Yeni Üyelik
21.
Bölüm

XVI - DUVAR

@sultanakr

Merhabalar efendim, yine ben geldim. Bu bölümde +18 sahneler mevcut olacak. Hikâye örgüsünden kopulmaması için bilerek bölüm sonuna doğru yazmaya gayret ettim. Uyarı verdiğim noktadan itibaren bölüm sonlanmış olacak.

Bilginize, aşağıda buluşalım.

Oy ve yorumlarınızı lütfen eksik etmeyin, keyifli okumalar.

Bölüm Şarkısı;

Gönlüm, Elektro Tülay

Yüksek Yüksek Tepelere, Candan Erçetin

Yanarım, Carlos & Yaren

Gel Ya Da Git, Farah Zeynep Abdullah

 

 

 

🕊️

XVI

 

26 Aralık 2021 / Lapazan Yaylası, Trabzon

Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından

Hiç yönünü kaybettin mi?

Olduğun yerde dururken kim olduğunu unuttun mu?

Nereye gittiğini bilmediğin yollarda, varlığını yok saydın mı?

Bunları birisi bana sorsaydı cevabım ‘Evet.’ olurdu.

“Anne, bak, kar yağıyor.” diyerek koşan küçüklüğümün zihnimde bıraktığı cümleler, ruhumun bir köşesinde unutulmuş kitap gibiydi. İçinde yazılanların ardında bıraktığı karanlık sayfalar, beni ben yapan satırlardan oluşuyordu. O küçük kız, yönünü kaybetmişti.

“Asena Gündüz, Rize.” diyerek tekmiline başlayan o 18 yaşındaki genç kızın duruşu, zihnimde ara sıra dolaşan adımlarının yankısını kulaklarımda bırakıyordu. Eli alnının yanında durduğu anlarda bağrından kopan soyadı her zaman dudaklarından farklı bir isim olarak dökülüyordu. O genç kız, kim olduğunu unutmuştu.

“Yarın Yonca’yı istemeye gidiyoruz.” diyen kendimin yolları Trabzon’a çıkmıştı. Osman, Kubilay ve Deniz; Kubilay’ın memleketi olan Erzurum’a yola çıkmışken, Alev, Barış ve ben Yonca’nın memleketi Trabzon’a varmıştık. Nereye gittiğimi bilmiyordum. Derdimi tasamı bırakmış, varlığımı yok sayarak bilmediğim bir yoldaydım.

Bir hiçliğin içinde kaybolmuş, ne yapacağını bilemeyen bir ruh gibiydim. Kendi içimde fırtına vardı ve o fırtına beni en zayıf yerlerimden savuruyordu. Düşüncelerim ise karanlık bir ormanda yönünü kaybetmiş kuşlar gibiydi. Bir yere varmadan aynı noktada dönüp duruyordu.

Bindiğimiz araba Lapazan Yaylası’nda durduğunda Yonca, dudaklarındaki harika bir gülümseme ile indi ve onu dışarıda bekleyen ailesine koştu. Arabadan inip ayaklarımı kaygan, yeşil çimenlere sağlamca bastım.

“Anne!”

“Yavrum!”

Bir annenin yavrusunu bağrına basması ne kadar uzun sürerdi?

En önemli soru ise; bir anne, yavrusuna kavuşması için kaç ömür tüketirdi?

Bu soruların cevaplarını verecek bir annem yoktu.

Alev, koluma yaslanıp bana baktığında sert çehremin altından gülümsemeye çalıştım. Eski Eyşan’a geri dönmüş ve asla o sert çehremden ödün vermemeye başlamıştım. Ruh halimi herkes fark etmiş ve üzerinde durmamaya gayret göstermişlerdi. Bakışlarım Yonca’ya sarılan kadına çevrildiğinde biraz olsun çatık kaşlarımı gevşetmeye çalıştım. Beni gördüğünde kızına sarılmayı bıraktı. Bir iki adım yaklaşıp bana sarıldığında ellerim yanımda kalmıştı.

En son ne zaman annene sarıldın, Eyşan?

“Hoş geldiniz kuzularım.” dedi ve Alev’e sarıldı. Göğsümdeki boşluğa soğuk rüzgarlar çarparken gözlerimi kırpıştırdım ve ellerimi ceplerime soktum. Yonca’nın annesi Alev’e sarıldıktan sonra Alev’in, benim gibi aynı dertten mustarip olduğunu fark edince ona yaklaştım ve omzumu omzuna sürttüm. Alev, yutkunup omzunu silktiğinde önümüzde yürümeye başlayan Yonca’yı takip etmeye başladı.

Patikada ilerlerken adımlarım beni nereye götürürse oraya gidiyordum. Dağlar birer sığınak gibi önümde uzanıyordu. “Keşke.” dedim içimden ama cümlenin devamını getiremedim. Bu kelime, hayatımda asla yer bulamayacak kadar naifti.

Yonca’nın evine yaklaştığımızda bahçedeki çiçeklerin rengine bile dikkat edemediğimi fark ettim. Şu an önemli olan başka bir şeydi. Kendime olan inancımı geri kazanmalıydım. Zihnimde bir kale inşa ediyordum. Her taşını yeniden yerine koyarak, daha sağlam ve yıkılmayacak bir sığınak.

Zamanı geldiğinde benim bile yıkamayacağım bir duvarlar.

Kapıdan içeriye girdiğimizde, ahşap zeminli bir hol karşıladı. Duvarlarda birkaç eski fotoğraf çerçevesi, kararmış kalıplar içinde dönemin izlerini taşıyan fotoğraflar vardı. Bir köşede eski bir gramofon hem nostaljik bir detay hem de evin geçmişiyle bir bağ gibiydi. Odanın ortasında büyük yuvarlak bir masa vardı, etrafı ise ahşap sandalyelerle çevrilmişti.

“Bu arada annem kendini tanıştırmayı unuttu.” dedi Yonca ve eliyle annesine ve babasına beni gösterdi.

“Bu, güzeller güzeli komutanım Eyşan. Eyşan abla annem, Suna. Babam Ferdi.”

Kafamı eğip selamladığımda annesi büyük bir gülümsemeyle karşılık verdi. Gözlerindeki parıltılar Alev’e kaydı.

“Alev ablam, kendisi havacıdır.”

Alev, gülerek Yonca’ya baktığında Yonca, Alev’in yanında duran Barış’ı işaret etti.

“Barış abiyi tanıyorsun zaten, ben okulu bitirdiğimde ilk komutanımdı.”

Alev, şaşkınca Barış’a baktığında Barış ‘Ne sandın beni yavrum.’ dercesine bir bakış attı.

“Evet, çaylar da geldi.”

Suna teyzenin bizi kollarımızdan tutup çekiştirmesiyle koltuklara devrilmiş ve önümüzde birer çay bardağıyla oturtturulmuştuk. Yonca’nın babası ve annesi yan yana oturduklarında elimdeki çay bardağını tuttum, bir yudum alıp önüme bıraktım.

“Valla çocuklar, Yonca birden geliyoruz deyince ne yapacağımı bilemedim. Daha yemekleri anca yetiştirdim.” diye söylendiğinde Barış, elindeki çaydan bir yudum alıp elini iki yana salladı.

“Suna teyze biz sohbet için geldik.” dedi ve kahkaha attı. Yonca kaşlarını Barış’a karşı çattığında Barış, çayından bir yudum daha aldı.

“Barış abi, lütfen. Annemi güldürüp seni kayırmasını sağlamaya çalışma.”

Yonca ve Barış birbiriyle laf dalaşına girerken önümdeki çaya uzandım. Bakışlarım hiç fark etmediğim bir anda duvarda asılı bir fotoğrafa kaydı. Yonca’nın küçüklük fotoğrafı bir cümleyi kulaklarıma amansızca yerleştirdi.

“Sen yoktun o sıralarda ama komodinin üzerindeki fotoğrafın vardı. Üzerindeki asker kıyafetinle o kadar çok yakın gelmiştin ki o fotoğrafı aldıktan sonra Caner geldi ve beni dışarıya çıkarttı. Asiye yengenin yanına gidip orada büyüdüğüm süre boyunca her daim fotoğraflarını gördüm.”

Elimin altındaki çay bardağı kayacak gibi olduğunda hızla elimi çektim. Bardak yere düşmedi ama gürültü bırakarak olduğu yerde kaldı.

“Ay bismillah.”

Suna teyze eli yüreğinde bana bakarken kafamı eğdim ve ayağa kalktım.

“Ben bir müsaadenizle dışarıdayım.” deyip içeriden kaçarcasına kaçtım. Kendimi güçlükle kapının önüne atıp ayakkabılarımı giydim ve merdivenlerden aşağıya indim. Elim iç ceplerimdeki sigaraya yeltendiğinde önüme uzatılan dalı gördüm. Bakışlarım sola kaydığında Barış, dudaklarındaki sigarayla bana bakıyordu. Sigara dalını alıp yaktığımda derin bir nefes bıraktım.

“Hayatımda bir kere olsun edebiyat yapmadım, yapamadım. Arkadaşlarım ellerimin arasında son nefeslerini verirken gözümden bir damla yaş bile akmadı. Duygusuz bir şerefsiz olduğumu düşünürken tüm algılarımı değiştirebilecek birisiyle tanıştım.”

Bakışlarım Barış’a çevrildiğinde dudaklarının arasından zehirli dumanı üfledi ve bir nefes daha çekti.

“İnsanı insan yapan duygulardır ama duyguları sikip atan da onlardır. O yüzden sana boş laga luga yapıp aklını karıştırmayacak veya onu hatırlatacak şeyler söylemeyeceğim. Birkaç gün, yalnızca bir gün izin ver kendine yüzbaşı. Gerekirse duygularını siken sen ol ama yine de kendine izin ver.” dedi ve elindeki sigarayı yere çömelip söndürdü. Ayağa kalktığında yanımdan ayrılıp içeriye girdi.

Parmaklarımın arasındaki sigaradan büyük bir nefes çektiğimde geri üfledim ve onun yaptığı gibi yerde söndürüp elimdeki izmaritle eve geri döndüm. Kenardaki çöpün içine bırakıp yerime geri oturduğumda bana bakan meraklı gözlere odaklandım.

“Malumunuz uzun yoldan geldik. Sigara içmeyince benim algılar köreldi.”

Ferdi Bey, kafasını iki yana salladı.

“İçmeyin şu mereti kızım. Canınıza can mı katıyor?”

“Baba.” Yonca, sitemle babasına baktığında içeriye koşarak bir küçük oğlan çocuğu girdi.

“Hani, hani nerede askerler!” diye salonun ortasında bağırdığında Suna teyze hafifçe oğlunu tuttu.

“Oğlum, bağırma.” dedi ve yüzünü bize doğru çevirdi. “Bak, ablaların ve abin orada.”

Küçük oğlan çocuğu bakışlarını bizim üzerimizde gezdirip benim üzerimde durdu. Yavaş adımlarla annesinin yanından ayrılıp önümde bekledi. Eli ağırca havaya kalkarken yanağıma usulca kondu. Dudaklarımda minik bir tebessüm ile onu izlediğimde küçük dudakları öne doğru uzandı.

“Sen asker misin?”

Kafamı salladığımda parmakları kaşımın üzerindeki izi kalmış yaraya dokundu.

“Burası uf mu oldu?”

“Anneciğim.” dedi Suna teyze ama çocuğun arkasından elimi uzatıp onu durdurdum. Çocuğu kucağıma alıp bakışlarımı gözlerinde gezdirdim.

“Adın ne bakalım senin?”

Küçük çocuk kaşlarını çattı.

“Soruma cevap istiyorum.” Diyerek kollarını göğsünde bağladı.

Ah be evladım hangimiz sorulara cevap buldu ki sen bulacaksın diyecektim ki kendimi zor tuttum.

“Uf oldu, şimdi söyle bakalım. Adın ne senin?”

Gülümsedi ve çürük dişlerini bana gösterircesine gülümsedi.

“Eyüp.”

Kafamı aldığım cevapla salladığımda elimi ona doğru uzattım.

“Memnun oldum, Eyüp. Bende Eyşan. Bu gördüğün Alev ablan ve Alev’in sana mesleğini söylememi ister misin?”

Eyüp, ısrarcı bir tavırla kafasını salladığında dizimle düşmemesi için destekleyip ellerimi havaya kaldırdım ve uçuyormuş gibi yaptım.

“Alev ablan böyle, böyle uçuyor.”

Eyüp, gözlerindeki merakla Alev’e baktığında Alev, kollarını iki yana açtı ve havada süzülüyormuşçasına sallandı. Eyüp, bacağımdan kalkıp kollarını iki yana açtı ve salonun ortasında yuvarlak çizmeye başladı.

“Bende uçmak istiyorum!”

Barış, hızla ayağa kalkıp Eyüp’ü koltuk altlarından tuttu ve omzunun üzerine aldı.

“Ahahaha! Uçuyorum! Anne, bak, uçuyorum.”

“Uçuyorsun Eyüp.”

Kubilay’ın sesini duyduğumda ağırca ayağa kalktım ve ardından gelenlere baktım. Kubilay, ailesini bırakmadan yanına aldığında Melek teyze ile bakışlarımız kesişti. Melek teyze gülümseyerek baktığında gülümsedim. Her iki tarafında ailesi birbiriyle tanışmaya başladığında derin bir nefes aldım ve Osman’a doğru ilerledim.

