçırdı ve aramızdaki boşluktan uzağa baktı. Sessizlik birkaç saniye sürdü, Mete ardından derin bir nefes aldı ve kelimeler neredeyse fısıltı kadar hafif çıktı.
“Sevmek… Karşındakini kendinden daha çok düşünmek. Onun yarasına kendi yaranmış gibi yanmak ama bu bizim dünyamızda ne kadar mümkün, onu bile bilmiyorum.”
Deniz, bir an için sözlerin ağırlığını üzerinde hissetti. Gülümsemesi hafifçe solarken Mete’ye dikkatle baktı. “Ama siz Eyşan komutanımla farklısınız, komutanım. Sizi bir arada görünce bunu anlamamak mümkün değil. Birini böyle önemsemek korkutmaz mı?”
Mete, Deniz’e bakmadan gülümsedi. “Korkutuyor, Deniz. Hem de her şeyden çok. Çünkü bizim için sevmek lüks değil, zayıflık sayılıyor. Ama yine de…” Gözleri bir an için Deniz’e çevrilirken sesi daha kararlı çıktı. “Ama yine de bazen insan savaşmayı bırakıp sadece sevmek istiyor.”
Deniz sessizce başını salladı ve bakışlarını yere çevirdi. Daha fazla konuşacak gibi görünmüyordu ama Mete’nin sözleri aklına kazınmıştı. Sol elimdeki çaydan bir yudum alıp yutkundum. Sevmek istiyordu insan, savaşmayı bir kenara bırakıp.
Haklıydı, Mete.
“Osman Bey?”
Kulağıma gelen Cemile Hanım’ın sesiyle arkama döndüğümde şaşkınlıkla ona baktım. Üzerine giydiği kabanın önünü kapatarak bize yaklaştığında derince yutkundum. Karşımıza geçtiğinde bakışlarını kimseye çevirmeden yalnızca bana baktı.
“Eyşan’ın vurulduğunu duydum, çok geçmiş olsun. Yardım edebileceğim bir şey var mı?”
Kafamı iki yana salladığımda Mete, omzuma vurdu.
“Biz içerideyiz.”
Ona dönüp buna gerek olmadığını söyleyecekken Deniz, Mete’nin koluna girip içeriye girdi. Gözlerimi devirip önüme döndüğümde gözlerimi çaya çevirdim ve elimdeki bardağı ona doğru kaldırdım.
“Çay içer misin Cemile Hanım?”
Cemile, gülümsedi.
“Hanım demezsen içerim.”
Dediği cümleyle gülümsedim.
“Sen otur getiriyorum, Cemile.”
Kafasını salladığında elimdeki sigarayı küllüğe söndürüp çayı kenara bıraktım. Kantinden bir çay alıp yanına döndüğümde bankta kenara kaydı ve oturmam için bekledi. Oturup elimdeki çayı aldığında kenardaki çayımı aldım.
“Silah sesini duyunca ilk başta korktum ama sonradan nerede olduğumu hatırladım.” diye bir cümle kurduğunda derin bir nefes alıp ona baktım.
“Maalesef ki yaşanılan şeyler, sonuçta askeriz.”
Cemile, hiçbir şey demeden çayından bir yudum aldı ve şaşkınlıkla çaya baktı.
“Askeriyenin çayı ne kadar da güzelmiş.” diye söylendiğinde gülümsedim ve üzerindeki kabana baktım.
“Üşüdüğün için sana öyle geliyor. Çamlıhemşin ile buranın havası bir değil.”
Gülümseyip çayından bir yudum aldı ve bakışlarını bana çevirdi. Yeşil gözlerinde bir buğu vardı. O buğu giderek bir hüzünle kaplandı.
“Çamlıhemşin’i özlüyor musun?” diye sorduğunda kaşlarım yukarıya doğru yükseldi. Şaşırmıştım. Çayımdan bir yudum aldım ama güçlükle yutkundum. Sustuğumu fark ettiğinde sorusuna kendi yanıt verdi. “Özlenmez olur mu? Benim ki de soru işte.”
Kafamı belli belirsiz iki yana salladım.
“On dokuz sene, dile kolay.”
Kaşları çatıldığında çayını aramıza koyup bana döndü.
“On dokuz sene mi? Hiç geri gelmedin mi Çamlıhemşin’e?”
Kafamı ağırca iki yana salladım.
“Bir annem öldüğünde gelmiştim. Bir daha da hiç uğramadım ta ki geçenlerde ve dün gelene kadar.”
Şaşkın bakışlarıyla bana bakmaya devam ederken dudakları büzüldü.
“Başın sağ olsun.”
“Sağ ol.”
Parmakları birbirine kenetlendiğinde derin bir nefes aldı.
“Anne ve babasızlığın ne demek olduğunu iyi biliyorum. İkisi de ben doğduktan bir sene sonra trafik kazasında ölmüşler. Yetimhanede büyüdüm ve on sekiz yaşımda üniversiteyi kazanıp öğretmen olmak istedim.”
Cemile'nin sesi, geçmişin derinliklerinden gelen bir yankı gibi kulaklarımda çınladı. Gözlerindeki hüzün, söylediklerinden çok daha fazlasını anlatıyordu. Parmaklarını birbirine daha çok kenetlerken bakışlarını bir an için yere indirdi.
“Yetimhanede büyümek kolay değildi,” diye ekledi, sesi buğulu ve titrek. “Ama orada hayatta kalmayı, insanlara güvenmeyi ve aynı zamanda yalnızlığı kabullenmeyi öğrendim. Öğretmenlik, o yalnızlık döngüsünü kırmamın bir yoluydu. Çocuklara yardım etmek, belki de kendi çocukluğuma dokunmak istemiştim.”
Derin bir nefes alıp çayına uzandı ama dokunmadı. “Anne ve babanın yokluğu hep bir boşluk bırakıyor, değil mi? İnsan o boşluğu ne kadar doldurmaya çalışsa da tam dolmuyor.”
Ona ne diyeceğimi bilemedim. Bir yanım kendi acılarımın ağırlığını paylaşmak isterken, diğer yanım Cemile’nin bu samimi anını bozmak istemiyordu. Gözlerim bir an masanın üzerindeki çay bardağına takıldı, sonra yavaşça başımı kaldırıp ona baktım.
“Hiç kolay değil, Cemile,” dedim sessizce. “Ama bazı insanlar yalnızlıkla baş etmenin yolunu buluyor. Bazıları ise o yalnızlığı silah gibi kullanmayı öğreniyor. Galiba sen birinci gruptansın.”
Bu sözlerimle yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. “Belki de öyleyimdir,” dedi, gözlerindeki hüzün yerini bir nebze sıcaklığa bırakırken. “Ama bu yalnızlık, bazen insanı daha güçlü yapıyor. Belki de bizi şu an burada, bu askeriyede buluşturan şey bu.”
Cemile’nin sözleri bir süre havada asılı kaldı. Sessizlik ne rahatsız edici ne de hafifti; aksine, ağır ama anlam doluydu. Gözlerimi tekrar ona çevirdim.
“Biliyor musun?” dedim. “Bazen insanın yaralarını anlaması için bir başkasının hikâyesine ihtiyacı oluyor. Seninle konuşmak bir şeyleri daha net görmemi sağlıyor. Teşekkür ederim, Cemile.”
Cemile başını hafifçe yana eğerek bana baktı. “Hepimiz biraz yaralıyız,” dedi. “Ama yaralarımızı saklamak yerine paylaşmayı öğrenirsek, belki o kadar acımazlar. Belki sen de yaralarını saklamaktan vazgeçersin.”
O anda, Şırnak’ın sessiz ve huzurlu havasında, Cemile’yle aramızda başka kelimelere gerek kalmayan bir bağ oluşmuştu. Ancak bu bağın içinde bir şeylerin eksik olduğunu, bir yanının kırılgan ve gerçekliğin ağırlığına dayanamayacak kadar ince olduğunu hissettim.
Cemile’nin gözlerindeki sıcaklık, yalnızlığımı hafifletiyor gibiydi ama bir yandan da içimde başka bir ses yükseliyordu. Hayatım boyunca öğrendiğim bir şey vardı: Bizim dünyamızda böylesi anlar, genellikle bir hayal kadar kısaydı. Hayatlarımızın sert gerçekleri, bizi her zaman ayakta tutan o duyguları bastırmaya zorluyordu.
Cemile’nin söyledikleri hala zihnimde yankılanırken, onun hayatındaki kayıplar ve mücadelelerin ne kadar derin olduğunu biliyordum. Benim hikayem onun yanında daha karanlık, daha karmaşık ve daha yüksekti. Bu bağ ne kadar anlamlı görünse de ne kadar içimi ısıtsa da biliyordum ki imkânsız bir hayale doğru sürükleniyorduk.
Cemile’ye bakarken, kelimelerin boğazımda düğümlendiğini hissettim. Belki de ona her şeyi anlatmalıydım. On dokuz yıl boyunca sırtımda taşıdığım yükleri, bu dünyanın bize sunduğu sert gerçekleri, annemin mezarından başka bir yere ait olamayan ruhumu... Ama hayır. Ona bunu yapamazdım. Bu bağ ne kadar sıcak olursa olsun, onun uçurumun kenarında bir adım daha atmasını istemiyordum.
Sessizliği bozmadım. Cemile’nin yüzündeki umutlu ifadeyi kırmaktan korktum. Ama içimdeki o soğuk gerçeklik, beni bu bağın imkansızlığına doğru itiyordu. Çünkü bizim gibi insanlar için, bağ kurmak lüks değil, bir zayıflıktı ve zayıflık, bizim işimizde asla affedilmiyordu.
Bu anı saklamaya karar verdim. Cemile’ye karşı bir şey hissetmiş olsam da onun için en iyisi, bu bağın hiç oluşmamış gibi kalmasıydı. “Bazı yaralar kapanmaz, Cemile,” demek istedim ama sadece bir gülümsemeyle yetindim ve içimden, onun bilmediği bu gerçeği kendi yalnızlığımla taşımaya yemin ettim.
15 Ocak 2022 / Koçkar Dağı Zirvesi – 05:00
Yazar, Ağzından
Koçkar Dağı'nın zirvesi, doğanın insana meydan okuduğu bir yerdi. Kar fırtınası, geceyi yutmuş ve göz gözü görmez bir beyazlığa dönüştürmüştü. Rüzgârın sesi, vahşi bir uluma gibi yankılanıyor; bir an bile durmuyor, aralıksız yüzünüze çarpan bıçak gibi keskin kar tanelerini taşıyordu. Dağın yamaçlarından yükselen rüzgâr, sanki bu dünyadan değilmiş gibi ürkütücü bir uğultuyla yükseliyor, zirvedeki her şeyi savuracakmış gibi esiyordu. Hava o kadar soğuktu ki, ciğerlerinize her nefes alışınızda buz gibi bir acı hissediyordunuz. İleriye doğru bir adım atmak, fırtınanın baskısıyla savaşı gerektiriyordu.
Ayakta kalmak bir mücadeleydi; her adım bir zaferdi.
Görüş mesafesi neredeyse sıfıra inmişti. Gökyüzü ve zemin, beyaz bir körlükte birbirine karışmıştı. Ayakların altında ezilen kar, bazen ince bir tabaka, bazen de sizi içine çekecekmiş gibi derinleşen bir tuzaktı. Yüksek irtifa, vücudu zorluyor, oksijen eksikliği her adımda başınızı döndürüyordu ama bu fırtınanın içinde, doğanın bu zalim yüzüne karşı iki insan vardı. Onların iradesi, bu sert koşulları aşabilecek kadar güçlüydü.
Caner önde ilerliyor, sık sık arkasına dönüp Lara’nın peşinden gelip gelmediğini kontrol ediyordu. Zirveye yaklaştıkça hava daha da sertleşmişti. Rüzgâr, ikisini de savuracak kadar kuvvetliydi.
"Lara!" diye bağırdı Caner, sesi rüzgârın uğultusunda kaybolacakmış gibi güçsüzdü. "Elini ver, bu eğim çok kaygan!"
Caner, elini uzattı ama Lara duraksadı. Gözlerinde bir tereddüt vardı. Belki bir şeylere kendisi başarmak istiyordu, belki de Caner’e olan hisleri onu bu kadar yakından bağlanmaktan alıkoyuyordu. Ne olursa olsun, elini uzatmadı.
"Ben iyiyim," dedi soğukta titreyen bir sesle. Ancak bir anlık dikkatsizlik, ayağının altındaki buzlu zeminde dengesini kaybetmesine sebep oldu. Lara bir anda yere kapaklandı ve Caner onu tutmak için kendini öne attı.
İkisi de karın içine yığıldılar. Caner’in eli, son anda Lara’nın koluna yetişmişti, ancak kendi dengesini de kaybetmişti. Karların arasındaki çarpışma o kadar sert olmuştu ki, yüzleri birbirine teğet geçti ve dudakları bir an için birbiriyle çarpıştı.
Lara, şaşkınlıkla irkilip geri çekildi. Gözleri büyümüş, yanakları soğuktan mı yoksa başka bir şeyden mi kızarmıştı, emin değildi. Caner de şaşkındı ama bu bir anlık temas, kalbinde beklenmedik bir kıvılcım gibi bir şey çakmıştı. Gözlerini Lara’nın yüzünden bir an bile ayıramadı.
Caner içinden geçen duyguları tanımlamaya çalıştı. Öfke, hayal kırıklığı, ama aynı zamanda korumak istediği bir şeyin varlığı. Lara’nın gözlerindeki inatçılık ve masumiyet, onun içinde çelişkili bir güven uyandırıyordu. Bu hissin adı neydi? Onu gerçekten tanımlayabilir miydi?
Bir şey söylemek istiyordu, ama kelimeler dudaklarının kıyısında asılı kaldı. Konuşmak yerine harekete geçti. Caner, Lara’nın bileklerinden tutarak onu nazik ama kararlı bir şekilde yerden kaldırdı. Karların arasından Lara’nın yüzünü seçmeye çalıştı ama göz göze gelmek istemiyormuş gibi bakışlarını yere indirmişti.
"Lara," dedi, bu kez sesi daha yumuşak ama kararlılığını yitirmemişti. "Eğer bir daha elimi uzattığımda tutmazsan, seni taşırım."
Lara başını kaldırdı, dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi ama bu gülümseme Caner’in ruhunda bir yankı gibi dolaştı. Gözleriyle ona teşekkür eder gibi baktı ama yine de hiçbir şey söylemedi.
Caner, Lara’nın elini tuttu ve ilerlemeye devam etti. Bu kez konuşmuyordu, çünkü hissettiklerini kelimelere dökmek, rüzgârın onları taşıyıp götüreceği bir hafiflikle anlamsız geliyordu. Ama bir şeyden emindi. Lara’nın güvenliğini sağlamak onun için artık bir görev değil, içgüdüsel bir ihtiyaçtı.
Onlar yürümeye devam ederken, fırtına sadece dışarıda değil, ikisinin içinde de esmeye devam ediyordu.
Bir süre daha yürüdükten sonra Caner, elini kaldırıp ileride gördüğü ağaca baktı. Elini tuttuğu kadını çekiştirip ağacın yanında tenlerinin bağını kopardı. Sırt çantasının altındaki termal matı yere serdi ve Lara’nın elinden tutup matın üzerine oturttu. Yanına koca cüssesini bıraktığında çantasının fermuarını açtı. İçinden bir termos çıkartıp iki bardağa sıcak su doldurdu. Ona uzattığında Lara’nın gözlerine baktı.
“Biraz sıcak bir şeyler iç. Kahve yapacak vaktim yoktu ama bu sıcak su işimizi görür.”
Lara termosu alırken, ellerinin titremesini saklamaya çalıştı. “Teşekkür ederim,” dedi, gözlerini Caner’in yüzünden kaçırarak ama Caner gözlerini ondan ayırmadı.
“Lara,” dedi, sesi beklenmedik bir ciddiyetle doluydu. “Bana neden güvenmiyorsun?”
Lara şaşkınlıkla başını kaldırdı. "Güvenmiyorum mu?" diye sordu, şaşkınlığı sesine yansımıştı.
Caner başını salladı. "Sadece fiziksel değil. Bir şey var? Ne olduğunu bilmiyorum ama sen beni her seferinde dışarıda bırakmaya çalışıyorsun. Bir yere düşüyorsun ve elimi tutmayı reddediyorsun. Bu sadece inat mı, yoksa başka bir şey mi?"
Lara gözlerini kaçırarak bir süre sessiz kaldı. Derin bir nefes aldı ve başını eğerek konuştu. "Bu seninle ilgili değil, Caner. Bu benimle ilgili."
Caner kaşlarını çattı, bir an sessiz kaldı ama sonra gülümseyerek başını salladı. “Tamam. Belki şimdi konuşmak istemiyorsundur ama bir gün, ne olduğunu bana anlatmanı isteyeceğim.”
Bu sözler, Lara’nın kalbine dokunmuştu. Caner’in sabrı ve onu zorlamayan anlayışı, farkında olmadan Lara’nın kendine ördüğü duvarları incitmeden çatlatıyordu.
Fırtına biraz dinmiş gibiydi ama sadece zirvede. Lara termosu Caner’e geri verirken, onun bir kez daha elini uzattığını gördü. Bu sefer tereddüt etmedi. Elini uzatıp Caner’in elini tuttu.
Birlikte zirveden aşağıya doğru ilerlemeye başladılar ama ikisi de biliyordu ki aralarındaki mesafe artık sadece fiziksel değildi. Fırtına onları bir araya getirmişti ama önlerinde esen başka bir rüzgâr, onları birbirlerinin iç dünyasına doğru taşıyordu.
Buz gibi karlarla kaplı Koçkar Dağı’nda, Nefer-09 üssü adeta bir sığınak gibiydi. Girişteki güvenlik noktası, karlı tepelerin ortasında bir teknoloji harikası gibi parlıyordu. Caner ve Lara, üsse geldiklerinde üzerlerine yapışmış kar ve soğukla sarsılmış haldeydiler. Kapıdaki askerler, kimliklerini titizlikle kontrol ettikten sonra içeri almadan önce onlara sıcak battaniyeler ve termal giysiler sundu.
İçerideki atmosfer dışarıdaki fırtınayla tam bir tezat oluşturuyordu. Sıcak, aydınlık ve son derece organizeydi. Duvarlarda ülkenin haritaları ve çeşitli operasyon bilgilerini gösteren dijital ekranlar asılıydı. Her şey bir saat mekanizması gibi çalışıyordu.
Bir subay yaklaşıp onlara rehberlik etti. "Kıdemli Üsteğmen Lara Akman ve Caner Cenk Çakır hoş geldiniz. Komutan sizi bekliyor."
Üssün komutanı Albay Şeref Özgün, onları girişte karşıladı. Sıkı bir selam verdikten sonra, sıcak bir gülümsemeyle elini uzattı. "Hoş geldiniz, tim komutanlarından beklenen cesaretle geldiniz. Burada güvendesiniz, merak etmeyin."
Caner, selam vererek elini sıktı. "Teşekkürler, Albay. Umarım varlığımız işlerinizi aksatmaz."
Şeref, hafif bir kahkaha attı. "Tam tersi. Burada bir süre kalmanızı memnuniyetle karşılıyoruz. Hem dinlenirsiniz hem de yarın Artvin’e geçmeden önce planlarımızı gözden geçiririz.”
Caner ve Lara, odalarına yerleşip üzerlerindeki yorgunluğu biraz olsun attıktan sonra, yemek öncesi bir brifing için toplantı odasına çağrıldılar. Şeref, üssün projeksiyon ekranında Artvin’deki görevle ilgili detayları sunuyordu.
"Yarın sabah erken saatlerde Artvin’e geçeceksiniz," dedi Şeref, haritayı işaret ederek. "Bu bölge, operasyonlar için oldukça hassas. Özellikle Kalkan Projesi’nin bilgileriyle ilgili sızıntıyı engellemek için stratejik bir nokta. Orada bulacağınız bir temas size daha fazla bilgi sağlayacak."
Lara kaşlarını çatarak sordu: "Temasın güvenilirliğinden emin misiniz?"
Şeref, Lara’ya doğru bakarak ciddi bir şekilde başını salladı. "Evet, kesinlikle. Ancak temasımızın konumu değişken olabilir, bu yüzden hızlı ve esnek olmanız gerekecek."
Caner, haritayı incelerken konuştu. "Peki ya burası? Nefer-09’da bir sızıntı ihtimali var mı?"
Şeref’in yüzü karanlık bir ifadeye büründü. "Biz her zaman hazırlıklıyız ama hiçbir yer yüzde yüz güvenli değildir. Bu nedenle, siz Artvin’deyken burada bir ekip güvenliği sağlamak için çalışacak. Artvin’de büyük çaplı bir yemek organizasyonu var. Oradaki ünlü iş adamlarının Kalkan Projesiyle hiçbir şey öğrenmemesini sağlayacaksınız.”