“Biraz dışarıda konuşalım mı?” diye sorduğumda kafasını salladı ve evin kapısına adımladı. Kapıdan çıktığımızda bakışları yüzüme sabitlendi.

“Çiçek ve çikolata almaya kim, kim gidilecek?” diye sorduğumda Osman, düşünürcesine gözlerini sola eğdi. Sonra bakışları yeniden bana çevrildi.

“Kubilay’ı birazdan kaçırayım. Gidip alıp gelelim, sen de gelecek misin?” diye sorduğunda kafamı salladım.

“Geleceğim tabii Osman, ben bugün erkek eviyim. Hem biraz Yonca’da kafasını dinler, ailesiyle vakit geçirir.”

“Ne konuşuyorsun kızım fısır fısır? Millet içeride sizi bekliyor.”

Alev, kolumu dürtüp içeriye geri kaçtığında gözlerimi devirdim ve elimi iç cebime soktum. Geri çıkarttığımda parmak uçlarımdaki zarfı Osman’a uzattım. Osman, elimdeki zarfı aldığında kaşları çatıldı.

“Bu ne?”

Osman’ın sorusuyla gözlerimi devirdim.

“İstifa mektubum, sizden çok sıkıldım.”

Osman, dehşet bir şey söylemiş gibi bana baktığında gözlerimi yeniden devirdim.

“Ya oğlum salak mısın sen? Para lan, para. Çiçekle çikolatayı Kubilay öpücükle mi alacak buralarda?”

Osman, gözlerindeki rahatlamayla yana doğru baktı ve birden kaşlarını çattı. Elini uzatıp ‘Gel.’ İşareti yaptığında arkama döndüm. Bize yaklaşan Kubilay’a baktığında elindeki zarfı uzattı. Kubilay, şaşırarak bir elindeki zarfa bir de bize baktı.

“Bu ne komutanım?” diye sorguladığında Osman, tam ağzını açmıştı ki onu susturup ben konuştum.

“Para Kubilay. Osman ile niyetlenmiştik, vermek bugüne kısmet oldu.”

Kubilay’ın dolan gözlerini gördüğümde dişlerimi sıkıp elimi havaya kaldırdım.

“Bak oğlum zaten kendimi zor tutuyorum yemin ediyorum geçiririm şu yamuk suratına.”

Sinirle Kubilay’ın yüzüne tısladığımda Kubilay, korktu ve zarfı iç cebine yerleştirdi. Eliyle yoklayıp bir Osman’a bir de bana baktı. Kafamı sağa çevirdiğim vakit bir anda bir kol boğazıma dolandı. Osman’ın kafası ile benim kafam Kubilay’ın göğsünün önünde yumurta gibi tokuştuğunda Osman, elini kaldırıp Kubilay’a vurdu.

“Oğlum sen salak mısın?”

Kubilay, bizi bırakıp hızla içeriye gittiğinde Osman’ın omzundan yakalayıp durdurdum.

“Salak işte, duygulandı ne yapsın?”

Osman, kafasını sallayıp başını ovuşturdu.

“Eski haline yavaştan dönüyorsun yüzbaşı, gözümden kaçmadı.”

Osman’dan gözlerimi kaçırıp burnumu çektim.

“Buna sevindim.”

Derin bir nefes alıp ayaklarımın altında uzanan yaylayı seyrettim. Karşıdaki sisli dağlar aynı, tıpa tıp düşüncelerimi yansıtıyordu. Ben artık o dağın biriydim ve insanlar yalnızca önümdeki sisi görebiliyordu.

“İçeriye geçelim.”

Osman’ın cümlesiyle kafamı salladım ve üzerine bastığım ayakkabılarımı terk ederek içeriye girdim.

“Kubilay abi, bana askerlik anılarınızı anlatsana.” diyen Eyüp’ün sesini duyarken Alev’in yanına oturdum. Osman’da Barış’ın yanına geçtiğinde Kubilay, bacağının üzerindeki Eyüp’e baktı.

“Önce komutanımızdan izin alalım.” dedi ve bana baktı. Gülümseyerek kafamı yavaşça eğip kaldırdığımda Eyüp’e geri baktı.

“İlk görev yerimiz Van’dı. Hava, o kadar soğuktu ki herkes üşüyordu ama ben görev aşkından dolayı üşümüyordum.”

Elimi dudaklarımın üzerine koyup Alev’e döndüm.

“Burnumdaki sümük dondu komutanım diyen bendim zaten, Allah’ın lalesi.”

Boğazımı temizleyerek Kubilay’a geri baktığımda Kubilay, bakışlarımı görmüş ve omuzlarını dikleştirmişti.

“Tabii ki komutanım da bize moral ve motivasyon kaynağını sağlıyordu. Her neyse düşmanlar bizi bir sıkıştırdı Eyüp, sana anlatamam. Koşturarak üzerimize gelmeye başladıklarında bizde onlara koşmaya başladık.”

Eyüp heyecanla doğruldu.

“Silahlarınız mı vardı?”

Kubilay, kafasını salladı.

“Vardı tabii oğlum. Hem de ne silahlar; KCR762, KCR556. Bacaklarımızda SAR9 ve Sarsılmaz K-12’ler ile düşmanı tokatladık.”

Eyüp, hayran olmuşçasına bakışlarını üzerimizde gezdirdiğinde Kubilay’ın kucağından kalktı ve elini havaya kaldırdı. Avucu havaya karşı bakarken dudakları öne doğru uzandı.

“Pat, pat, pat!” diye bağırdı ve yere çöktü. “Pu,pu,pu!”

Dudaklarımın arasındaki kahkahayı bastıramayıp gülmeye başladığımda elimi burun kemiğime bastırdım ve kafamı iki yana salladım. Doğrulduğumda Eyüp’ü önümde gördüm. Elini havada gezdirip ceplerine soktu ve geri çıkardığında elindeki çikolataları bana fırlattı.

“Al sana bombe, bum!”

Deniz ve Barış iki yana devrilerek gülmeye başladıklarında bakışlarım Eyüp’ün yüzünde sabit kaldı.

“Oğlum, çok ayıp. Rahat bıraksana insanları aa.”

Her şeye rağmen gülümsememi koruyup bakışlarımı Kubilay’a çevirdim.

“Hadi artık, gidip gelelim.” diye söylendiğimde ayağa kalktım ve kapıya ilerledim. Kapının önünde ayakkabılarımı giyerken Alev’de benim gibi kapıya çıktı ve bana baktı.

“Gelmeme gerek var mı?” diye sorduğunda kafamı iki yana salladım.

“Siz Barış ile Yonca’nın yanında kalın. Biz Kubilay’ın ailesiyle arabaya tam sığarız.” dediğimde kafasını salladı ve geri içeriye gitti. Kubilay, ailesiyle dışarıya çıktığında onlara yol vermek için merdivenlerden aşağıya indim ve arabanın yanında bekledim. Osman, onların arasından sıyrılıp Deniz ile birlikte arabaya geçtiklerinde arabanın önünde Kubilayların binmesi için bekledim.

 

 

 

🕊️

 

Üç saat.

Tamı tamına üç saatten beri Kubilay’ın babası yani, Memduh amcanın konuşmaya girmesini bekliyoruz. Kubilay, gözlerini belertecek belertemiyor, Alev sıkıntıdan bayılacak bayılamıyor, Osman, Deniz ve Barış’ı odaklanmaya hak getire…

“Ee artık konuya mı girsek, ne dersiniz?” diye ortaya atladığımda Memduh amcanın bakışları bana çevrildi. Konudan saptığını ve neler konuştuğunu anladığında kafasını salladı ve Ferdi Bey’e baktı.

“Uzun lafın kısası, bizim oğlan sizin kıza gönlünü kaydırmış. Allah’ın emri, peygamberin havliyle Yonca kızımızı, Kubilay oğlumuza isteriz.”

Ferdi amca hafifçe oturduğu yerden dikleştiğinde bakışları Yonca’ya kaydı. Gözleri titreyecek gibi oldu ama sonradan dudakları aralandı.

“Kız babası olmak kolay değildir derdi babam, anlamazdım. Şimdi daha iyi anlıyorum Memduh Bey.” dedi ve Memduh amcaya baktı. “Bir insanın kızı olduğunda anlar bir çiçeği ezmenin ne kadar kolay olduğunu. Allah var ya yukarıda, ben kızımın asker olmasını hiç istemedim. Yeri geldi sırtında kurşun ile geldi, tamam dedim. Bir gün geldi, yüzü gözü mosmor, aldım yaralarına merhem sürdüm, ona da tamam dedim. Vatan sevdası böyle bir şeymiş. Aldığın her yarada merhemin sevgi olmasıymış.”

Derin bir nefes aldığında elini Suna teyzenin eline koydu.

“Sen ne dersin hatun?”

Suna teyzenin bakışları Yonca’ya çevrildiğinde kafasını salladı.

“Gönül kırmak kolay inşa etmesi zordur. Allah yollarını birlikte yazmış bize de evet demek düşer.”

“Allah!”

Kubilay, bağırarak ayağa kalktığında herkes susmuş bir vaziyette ona baktı. Ayakta mal gibi kaldığında Osman, kolundan tutup yanına oturttu. Bıyık altından gülümsemeye çalıştığımda Ferdi Bey’in bakışları bana çevrildi.

“Komutanım, sende benim gibi bir babanın kızısın. Seni gözünden bile sakınan babanın halinden anlarsın.” dediğinde boğazımda kocaman bir yumru oldu. Dudaklarımdaki tebessüm kırılmaya çalıştı ama izin vermedim. Acıyı daha derinlere, ruhumdaki o küçük kızın odasına gönderdim ve onu boğmasına sebep oldum.

“Öyleydi.” dedim yalnızca. Ferdi Bey’in bakışları kırıldığında hafifçe boğazımı temizledim. “Benim annem ve babam şehit oldular.”

Salondaki herkesin sesi sedası çıkmazken Eyüp, birden salona girdi.

“Ya Eyüp, ne yaptın ya?” diyen Yonca’nın sesiyle ortam bir anda kasvetinden kurtulmuştu. Bakışlarımı üstü başı çikolata ile kaplı Eyüp’e çevirdim. Çocuk adam kesinlikle Eyüp’e verilmesi gereken bir lakaptı. Bunu bugün, daha iyi anlamıştım.

“O zaman haydi yüzükleri takalım.” dedi Memduh amca ve yüzükleri bana uzattı. Şaşkınca Memduh amcaya bakıp gözlerimi kırpıştırdım. “Ben mi takacağım?”

“Yok ninem.” diyen Alev’i görmezden geldiğimde Memduh amca kafasını salladı.

“Biz aileler olarak isteme işini yaptık. Sen ise onların daima yanında olduğu komutanları olarak yüzüklerini parmaklarına takıp birliklerini daim kılacaksın.”

Derin bir nefes alıp avcuma konmuş kutuyu sıktım ve oturduğum yerden kalkıp ayakta bekleyen Kubilay ve Yonca’nın ortasında durdum. Kutuyu açıp içindeki, kurdele ile birbirine bağlanmış yüzükleri Kubilay’ın ve Yonca’nın parmağına taktım. Elime makası alıp tuttum.

“Bir yanımda canımı gözüm kapalı feda edebileceğim kardeşim gibi saydığım Kubilay, diğer yanımda ise canı için canımı feda edebileceğim kız kardeşim gibi saydığım Yonca var. Üzüntünüzde kalp kırmadan birbirinizi affetmeyi, aynı yolun yolcuları olduğunuzu unutmayın. Her zaman yanınızda ve daima sizinleyiz. Ben bu kurdeleyi Güvercin Timi adına kesiyorum. Bugün sizin bağlılık yemininiz benim seneler önce sırt sırta çarpıştığım arkadaşlarımın yeminiyle aynı yoldadır.” dediğim an Kubilay ve Yonca birbirlerine baktı.

“Mesafeler de gelse üstüme, korkmam savaşırım her yerde.”

Herkes bir ağızdan bu kelimeyi söylediğinde makası kurdeleye eşitledim ve kestim. Alkış sesleri yükselmeye başladığında makası tepsinin üzerine koydum ve Yonca’ya sarıldım.

“Çok teşekkür ederim Eyşan abla.”

Sırtını sıvalayıp geri çekildim.

Kubilay, gözleri parıldayarak bana sarıldığında iki kere sırtına sertçe vurdum.

“Kızı üzme, kafanı dağıtırım.”

Kubilay, kıkırdayarak geri çekildiğinde gülümseyerek Alev’e baktım. O sırada silah sesi yankılandığında herkes bir anlığına yere çöktü.

“Ay Allah’ım ne oldu?”

“Allah’ım sen koru.”

Elim belimde taşıdığım silahın üzerine kapanırken Osman’a baktım. Kapıya doğru ilerlediğimde herkesin peşimizden geldiğini gördüm.

“Siz burada kalın. Kubilay ve Barış içeriyi tutun. Deniz ve Osman, siz de benimle geliyorsunuz.” dedim ve elimi silahın üzerinden çekmeden kapıyı araladım. Ayakkabıları ayağıma geçirdiğimde üç kişinin birbirlerine silah doğrulttuğunu gördüm.

“İndirin silahlarınızı.”