Caner ve Lara, operasyon hakkında püf noktaları öğrendikten sonra üssün yemekhanesinde yemek yemeye çekildiler. Karınlarını güzelce doyurdular. Yeniden odalarına geçip dinlenmeye başladıklarında ikisinin de aklından birbirleri geçiyordu. Ertesi gün dinlenmiş bir şekilde yeniden yola çıkıp Artvin’e gideceklerdi ama onların neyi beklediğinden habersizce…
Şırnak’ta dağlar gecenin örtüsünden sıyrılırken, ufukta beliren ilk kızıllık, bir ateşin külleri arasından yükselen alev gibi gökyüzünü boyadı. Gecenin soğuk nefesi yavaşça dağılırken, güneşin ilk ışıkları, kadim topraklara bir anne şefkatiyle dokunuyordu. Gökyüzü, altın ve pembe renklerin dansıyla büyülü bir tabloya dönüşürken, dağların zirvesi bir taç gibi ışıkla süsleniyordu.
Her bir ışık huzmesi, bu toprağın bağrında saklı umut tohumlarını filizlendirmek istercesine yeryüzüne yayılıyordu. Kuşlar, sessizliği bir marş gibi süsleyen cıvıltılarıyla bu şafak şölenine eşlik ederken, dağların sarp yamaçlarından yükselen hafif bir meltem, yeni başlangıçların vaadini fısıldıyordu.
Toprağın kendine özgü kokusu, güneşin sıcaklığıyla harmanlanarak insanın ruhunu bir anne kucağı gibi sarıyordu. Burada, her doğan gün, yalnızca ışık değil; acıların küllerinden doğan yeni umutların da habercisiydi. Bu kadim topraklar, gökyüzünün bağrında asılı duran güneşle bir sırdaş gibi konuşuyor ve her gün, bu coğrafyaya başka bir masalı fısıldıyordu.
Askeriyenin taş avlusundaki sade bir bankta, üzerindeki kamuflaj paltosuyla oturan Mete, hareketsiz bir heykel gibi sessizdi. Soğuk, sabahın ilk saatlerinde usulca bedenine işlemek istercesine rüzgârla kol geziyordu ama o bu soğuğa aldırış etmeyen bir dağ gibi duruyordu. Paltonun kalın yakası, boynuna kadar çekilmişti. Omuzlarında bir nehrin taşıdığı ağırlığı taşıyormuşçasına dingin ama yorgundu.
Mavi gözleri, dağın arkasından yükselen güneşe kilitlenmişti. Ufuk çizgisini yavaşça delen ışık huzmeleri, gözlerindeki mavilikle buluşarak sanki bir şiirin ilk dizesini yazıyordu. Gözleri, o yükselen ışıkla bir süre savaş verir gibi kısıldı ama sonra teslim olup ışıltıyı içine aldı. O an, doğa onun gözlerinden yansıyan bir tablo gibiydi; derin, ihtişamlı ve büyüleyici.
Parmakları, oturduğu bankın ahşap kenarına zamanın izlerini okşar gibi dokunuyordu. Dudaklarında ne bir gülümseme ne de bir hüzün, yalnızca sessiz bir düşüncenin gölgesi vardı. Gözleri ufuk çizgisinde kaybolmuş gibi görünse de aklı ve yüreği sıhhiyede, bir yatakta hayata tutunmaya çalışan Eyşan’da kalmıştı.
Her nefeste, içindeki sessizlik çığlıklarla yankılanıyor, zihni Eyşan’ın solgun yüzüne, bandajla örtülü yüreğine, kapalı göz kapaklarının ardında sakladığı o kararlılığa dönüyordu. Onun kahverengi gözlerinin ışıltısını hatırlıyor; her savaşta parlayan o gözlerin şimdi bir uykunun derinliğinde kaybolmuş olması, Mete’nin yüreğinde ağır bir yük gibi yankı buluyordu.
“Ne kadar güçlüydün,” diye düşündü Mete, bir an için ellerini avuçlarına sıkarken. Güneşin ışıkları saçlarına vurup ona hayatın devam ettiğini fısıldasa da onun içinde kıyamet kopuyordu. Mete, Eyşan’ın yaşam savaşı verdiği o odada olmayı, onun yanında durmayı, kahramanlıkla dolu bir geçmişe sahip bu kadına kendi sessiz desteğini sunmayı her şeyden çok istiyordu.
Şimdi, burada, askeriyenin ortasında yalnızdı. Tıpkı Eyşan’ın mücadele ederken yalnız olduğu gibi ve bu yalnızlık, Mete’yi derinden yaralasa da aynı zamanda Eyşan için daha da güçlü olması gerektiğini hatırlatıyordu.
Mete, derin bir nefes alarak oturduğu yerden yavaşça doğruldu. Üzerindeki paltosu, hafifçe savrulan rüzgârın etkisiyle dalgalandı fakat onun adımları kararlıydı. Banktan kalkarken bir an için ufka son bir bakış attı. Gözlerindeki hüzün ve kararlılık bir anlığına birbirine karıştı. Ardından başını eğip ellerini ceplerine soktu ve askeriyenin ana binasına doğru yürümeye başladı.
Koridorlara adım attığında, askeri disiplinin kendine has sessizliği ve düzeni hemen hissediliyordu. Botlarının yerle buluştuğunda çıkan tok ses, boş koridorlarda yankılanıyor, adımlarının ağırlığını gözler önüne seriyordu. Metal dolapların parlak yüzeyleri ve duvarda asılı haritalar, Mete'nin yanından geçerken birer hayalet gibi sessizdi. Gözleri ileriye odaklıydı ama aklı hâlâ sıhhiyedeki odada, Eyşan’da kalmıştı.
Sıhhiyenin kapısına ulaştığında, önce kısa bir duraksadı. Elini kapıya uzattı, ama açmadan önce derin bir nefes alıp omuzlarını dikleştirdi. Kapıyı araladığında içerideki sessizlik, hafif bir huzurla karışmış gibiydi. Bir köşede Kubilay’ın geniş omuzlarına yaslanmış halde uyuyan Yonca’nın görüntüsü, kısa bir an için Mete’nin yüzünde silik bir tebessüm oluşturdu. Yonca, yüzündeki tüm yorgunlukla, küçücük bir çocuk gibi huzurlu görünüyordu. Kubilay ise hareketsiz bir sabırla oturmuş, uyuyan Yonca’nın başını nazikçe koruyordu.
Mete, bakışlarını onlardan usulca ayırıp Eyşan’ın kaldığı odaya girdi. Gözleri Eyşan’ı buldu. Solgun yüzü yastığa yaslanmış, bir melek kadar sakin görünüyordu ama Mete’nin yüreğinde onun bu sessiz hali, bir savaşın izlerini taşıyordu. Gözlerinde beliren hüzünle birkaç adım attı, paltonun fermuarını açarak sandalyeye ilişti.
Bir süre onu sessizce izledi. Eyşan’ın nefesi düzenli ama mücadele doluydu. Onun yanında olmanın verdiği huzurla ama aynı zamanda içindeki endişeyle, Mete gözlerini kapadı ve kendi kendine, “Kalkacaksın, Eyşan,” diye mırıldandı. “Biliyorsun, bu savaşı da kazanacaksın.”
Gözleri, hiç Eyşan’dan ayrılmadı ama o sırada Eyşan’ın parmağının kıpırdadığını fark etmedi.
Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından
Bir acı, sahip olduğu yeri yakar ve kavururdu. Ardında hiç bırakmadan silip süpürdüğü izleri küllere dönüştürürdü. O küller, geçmişin izleri, geleceğin ise kâbusu olurdu. Peki, ben bu acının neresindeydim?
Ruhumda, yaralı bir kelebeğin kanat çırpışını duyabiliyordum. Kanatları her açıldığında, üzerinde taşıdığı kan damlaları duvarlara sıçrıyor, her kapanışında yeni bir çizgi yaratıyordu. O çizgiler, zamana karşı koyamayan bir resim gibi süzülüp yere iniyordu. Duvardan sızarak zeminde biriken kan damlaları, ağır ağır birleşerek bir gölcük oluşturuyordu. Kelebek, bu kırmızı çemberin içinde kanatlarını çırpmaya devam ediyordu; zayıflıyor, tükeniyor ama yine de durmuyordu.
Tıpkı benim ruhum gibi.
Zihnimin derinliklerine baktığımda, orası da en az ruhum kadar karmaşıktı. Tüm düşünceler, yarım bırakılmış bir cümleden ibaretti. Eksik, kesik, kanayan birer soruydu. Cevaplarını bulamayacağımı biliyordum ya da belki bulmaya cesaretim yoktu. Her sorunun arkasında saklanan sır, görünmeyen bir bıçak gibi zihnimi delip geçiyordu.
Bedenimde ise acının ağırlığı hissediliyordu. Sanki tüm yaşanmışlıklar, kayıplar ve kırgınlıklar, bir araya gelerek kalbimin etrafında görünmez bir zırh oluşturmuştu ama bu zırh beni korumuyordu, aksine her nefes alışımda bir diken gibi batıyordu. Göğsümde bir ağırlık, bir taş, nefes almayı zorlaştıran bir yük vardı. Her solukta içimdeki bu kütle büyüyor, kalbimin üzerine basıyor, beni yavaş yavaş tüketiyordu.
Hepsi bir döngünün parçasıydı ve ben, tam da o döngünün merkezindeydim ne ileri gidebiliyor ne de geri dönebiliyordum. Sadece izliyordum.
Kendimi, kelebeği ve o durmaksızın akan kanı.
Zihnimin içindeki karanlık, beni hapsettiği yeri yuvam haline getirirken bir adamın siluetini karşıma geçirdi. Elinde tuttuğu silah, tam kalbimin üzerinde bekliyordu. Tetiğe bastı ve beni yeniden vurulmama neden oldu. Bedenim geriye doğru yıkılırken kulaklarımda bir kadının çığlığı ve yankısı vardı.
“Hassan Şabi!”
Beni vuran oydu.
Bedenim yere çarptığında, acı tüm gerçekliğiyle ruhuma yayıldı. Nefes almak bir çaba haline gelirken gözlerim karanlıkla savaşıyordu ama o siluet gitmedi. Adam hâlâ oradaydı; soğuk ve duygusuz gözlerle üzerime bakıyordu. Bir eli hâlâ silahın üzerinde diğer eli ise karanlıktan şekil bulan bir zinciri tutuyordu. Zincirin ucu, göğsüme sıkıca bağlıydı ve her hareketimde daha derine saplanıyordu.
“Hassan Şabi!” diye yineledi kadın, bu kez bir ağıt gibi. Sesin sahibi, zihnimde karanlık bir boşluktan belirerek yüzünü gösterdi. Annemdi. Yıllar önce kaybettiğim o kadının silueti, şimdi karşımda belirmiş, gözlerindeki yaşlarla beni izliyordu. Dudakları titriyordu ama gözlerindeki hüzün kadar bir öfke de vardı.
“Neden savaşıyorsun?” diye sordu birden. Sesindeki kırılganlık, göğsümdeki zincirin ağırlığını daha da hissettirdi. Cevap veremedim. Annemin gözleri, beni suçluyor gibi üzerime indi. Ardından arkamda bir başka figür belirdi, bu kez babamdı. Onun güçlü, kararlı duruşu bile gölgeliydi. “Senin yerin burası değil, Eyşan,” dedi sert bir sesle. “Ama buraya kendini zincirledin.”
O sırada Hassan Şabi’nin yüzü netleşti. Bana bakan gözleri karanlıkla parlıyordu. Yüzünde sinsi bir gülümseme vardı. “Hâlâ buradasın, Eyşan. Kaçmak yok. Yeniden kalkmak yok.” dedi alayla. Tetiğe bir kez daha bastı ama bu sefer çığlık atmadım. O anda annemin, babamın ve kadim bir yankının sesleri üst üste bindi: “Kalk, Eyşan. Kalk ve savaş!”
Acının boğucu karanlığı yerini sıcak bir ışığa bıraktı. Zincirler gevşedi, nefesim derinleşti. Elimde bir soğukluk belirdi ve belirsizlikle havaya yükseldi. Parmaklarım bilinçsizce tetiğe baskı yaptı ve Hassan Şabi’nin kafasına sıktı. Silueti kırılan bardak misali parçalara ayrıldığında arkasında Mümtaz Çalkun belirdi.
“Benden kolay kolay kurtulamazsın.”
Annem ve babam bir anda önüme geçtiklerinde etten bir duvar ördüler. Koşan adım sesleri duyduğumda etrafıma bakındım. Önce Osman ve Mete koşarak beni arkalarına aldı. Ardından Yonca ve Alev sağıma ve soluma geçti. Onların yanında, ellerindeki silahlarla Barış ve Kubilay durakladı. Karanlığın içinden bir ses yankılandı.
“İkinci, sen Dördüncü ile arkaya git.”
Yüzlerini daha önce hiç görmediğim iki asker, en arkada konumlandı.
“Birinci ve Üçüncü, arkaya destek çık.”
Gür sesli biri emrini verdiği an askerler, onun dediğini yapıyordu.
“Beşinci ve Altıncı sol taraf, Yedinci ve Sekizinci sağ tarafı al.”
Seslendiği askerler sağımıza ve soluma yerleştiklerinde sert postalların sesini işittim.
“Ana kapı benim.” dedi ve karanlığın içindeki silueti belirdi. Mümtaz Çalkun’un arkasında Züğürt’ün yüzü belirdi. Ensesine dayadığı silahı ateşlediğinde Mümtaz Çalkun yere yığıldı. Etrafıma sarılmış bedenlerin arasından gözleri beni buldu.
“Sırr-ı Müphem.” dedi ve önümdeki bedenleri yavaşça geçerek karşıma geçti. Eli hafifçe omzumu bulduğunda bakışları ağırca yana kaydı. Gözlerindeki titrek hüznü fark ettiğimde baktığı yere baktım. Biraz önce Güvercin Timi’nin önünde duran askerlerin yerinde sadece künyeleri kalmıştı. Yeniden Züğürt’ün gözlerine baktığımda üzerindeki kamuflajda kan izleri gördüm.
“Künyemi onda bırakma Güvercin.” dedi ve bir adım geri çekildi. Bakışları Mümtaz Çalkun’un eline kaydığında bir adım yürüdüm ve Mümtaz’ın yanında eğildim. Farkında olmadan yumruk yaptığı elini gördüğümde elimi uzattım ve parmaklarını aralamaya çalıştım. Avuçlarında, kanlı bir künye vardı. Onu oradan alıp doğrulduğumda, artık kimse yoktu.
Karşımda bir kapı aralandı ve adımlarım oraya ilerledi.
Bedenimi derin bir acı bağlarken kulaklarıma ulaşan tiz bir ‘bip’ sesi vardı. Her “bip” sesi, sanki göğsümde bir yerlerde yankı yapıyor, ruhumu oraya çekmeye çalışıyordu. O kadar derin, o kadar donuktu ki, her biri içimdeki boşlukları biraz daha büyütüyor gibiydi. Sanki içimde bir yerde titreyen bir tel vardı ve her sesle biraz daha geriliyordu.
Bir an, sesin arasında sadece sessizliğin kalacağına inandım ama sonra, bir an için parmaklarımı hareket ettirebildim. Hafif bir titreme. Sadece bir uyanışın ilk adımlarıydı. Gözlerimi açmaya cesaret edemedim, karanlık o kadar yoğun ve güçlüydü ki. Kafamın içindeki karmaşadan sıyrılamıyordum.
Bip, bip, bip…
Her biri bana o anın sonsuza kadar süreceği hissini veriyordu ama biliyordum ki bu ses, bir dönüşümün habercisiydi. Gözlerimi aralamalıydım. Bu karanlık, her ne kadar beni içine çekmeye çalışsa da uyanmam gerekiyordu. Zihnimdeki sisin arasına son bir adım atıp, gözlerimi açmaya karar verdim. O anda, her şeyin yerli yerine oturduğunu hissettim.
Sesler.
Artık sadece birer anıydı.
Beni, gerçek hayata tutan izlerdi.
Gözlerim aydınlığa alışmaya çalışırken, başım hafifçe sağa doğru eğildi ve gözlerim netleşmeye başladıkça, bir siluet beliriverdi. O siluet, uzun zamandır görmek istediğim, bildiğim bir figürdü. Mete’ydi ama bir şeyler eksikti. Gözleri, üzerindeki ince kapaklarla gizlenmişti.
Göz kapakları, uykuya dalmış bir insanınkinden çok daha derindi, sanki her biri farklı bir dünya barındırıyordu. Gözlerinin altındaki hafif gölgeler, yüzüne başka bir derinlik katmıştı. O an, her şeyin dış dünyadan bir an için kaybolduğu, sadece onun orada olduğu bir sessizlik içinde kaldım.
Göz kapaklarının altında, belki de her an uyanacak, gözleriyle yeniden her şeyi keşfedecekmiş gibi bir his vardı. O yorgun ve huzurlu ifadesi, o kadar derin ve doğal bir dinginlikle duruyordu ki, sanki zamanı bekleyen bir anın parçasıydı. Hissizlik saran yüzümü hafifçe buruşturup gözlerimi kapattığımda kapının sesini işittim. Gözlerimi açmayı bir süre daha erteleyip adım seslerine kulak verdim.
“Uyanmadı, değil mi hâlâ?”
Osman’ın sesini işittiğimde gülmemek için bedenimdeki ağrıyı düşündüm. O ağrı beni ifadesizleştirdiğinde Kubilay ve Yonca’nın sesini duydum.
“Ne zaman uyanacak?” diye sorduğunda Yonca, birkaç saniye sessizlik oldu. Ardından Kubilay’ın yine süper(!) sivri zekâsı dillere destan bir şekilde kulağıma ulaştı.
“Gözlerini açtığında.”
Bir şaplak sesi duyduğumda Kubilay’ın ağrılı mırıltısını işittim.
“Sus, sus. Uyandıracaksın kadını?”
Yonca.
Sen de mi Yonca?
“Kubilay ile takıla takıla sende salak oldun be kızım?” diyen Osman’ın sesine alkış yapmak istedim. Aklımdan geçeni okumuştu vesselam. ‘Bence artık uyandığını onlara göstermelisin.’ diyen iç sesime kafa atıp gözlerimi araladım ve onlara baktım.
“Haklı.”
Yanımdaki sandalyede oturan Mete’nin ayaklandığını hissederken Osman, farkında olmadan bana dönüp ‘Teşekkürler.’ dedi ve Kubilay’a geri döndü.
“Bak Eyşan bile.” dediği an dondu ve bir kez daha bana baktı.
“Lan!”
“Lan!”
Hepsinin ağzından şaşkınlıkla çıkan kelimeler ile hafifçe gülümsediğimde Yonca, hıçkırarak ağlamaya başladı. Mete, önüme eğilip ellerime dokunduğunda Kubilay, hızla dışarıya çıktı.
“UYANDI!” diye bağıran sesini işitirken Mete’nin hafifçe elimi tutan eline baş parmağımı yasladım. Mavi gözleri titrekçe gözlerimde geziniyor ve sanki ruhumu okşuyordu. Koşan bir postal sesi duyduğumda Alev’in çığlığı odada yankılandı.
“Eyşan!”
Alev, koşarak bana yaklaşırken Barış ve Mete onu durdurdu.
“Ya kız daha yeni uyandı ve yaralı.” diye sitem etti Barış ve Alev’i belinden tutup yanımdan uzaklaştırdı ama odadan çıkartmadı. “Bıraksana Barış.”
Barış, Alev’in tüm ısrarlarına rağmen bırakmadı ve daha çok sardı. Kapıdan içeriye Ümit girdiğinde gülümseyerek bana doğru yaklaştı.
“Güvercin, kendini nasıl hissediyorsun?” diye sorarken bakışları yanımdaki monitörde geziniyordu.
“Kalbim yokmuş gibi hissediyorum.”
Ümit gülerek kafa salladı ve monitördeki bakışlarını bana çevirdi.
“Bu normal, çünkü hemen kalbinin yanından vuruldun.”
“Onların anasını simmmmm.” Tam Alev, küfür edecekken Barış, elini Alev’in dudaklarına yaslamıştı. Gülümseyerek onları izledim. Derin bir iç çekerken bakışlarım hepsinin üzerinde gezinmeye başladı. Onları yeniden görmek güzel şeydi. Gözlerimin en son durağı Mete olduğunda dudaklarındaki buruk tebessümle beni izliyor olduğunu fark ettim. Bağ parmağımı bir kez daha elinin üzerine sürttüğümde omuzları yükselip alçaldı.
“Ne zaman buradan çıkabilirim?” diye sorduğumda hepsi birden üzerime gelmeye başladı.
“Daha yeni uyandın?”
“Olmaz, senin yatman gerek.”
“Eyşan, kurşun biraz daha yanına gelse.”
Hepsinin sesleri birbirine karışırken “Ahh!” diye bağırdım. Yüzümdeki gözler korkuyla donup kalırken kaşlarımı çattım. “Bir susun be! Bir susun.”