Üç kişi silahlarını indirmeye başladığında yavaşça adımladım ama Osman benden önce davranıp önüme geçti. Hızlı adımlarla adamların yanına vardığımızda siyah gözlü bir adam bize baktı.

“Siz kimsiniz?”

Yanındaki adam, o siyah gözlü adamı dürttü.

“Sana ne kim olduklarından? Yürüyün gidin, gece gece belanızı bizden bulmayın.”

Sağ gözümün altı sinirden titrediğinde gözlerimi kıstım ve karşımdaki adama baktım.

“Burası dingonun ahırı değil beyler. İstediğiniz gibi silahlarla oynayamazsınız.” dediğimde karşımdaki adam bana silahını doğrulttu. Osman ve Deniz, hiçbir şey yapmadan bir eli cebinde izlemeye başladığında kulaklarıma boğuk bir ses geldi.

“Ya Barış çekil, Eyşan’ı vuracak adam!”

Alev, yine harlı bir şekilde varlığını nerede olursa olsun belli ediyordu.

“Senin gibiler silahtan ne anlar aşüfte?” dedi ve elindeki silahı salladı. Gülmemek için bakışlarımı Osman’a çevirdim ama Osman, Deniz’e bakarak bıyık altından kıs kıs gülüyordu. Gözlerimi devirip ifadesiz bir suratla karşımdaki adama baktığımda çenemi yukarıya kaldırdım.

“Asıl siz gece gece belanızı bizden bulmayın ve siktir olup gidin.”

Karşımdaki adam, küfür etmeme sinir olmuştu ki silahı sallamayı bırakıp yeniden bana doğrulttuğunda hızla ellerimi adamın bileğine vurup silahı aldım. Deniz ve Osman’da aynı şekilde yanlarındaki iki adamın silahlarını çeviklikle aldığında karşımdaki adamın şaşkın bakışlarını gördüm.

“Ne oldu hacı sustun? Oysa ki eğlencemiz daha yeni başlamıştı.” dediğimde elimdeki silahın dipçiğini Osman’ın yanındaki adama geçirdim. Karşımdaki adam korkuyla titremeye başladığında elimdeki silahın şarjörünü çıkarttım, cebime koydum. Silahın sağını çevirdiğimde kaşlarım yukarıya doğru çekildi.

“Elimden aldın ama bakma silaha, aşüfte.” diyen adama baktığımda gözlerimi kıstım. Elimdeki silahı onun yaptığı gibi sallamak istedim ama bu benim şerefime aykırı kaçardı. Onun yerine çaktırmadan silahın yuvasını mermi var mı diye kontrol edip adama uzattım.

“Al.”

Adam hızla silahı alıp bana doğrulttu ve tetiğe bastı. ‘Çıt.’ Sesini işittiğimde yarım ağız gülümsedim.

“Yanlış sularda yüzüyorsunuz bey-leeer.” diye son sözcüğü uzattığımda adam kafasını iki yana salladı ve silahın altına baktı.

“Ee şarjör yok.”

Gözlerimi devirdim.

“Tabii ki de olmayacak aptal.”

Osman’ın sesiyle adam bir ona bir de bana baktı. Bir adım atıp karşımdaki adama bir metre mesafede durdum ve ellerimi arkamda bağladım. Bakışlarım silah tutan eline kaydığında kafamı iki yana salladım.

“Bana aşüfte diyorsun ama daha sen silah tutmasını bile bilmiyorsun.”

Adam dediğime sinirlenip silahı yere attığında dişlerimi sıktım ve ayağımı kaldırıp adamın sertçe göğsüne tekme attım. Yanımda hareketlenme olduğunda Osman’ın sesini işittim.

“Hareket edersen acımam, sıkarım beynine.”

Ağır hareketlerle yerde kıvranan adamın ellerini karnında bağlayıp bir dizimi yasladım. Yerdeki silahı alıp adamın yüzüne yaklaştırdım.

“Bu saatte şeref ve namus dersi vereceğimi asla ama asla bilmezdim.” Adam yattığı yerden kalkmak istedi ama izin vermedim. Elimdeki silahı yanağına sürttüğümde biraz daha kıpırdadı.

“Silah kişinin şerefidir, öyle yere atılmaz. Attığın bu silah Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yegâne bir parçasıdır savrulup fırlatılmaz.” dedikten sonra iyice dizimi adamın eline bastırdım.

“Ahh! Sen sadece laftan anlıyorsun, bırak beni!”

“Ne oluyor burada!”

Üzerimize tutulan silahlar ve etrafımızı saran Jandarma memurlarına bakıp ayağa kalktım. Elim arkama gidecekken kendimi tuttum ve Jandarma memuruna baktım.

“Komutanınızı görebilir miyim?” diye söylendiğimde bakışları kısıldı ve korkuyla elindeki silahı indirdi.

“İndirin silahlarınızı.”

Herkes silahını indirdiğinde şaşırdım ama ona rağmen gardımı indirmedim ve yerde yatan adamı gösterdim.

“Silah ile birbirlerine atış yapmaya çalışıyorlardı.”

Karşımdaki Jandarma memuru yerde yatan adamı kaldırıp ellerini arkasında kelepçelediğinde adam bana sinirle baktı.

“Beni değil memur, onu alacaksın.”

Jandarma memuru adamı sertçe sarstı.

“Onu dediğin kişi Özel Birlikler Tim komutanı Halil Ağa!”

Halil Ağa dediği kişinin bakışları bir anda değiştiğinde ayaklarıma eğilmeye çalıştı ama Jandarma memuru buna izin vermedi.

“Affet beni komutan, valla ha senin komutan olduğunu bilmiyordum.”

Burnumdan soluk verdim.

“Benim hakkımda bir şey bilmediğin halde aşüfte diyordun ama, götürün şunu.”

Jandarma memurları Halil Ağa dedikleri kişiyi ve yanındaki iki kişiyi götürdüklerinde geceyi saran mavi ışıklar yavaşça üzerimizden silindi. Bakışlarım pencereye çevrildiğinde Alev pencerenin önünde durmuş, bize eliyle ‘Gelin.’ işareti yapıyordu.

“Senin bu kız harbi çatlak ya.”

Osman’ın cümlesiyle kafamı salladım.

“En kallavisinden.”

Gülerek elini omzuma attı ve eve doğru yürümeye başladık.

 

26 Aralık 2021 / Ankara

Yazar, Ağzından

Ankara ayazı, betonun griliğini daha da matlaştıran, şehrin boğazına çökmüş bir pençe gibiydi. Sokak lambalarının titrek ışığı, zemindeki donmuş su birikintilerinde parlıyor, soğuk havayı keskinleştiriyordu. Ayaz, sadece insanın yüzünü değil, ruhuna kesiyor gibiydi; nefesler buza dönüşmeden hemen önce acı bir duman gibi havada asılı kalıyordu. İnsanlar omuzlarına daha sıkı sarılmış, rüzgârın arasına gizlenen yalnızlık hissiyle hızlı adımlarla bir yerlere yetişmeye çalışıyordu.

Gazinonun neon ışıkları, karanlığın içinden yırtılan bir harita gibiydi. Dışarının sert havasına rağmen içeride yumuşak bir hava vardı. İçerideki hava, sigara dumanı ve hafif rutubet kokusuyla karışmış, insanı dışarının kasvetinden uzaklaştırıyordu. Kalabalığın uğultusu, eski bir şarkının nağmeleriyle iç içe geçmişti.

Kalabalığın arasında, sağ köşedeki kare bir masada elindeki viskisiyle oturan biri vardı. Gözlerinin mavisi, denizlerinin üzerine çökmüş bir sisle kaplanmıştı. Her zaman düzenli olan saçları, bu sefer dağınık bir haldeydi. Üzerindeki takım elbisesinin üstten üç düğmesi açılmış ve gerdanı, üzerine vuran ışıklardan dolayı göz alıcı görünüyordu.

“Biz yerimizi aldık.” dedi bir ses, kulağının içine yerleştirilmiş telsize.

Elindeki viskiyi bir yudumda bitirip kenarda bekleyen garsona elindeki bardağı kaldırdı. Garson, yeni bir bardağa doldurulmuş viskiyi önüne koyduğunda bakışları çaprazında oturan kişiye çevrildi. Mavi gözler karşılıklı birbirine baktığında gözlerini kaçırmadan durdu.

“Yarım saatimiz var, ne isterseniz yapın.” diye dudaklarını oynattığında karşısındaki adam, yüzünü yana çevirdi.

“Ne istersek mi Caner?” dedi ve yeniden karşısındaki adama döndü.

Caner, dudaklarına viski bardağını yaklaştırdı.

“Evet Mete.”

Mete, viskisinden bir yudum alıp arkasına yaslandı. Gazinodaki insanları izlerken sahnedeki kadın indi ve onun yerine bir solist daha çıktı. Derin bir nefes alıp bakışlarını viskisine indirdi. ‘Ne işim var benim burada?’ diye düşündü kendi kendine. İçi sıkıldı, açık bağrına rağmen nefes alamadı. Masasının üzerindeki sigaraya sarıldığında kulaklarını alkış sesleri tırmaladı.

“Şebnem, Şebo!” diye tezahürat yapan insanları umursamadan sigarasını yakıp bir nefes çekti.

“Bir sabahsız gecede
Hasret doldu gönlüme
Sevmek senin neyine”

Duyduğu şarkı sözleriyle kaşları giderek daha da kavislendi. Yüreğini bir el gıdım gıdım sıktı.

“Bir sabahsız gecede
Hasret doldu gönlüme
Sevmek senin neyine
Dile düştüm bak yine”

Dudaklarındaki sigaradan yavaşça nefes çekti ve dudaklarının içinde tuttu. Bir nefes daha çekip tuttuğu nefesi burnundan bıraktı.

“Oy gönlüm, yan gönlüm
Acı senin kaderin çek gönlüm
Oy gönlüm, yan gönlüm
Acı senin kaderin çek gönlüm”

Kendini tutmaya, güçlü olmaya ve sarsılmaz olmaya çalışan yalnızca Eyşan değildi. Mete Mert Çakır’da güçlü durmaya çalışıyordu. Her şeye rağmen, kalbindeki o hislere rağmen sapasağlam ayakta kalmak istiyordu.

“Bir vedasız gecede
Kaybettim seni ben
Ben bittim her gece
Sen, sen, sen diye”

‘Veda bile edemedim.’ diye içinden söyledi şarkıyı. Her cümlesi birer ok gibi saplandı zihnine ve oradaki Eyşan’ın yüzünü gözlerinin önüne serdi. Uyurken ki halini, askeriyedeki halini, bir hafta boyunca her gün zihnine kazıdığı yüzü bir kez daha hatırladı. Son olmayacaktı, Eyşan’ı her zaman hatırlayacaktı.

“Oy gönlüm, yan gönlüm. Acı senin kaderin çek gönlüm” diye mırıldandığında Caner’in bakışları, Mete’ye kaydı. İkizinin neler hissettiğini biliyordu, çünkü kalpleri de ortaktı. O da aynı konudan mustaripti. ‘Âşık olanın halini görüyoruz.’ dediği günlerden sonra kendisi de bu sevdanın umutsuzluğuna kapılmıştı.

“Oğlum, bu adam ne zaman gelecek?” diye yana eğilerek sordu, Caner. Mete ise çatık kaşlarıyla oturduğu yerde doğruldu ve kafasını sola doğru eğdi. En uzaktaki köşede oturan Mücahit’e baktı. Mücahit ile bakışları kesiştiğinde Mücahit, kafasını iki yana salladı.

“İşler değişti.”

Mete, derin bir nefes aldı ve ayağa kalktı. Elini cebine sokup masaya binlik bir banknot bıraktı. Küllüğün içindeki sigarasını tuttu ve son bir nefes çekip küllüğün içine bastırdı. İzmaritini alıp sigara paketine koyduğunda bakışları çıkışa kaydı.

“Çıkıyoruz.”

Ellerini ceplerine sokup yürümeye başladığında peşindeki Caner, Alper ve Mücahit’te oturdukları yerden kalktı. Gazinonun kapıları iki yana açıldı ve sert ayaz, kucaklayarak sarıldı. Mete, kabanının önünü ilikleyip ellerini ceplerine soktu ve omuzlarını boynuna yaklaştırdı. İçinden gelen bir hıçkırığı dudaklarını bastırarak sakladı.

“Nereye gidiyoruz?”

Mücahit’in sorusuyla mavi gözleri Ankara’nın izbe sokağında gezindi. Kalbi ‘Eyşan’ın yanı.’, mantığı “Eve.” dedi. Yanındaki adamlar yürümeye başladığında bir anlığına durdu. Eyşan’ın olduğu her yer benim evimdir, dedi. Buralar onun evi değildi, gurbetiydi. Kalbinin soğukluğu dinene kadar ait olduğu yerde olmayacaktı.

Hemen arka sokağın köşesinden döndüklerinde dört katlı bir apartmanın önünde durdular. Karşılarındaki sıcak eve girdiklerine hepsi odalarına dağıldı. Mete, üzerindeki takım elbiseyi çıkartıp üstüne kısa kollu, asker yeşili atletini geçirdi. Altına ise siyah, fermuarlı bir eşofman giyip sırt üstü yatağa uzandı. Sağ kolunu başının altına alıp sol elini karnının üzerine koydu. Bakışları tavanda asılı kaldığında içli bir nefes bıraktı.