Monitördeki ses, hafifçe yükseldiğinde herkes bir adım geriye gitti ama Mete, inatla elimi tutmaya devam ediyordu. Ümit, bendeki bakışlarını monitörden çekip time baktı.
“Dışarıya çıkar mısınız?”
Timdekiler kurbanlık koyun gibi tek sıra halinde dışarıya çıkıp kapıyı kapattıklarında derin bir nefes verdim.
“Ne zaman çıkabilirim?”
Mete’nin elimdeki eli kasıldığında ona baktım.
“Burada durmak istemiyorum. Söz veriyorum evde dinleneceğim.”
Mete’nin bakışlarımı gözlerimde dolanırken tek kaşı sorgulayarak yukarıya kıvrıldı. Tabii ki de rahat durmayacağımın farkındaydı ama burada yatmaktansa evde olmayı tercih ederdim.
“Bugün ve yarın burada kal. Henüz daha yeni gözlerini açtın. Yarın sabah rutin kontrolünü yaparız, yarından sonra pansumanını değiştirip eve yollarız.”
Kafamı salladığımda Mete, Ümit’e baktı.
“Pansumanı kaç günde bir değiştirilecek?”
Ümit, ellerini önlüğünün cebine koyup Mete’ye baktı.
“Emin olmam için yarını görmemiz gerek.” dedi ve derin bir nefes alıp kapıya doğru ilerledi. Odadan çıktığında Mete’nin gözlerine baktım. Mete ise endişe yüklü bakışlarıyla yüzüme bakıyordu.
“Burada kalman daha iyi olmaz mıydı?” diye sorguladığında kafamı iki yana salladım. Başka bir şey demeden dudaklarını yüzüme yaklaştırıp alnıma yasladı. Mete’nin alnımda bıraktığı o sıcak dokunuş, içimdeki fırtınaları bir an olsun dindirdi. Ruhumdaki o kırık, yaralı kelebek, her zaman acıyı hissederken, şimdi bir anda kanat çırpacak kadar özgür hissetti. O an, her şeyin değişebileceğini düşündüm. Kelebeğin kanatları titremek yerine, yavaşça genişlemeye başladı. Kırık kanatlar, zamanla iyileşen bir arı gibi her hareketinde yenileniyordu.
Mete’nin varlığı, ruhumdaki yaralı kelebeğin üzerine dokunan en nazik dokunuştu. Acının o sürekli sarmalında, onunla geçirdiğim her an bir ilacın damlası gibi, ruhumun her hücresine yayıldı. Zihnimdeki karanlık, yavaşça solmaya başlarken, onun bakışlarındaki o derinlik, benim içimdeki yaraları saracak kadar güçlüydü. Onun sessizce yanımda durması, bana gerçek bir huzur verdi.
İçimdeki acının kolları gevşedi. Kelebek, sanki yıllardır hapsolmuş bir kafeste, nihayet özgürlüğe adım atıyordu. Mete’nin bu kadar basit bir hareketi, gözlerime düşen sıcaklıkla birleşerek, beni sarmalayan karanlık duyguları yok etti. Kırık bir kelebeğin sonbahar rüzgârında süzülen narin kanatları gibi, ruhum da bir hafiflik hissetmeye başlamıştı.
Ona bakarken, içimdeki boşluğun ne kadar derin olduğunu fark ettim fakat o boşluk, onun bana sunduğu güvenle doluyor, içimi sarmalayarak her geçen saniye daha güçlü bir hale geliyordu. Her şeyin ötesinde, onun varlığı bir iyileştirme gücü gibiydi.
“Sen nasıl istersen öyle olsun,” dediğinde, o cümledeki sadelik, içimdeki her acıyı yok sayarak bana en güzel iyileşme şekli sunuyordu. Sözleri, kalbimde bir huzur rüzgârı gibi yayıldı. Tüm korkularım, tereddütlerim bir kenara çekildi. Kelebek, artık acı içinde kıvranan bir ruh değil, kanatlarını özgürce açıp dünya ile barışan bir varlık gibiydi ve tüm bu iyileşme, onun sıcak dokunuşları, bakışları ve ruhumun derinliklerine inen sakinliğiyle gerçekleşiyordu.
Dudakları alnımdan ayrılırken yüzünü uzaklaştırmadı. Titrek elleri yanağımda sıcaklığını bırakırken kafasını iki yana salladı.
“Seni öyle görünce öldüm, şimdi ise gözlerinde yeniden can buldum. Sana bir şey olacak diye o kadar çok korktum ki.” derken göz kapakları dolan gözlerinin üzerine kapandı. Yanağına yuvarlanan yaşı fark ettiğimde elimi kaldırıp ağırca yüzüne yaklaştırdım.
“Şşş. Artık buradayım, geçti.”
Kapalı gözlerine rağmen kafasını iki yana salladı.
“Aptalım. O gece. O gece odadan öylesine çekip gitmene izin vermemeliydim.”
Gülümseyerek yanağını okşadım.
“Ama bana küstün.”
Yine kafasını salladı ve dudaklarını yanağıma bastırdı.
“Sus, hatırlatma. Kendimi suçlu hissediyorum.”
Kaşlarımı çattığımda yanağını okşadım ve bana bakmasını sağladım. Gözlerini açıp gözlerime baktığında kafamı iki yana salladım.
“Bu olanlar senin suçun değildi. Mümtaz’ın yanındaki o adamı hatırlıyor musun, hani Ankara’ya gittiğimizde bizi içeriye davet eden kişiyi?”
Kaşları çatıldığında gözlerini bir sinir bürüdü.
“Evet?”
Kafamı salladım. “Hassan Şabi, oydu.”
Dudakları şaşkınlıkla aralanırken gitmek için hareketlendi ama onu durdurdum ve dikleşmeye çalıştım.
“Eyşan, dur.” deyip omuzlarımdan yatağa hafifçe ittirdi.
“Belim ağrıdı.” dediğimde ise gözlerini devirip kafasını iki yana salladı. Tüm odağı bendeyken ellerini tuttum ve sıktım.
“Şimdi gidip ortalığı karıştıramayız. Çamlıhemşin’den bir öğretmen geldi. O öğretmen ile birlikte Züğürt’ü de alıp benim eve gideceğiz.” diye söylendiğimde kaşları yukarıya kıvrıldı ve bedenini bana çevirdi. Uyanmadan hemen gördüğüm rüyayı hatırlayıp devam ettim. “Cemile, Züğürt ile konuşmayı başarırsa Mümtaz Çalkun’un kaçacak bir noktası kalmayacak.”
15 Ocak 2022 / Nefer-09 Üssü – 08:00
Lara Akman, Ağzından
İnsan yaşamını sağlam kuramazmış. En ufak darbede bir yerden kopar ve düşermiş. O darbeden sonra kendini toparlaması ve onarması çok uzun sürermiş. Bunu, annem ölünce anlamıştım. En önemli kolonmuş meğerse. O gittiğinde kolon kırılmıştı.
Ellerim cebimde karşımdaki denizi izlerken hafif rüzgâr saçlarımı okşuyordu. Hafif kısık gözlerim güneşe meydan okurken kıyıya vuran dalgalardan sıçrayan sular üzerime geliyordu. Zihnim, bugün hiç olmadığı kadar sessizdi.
"Lara." Arkamdan gelen sesle başımı yana çevirdim.
"Efendim Kartal?"
Kartal yanıma gelip bana baktı. Bakışlarını benden çekip denize baktığında derin bir nefes aldı.
"Annemiz bugün son evreye girdi."
Kapalı gözlerimin ardındaki o karanlıkta yankılanan cümle, benliğimin o eve gitmesine sebep oldu. Ben, bir üçüncü göz gibi annemi izlemeye başladım. Kapıdan içeri giren kız, beni bile fark etmeden yatakta uzanan kadına ilerledi. Annemin gözleri açıktı ve yan tarafa doğru bakıyordu. Odanın içindeki siluetim yanına yavaş adımlarla gitti ve yatağın kenarına oturdu. Zihnimden hiç silinmeyen sahneler ruhumda yankısını bıraktı.
Annem geldiğimi anlamış olacaktı ki kafasını ağır çekimde bana doğru çevirip gözlerini gözlerime değdirdi. Soluk mavilerinin etrafındaki beyazlıklarda damarlar belirgindi. Karnındaki sağ eli yavaşça havaya kalktı. Yüzüme doğru uzatıp avuç içini yanağıma yasladı. Gözlerimi kapatıp kısa bir süre sonra açtım. Solgun dudaklarını aralayıp derin bir nefes aldı.
"Lara."
Gözlerim dediği şeyle büyürken sol gözünden bir damla yaş aktı. Yanağımdaki eli yavaşça kayarken gözlerini yumdu. Kaşlarımı çatıp elimi şah damarına bastırdım. Dişlerimi sıkıp gözlerimi kapattım. Çenem bükülürken dudaklarımı birbirine bastırdım. Titreyen dudaklarımı araladım.
"Anne."
Annem, benim adımı hiç hatırlamamıştı.
Ta ki gözlerini derin uykuya kapatmadan öncesine kadar.
Gözleri bulanıklaştıran yaşları ellerimle silip ayağa kalktım. Annemin yüzünü elimle sararken yanaklarına gözlerimdeki yaşlar damladı.
"Kartal!"
Odanın kapısı hızla açılıp duvara vururken Kartal, koşarak yatağın yanına geldi. Ellerimi annemin yüzünden çekip geri geri yürüdüm. Sırtım duvara değdiğinde yavaşça yere çöktüm. Tek dizimi kendime çekip diğer dizimi yerde bıraktım. Sağ kolum çektiğim dizimin üstünde yerini alırken Kartal, annemin yüzünü örtüyle örttü ve saatine baktı. Arkasına dönüp masanın üzerindeki açık deftere bir şeyler yazdı. Gözlerimi kırpıp yaşların yanaklarıma dökülmesine izin verdim. Kartal, geriye dönüp yavaşça yatağın kenarına çöküp elleriyle yüzünü kapattığında gözlerimi kapatıp başımı duvara yasladım.
"Sen de gittin. Sende bizi babam gibi bırakıp gittin." diyen Kartal’ın sesiyle gözlerimi açıp ayağa kalktım. Kartal’ın yanına doğru ilerledim. Adımlarım sarsak ve yorgundu. Kartal’ın yanına geldiğimde yanına çöküp kollarımı bedenine sardım.
"Bu acı nasıl geçer!"
Bağırarak bana sarıldığında yenisi eklenen gözyaşlarım üzerindeki beyaz gömleği ıslatmaya başladı.
İnsanoğlu hayatı boyunca aldığı darbelerin yerini hiçbir zaman dolduramazmış. O yüzden bir yanı eksik ve parçalı olarak yaşamayı öğrenmiş. İleride aynı olay başına gelmeden önce temkinli davranıp önlemini alırmış. Bir insana fazla alışmazmış mesela bırakıp da gider diye. Ölmek üzere olan kişilerin yanına gitmezmiş son gördüğü şey olmasın diye. Aklında hep iyi bir anısı kalsın diye...
Peki ben ilerleyen hayatımı nasıl onaracaktım, çok mu uzun sürecekti?
Ruhumdaki o karanlık anı, bedenimi daha çok karanlığa hükmettiğinde önümde bir defter açıldı. Gözyaşlarıyla dolu o defter, rüyamda yine beni bulmuştu.
Annemin üzerinden çıkartılan kıyafetleri toplu bir şekilde yatağın üzerinde duruyordu. Adımlarımı yatağa yöneltip kıyafetlerini bozmadan elime aldım. Burnuma yaklaştırıp derin bir nefes aldım. Gözümden akmaya ramak kalmış yaş ile kıyafetleri yatağa bırakıp gözümü sildim. Bakışlarım odasında tekrar gezerken kapalı siyah bir defter fark ettim. Adımlarımı ona doğru ilerletip kapağını açtım.
Lale AKMAN.
Eğik bir yazılmış yazının üzerinde parmağımı gezdirip sayfayı çevirdim.
(1 Ocak 2015)
Bugün Lale AKMAN’ın hastalığının ilk tanısı koyulmuştur.
Hastalığı: Birinci evre Alzheimer.
İmza: Dr. Bartu AKMAN.
Defteri alıp geri yürüdüm. Baldırlarım yatağa çarptığında oturup defterde bir sayfa daha çevirdim.
(28 Şubat 2016)
Bugün Lale AKMAN’ın hastalığı ikinci devreye (erken-orta dönem) nüksetmiştir.
Belirtileri: Günlük aktivite bozukluğu, yemek yapamama ve çatal-bıçak kullanamama, elbiselerini giyememe, tuvalet ve kişisel temizliğini yapamamadır.
İmza: Dr. Bartu AKMAN.
Gözlerimi kapatıp derin bir nefes verdim. Parmağımı defterin yanına getirip rastgele bir sayfayı çevirdiğimde gözlerimi açtım.
15 Aralık 2018
Bugün Lale AKMAN’ın hastalığı son evreye (ileri ve ciddi dönem) nüksetmiştir.
İmza: Askeri Tabip Kartal AKMAN.
İmzadaki boya kaymıştı. Üzerinde bir damlanın izi vardı. O damla Kartal’ın göz yaşlarıydı. Gözümden bir damla yaş aynı yere düşerken sayfayı çevirdim. Ne bir imza vardı ne de bir tarih. Diğer sayfayı çevirdiğimde yaşlarla doluydu ve mürekkepler dağılmıştı, zor okunuyordu.
20 Nisan 2019
Bugün Lale AKMAN, gözlerini kapadı.
İmza: Oğlu Kartal.
Biz, Hakkari’de yeni timlerin içinde yerimizi alırken annem, hayatının en zor sınavını geçmeye çalışıyordu. Babam, annemin bu haline dayanamayıp öldüğünde bir süre askerliğe ara verip dönüşümlü olarak onu ziyarete gidiyorduk. Onu kaybettiğimiz gün, Hakkari’ye geri döndük. Bir daha da hiç oraya dönmedik.
Ta ki bugüne kadar.
Artvin, benim yok olan evimdi.
Yüreğimin kaldığı cehennemimdi.
Beni ve Kartal’ı, öksüz ve yetim bırakan memleketti.
Gözlerim, uzandığım yerden ağırca aralanırken tavana bakarak kalmaya devam ettim. Askerlikte, ayağını bastığın her toprak evindir. Ruhuna işlenmiş her iz, bir nişanedir. Peki ya, evim?
Beni yüreğimden vuran o yer, benim neyim?
Kapının tıklatılmasıyla yatakta doğrulup ayaklarımı sarkıttım. Ellerim yatağın kenarını sıkmaya başladığında bakışlarımı kapıya çevirdim.
“Gel?”
Kapı yavaşça açıldığında Caner, büyük cüssesiyle içeriye girdi ve kapıyı kapatmadan bana baktı.
“Birazdan çıkacağız, hazırlan.” dedi ve geri çekilip kapıyı kapattı. Tırnaklarım biraz daha avuçlarıma sıkıştırdığım örtüye baskı yaparken derin bir nefes bıraktım.
“Kimi sevdiysek gitti Lara.” diye bağırdı, Kartal. Bakışlarım etrafımda dolanırken birkaç kişinin bize baktığını gördüm.
“Askerideyiz, sesinin tonuna dikkat et.” diye dişlerimin arasından tısladığımda Kartal, bir adım daha bana yaklaştı ve elini çeneme koydu.
“Caner’i unut. O senin ölümün olacak.”
Kartal’ın, biz onları kurtarmadan önceki gecesine ait konuşması buydu. Caner ile aramızdaki çekimi fark etmiş ve sonunda ne olacağını bildiği için uyarma gereksinimi duymuştu. Evet, biz askerdik. Sevdiğimiz insanlar gözümüzün önünde şehit olurken onlara ağlayarak veda ettik ama unuttuğu bir şey vardı.
Annem, asker değildi.
Biz ona rağmen onları kaybetmiştik.
Sonunda ne olacağını düşünmeden hareket edersem, ruhumda kalıcı bir yara kalacağının farkındaydım. Belki de Mete’nin, Eyşan vurulduktan sonra hissettiklerini hissedecektim. Onun gibi darmadağın olacaktım ama yine de sevdim diyecektim. Gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. “Lütfen, bu sefer sevdiklerimi benden alma.” dedikten sonra ayağa kalkıp hazırlanmaya başladım.
İki saat içinde hazırlanıp yola çıkmış ve bizi Artvin’e götürecek aracın içinde kendimizi bulmuştuk. Caner, ne olursa olsun elini elimden bir saniye bile ayırmamış ve bırakmama izin vermemişti.
🕊️
Saat 18:00’yı gösteriyordu. Artvin’de bir otele yerleşmiş ve aşağıdaki organizasyona katılmak için, önceden hazırlanmış kıyafetleri giyinmiştik. Aynanın karşısında dururken elim, elbisemin sırtındaki fermuarı yavaşça yukarı çekti. Soğuk metal parmaklarımı ürpertiyordu. Bu kadar cesur bir kıyafet giymek görev için stratejik olsa da üzerimde yarattığı ağırlık bambaşkaydı. Kumaşın tenime oturuşunu hissediyordum. Her kıvrımımı sardığını, hiçbir detayı gizlemediğini biliyordum. Derin bir nefes aldım.
Siyah kumaşın ışıkta parlayan yüzeyi, beni neredeyse savunmasız bir silaha dönüştürüyordu. Göğüs kısmındaki sade ama dikkat çekici kesimle birleşen yırtmaç, her adımda bacağımı cesurca açığa çıkarıyordu. Bu sadece bir kıyafet değildi, bir rolün parçasıydı.
Arkamdaki hareketlenmeyi aynadan fark ettim. Caner, kravatını düzeltirken bir an için bakışlarımız yansımanın içinde buluştu. Smokin içindeki hali bir dergi kapağından fırlamış gibiydi. Gözlerimi kaçırmaya çalıştım ama kaçış yoktu. O her zaman böyleydi. Bir bakışla sizi yerinizde çivileyebilirdi.
“Lara.” Sesindeki hafif tını, içimde bir yankı yarattı. Sesinin dokunduğu her yer bir anda hassaslaştı. Ona dönmek istedim ama bir adım daha atarsam geri dönemeyeceğim bir noktaya varacakmışım gibi hissettim. Bunu hissetmek beni hem tedirgin ediyor hem de garip bir şekilde içine çekiyordu.
O an, elindeki küçük silahı fark ettim. Yavaş, neredeyse kasıtlı bir hareketle yanıma geldi. Aynamdaki yansımasında gözlerimizi bir kez daha yakaladım. Silahın soğuk metal namlusunu elbisenin yırtmacının arasına soktuğunda nefesim kesildi. Tenime değen metalin verdiği şok, vücudumun her noktasına yayılan sıcak bir yanma hissine dönüştü.
İstemsizce titredim.
Yapma be adam, dokunduğun yerleri ateşe çeviriyorsun.
Bacağımı kavrayışındaki kesinlik, yine de zarafetle harmanlanmış gibiydi. Silahı yavaşça bacağıma bağladığım kemere yerleştirirken elleri neredeyse tüy gibi hafifti. Ellerinin hareketi, istemsizce her bir sinir ucumu harekete geçirdi.
Aynadaki yansımasına bir kez daha baktım. Gözlerini benden hiç ayırmamıştı. O an, hareketlerindeki bu incelikte bir meydan okuma vardı. Sanki bana ne hissettiğimi ne hissetmem gerektiğini söylüyordu.
Silahı yerleştirdikten sonra doğruldu. Tenimde bıraktığı his hâlâ canlıydı. Nefes almayı hatırlamam birkaç saniyemi aldı. O ise, sanki hiçbir şey olmamış gibi kravatını bir kez daha düzeltti ve aynaya sırtını çevirip bana baktı.
“Hazır mısın?”
Yutkunup boğazımı temizledim ve yanımdaki masaya uzandım.
“Son bir ruj kaldı. Onu sürüp çıkabiliriz.” dedikten sonra elimdeki rujun kapağını açtım ve çevirip aynaya yaklaştım. Aralı dudaklarımın üzerinde mat, kırmızı ruju gezdirmeye başladığımda yeniden aynaya dönüp bana baktı.
“Bu biraz fazla değil mi?” diye sorduğunda dudağımı boyayan ruju tenimden ayırdım. Dudaklarımı birbirine bastırıp emiştirdim.
“Görevdeyiz.” dedim ve ona baktım. “Etkileyici olmak bir stratejidir.”
Caner, yarım ağız gülümsedi.
“Stratejiye gerek yok.”
Dediğinden bir şey anlamama müsaade etmeden kenardan silahını aldı. Şarjörlüğü çıkartıp mermilerini kontrol etti ve geri takıp bakışlarını bana çekti. Sürgüyü sertçe çekip beline yerleştirdi ve arkasına döndü. Ayakkabısının içine küçük kasaturasını yerleştirdi ve boğazını temizledi.