“Üzülmüş müdür?” diye sordu bu sefer sesli bir şekilde, kendine. Gözlerini kırpıştırdı ve zihnine o son görüntü düştü. Helikoptere baktıktan sonra kadının yüzünde gördüğü şaşkınlık kazındı. Çatık kaşlarıyla babasının önünde duruşunu hatırladı. Kafasını iki yana salladı ve sağ kolunu çekmeden sağına döndü. Kocaman bedeni, yatağın ortasında küçücük kaldı.

Gözleri öylece dondu kaldı. Nefes alıp verdi ama hiçbirini hissetmedi. Yetmedi ciğerlerine. En sonunda derin bir iç çekti. Aralı dudaklarının arasından çektiği nefes ciğerlerini doldurdu. Göz kapaklarını ağırca kapattı geceye. Dudakları ise aralıydı.

“Bir vedasız gecede
Kaybettim seni ben
Ben bittim her gece
Sen, sen, sen diye”

Dilinde dolanan şarkıyla benliği, karanlık kabuslara geri çekildi.

 

27 Aralık 2021 / Lapazan Yaylası, Trabzon

Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından

“Haydi çocuklar, kahvaltıya!”

Suna teyzenin sesiyle gözlerimi güne araladığımda yattığım yerden kalkamadım. Bakışlarım tavanda sabit kalırken derin bir nefes aldım ve yavaşça verdim. Odanın kapısı bir anda açıldığında bakışlarım kapıya çevrildi.

“Komutanım haydi, haydee. Bugün çok işimiz var!” diyen Yonca’ya küfür mü etsem bilememiştim ama ona rağmen üzerimdeki yorganı sakince üzerimden alıp yataktan kalktım. Kenara kaldırdığım yorganı toplamaya başladım.

Dün akşamki olaydan sonra Yonca ile Kubilay’ın evlenme sürecini masaya yatırmış ve asker olduğumuzu, sürekli bizi bekleyen görevlerin olduğunu belirterek hızlandırma işlemine geçmiştik. Alparslan albayı aradığımızda ise bize iki günümüzün daha olduğunu söylemişti. Bugün kına gecesi yarın da düğün yapılacaktı.

Yorganı topladıktan sonra üzerimi değiştirdim ve kahvaltı yapmak için bizi bekleyen sofraya adımladım.

“Komutanım, uyanmasaydın?” diyen Barış’a gözlerimi devirdim. Tam dudaklarımı aralayıp ‘Gevşeklik yapma.’ diyecekken Suna teyze ağzıma bir parça börek tıkadı. Herkes gülmeye başladığında ağzımdaki lokmayı çiğnemeye başladım.

“Rahat bırakın çocuklar, komutanınızı. Buranın havası çarpar insanı.”

Barış, çayından bir yudum aldı. Eliyle Osman ve beni gösterdi.

“Suna teyze yalnız onlar Rizeli.”

Suna teyzenin eli böğrüne yaslandı ve gözleri parladı.

“Rize’nin neresindensiniz kuzum?” diye sordu tam cevap verecekken bu sefer Yonca, ağzıma salatalık tıkıştırdı. Gözlerimi devirdiğim sıra Osman, benim yerime cevapladı.

“Ben Çamlıhemşin, Eyşan’da Çayeli.”

Suna teyze kafasını sallayıp önümdeki tabağa bir börek daha koyduğunda gözlerimi büyüttüm. Ağzıma elimi gerip hiç yapmadığım şeyi yaptım.

“Kilo alacağım Suna teyze. Daha fazla börek yiyemem.” Boğuk çıkan sesime rağmen herkes dediğimi anlamıştı ve hepsi birden önümdeki tabağa börek doldurmaya başladı. Gözlerimi kapatıp ağzımdaki lokmayı çiğnerken başımı geri attım.

“Yavaş ye yavaş, boğulacaksın.”

Zihnime düşen Mete’nin sesiyle elimi ağzıma koydum ve öksürmeye başladım.

“Ay Allah’ım kız boğuluyor!”

“Eyşan abla?”

Elime masadaki peçeteyi alıp ağzımın önüne tuttum. Ağzımdaki birbirine geçmiş lokmacıkları peçetenin içine hapsedip derin bir nefes aldım. Öksürmeye devam ederken yanımdan bir el bana çay uzattı.

“Öksüren bir insan rahat bırakılır, hiçbir şey içirilmez.” diyen Osman’ın sesini duyduğumda ayağa kalktım ve tuvalete girdim. Öksürmekten artık boğazım acımaya başlamıştı. Elimi yıkayıp ağzımı çalkaladım ve doğruldum. Çenemin kenarlarından akan sular üzerimdeki tişörtün yakalarına damlarken aynadaki görüntüme karşı dişlerimi sıktım.

“Huzur ver artık, bana huzur ver.”

Gözlerimi kapattım ve derin bir nefes alıp tuvaletten çıktım. Yonca’yı merakla çıkmamı beklerken yakaladım. Hızla yanıma gelip elini koluna koydu.

“İyi misin Eyşan abla?” diye sorduğunda kafamı salladım.

“Yonca, kahvaltı faslı bittikten sonra hızla gidip işlemleri halledelim.” dediğimde kafasını salladı. Kapının yanındaki portmantodan kabanımı aldım ve kendimi dışarıya attım. Cebimden bir dal sigara çıkartıp dudaklarımın arasına yerleştirdiğimde Alev’i gördüm. Elindeki çakmakla sigaramı yakıp kendi sigarasını yaktı.

“Sen sigara içer miydin, havacı?”

Bu soru benden gelmemişti.

Alev ile arkamıza döndüğümüzde dudaklarında sigarasıyla ayakkabısını giymeye çalışan Barış vardı. Hemen arkasından Deniz ve Osman, ayakkabılarını giyip yanıma geldiler ardında da kollarıma girip arabanın yanına sürüklediler. Dudaklarımın arasında kalmış sigarayı işaret ettiğimde Osman, kolumu bıraktı. Sigarayı alıp rahatça içtiğimde bakışlarım Deniz’e çevrildi.

“Sesin soluğun çıkmıyor, üzüldün mü badin evleniyor diye?” diye sorduğumda Osman ile gülmeye başladık. Deniz, tek omzunu kaldırıp indirdiğinde Osman, Deniz’in ensesine hafifçe vurdu.

“Otur ağla bir de istersen?”

Deniz, Osman’a baktığında dolan gözlerini gördüm. Dudaklarımın arasından bir kahkaha döküldü. Osman, Deniz’in boynunu sararak yumruğunu kafasına sürdü.

“Lan oğlum siz ne ara sulu göz oldunuz!” diyerek Deniz ile uğraşmaya başladığında sigaramdan derin bir nefes çektim. Hiçbiri benim bıraktığım gibi değildi, çok değişmişlerdi.

Deniz, ilk benim tim konuşmamda neredeyse kaşları birbirine girecekti. Kimseye eyvallahı olmayan, Kubilay’ın peşinde koşup onu Osman’dan koruyan o çocuk; şimdi ise büyümüş ve çok sevdiği kardeşini evlendiriyordu.

Osman, benim küçüklüğümün baş kahramanıydı. Her zaman çelimli kaşlarıyla bana abilik yaparken bazen ise yanımda küçücük kalıp ona destek olmamı istiyordu. ‘İki sene.’ dedi içimde bir ses. ‘İki seneleri sensiz geçti.’

Şimdi anlıyorum da zaman, aslında çok büyük bir ayrılıkmış.

“Haydi, gidek.”

Memduh amcanın sesiyle iki arabaya doluştuğumuzda ilk rotamız belliydi. Bakışlarım Alev ile aramızda oturan Barış’a kaydı.

“Lan sen niye aramıza oturdun?” diye sorduğumda omzunu silkti, Barış.

“Siz yan yana gelince Alev çok konuşuyor.” diye cevap verdiğinde Alev’den omzuna sağlam bir tokat yedi. Tokatların ardı arkası kesilmezken elimi uzatıp Alev’i durdurmak istedim ama deli fişek bana da vurmaya başladı.

“Lan bana niye vuruyorsun?” diye bağırdığımda bir anda ellerini çekti ve bir kez daha Barış’a vurdu.

“Arada kaynadın güzelim.”

Alev’in verdiği cevapla gözlerimi devirip bakışlarımı cama çevirdim. Başımı cama yasladığımda o dizilerdeki gibi hareketsiz kalacağını düşünmüştüm ama o yollar bu yollar değildi. Kafamı sertçe cama vurduğumda saçlarımın altındaki deriyi okşamaya başladım. Bunlar hep dizilerin oyunu!

Sarsıla sarsıla bitirdiğimiz yolların, arşınladığımız insanların ve bir milyonuncu kıyafeti denemekten usanmayan Yonca’nın kıyafetlerini alıp geri döndük. Bir daha bir daha çıkmayalım diye hem kına elbisesini hem de gelinliği aradan çıkartmıştık. ‘Kına evini kız hazırlar.’ diyerekten bizimle gelmeyen Suna teyze ve akrabalar evin önüne geldiğimizde Yonca’yı yukarı hazırlamaya bizi de hazırlığı yapılmış yaylaya doğru sürüklediler.

Üzerimdeki hâkî yeşili tulum ile kendime asker olduğumu sürekli hatırlatıyor ve sert olmam gerektiğini vurguluyordum. Yanımıza koşarak gelen bir dayı herkesle tokalaşmaya başladı.

“Oo komutanım, bizde sizleri bekliyorduk yahu!”

Neyiz biz dayı? Haberci mi?

Sakince Osman’a baktığımda Osman, bıyık altından gülerek etrafını izliyordu.

‘Ne zamandan beri böylesine güldüğünü gördün?’ diye soran iç sesime, ‘Shut up mother fucker’ deyip birkaç saatliğine susturdum ve ruhumun derinliklerine kilitledim. Birkaç saat lan, birkaç saat huzur bulayım şu topraklarda!

Davul ve kemençe sesi duyduğumda Osman’ın yerinde hafifçe sallandığını gördüm. Şaşkınca ona bakarken Kubilay’ın dudaklarından bir kahkaha döküldü. Osman’ın yanına geçtiğinde ellerini havaya kaldırdı.

“Uy aha!”

Osman, sağ eliyle elimi tuttu ve yanına çektiğinde gözlerimi devirdim. Horon tepmeyeli çok uzun zaman olmuştu ki haliyle de unutmuştum. Osman ise hiç unutmamışçasına oynamaya başladığında dudaklarımda büyük bir gülümseme yeşerdi. Osman, omuzlarını delirmişçesine sallarken hafifçe indirip kaldırdım.

“Bensiz ha!”

Barış ve Alev’de yanımıza geldiğinde kafamı iki yana salladım. Rahat, yaklaşık yarım saat oynadığımız horondan sonra benim ayakkabılarım, ayaklarıma dar gelip sıkmaya başladığında ellerimi tutan ellerden ayrıldım ve köşede bulduğum sandalyeye çöktüm. Alnımda birikmiş terleri elimin tersiyle silerken Yonca’nın bindallı ile geldiğini gördüm.

Yonca’nın bindallısı, bordo rengiyle onun zarafetini ve kültürel köklerini yansıtıyordu. Bindallının üst kısmı ince bir el işçiliğiyle süslenmiş altın renkli nakışlarla doluydu. Bel kısmı, altın işlemeli bir kuşakla sıkıca sarılmıştı. Etek kısmı yere kadar uzanıyor ve her adımında dalgalanarak akışkan bir şıklık yaratıyordu. Başı, aynı renk tonlarında ince bir örtüyle süslenmişti. Örtünün kenarları, tıpkı bindallısı gibi altın işlemelerle çevrilmişti.

Kulağıma hiç kesilmeyen kemençe sesiyle Yonca ortaya geçti. Bizim timin üyeleri etrafını sarıp oynamaya başladığında derin bir nefes aldım ve ellerimi birbirine çarptım. Osman’ın bakışları beni bulduğunda gözleriyle yanını işaret etti. Gözlerimi devirip ayağa kalktım ve yanlarına yürüdüm.

Ne kadar oynadığımızı bilmiyordum ama Lapazan Yaylası’nı gece sardığında tepemizdeki lambalar yakıldı. Ortaya iki sandalye kondu ve Yonca ile Kubilay oturtuldu. Üzerlerine birer örtü örtüldüğünde derin bir nefes aldım.

“Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar
Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler
Annesinin bir tanesini hor görmesinler
Annesinin bir tanesini hor görmesinler”

Ortadaki sandalyelerin etrafında, yöresel kıyafet giymiş kadınlar dönmeye başladıklarında kolumu göğsümün üzerinde bağladım.

“Uçan da kuşlara malum olsun
Ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı
Ben köyümü özledim”

Dolan gözlerimi kırpıştırıp saklamaya çalışırken sol gözümden yanağıma aktı. Zihnime dökülen cümleler gözlerimi kısmama neden olurken kafamı iki yana salladım.

“Gelin’in kaynanası, kız elini açmıyor!” diye birisi bağırdığında gözümdeki yaşları silip onlara doğru ilerlediğimde Alev’in elini elimde hissettim. Bakışlarım ona çevrildiğinde gözlerinin altındaki nemi fark ettim. Biz annesi ve babası olmayan çocuklardık.