“Çıkalım.” dedi ve kapıya doğru ilerledi. Kapıyı açıp beklediğinde ayağımdaki topuklu ayakkabılar parkede yankısını bırakmaya başladı. Odadan çıktığımda kapıyı kapattı ve ceketinin önünü kapatıp elini yumruk yapıp karnına yaklaştırdı. Koluna girip yürümeye başladığımızda asansöre ilerledik. Üç kat aşağıya indiğimizde kalabalık salona giriş yaptık. Sıralı bir şekilde dizilmiş yuvarlak masaların ortasından yürümeye devam ederken zihnimin içinde Barkın’ın sesini duymaya başladım.
“Lala, üçüncü masaya gidip, dört ve beşinci sandalyelere oturun.”
Caner’in kolunu sıkıp bana bakmasına neden olduğumda sahtece gülümsedim ve üçüncü masayı gösterdim. Kafasını eğip kaldırdığında masaya konumlandık. Kalabalık yavaşça artmaya başlamış ve dedikleri gibi ünlü iş adamları, Nefer-09’u öğrenmek için toplanmıştı. Sahnenin ortasına bir kürsü konmuştu. Önünde ise Kalkan Projesi yazıyordu.
Alımlı giyinen bir sarışın kadın sahnede ilerlemeye başladığında alkışlar kopmaya başladı. Elimi kaldırıp ağırca alkışladığımda Caner’e baktım. Sakince oturduğu yerden o da alkış yapıyordu. Gözleri çaktırmadan etrafta geziniyor ve mavileri, her geçen saniye biraz daha ortasındaki siyahlığa karışıyordu. Bakışları saniyelik bir anda beni bulduğunda boğazını temizledi ve alkış yapmayı bırakıp sahneye döndü.
“Hanımefendiler, beyefendiler,” dedi, sesi salonun her köşesine yankılanarak ulaştı. “Bugün burada, insanlığın güvenliğini engellememizi tanımlayacak bir projeyi sizlere tanıtmak için bir aradayız.”
Bakışlarını ekrana çevirdiğinde ekran siyah bir şekilde kaldı. Tereddütle gülümsemeye devam ederken sahnenin görünmeyen kısmına baktı. Dudakları aralandığında masaya döndü ve “Teknik arıza oluştu, izninizle.” dedi ve sahnenin arkasına gitmeye başladı. Caner, bana dönüp kulağıma doğru eğildi.
“Bunun senin başının altından çıktığını söyleme.” diye fısıldadığında hafifçe kıkırdadım ve masadan kalkıp üzerimi düzelttim. Adımlarım sahne arkasına doğru ilerlerken sırtımdaki bakışları hissedebiliyordum. Tabii ki de benim planımdı. Otele geldikten sonra Caner odada duş alırken aşağıya inmiş ve kimseye yakalanmadan dosyaları silmiştim.
Sahnenin arkasında beliren ince uzun koridorda yürümeye devam ederken koluma sarılan ellerle durmak zorunda kaldım. Bakışlarım kolumu tutan adama döndüğünde adam, kaşlarını çattı.
“Hanımefendi, buraya girmeniz yasak.”
Gülümseyerek kolumu çekmeye çalıştım.
“Yalnızca tuvaleti arıyordum ve bana burada olduğunu söylediler.”
Karşımdaki adam kafasını iki yana salladı.
“Hayır, burada değil. Salonun ana kapısından sola döndüğünüzde sarı çizgiyi takip edin.” dedi ve elini kolumdan çekti. Gitmem için beklerken dudaklarımdaki sahte gülümsemeyi genişlettim. Bir şeyler bulup ondan kurtulmam ve koridorun sonuna gitmem gerekti.
Hadi kızım, düşün!
“Aslı!”
Caner’in sesiyle sola doğru baktığımda sert adımlarıyla bize doğru yaklaşmaya başladı. Yanımızda durduğunda bakışlarını bir adamda bir de bana çeviriyordu. Neredeyse adamla aynı boydaydı ama Caner ondan daha cüsseliydi.
“Ne oluyor burada?” diye sordu adama, Caner. Adam ise kafasını iki yana salladı. Hızla Caner’in kolunu yakaladım.
“Hayatım, bir şey olduğu yok. Tuvaleti sordum, görevli de bana yerini tarih etti.”
Caner’in adamdaki bakışları daha da sertleşmeye başladığında adam, elini kulaklığına götürdü. Tam arkasını dönüp gidecekken Caner’i dürttüm. Gözleri dudaklarıma kayarken ‘Bir şey yap.’ diye dudaklarımı oynattım. Caner, gözlerini devirip kolunu elimden kurtardı ve adamın arkasından boynunun yanına vurdu. Adam, gürültüyle yere yıkıldığında etrafıma bakındım ve Caner’in elini tutup koridorun sonuna doğru sürüklemeye devam ettim.
“Neyin peşindesin sen?” diye fısıldadığında hiçbir şey söylemeden çekiştirmeye devam ettim. Koridorun sonuna vardığımızda etrafıma bakıp daha önce girdiğim odanın kapısını açtım. Kafamı sokup etrafa bakınca iyice araladım ve içeriye girdim. Caner’i içeriye çekip kapıyı kapattım.
“Sen yukarıda duş alırken buraya geldim ve bağlantıları koparıp dosyaları sildim.” dediğimde gözleri kısıldı ve tam dudakları aralanacakken durdu. Bakışları etrafta gezinirken kolumdan tutup kırmızı bir perdenin arkasına sürükledi. Elimi dudaklarımın üzerine yaslayıp dudağının üzerine işaret parmağını bastırdı.
“Bu ekran niye açılmıyor Salih? Daha sabah baktığımda dosyalar vardı!”
Bu, biraz önce konuşan kadının ta kendisiydi.
Kadının adımlarını duyduğumda içimdeki gerginlik bir anda tavan yaptı. Topuklu ayakkabılarının sesi odanın içinde yankılanıyordu ve her yankı, kalbimin hızlı atışını daha da belirgin hale getiriyordu. Caner, beni hiç tereddüt etmeden perdenin arkasında biraz daha kendini bastırdı. O an tüm vücudum bir titreyişle doldu. Gözlerim, Caner'in ellerine kayarken, bir an için ne olduğunu tam olarak anlamadım. Sadece o anı yaşadım, gizliliğin içinde kayboldum.
Caner, ellerini belime yerleştirdi. Sımsıkı tuttu. Bunu, bir uyarı gibi hissettim. O kadar yakındı ki, omzumun arkasına konan ellerinin sıcaklığını, nefesimi duyar gibi oldum. Gözlerim, kadının hareketlerini takip etti. Ekstra dikkatli, bir şeylerin ters gittiğini hissediyordum.
Kadın bilgisayarın başına geldiğinde, sesi biraz daha sertleşmişti. "Neden açılmıyor?" dedi. Sesindeki gerginlik, beni de sarhoş eder gibi etkiledi. Caner’in gözleri, her zaman olduğu gibi, hiçbir şeyin dışarıya taşmasına izin vermiyordu. Sanki her şeyin kontrolü ondaydı ama o kadar sessizdi ki, bu sessizliğin içinde boğulacak gibiydim.
Kadın hareket etmeye devam etti, Caner ise hiç kıpırdamadı. O kadar sakin, o kadar kontrol altındaydık ki, içimdeki kaygıyı bir türlü bastıramadım fakat Caner’in her hareketinde bir güven vardı. Bu güvenin içinde ne kadar tehlike barındırdığını bilsem de ona güvenmek başka bir şeydi.
Kadın dosyayı alırken, Caner, dudaklarıma parmağını koydu. Beni yine sessizliğe zorladı. Dudaklarımda parmağının baskısını hissederken, sadece sesimin değil, kalbimin de kontrolünü kaybetmemek için savaşıyordum. Kadın hala işine devam ederken, her şeyin sadece bir saniye kadar yakında olduğunu fark ettim.
Bir ses geldi, ekrandan. O an, kadın bir an duraksadı. Ekranın sükûneti, odada yükselen gerilimi arttırıyordu. Kadının dikkatini tamamen başka yöne çekmeye çalışırken, Caner’in parmağına daha sıkı sarıldım. Bir şeyler olduğunu hissediyordum ama tam olarak ne olduğunu anlamadım. Sadece, o anda, ona güvenmekten başka seçeneğim yoktu.
Caner, dudağımdaki elini çekti ve gözlerini sağıma doğru çevirdi. Burnundan hafifçe bir nefes verip o elini de belime koydu ve teninden ayırmadan havaya kaldırdı. Ağır ve temkinli adımlarla baktığı yere ilerlemeye başladı. Zihnimde yeniden Barkın’ın sesini işittiğimde elimi Caner’in omuzlarına koydum.
“Olduğunuz yerde, sağda bir oda var. Oraya gidin.”
Caner’in omuzlarındaki ellerimi sıkıp bana bakmasını sağladığımda gözlerimle arkasındaki yeri gösterdim. Gözlerini kısıp arkasına baktığında yavaşça oraya doğru yürümeye başladı. Tek elini belime daha çok sarıp diğer eliyle kapıyı açtı. İçeride on beş kişi silahlarıyla bakıyordu. Bize dönen silahlar bir anda yere çevrilirken Caner, beni bıraktı ve kapıyı kapattı. Bu kişiler, görev için burada olan Çamruklu Timi’ydi. Tim komutanı olduğunu düşündüğüm kişi elindeki küçük kulaklığı Caner’e verdi ve yeniden silahını tuttu.
“Barkın Koral’ın emri var.”
Caner, hızla kulaklığı kulağına yerleştirdi ve bakışlarını bana dikti. Ne duyuyordu bilmiyordum ama Caner’i sinirlendirdiği kesindi. Caner, ustalıkla birkaç saniye sonra kulaklığı kulak içinden çıkarttı ve yanındaki Tim komutanına döndü.
“Siz içerideki insanların tahliyesini ve alınacak kişilerin kaçmasını engelleyin. Bizde yukarıya çıkıp Hassan Şabi’yi alalım.”
Tim komutanı kafasını salladığında arkasındaki ekibe işaret verdi. Hepsi dağılarak kaybolduklarında Caner, kolumdan tuttu ve sürüklemeye başladı. Birbirinden farklı kapılardan geçip asansöre bindiğimizde on beşinci katı tuşladı.
“Senin yüzünden düştüğümüz hâle bak.”
Kaşlarımı çattım. Bu konunun benimle ne alakası vardı.
“Nasıl benim yüzümden?” diye sorduğumda başka bir şey demedi ve asansörün durmasını bekledi. Durduktan sonra silahını çıkartıp yürümeye başladığında hızla yırtmacımdaki silaha uzandım. Temkinli bir şekilde yürürken bir el saçlarıma yapıştı ve beni geri çekti. Caner, hareketliliği duymuşçasına silahı bana doğru çevirdi.