“Hem annemi hem babamı
Ben köyümü özledim”

Melek teyze elindeki altını Yonca’nın avcuna koyduğunda Kubilay’ın önünde dizimi kırdım ve yere eğildim. Kına tepsisine uzanıp bir parça kınayı aldım ve Kubilay’ın elini avcumun içine aldım. İşaret ve baş parmağına kınayı sürdüğümde kenardan uzatılan peçeyi eline taktım. Kubilay, ayağa kalktığında beni de kaldırıp sarıldı.

“Kınanız kutlu, hayırlı olsun kardeşim.” deyip elimi üzerine sürmeden sarıldım. Geriye ayrıldığımızda Suna teyze bize doğru yaklaştı. Elindeki kınayı işaret parmağıma sürdüğünde bana hiç bakmadan Alev’in parmağına da sürdü. Bakışlarım Osman’a çevrildiğinde işaret parmağındaki kınaya bakıyordu.

“Siz silah tutan insanlarsınız. Allah bastığınız tetikten utandırmasın.”

“Âmin.”

 

 

 

🕊️

 

“Ay, valla ha altıma işeyeceğim.”

“Kubilay, artık sus!”

Alev ile ben, ısrarla bir sola bir sağa volta atan adamı sonunda sandalyeye oturtmayı başarmıştık. Bugün sağanak yağış olacağı için son dakika da yer değiştirmiş ve düğün salonuna taşınmıştık. Etrafta insanlar kaynıyor, Yonca’nın bize ihtiyacı var ama biz yarım saatten beri bu gevşeğin yaşadığı heyecanın kurbanı olmuştuk.

“Ablalarım valla ha altıma işeyeceğim, niye anlamıyorsunuz? Bırakın da tuvalete gideyim ya.”

Kafamı iki yana salladım.

“Yarım saat önce de aynısını söyledin Kubilay, seni Yonca’nın kapısının önünden aldık.”

Kubilay, ellerini iki yana açtı.

“Tuvalet oradaydı zaten!”

Gözlerimi devirip elimi yumruk yaptım.

“Düğüne mor farla gitmek istemiyorsan sus ve otur!”

Kubilay, yumruğuma elini koydu ve aşağıya indirdi.

“Eyşan abla, sen sinirli misin? Yüzün gerilmiş yoksa botoks mu yaptırdın?”

Malca Kubilay’ın yüzüne bakakalırken Alev’in kahkahası kulağıma ulaştı. Yumruğumu ağzıma koyup ısırdım ve Kubilay’a baktım.

“Oğlum sus lan!”

“Ne oluyor burada?”

Osman.

Allah aşkına al şunu Osman!

Sinirle ayağa kalktım ve Osman’a doğru yürüdüm.

“Şuna göz kulak ol, ben Yonca’nın yanına gidiyorum.” dedim odadan kaçarcasına çıktım. Kubilay’ı evire çevire döveceğim, elimde kalacak. Bir gram aklı vardı o da uçtu gitti. Sinirle Yonca’nın kaldığı odanın kapısını açtığımda Yonca’yı koltukta, bembeyaz gelinliğin içinde buldum.

“Eyşan abla.”

İçeriye geçip kapıyı yavaşça kapattığımda ilerledim ve yanına oturdum. Ellerini ellerimin üzerine koyduğunda sıcak tenimde soğuk varlığını hissettim. sağ elimi elinin altından çekip elinin üzerine koydum.

“Ellerin buz gibi olmuş?” diye söylendiğimde gülümsedi.

“Çok heyecanlandım, Eyşan abla.”

Gülümsedim ve derin bir nefes aldım.

“Bugünü çok beklediniz, beklettim. Ben olmasaydım daha erken bir vakitte evlenebilecektiniz.”

Yonca, kaşlarını çattı.

“O nasıl söz abla, asıl sen olmasaydın biz bugün burada olamazdık. Kubilay bana birkaç şey söyledi. Masraflar için parayı siz vermişsiniz.” dediğinde elini sıktım.

“Duymamış olayım. Onu masraf diye görmedim ben, kardeşlerime düğün yapıyorum tabii ki de size destek olacağım.”

Yonca’nın bakışları kırıldı. Dudakları bir şey söylemek istercesine aralandı ama söyleyemedi. Kaşlarımı çattığımda derin bir nefes aldı.

“Seni üzmek istemem ama keşke.” deyip durdu. Kafamı ağırca salladım ve ellerimi ellerinden çekip dizlerimin üzerine koydum.

“Keşke Mete abinde burada olsaydı, değil mi?” dediğimde çatallanmış sesime küfrettim. Neden her saniye aklımdaydı, zihnimin bir köşesinde, kalbimin içinde, ruhumun en derinindeydi?

Ortamı saran telefon sesiyle telefonuna sarıldı Yonca ve titreyen elleriyle ekranı bana gösterdi.

“Caner abi arıyor, açayım mı?”

Kafamı salladım.

“Aç ama benim burada olduğumu belli etme.”

Yonca telefonu açtığında odayı Caner’in sesi kapladı.

“Kız, zilli, evleniyormuşsun? Babam söyledi biraz önce, oraya gelmiş.” dediğinde Yonca gülümsedi.

“Evet, Caner abi evleniyoruz ama keşke sizde burada olsaydınız?”

Telefonun ucundan derin bir nefes çekildi ve hışırtı oldu.

“Keşke güzelim, keşke.”

Yonca, bir iç çekti.

“Ne zaman döneceksiniz?” diye sorduğunda gözlerimi telefona çevirdim.

“Biz dönmeyeceğiz Yonca. Güvercin Timi’ne geçici olarak gönderildik, biliyorsun bunu.”

Yonca, ofladı.

“Oflama hemen, bak burada seninle konuşmak isteyen bir adam var.” dediğinde Caner, dudağımın bir köşesi acıyla yukarıya kıvrıldı.

“Sarışın.”

Kulaklarıma dolanan Mete’nin sesiyle göz kapaklarım bir dağ misali gözlerimin üzerine sarsılarak devrildi.

“Mete abi.”

Yonca’nın sesine yansımış heyecanlı melodisinin arasında bir hıçkırık sesi doldu.

“Ağlama kız, sümüklü. Valla iki sümüklü nasıl birbirinizi bulup evlendiniz? Hayret doğrusu.”

Sesi kalınlaşmıştı, genzinden geliyordu. Soğuk rüzgarlar, o konuştukça telefonun hoparlöründen yankılıyordu. O nasıldı, iyi miydi? Neredeydi? Aklımdaki soru kalıplarını bir kenara def edip gözlerimi araladım. Yonca’nın bana baktığını gördüğümde elini dudağının üzerine yasladı.

“Mete abi evlenen yalnız ben değilim. Barkın Koral, Eyşan ablaya evlenme teklifi etti.”

Elimi sertçe Yonca’nın koluna yasladığımda telefondan ses çıkmadı. Bir anda telefonun ekranı beyaz renge boyandığında Yonca’yı kendime çevirdim.

“Ne yapıyorsun kızım sen?” diye hiddetle sordum. Yonca ise sakince omzunu kaldırıp indirdi.

“Bana ne? Kaç günden beri için içini yiyor Eyşan abla. Görmüyorum sanıyorsunuz ama görüyorum. Osman abinin seninle konuşmalarını duydum o gün; eski haline dön dedi. Eski hale dönmek kolay mı? Değil. Mete abi ile yan yana olan kadın etrafa hem gülücükler hem de sert çehresiyle korku salıyordu etrafa ama şimdi görüyorum ki hiçbir yerde değilsin. Oradasın ama burada değilsin. Zihnin farklı yerde, düşüncelerin farklı yerde. Gülüyorsun ama ağladığını kimse görmüyor.”

Yonca’nın dedikleriyle elimi burun kemiğime götürüp sıktım.

“Yapma Yonca.”

Yonca elimi tutup ona bakmam için zorladığında dolan gözlerimi kırpıştırdım.

“Ne yapma Eyşan abla? Sen bu değilsin.”

Elini ittirip ayağa kalktım.

“Ben buyum! Sinirli, kimseye eyvallahı olmayan, usuller neyi gerektiriyorsa öyle davranan, vatanına aşık, kendinden başka herkesi düşünen biriyim. Arkadaşlarım kucağımda şehit olduktan sonra ağlamayanım. Askeriyede attığı her adımla korku salan kişiyim. İki sene önce ailemi şehit vermeme rağmen, devletimin bana verdiği göreve koşan askerim. Ben, soy ismimi aldıklarından beri buyum.”

Yonca’nın titrediğini fark ettiğimde önüne çöktüm ve ellerini ellerimin içine aldım.

“Yıllar önce ilk sınavımı kazandığımda ailem, ismimin Asena Gündüz olarak kayıtlara geçmesini istediği günden beri ben, buyum. İntikamla, acıyla, öfkeyle yoğurduğum bu ismi ben bugün hâlâ kullanıyorum. Asena Eyşan Boduroğlu. O kızı unutursam, yolumu kaybederim.”

Yonca, kafasını salladığında gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım.

“İçeriden sizi bekliyorlar.” diye içeriye girip söylendiğinde Alev, ayağa kalktım ve Yonca’yı ayağa kaldırdım. Ellerim yanaklarına konduğunda usulca okşadım. Gözleri bana masumca bakakaldığında kafamı iki yana salladım.

“Doğru yolu bulmak zaman ister, benim yeni bir yol bulmaya zamanım yok Yonca. Bırak, bende böyle kalayım. Beni, bu şekilde kabul et.”

Yonca, anlayışla kafasını salladığında dudaklarımı alnına yasladım ve geri çekilip duvağını yüzünün üzerine örttüm. Odadan çıktığımızda bizi bekleyen Kubilay’ı gördüm. Gözlerindeki parıltıyla Yonca’ya bakarken bakışlarım arkasında, kulağına yasladığı telefonla bana bakan Alparslan Çakır’a çevrildi. Elini havaya kaldırıp bana uzattı ve eliyle ‘Gel.’ yaptı. Kubilay ve Yonca’nın yanından ayrılıp Alparslan albayın önüne vardığımda telefonu indirip kapattı ve cebine koydu.

“Düğün bitmeden Osman, Barış ve Alev’i alıp Ankara’ya geçin. Kubilay ve Yonca burada kalsın. Sizi, operasyona gönderiyorum.”

Sol ayağımı sertçe sağ ayağımın yanına vurdum ve kafamı eğip kaldırdım. Sırtımı Alparslan albaya çevirip yürümeye başladığımda zihnimde Yonca’nın Mete’ye biraz önce söylediği sözler dolaşıyordu.

 

27 Aralık 2021 / Ankara

Yazar, Ağzından

Ankara’nın kar yağan kentine rağmen sıcak bir evin içinde; bir masanın üzerine hazırlanmış yemeklerin etrafında oturan dört kişi vardı.

Mete, Caner, Mücahit ve Alper.

Sessiz sedasız yemeklerini yerken sehpanın üzerinde Caner’in askeri tuşlu telefonu, tanıdık bir sesle çalmaya başladığında Caner, dudaklarını bir peçeteyle silip sandalyesini geri çekti ve ayağa kalktı. Arayan isme baktığında kaşları çatıldı ve derin bir nefes verip boğazını temizledi.

“Efendim, baba?” diye aramayı cevapladığında Alparslan Çakır’ın dediklerini dinledi. Kaşları yukarıya kıvrıldığında dudaklarında engel olamadığı buruk bir tebessüm inşa oldu. Masada oturan gözler ona döndüğünde kapanan telefona baktı.

“Yonca ve Kubilay evleniyormuş, bugün düğünü varmış.”

Mete, çenesiyle telefonu işaret etti.

“Yanında değiliz, bari telefondan tebrik edelim.” dediğinde Caner, Yonca’nın telefon numarasını buldu ve hoparlöre basıp masaya geri döndü. Masanın ortasındaki tabak kenara çekildiğinde yerini, telefon aldı. Arama cevaplandığında dudaklarındaki tebessüm büyüdü.

“Kız, zilli, evleniyormuşsun? Babam söyledi biraz önce, oraya gelmiş.”

“Evet, Caner abi evleniyoruz ama keşke sizde burada olsaydınız?”

Derin bir nefes aldı Mete ve telefonun yanındaki su bardağına uzandı.

“Keşke güzelim, keşke.”

“Ne zaman döneceksiniz?” sorusuyla Mete’ye baktı Caner. Mete, su bardağını masaya koyduğunda kafasını iki yana salladı.

“Biz dönmeyeceğiz Yonca. Güvercin Timi’ne geçici olarak gönderildik, biliyorsun bunu.”

Yonca’nın oflayan sesini duyduğunda Mete’ye elini salladı. Mete’nin bakışları Caner’i bulduğunda Caner, telefonu işaret etti.

“Oflama hemen, bak burada seninle konuşmak isteyen bir adam var.”

Mete, dudaklarını yalayıp dirseklerini masaya yasladı.

“Sarışın.”

Masaya eğilerek telefona yukarıdan baktı.

“Mete abi.”

Yonca’nın hıçkırık sesini işittiğinde dudaklarında bir gülümseme oldu. Yanakları acıyla kasılmaya başlamıştı.

“Ağlama kız, sümüklü. Valla iki sümüklü nasıl birbirinizi bulup evlendiniz? Hayret doğrusu.” diye söylendi ama bıraksalar kendisi de ağlayacaktı şu an. İlk timinin göz ağrı kız şimdi büyümüş ve evleniyordu.

“Mete abi evlenen yalnız ben değilim. Barkın Koral, Eyşan ablaya evlenme teklifi etti.”

Mete, Yonca’nın dediklerinden sonra yukarıdan telefona bakmaya devam etti. Yanaklarını acıtan gülümseme bir buz parçası gibi eriyerek yok olduğunda yutkunmak istedi ama yutkunamadı. Boğazına düğümlenmiş soluk, orada kaldı, nefes alamadı. Caner, hızla telefonu kapattığında Mete’ye döndü.

“Mete, yalan söylüyor, seni kışkırtmak için söylüyorlar.” dedi ama Mete, onu duymuyordu. Eli cam bardağa su içmek için uzandı ama içmedi.

“Tabii canım, Yonca, geri dönmen için söylüyor. Hatırlasanıza bir gün operasyona gitmiştik, Yonca geri gelmeyeceğimizi düşündüğü için ortalığı ayağa kaldırmıştı.”

Alper’in cümlesi, Mete’nin elindeki bardağı sıkıp patlatmasıyla kesildiğinde Mücahit ve Caner, ayağa kalktı. Mete’nin avuçları cam kırıklarıyla dolarken çoktan var olmuş kesikler masasın üzerindeki beyaz örtüyü kana buladı.

“Mücahit, çabuk bez getir.”

Mete, öylece telefona bakakalırken Caner’in elini açmaya çalışmasını görmüyordu.

“Aç şu elini, aç lan!” diye bağırdığında Caner, Mete’nin sandalyesini kendine doğru çevirdi ve Mete’nin çenesini sertçe sıktı. Caner, Mete’nin dolan gözlerini gördüğünde çenesindeki eli gevşedi. Çatık kaşları normale döndü ve öylece Mete’ye baktı. ‘Öldü.’ dedi içinden. ‘Aşkından öldü, biraz önce.’

Mete’nin eli ondan bağımsızca açıldığında Caner’in bakışları Mete’nin avcuna kaydı. Kan birikintisi elinin iki kenarından usulca akıp giderken kaşları havada büzüştü. Üzgünce ikizinin elindeki camları temizlemeye başladı. Mete, öylece duruyor ve Caner’in üzerinden bomboş duvara bakıyordu.

Ölmüştü kalbi, acıdan.

Ölmüştü düşünceleri, aşktan.

Ve ölmüştü ruhu, onsuzluktan.

Üç günden beri dik tutmaya çalıştığı omuzları birer ev gibi çöktü. Başı yere eğildi ve dudaklarının arasından güçlü bir hıçkırık döküldü. Kesilen eline pansuman yapmaya çalışan Caner’in gözleri doldu. Mete, sol elini yüzüne kapatıp bir kez daha hıçkırdı ve ağlamaya başladı. Evin içinde yalnızca Mete’nin haykırarak ağlayan sesinden başka bir ses çıkmıyordu. Caner, Mete’nin elini sardı ve hızla ayağa kalkıp masanın üzerinden telefonu aldı. Kendini odasına kapattığında üstten ikinci numaranın üzerine bastı.

“Efendim oğlum?”

“Bizi geri gönder.” diye tısladı dişlerinin arasından.

“Nereye?”

Caner, sinirle daha çok dişlerini sıktı.

“Yonca’yı aradık ve Barkın Koral’ın Eyşan’a evlenme teklifi ettiğini söyledi. Mete, burada ağlıyor. İkizimin gözlerimin önünde erimesini istemiyorum. Bizi geri gönder albay!”

Sonlara doğru yükselen sesiyle telefonun ucundaki ses kesildi. Caner, sinirle ellerini saçlarından çekti ve telefonu duvara atıp bedenini yatağın kenarına bıraktı. Ayakları ritmik bir şekilde yere çarparken bakışları yere kaymıştı.

“Hepsi benim suçum. Bu hâle gelmenizin sorumlusu benim.” dedi, kendi kendine. Ağırca ayağa kalktı ve içeriye geçti. Mete, masada yoktu. Soru soran gözlerle Mücahit’e baktığında Mücahit kafasını iki yana sallayıp çenesiyle Mete’nin odasını gösterdi.

“Yatağına yatırdım.” dedi ama Caner’in içine bir korku düştü. Hızla Mete’nin odasına girdiğinde bir kâğıda sarıldığını fark etti. Yavaş adımlarla Mete’nin yanında durdu. Yazdığı yazıyı fark ettiğinde kâğıdı çekip aldı önünden ve sinirle parçalarına ayırdı. Mete, ikizinin yaptığı şeyi umursamadan yeni bir kâğıt çekti ve ona da yazmaya başladı. Caner, elini sertçe masanın üzerine koyduğunda Mete, bütün sakinliğiyle yüzünü Caner’e çevirdi.

“Elini çek.” dedi, kendinin bile zor duyduğu fısıltısıyla.

Caner, kafasını iki yana salladı.

“İstifa ettiğinde ne olacağını düşünüyorsun aptal!” diye söylendiğinde Mete, derin bir nefes verdi ve arkasına yaslandı. Elindeki kalemi Caner’e uzattı ve kurumuş dudaklarını yaladı.

“Kendine dermanı kalmayanın, vatana hayrı olmaz.”

 

28 Aralık 2021 / Ankara

Mete Mert Çakır, Ağzından

Boşluk.

İçimde yankılanan her şeyin yerine gelen dipsiz bir sessizliğin adı, buydu.

Ruhumdaki tüm duygular, sanki bir fırtınadan sonra çekilen deniz gibi geri çekilmiş ve geriye bomboş, kurumuş bir sahil bırakmıştı. Kalbim hâlâ atıyor ama her atış yalnızca bir mekanizmanın zorunlu işleyişiydi. Ne bir coşku ne bir keder ne de bir anlam taşıyordu. Yaşam, artık benim için yalnızca nefes alıp vermekten ibaretti.

Bakışlarım, önümde eğlenen insanların üzerinde gezinirken hiçbir şey hissetmiyordum. Renkler solmuş, sesler boğuklaşmış, dünya benim için tüm canlılığını yitirmişti. Gördüğüm her şey, sanki bir sisin ardından bulanık biçimde süzülüyor ama ruhuma dokunamıyordu. Ellerimi kaldırıp çevremdekilere dokunsam bile, o temasların sıcaklığını hissedemiyordum. Bedenim buradaydı ama ruhum, çoktan bir boşlukta kaybolmuştu.

Yonca’nın Eyşan hakkında söyledikleri doğru muydu, yoksa yalan mıydı bilmiyordum ama yüreğimin yangını, tüm algılarımı köreltmişti.

“Biz yerimizi aldık.”

Kulağımın içindeki kulaklığa gelen sesin sahibine baktığımda Caner, ağırca kafasını eğip kaldırdı. Kaşları çatıldığında bakışları arkama çevrildi. Baktığı yere baktığımda dudaklarımın aralanmasına engel olamadım.

“Osman?”

Osman, üzerindeki siyah takım elbisesiyle içeriye girdiğinde bakışları beni buldu. Tek kaşı ağırca yukarıya kıvrılırken omuzları yükselip alçaldı ve kafası eğildi. Dudakları aralandı ama bir şey demedi. Yalnızca yürüdü ve tam çaprazımdaki masaya oturdu. Yanına bir garson yaklaştığında elini masanın üzerinde gezdirdi. Garson, yanından ayrıldığında kollarını göğsünde bağladı ve bakışlarını bende gezdirdi. Dudakları kıpırdadığında gözlerimi kıstım.

Ben yerimi aldım.

Ne için buraya gelmişlerdi? Görevleri mi vardı? Daha dün Yonca’nın düğünü vardı oradan buraya geçmiş olmalılardı. Bakışlarımı Osman’dan kaçırıp çaktırmadan etrafıma baktım. Eyşan’da gelmiş olabilir miydi?

“Yasmin, Yasmin, Yasmin!”

Bakışlarım sahneye giren iki kişiye takılı kaldığında Alev’in ve Barış’ın kol kola mikrofona yaklaşmasını izledim.

“Oğlum, ne oluyor burada?” dedi, Caner.

“Plana sadık kalın.” diye eğilip söylendim. Bugün burada bir şeyler dönüyordu ve asla kimsenin yaralanmasına izin vermeyecektim. Yine kulağımda sesler duyduğumda Barış mikrofona eğildi.

“Sen bana aklımla başım arasındaki mesafe kadar yakınsın.”

Ardından Alev eğildi.

“Sen bana aklımla başım arasındaki mesafe kadar da uzaksın.”

“Sen bana haramsın, tövbe tutmaz iflah olmazsın sen asla” dedi Barış.

“Sen benim kanayan yaramsın kabuk bağlamazsın kanarsın.” dedi, ardından Alev.

Birden birbirlerinin gözlerine baktılar ve elleri mikrofonun üzerinde birleşti.

“Kanarım kanarım kanarım ateşlere yürürüm yanarım

Kül olurum savurup denize yağmurlara karşı yağarım oy oy oy

Yanarım yanarım ateşlere yürürüm yanarım

Kül olurum savurup denize yağmurlara karşı yağarım oy oy oy”

Şarkıyı bitirdiklerinde el ele tutuştular ve sahnenin arkasına ilerlediler.

“Geldiler, arka kapıdan alıyorum.” diyen Mücahit ile Caner’e baktım. Gözlerini kapatıp hafifçe kafasını salladığında bir garson çevirip elimdeki bardağı verdim. Birkaç dakika sonra yenisini getirdiğinde arkama yaslandım ve bir yudum aldım. İki günden beri beklediğimiz Kalender’in üç adamı, sol yanımdan geçip Osman ile aramızdaki masaya oturduklarında Osman, arkasına yaslandı. Başını sağa doğru eğip kaldırdı.

Barış, çok geçmeden sahneye geldi ve mikrofonu düzeltip gülümsedi.

“Karşınızda yeni bir soluk, bir ses.” dedi ve eliyle arkasını gösterdi. “Müjgan!”

Sikerler.

Kalbim sanki atmamış gibi atıyor, nefesim hiç ciğerlerime gitmemiş gibi soluk soluğa kalmıştım. “Mete, aman sakin ol.” diyen Caner’i bile duymuş ama cevap verememiştim. Eyşan, üzerine giydiği masmavi ışıldayan ve cesurca kesilmiş yırtmaçlı bir elbiseyle sahnenin ortasında duruyordu. Elbisesinden taşacakmışçasına duran göğüslerini fark ettiğimde elimdeki viski bardağını sıktım. Ayaklanmak istediğim vakit bir kadın yanıma oturdu.

“Sakın, bir aptallık edeyim deme.”

Yanıma oturan Alev’e baktığımda sahte bir gülümsemeyle bana baktı ve omzumdan ittirip bacak bacak üstüne attı ve elini masanın üzerine koydu. Bakışlarım yeniden Eyşan’a döndüğünde dişlerimi sıktım. Masmavi elbisesiyle göz kamaştırıcıydı. Bacağının bir tık üzerinde biten yırtmacı başımın dönmesine sebep oluyordu. Sımsıkı, bedenini belli eden elbise kaybettiğim sinirlerimin geri gelmesine neden olmuştu. Onu yeniden görebilmek, düşüncelerimin kendine gelmesini sağlamıştı.

“Adamları ne zaman alacağız?” diye sorduğunda Mücahit, yanımdaki Alev konuştu.

“Almayacaksınız Mücahit.”

“Telsize nasıl sızdılar, Alper?” dediğimde Barış’ın Alper’in yanında oturduğunu gördüm. Bakışlarım Osman’a kaydığında sağa doğru eğildi.

“Bu operasyon bizde beyler, iki günden beri çekemediğiniz adamları elimizle koymuş gibi buraya getirdik. Sıkıntı çıkartmayın, kimse yaralanmasın.”

Osman’ın ateş püskürten bakışları üzerimdeydi. Kaşlarımı çatıp arkama yaslandığımda kulağıma bir melodi doldu.

“Gel ya da git böyle yapma
Sensiz kalbimde sızı var
Son nefese kadar değilse
Unuttuğun bir sözün var”

Gözlerim hiç ayrılmadan Eyşan’ın üzerinde durduğunda gözlerinin kapalı olduğunu fark ettim. Yürekten söylüyordu, belliydi ama bütün bakışlar üzerindeydi. Yerimde kıpırdandım. Şu an onu sahnenin ortasından çekip çıkartmak istiyordum.

“Sev ya da git, öyle bakma
Artık canımı acıtma
Şansını fazla zorladın
Ben de insanım sonuçta”

“Ne güzel hatun be.”

Osman ile aramızdaki masaya oturan adamlardan bir ses yükseldiğinde başım döndü, masaya tutundum.

“Sakın, duydun mu? Eyşan, bu adamları bulabilmek için çok uğraştı. Bizi buraya Alparslan albay gönderdi.”

“Ben de delirebilirdim
Yoldan çıkabilirdim
Yapmadım, kıyamadım sana
Hep keyfini bekledim
Yollarını gözledim
Bir küçük kıvılcım istedim”

Bakışlarım Caner’e kaydığında dudaklarındaki buruk gülümseme ile bana bakıyordu. Elindeki viski bardağını bana hafifçe kaldırdığında dudaklarına götürdü.