“Sakın kıpırdama, yoksa bu kızın beynini dağıtırım.”
Caner, sertleşmiş çehresiyle elindeki silahı kavrayıp kafasını sağa doğru eğip kaldırdı. Gözleri kısıldığında silahını ateşledi ve arkamdaki bedeni vurdu. Beni tutan beden birden yere yığıldığında hızla Caner yaklaştı ve adamın elindeki silahı uzaklaştırdı. Adam yerde acıyla kıvranırken bir yandan parçalanmış kulağını tutuyordu.
“Çok bile yaşamıştın ama bu seferlik kulakla yetinelim.”
Kaşlarımı çatıp Caner’e baktığımda gözlerini bana çevirdi. Derin bir nefes verip cebinden telefonunu çıkarttı ve bakışlarını telefona indirdi. Bir numara tuşlayıp gözlerini yerdeki adama çevirdi.
“Hassan Şabi, yuvada.” dedikten sonra yanımıza koşarak gelen iki asker Hassan Şabi’yi alıp gitti. Odaya geri döndüğümüz sırada Caner, eşyalarını aldı ve giyinmem içiçn tuvalete gitti. Kapı kapandıktan sonra üzerime beyaz bir boğazlı kazak, altıma mavi kot pantolonumu ve siyah kabanımı giyip köşede duran siyah fuları aldım. Buraya kadar gelmişken annemi görmeden gidemezdim.
Caner, banyodan çıkıp bana baktığında eşyaları yatağın üzerine bıraktı. O da siyah bir boğazlı ve siyah kot pantolon giymişti. Üzerine siyah paltosunu alıp önünü iliklediğinde çenesiyle kapıyı gösterdi. Hızla odadan çıkıp aşağıya indiğimizde gelen destek ekiplerinin salonda kim var kim yoksa aldığına şahit olmuştum. Caner, eliyle dışarıyı işaret ettiğinde yürümeye devam ettim. Otelin önünde bekleyen araca bindiğimizde önde oturan şoföre baktım.
“Tarsus Mezarlığı’na.”
Adam kafasını sallayıp sürmeye başladığında Caner’in elini kolumda hissettim.
“Orada ne yapacağız?” diye sordu ama cevap vermek yerine yüzümü cama doğru çevirip yaslandım. Ezbere bildiğim yollar, zihnimden hiç silinmemişti. Caner'in sorusu havada asılı kaldı ama ben sadece düşündüm.
Orası, geçmişimle hesaplaşmak için gittiğim yerdi. Cevap veremememin nedeni, söylediklerimi açıklamak için hazır hissetmememdi. Yolları, her sokağı, her dönüşü bilmek bana yıllar önce kaybettiğim bir parçamı hatırlatıyordu.
Arabada sessizlik hakimdi. Caner belki de sorusunun yanıtını anlamıştı, belki de sadece sessizliği bekliyordu. Gözlerimi camdan dışarıya odakladım, her şeyin eskisi gibi olup olmadığını görmek istedim. Yavaşça geri dönerken, Tarsus’un hüzünlü yüzü bir kez daha zihnime kazındı. Araç durduğunda kapıyı açıp indim. Ellerim cebimde yürümeye devam ederken arkamdaki adım seslerini fark edebiliyordum.
Adımlarım mezarlığın girişinde durduğunda ellerimi ceplerimden çıkarttım ve boynumdaki fuları ağırca çözdüm. Parmaklarımın arasında uçuşan fuları saçlarımın üzerine örtüp içeriye girdim. Kaç sene olmuştu, saymamıştım. Fuları tutan parmaklarım titremeye başladığında avucumun içinde parmaklarımı sıktım. Adımlarım bir mezarlığın önünde durakladığında titrek bir nefes aldım.
AKMAN AİLESİ
Lale AKMAN – Bartu AKMAN
“Ben, bilmiyordum.”
Caner’in sesiyle dudaklarımda buruk bir tebessüm oldu.
“Geçmiş, yalnızca kurcalanırsa kanar.” dedim ve yavaşça mezar taşının önünde çöktüm. Kuru toprağa sürülen ellerim, sanki annemin çatlamış ellerine benziyordu. Hissiz bir göz yaşı sol gözümden aktığında büyük bir nefes aldım.
“Güvenmiyorsun dedin ya.” dediğimde dudaklarım içe büzüldü ve gözlerim daha çok dolmaya başladı. Gözlerimi kırpıştırıp dudaklarımı araladım ve derin bir nefes verdim. “Aslında kaçıyordum.”
Caner’in elini sırtımda hissettiğimde kafamı iki yana salladım ve annemin mezar taşına baktım.
"Geçmişin, ne kadar silinse de bir şekilde seni buluyor, değil mi? Annem, babam... Buradalar ama aynı zamanda hiçbir yerde... Bazen sadece kaybolmuş hissetmiyorum, bir boşluk var içinde... sanki hiç var olmamışlar gibi."
"Lara..." Caner’in sesi, derin bir hüzünle yankılandı. "Geçmişin seni bulması demek, seni bırakması demek değil. Bir zamanlar var olmuşlarsa, o varlıkları unutmanın seni güçsüzleştirmesine izin vermemelisin. Onlar hep seninle olacak, sen yeter ki onların hatırasını yaşat."
Burnumu çekip Caner’e döndüm. Gözlerinde titrek bir hüzün vardı.
“Onların hatırası da bir yük gibi, Caner. Herkesin bir yolu vardır, bir sınavı. Benimki sadece onlara veda etmekle bitmedi, bir de onları taşımak zorundayım." dedim ve derin bir iç çektim. Mavi gözleri, bir sağ gözümde bir de sol gözümde uzunca durakladı.
“Kimi sevdiysem gitti. Ben artık bu korkuyla, sevdiklerime bir şey olacak korkusuyla yaşamak istemiyorum.”
Caner, kafasını belli belirsiz salladı. Düşünceli bir şekilde gözlerini kaçırdığında göz bebekleri büyüdü. Bana ağırca geri döndüğünde o gözlerinde kimi düşündüğünü anlayabilmiştim.
Mete’yi.
Sevdiği uğruna gözünün önünde ömrü tükenen ikizini.
Yeniden burnumu çekip derin bir nefes aldım ve ayağa kalktım. Caner’de ayağa kalkıp tam karşımda durduğunda çenemi dikleştirdim, yüzüne baktım. İçimdeki fırtına, bir nehrin taşması gibi, her an her yeri bastırmaya, her yönüyle sarmaya hazır gibiydi. Biriken yılların öfkesini, hayal kırıklığını ve kaybetme korkusunu, şimdi daha yakından hissediyordum. O an her şey bir anlık ama sonsuz bir zaman diliminde bir araya geldi.
Gözlerimin önüne, kaybettiğim anılar, çözülemeyen bağlar, kırık dökük ilişkiler gelip gidiyordu. Duygularım, akıl ve mantıkla yavaşça çatışarak daha da çarpık bir şekilde yığılmaya başlamıştı. İçimdeki fırtına, hiçbir şeyin eski haliyle kalmayacağına dair bağıran bir sesle büyüyordu.
Bir cümle, dudaklarımın arasından kaderime yazıldı.
“Bizim aramızda arkadaşlık bile olamaz.”
Ruhumu parçalayarak kanatmaya başlayan cümleyle Caner’in yanından geçip mezarlığın çıkışına doğru yürümeye başladım. Ağlamam yetmiyormuşçasına gürleyen hava gözyaşlarıma destek olmak isteyerek yeryüzünü ıslatmaya başladığında kolumdan sertçe tutuldum.
“Lara!”
Caner’in bağırışı izbe mezarlıkta yankılandığında çenemi dikleştirip kaşlarımı çattım.
“Ne var? Ne!”
Kirpiklerine çarpan yağmur taneleri, gözlerini her kırptığında yanaklarına dökülüyor ve ardından yenileri yerine ekleniyordu.
“O nasıl bir sözdü?”
Sinirle dişlerimi sıktım.
“Ne anladıysan o. Beni rahat bırak!” deyip kolumu ellerinden kurtardım. Arkamı ona döndüm ama Caner, gitmeme izin vermeden yeniden kolumdan tuttu ve bedenimi kendine doğru çevirdi. Ellerimi sertçe göğsüne koyup ittirdiğimde afallamışçasına gözlerime baktı.
“Beni, rahat, bırak! Benden uzak dur!”
Yumruk yaptığım ellerim sürekli sert göğsüne çarpıyordu.
“Kaç benden, yanıma gelme, uğrama!” diye bağırdım ve bir kere daha vurdum. Yumruklarım güçsüzleşirken kalbimdeki savaş bir türlü bitmiyordu.
“Her gün halimi hatırımı sorma.”
Çığlığım mezarlıkta yankılandığında elleri bileklerime dolandı. Kurtulmak için çırpınırken ıslak bedenlerimizi birbirine yaklaştırıp kafasını iki yana salladı.
“Bırakmayacağım.”
Bir kez daha çırpındığımda bir eliyle bileklerimi tutmaya devam etti. Diğer elini belime koyup daha da bedenimi bedenine yasladı.
“Bırak.” derken dudaklarımın arasındaki hıçkırık kaçtı, havaya süzüldü.
“Lara, bırakamam.”
Dediğiyle yüzümü buruşturup bir kez daha hıçkırdım.
“Bırak Caner, bırak. Kaybetmekten yoruldum!”
Onu bir kez daha ittirdiğimde belimdeki elleri yavaşça yanına düştü. Hıçkırarak ona sırtımı döndüm ve yürüdüm. Yeryüzündeki herkes bir araya gelebilirdi ama biz olmazdık. Ruhumdaki kanayan yara daha da açıldı ve bir daha kapanmamak üzere kanamaya devam etti.
Mantığım ile kalbimin arasındaki savaşı, mantık kazanmıştı.
-
BÖLÜM SONU
BÖLÜM SONU MEDYALARI
Instagram: _jupiterdebirokur
Tiktok: jr.napolita
X: sultanakr9
Wattpad: sultanakr
Merhabalar efenim, kendimi toparladım ve yeniden burada buldum. Öncelikle nasılsınız? Umarım iyisinizdir.
Bu bölüm hakkındaki düşüncelerinizi merak ediyorum?
Son sahnede Lara'nın neden Caner'den bir anda kaçmak istediğini artık anlamış bulunmaktayız ve bu bir süre devam edecek. Çünkü diğer bölümde Züğürt için önemli noktalara değineceğiz. Heyecan doruk seviyelere çıkacak şimdiden uyarayım.
Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle
Sultan Çakır
beş aralık iki bin yirmi dört
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.04k Okunma |
285 Oy |
0 Takip |
41 Bölümlü Kitap |