“Dün Alparslan Çakır tarafından Şırnak’a, Güvercin Timi’ne geri çağırıldık.” dedi, Caner. Ruhumda yeniden bir ateş kuvvetli bir şekilde harlandığında bakışlarım Eyşan’a kaydı. Sahnenin ortasında sağa ve sola sallanıyordu.

“Ben de delirebilirdim
Yoldan çıkabilirdim
Yapmadım, kıyamadım sana
Hep keyfini bekledim
Yollarını gözledim
Bir küçük kıvılcım istedim”

Hasret, sona ermişti.

Eyşan’ın bakışları beni bulduğunda duraklayacak oldu ama gözlerini kaçırmadan şarkısını söylemeye devam etti.

“Gel ya da git şimdi susma
Bugün kalbimde matem var
Ya biz ya hiç dedin bana
Nasıl da kanmışım sana”

Şarkı bittiğinde usulca reverans verdi ve ayakta beklemeye başladı.

“Bravo!”

Önümden yükselen ses ile Eyşan’ın bakışları oraya kaydı ve gülümseyerek kafasını eğdi.

“Gülme kızım, gülme.” Dudaklarımın içinde mırıldandığım şeyi Osman duymuş olmalıydı ki direkt bana baktı. Yarım ağız güldüğünde bakışları kenara kaydı ve ayağa kalkıp Eyşan’a elini uzattı. Eyşan, Osman’ın elini tutup sahneden indiğinde önümüzdeki adam ayağa kalktı ve Eyşan’ın kolundan kavradı.

“Bizim masaya gel.”

Eyşan, Osman’a bakıp elini hafifçe çekti. Dolgun kırmızı dudakları kıpırdadı ve Osman gülerek kafasını salladı. Eyşan, kolunu tutan adamın masasına oturduğunda ayağımı yerde sallamaya başladım.

“Eyşan’ın kulaklığını açalım, o bizi duymasın Barış.” dediğinde Osman, çok geçmedi ve kulaklarımın içinde Eyşan’ın sesi var oldu.

“Müjgan.”

Adam, Eyşan’a yaklaştığında dişlerimi sıktım. Şimdi o masayı dağıtırdım ama sırf babam, bizi geri gönderecek diye hiçbir şey yapmayacaktım. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Ne yapıyoruz; bu iş bitene kadar sakin kalıyoruz ve sonunda da Eyşan’a sımsıkı sarılıp bir daha da bırakmıyoruz!

Gözlerimi açıp Eyşan’a baktığımda adamın Eyşan’ın geriye salınmış saçlarını okşadığını gördüğümde ritim tutan ayağımı durdurdum.

Sakin kalamıyoruz!

Yanımdaki Alev’e baktım.

“Çekil.”

Alev, kafasını iki yana salladı.

“Çekilemem. Osman’ın kesin emri var. Eyşanlar arka tarafa gidene kadar, kalkmayacağım.” demesine kalmadan Eyşan, ayağa kalktı ve yanında duran adamın önünden yürümeye başladı. Osman, ayağa kalkıp ellerini ceplerine soktu.

“Başlıyoruz, benden haber bekleyin.” dedi ve masamın yanına geldi. “Benimle geliyorsun, Mete.”

Hızla ayağa kalktığımda Alev, masadan kalktı ve bana yol verdi. Osman, benden bağımsız bir şekilde yürümeye başladığında beni, üç kişinin yan yana geçip ama dördüncünün zor sığabileceği kulis koridorunda durdurdu. Bana dönüp yakalarını kaldırdı ve saçlarını dağıttı. Yeşil hareleri benimkilere çevrildiğinde yüzünü gösterdi.

“Vur.”

Anlamamışçasına ona bakmaya devam ederken gözlerini devirdi ve bir anda yakalarımdan tutup burnuma kafa attı. Acıyla elim burnuma giderken dişlerimi sıktım.

“Eyşan’a sayarsın.” dediğinde hızla doğrulup yumruğumu yüzüne vurdum. Hiç kaçmadan suratına yumruğumu yediğinde alnını ovaladı.

“Oğlum, senin vücudun demir mi amına koyayım?”

Burnumdan akan kan kurnazca dudaklarımın üzerine hücum ederken gülümsedim.

“Öyle derler.”

Osman’ın bakışları kısıldı ve hafifçe gülümsedi. Elini yakalarıma uzattı ve burnumdaki kanlardan beyaz gömleğe bulaştırdı. Arkamızdaki kapı bir anda açıldığında hızla Osman’ın yakasına sarıldım. Osman’da aynı şekilde benim yakama sarıldığında Osman, yüzüme bir kez daha yumruk attı.

Yüzüme vurmasaydı, iyiydi.

“Ne oluyor lan?” diyen adama döndüğümüzde Eyşan’ın omuzlarının üzerinde beyaz, pofuduk bir ceket vardı. Eyşan’ın bakışları üzerimizde dolandı ve dudaklarının arasından sahte bir çığlık yankılandı. O sırada solumuzdan iki günden beri beklediğimiz esas adamımız Kalender, yanındaki kadın ile bize yaklaşıyordu.

“Şehmus, yanındaki kadın Müjgan değil!” diye bağırdığında Eyşan’ın yanındaki adam hızla silahına davrandı. Elimi belime atıp saniyeler içinde yanındaki adamları vurduğumda Osman, Eyşan’ı tutan adamı nişan almıştı.

“İndir silahını.” dedi, Osman.

Bakışlarım Eyşan’a çevrildiğinde bir eliyle adamın kolundan tutarken diğer elini bacağındaki yırtmaca soktu. Kasaturasının kabzasını eliyle sarmalayıp bir anda çekti ve adamın bacağına saplayıp eğildi. Şehmus dedikleri adam acıyla yere yıkıldığında Eyşan, yırtmacının diğer yanına ulaştı ve silahını çekip adamın yüzüne hedefini aldı.

“Orospu!”

Eyşan, kafasını iki yana salladı.

“Bendeki bu şanssızlık nedir ya? Birisi aşüfte der, diğeri orospu.” diye Osman’a bakarak söylediğinde Osman, kahkaha atmaya başladı.

“O da senin bahtsızlığın.” dedi ve elindeki silahını indirmeden Şehmus’a doğru ilerledi. Silahını Şehmus’un üzerinde tuttuğunda Eyşan silahını indirdi ama yerine koymadı. Adamın vurduğu bacağına ayakkabısının topuğuyla bastırdığında Şehmus, daha güçlü bir şekilde bağırdı.

“Söyle bakalım Şehmus, Zara nerede?”

Gözlerindeki ateş kırıntılarıyla adamı neredeyse bakarak yakıp kül edecekti. Şehmus kafasını iki yana sallayıp korkuyla Eyşan’a baktı.

“Zara mı o kim?”

Eyşan, topuğunu biraz daha bastırdığında Şehmus, kafasını salladı.

“Tamam, tamam söyleyeceğim, dur!”

Eyşan, durmayıp öylece beklediğinde dişlerimi sıktım. Yırtmacının arasından belli olan iç bacağını gördüğümde ileri atıldım. Eyşan’ı kolunda tutup kenara çektim ve Şehmus’a eğildim. Yakalarından tutup hafifçe doğrulttuğumda ayakları yerden kesildi. Korkuyla gözlerime bakmaya başladığında kaşlarımı sıktım.

“Söyle!”

“İki günden beri burada beklediğinizi biliyordu ondan beri Maksim Gazino’da takılıyor.” diye söylediği an adamı yakalarından duvara ittirdim. Adam, kafasını çarpıp yere bir çöp poşeti gibi kaydığında Osman’a baktım.

“Ne yapıyoruz?” diye sorduğumda Osman’da Eyşan’a baktı. Eyşan, dudaklarındaki çarpık bir tebessümle kalbimin hızını arttırırken bakışları Kulis’e doğru çevrildi.

“Bizim gitmemiz uzun sürer, onu buraya çağıracağız.” dedi ve Kulis’e yürümeye başladı. Elimdeki silahı belime koymadan peşinden ilerlediğimde Eyşan, kapıyı araladı.

“Kaçmış!” diye bağırdığında arkamızdan koşan adımlar duydum.

“Eyşan, Aras Demirkan kaçtı.” dediğinde Barış, Eyşan ayağını sertçe yere vurdu.

“Yapacağınız işe sokayım!” dedi ve omzuma çarpıp koridorda yürümeye başladı. Omzumda bıraktığı sıcaklığa mı yoksa bana hâlâ kırgın olmasına mı yanayım derken adımları durdu ve kafasını sağa çevirdi.

“Mete ve Osman, siz benimle geliyorsunuz. Barış, Mücahit ve diğerleri; Aras’ı bulmadan sakın gelmeyin.” deyip yürümeye başladı.

“Nereye gidiyorsunuz?” diye bağırdı Barış ama Eyşan, elini gelmemiz için salladı.

“Maksim.”

 

28 Aralık 2021 / Ankara

Asena Eyşan Boduroğlu

27 Aralık, benim için çok uzun bir geceydi.

Trabzon’dan Ankara’ya helikopterle iniş yapmış, oradaki Özel Tim Birliklerimizin ofisine gidip operasyon hakkında en ince ayrıntısına kadar bilgi edinmiştik. Zara Demirkan, delil yetersizliğinden dolayı salınıvermişti. Oğlu Aras, Ankara’da yüksek güvenlik önlemli bir merkezde tutuluyordu. Tabii bütün iş bununla bitmiyordu.

Mete, Caner, Mücahit ve Alper’in orada olduğunu öğrendiğimden beri, sinir tüm hücrelerime yayılmış, kalp ritmim düzensizleşmişti. Onu bir kez daha görebilecek olmam sabrını fazlasıyla zorlarken son dakika da aldığım telefon tüm algılarımın yıkılmasına neden olmuştu.

Zara Demirkan’ı bulduktan sonra Tim arkadaşlarını al ve geri dön.

Alparslan Çakır’ın bana söylediği cümle, üç günden beri süren matemimin sona ermesine neden olmuştu ama ben eski kızı çoktan yakıp kül etmiştim. Asla gülmeyeceğime kendime söz verirken yanımdaki adamın kokusu burnuma hücum etti. Gözlerimin kapanmaması için çırpınırken Osman’ın ön koltuğa oturduğunu fark ettim. Arabayı hızla çalıştırıp yola koyulduğumuzda bakışlarımı pencereden dışarıya çevirdim.

Yanımdaki adamın kolunun koluma değmesine mi yanayım, onu özlemekten bitap düşmüş gönlüme mi yanayım bilemedim.

“Siz ne zaman geldiniz?”

Mete’nin sesi sol yanımdan geldiğinde derin bir nefes alıp sessiz kaldım.

“Dün gece, Yonca’nın düğününden çıkıp direkt Ankara’ya geçtik.”

Benim yerime Osman cevapladığında gözlerimi kırpıştırdım. Bir el bacağımın üzerine konup yırtmacımı diğer ucuna yaklaştırdığında Mete’ye baktım.

“Kapat şu bacaklarını.”

Eline vurup bacağımı yana doğru çektim.

“Sana ne be, SANA NE!” diye bağırdığımda Mete’nin sağ göz altı seğirdi. Elini yeniden yırtmacıma koyup çekiştirdi. Elini ittirmeye çalıştığımda Osman’ın gür sesini duydum.

“Didişmeyin lan, iki saniye didişmeyin!” diye bağırdı ve sertçe fren yapıp el frenini çekti. Bakışlarını bize çevirdiğinde yeşillerinin koyulaştığını gördüm. Bir Mete’ye bir de bana baktığında işaret parmağını bize doğru salladı.

“Beş dakika rahat durun. İçeriye bakıp geleceğim.” dedi ve arabadan indi.

“Beni bununla bırakma.” deyip kapıya uzanacakken Mete, kolumdan kavradı ve kendine bakmaya zorladı.

“Ne demek bununla bırakma.” diye dişlerinin arasından tısladığında dişlerimi sıktım. Zihnimdeki Asena, acının boşluğunu çoktan sinirle doldurmuştu.

“Kolumu bırak.” diye sakince söylendiğimde Mete, kafasını iki yana salladı. Karanlık çöken mavi bakışları gözlerimde dolandı.

“Bırakmayacağım.”

Gözlerimi devirip sertçe kolumu çekmeye çalıştım ama Mete, bırakmayıp diğer kolumu da tuttu. Ondan kurtulmak için debelenirken kafam, kapının üstündeki tutamaca çarptı. İnleyerek önümdeki koltuğa kafamı koyduğumda kolumu tutan eller gevşedi.

“Eyşan, Eyşan iyi misin?”

Ruhum, bir anda o Asena’nın sahip olduğu tüm sinirleri yerle bir etti ve sonsuz bir acıyla bedenimi sarmaladı. Gözüme hücum eden yaşlarla kafamı ovaladığımda Mete’ye baktım.

“Al, yaptığını beğendin mi? Bana acı vermekten başka ne yapıyorsun!” diye yüzüne karşı bağırdığımda gözleri titredi. Sinirli bakışları dağıldı ve yerini hüzün dolu matem aldı. Elini göğsüne yaslayıp ittirdiğimde biraz geri çekildi ve suskunca bana baktı.

“Gittin. Sen, gittin Mete, sen. Ben orada, o askeriyede kaldım ama sen o helikopterde gittin!”

Mete’nin omuzları düştü.

“Ya, ya ben iki günden beri kendime gelmeye çalışıyorum. ‘Sert dur Eyşan, kimseye eyvallah etme Eyşan!’ diye diye, kendimi güçlü tutmaya çalıştım. Aklımdan, zihnimden seni silmeye çalıştım ama ne oldu? GELDİN, ORTALIĞIN ANASINI SİKTİN!” diye yüzüne karşı bağırdım ve elimi kapı kulpuna götürdüm.

“Eyşan.”

Elimi kapı kulpundan çekip Mete’ye baktım.

“Ne Eyşan, ne? Ne, Allah’ın cezası ne!” dedim ve dişlerimi birbirine bastırdım. “Eyşan yok, öldü. O askeriyede o gün, Eyşan öldü. Rahat bırak artık beni.” dedim ve arabadan indim. Ankara ayazı beni sarıp sarmalarken gözlerimin altındaki yaşları sildim ve Maksim Gazinosu’ndan içeriye girdim. Ne yaptığımı bilmeden bir garsonu durdurdum ve kendime çevirdim.

“Kulis nerede?”

Garson bakışlarıyla beni süzdüğünde daha sert sıktım.

“Kulis?”

Garson, ürkekçe arkasından uzanan yolu gösterdi.

“Köşeyi dön solda.”

Garsonun kolunu savurduğumda kapıdan giren Mete’yi görmemezlikten geldim ve koridora doğru yürüdüm. Kolumu yakaladığı an ona dönmüştüm ki bir silah sesi yankılandı.

“Osman?”

Aralı dudaklarımdan fısıldayarak çıkan sesimle yırtmacımın içindeki silahı kavradım ve Kulis’e doğru koştum. Kapıyı aralayıp içeriye girdiğimde Osman, yerde bacağından vurulmuş bir şekilde yatıyordu. Ona koştuğum vakit eliyle arkamı gösterdi.

“Dikkat et!”

Hızla arkamı döndüğümde bir gürültü koptu. Bir adam, Mete’yi boynuna sarılarak kilitlediğinde silahını şakağına yasladı. Silahı kaldırıp Mete’nin arkasındaki adama nişan aldığımda kafasını iki yana salladı.

“Cık, cık, cık. Yerinde olsam bunu yapmazdım komutan.” dedi ve Mete’yi bir anda ittirip kapıdan çıktı. Mete, kapıya davrandığında odada bir kilit sesi duyuldu.

“Siz niye geldiniz ki?” diye sorduğunda Osman, havalandırmadan bir sisin odaya sızdığını fark ettim. Yaklaştığımda yoğunluğu arttı ve bir el dudaklarımın üzerine kondu. Bakışlarım Mete’yi bulduğunda gözleriyle Osman’ı gösterdi.

“Nefes almayın ama büyük ihtimalle bizi bayıltacaklar.” dediği an Mete, kenardan aldığı peçeteyi dudaklarımın üzerine koyup dirseğini dudaklarına gerdi. Pencereleri kırmaya çalışıyordu ama pencereler kırılmıyordu. Başım dönüyor ve nefes almamak için kendimi zor tutuyordum. Dizlerimin üzerine düştüğümde Osman’ın sürüklenerek yanıma geldiğini gördüm. Kafasını iki yana sallarken odanın içinde dönüp duran Mete’yi bulanık görmeye başladım. Göz kapaklarım gözlerimin üzerine devrildiğinde karanlık, artık ensemizdeydi.

 

 

 

🕊️

Titreyerek açılan göz kapaklarımla gözlerim, bembeyaz bir tavanla karşılaştı. En son Maksimdeyken bayıldığımı hatırlıyordum ama sonrası hakkında bir bilgim yoktu. Bakışlarım sade bir odanın içerisinde gezinirken hızla üzerime baktım. Mavi elbise gitmiş onun yerini asker yeşili atlet ile siyah bir eşofman almıştı. Yataktan hızla kalkıp üzerime yeniden göz gezdirdim. Paçaları bile bana bol olan bu kıyafetler kimindi?

Odanın kapısı hafifçe aralandığında hızla yanı başımdaki sürahiyi elime aldım. Mete, elindeki bir dosyayla içeriye girdiğinde gözlerimi devirdim.

“Günay- Sürahiyi bana mı atacaktın?” diye sordu ve kapıyı kapatmadan içeriye girdi. Elimdeki sürahiyi sertçe komodinin üzerine koyduktan sonra kollarımı göğsümde bağladım.

“Diğerleri nerede, biz neredeyiz? Osman, en son bacağından vurulmuştu, o nasıl? Oradan biz nasıl kurtulduk?” diye sorduğum peş peşe sorulara Mete, yalnızca gözlerini üzerimde gezdirdi.

“Üzerini ben değiştirdim.”

Kafamı sallayıp dudaklarımı araladım.

“Onu geç- Ne?”

Gerçekten ne?

Üzerimi mi değiştirdi?

Yüzümü saran sıcaklıkla Mete’nin dudakları iki yana doğru kıvrıldı. Kafasını iki yana sallayıp elindeki dosyayla yatağın üzerine oturdu. Bacak bacak üstüne atıp omuzlarını düşürdüğünde elindeki dosyayı okumaya başladı. Karşısına geçip elindeki dosyayı aldım ve yere attım. Oflayarak ellerini arkasına yasladı ve bana baktı.

“Ne demek üzerini ben değiştirdim? Ayrıca diğerleri nerede?”

Mete, gözlerini gözlerimden ayırmadan derin bir nefes bıraktı.

“Onlar Şırnak’a geri döndü. Bizim daha burada işlerimiz var. Ankara’da birliğe gidip Zara Demirkan için kaçak emri çıkarttıracağız. Düne kadar elimizde olmayan bilgiler, artık avucumuzda ve yurtdışına çıkma yasağı konulacak.” diyerek uzun bir açıklama yaptığında bakışları üzerimde dolaştı ve yeniden gözlerime yükseldi.

“Osman iyi, kurşun yalnızca sıyırmış. Dün gece gazdan dolayı bayıldın ve seni Ankara’daki evime getirdim. Üç günden beri bizde burada kalıyorduk. Kıyafetlerini değiştirme konusuna gelecek olursak; o mavi elbiseyi yaktım.”

Kaşlarım yukarıya doğru kıvrılırken bakışları arkamdaki çöp poşetine kaydı. Kaşlarımı çatıp çöp poşetine doğru yürüdüm ve gördüklerime inanamadım. Manyak herif, harbiden de yakmıştı. Sinirle Mete’ye bakıp ellerimle üzerimi gösterdim.

“Ben, bu kıyafetlerle mi birliğe gideceğim?” diye sorduğumda gülmemek için yanağını dişledi ama kıkırtısı kaçtı. Burnumdan soluduğumda omuzunu silkti.

“Ne güzel işte, asker olduğun belli oluyor?”

Gözlerimi devirip bakışlarımı tavana diktim.

Gerçekten, sabrımı, sınıyor. Zihnim ve mantığım yine çatışmış saldıracak yer ararken, üstüne üstlük Mete’nin kokusu dört bir yanımı sarmışken sakin kalma konusunda birtakım sorunlarım vardı.

Gözlerimi yeniden Mete’ye çevirdiğimde Mete, yere attığım dosyayı geri eline aldı ve bakışlarıyla yanını gösterdi. Gözlerini dosyada gezdirdi ama birkaç saniye durakladı ve bana baktı.

“Otur, ne yapacağımızı anlatacağım.” diye söylendiğinde sinirli adımlarla ona yürüdüm ve elindeki dosyaya uzandım. Dosyayı geri çekip çenesiyle yanını gösterdi.

“Oturmazsan, seninle hiçbir bilgi paylaşmayacağım ve seni Şırnak’a geri göndereceğim.”

Burnumdan soluyarak yanına oturduğumda dosyayı geri önüne çekti ve bana bakmadan dosyada yazılanları gösterdi.

“Aras Demirkan’ın yüzü ona geri verildi. Operasyonla benim yüzümü, onun yüzünden sildikleri için tehlike arz etmeyecek. Zeyno, bilgi vermemek için intihar etti. Şu an için tek aradığımız kişi Zara Demirkan ve sürekli olarak oğlu ile tehdit ediyoruz. Tıpkı, o gün Aras’ın yanında olup kaçırdığınız gibi.”

Sinirle ona baktım.

“Onun kaçması benim problemim değildi. Barış’ın yanında durması gerekliydi ama senin öfken yüzünden hepsi içeride kaldı. Bende sahneye çıktığımda fırsatını bulup kaçmış.”

Mete, bir şey söylemeden dosyaya bakmaya devam etti.

“Bize bir istihbaratçı lazım, Ankara’da.”

Zihnimi araştırmaya başladığımda Barkın Koral’ın Ankara’da olabileceği aklıma geldi. Çünkü biz Trabzon’a gitmeden yarım saat önce işleri olduğu için Ankara’ya geçmişti.

“Barkın Koral.” dediğimde dosyayı tutan eli yumruk oldu. Avuçlarının arasındaki dosya kırıştığında burnundan bir soluk verdi.

“Bize Ankara’da olan biri lazım.” diye dişlerinin arasından söylendi.

“Mete abi evlenen yalnız ben değilim. Barkın Koral, Eyşan ablaya evlenme teklifi etti.”

Aklıma Yonca’nın dedikleri geldiğinde usulca omuzlarımı dikleştirdim. Parçalandığım ve kırıldığım yerden kırılmanın sırası Mete’ye gelmişti.

“Ankara zaten.” dediğim an Mete bana baktı. Gözlerindeki siyah noktalar hızla küçüldü ve kenarlarında kocaman dalgalar birikti ama ona rağmen bütün sakinliğiyle dosyaya döndü.

“Evlenme teklifi ettikten sonra Ankara’ya geçeceğini söylemişti.”

Bu dudaklarım neler söylüyordu?

Mete’nin sinir bozucu kahkahasını duyduktan sonra kaşlarım birbirine geçti. Dosyayı kapatıp yanına bıraktığında hâlâ gülmeye devam ediyordu. Ellerini, bacak bacak attığı dizinin üzerinde bağlayıp bana baktı.

“Alev, bana öyle bir şey olmadığını söyledi.”

Ulan Alev, yaktım kızım çıranı.

Çenemi kaldırıp başımı iki yana salladım.

“Nereden biliyorsun belki etti?”

Mete, parmağıma bakıp elini havaya kaldırdı ve yüzük parmağını gösterdi.

“O zaman yüzük nerede?”

Aklım, tamamen uçmuş gibiydi. Bütün salaklığımı da burada kullandım ve beynimi ekmeğin arasına koyduğum o cümleleri sıraladım.

“Nereden biliyorsun belki yüzüğü boynuma astım.”

Söylediğim cümleden sonra bakışları karardı ve dişlerini sıktı.

“Eyşan, üzerini ben değiştirdim!” diye yüzüme bağırdığında bakışlarım üzerimde gezindi. Bakışlarımı kaçırarak ayağa kalktım ve sürahiye yürüdüm. Bir bardak soğuk suyu içtim ve elimin tersiyle dudaklarımın üzerini sildim. Ağız tadıyla kıskandırma olayı çok yanlış işlemişti.

Bu başarı, hepimizindi.

Elimdeki bardağı bırakıp ona döndüm ve ellerimi belimin iki yanına koydum.

“Öf iyi tamam be. Bir ağız tadıyla öfkemi kusturmadın.”

Mete’nin gözleri yumuşadığında kafasını iki yana salladı ve öylece bana bakmaya başladı. Bakışlarından gözlerimi kaçırmadığımda kaşlarımı çattım.

“Ne bakıyorsun?”

Kafasını hafifçe yana salladı.

“Gitmek istememiştim ama Alparslan Çakır’a sözümü geçiremedim.”

Bak. Hele, hele laflara bak.

“Gitmek istememiştin?” diye sorduğumda kafasını salladı. Ona doğru yürüyüp omuzlarına vurdum.

“Gitmek istemedin mi! Her şeyde milletin karşısına geçip dağları deviren adam, babasına karşı söz söyleyen adam mı sözünü geçiremedi? Heh! Al sana.” diye bağırıp ellerimi ona vurmaya başladığımda elimden kurtulmak için sağa sola kaçmaya çalıştı.

“Kaçma!”

Sağımdaki boşluktan gülerek içeriye kaçtığında peşinden kovaladım.

“Bir de gülüyor ya!”

Mete, salona geçip ortamıza masayı aldığında ellerimi sertçe masaya vurdum. Yüzüme eğlenerek bakan bakışlarıyla sinir, beynime sıçradı.

“Eğer, şu an buraya gelmezsen yeminim olsun yapmadığım şeyi yaparım.”

Mete, kollarını göğsünde bağladığında gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Bir şey bulmam lazımdı ama ne olabilirdi?

Sana bir şey olacak diye ödüm kopuyor.

Gülümseyerek gözlerimi açtığımda hâlâ beni izlemeye devam ettiğini gördüm. Hızla ona doğru koşmaya başladığımda sola doğru kaçtı. Ellerim masaya yapışıp bir şekilde onu yakalamaya çalışırken birden elimi sandalyenin sırt kısmına yasladım ve tutup kenara attım. Gürültüyle geriye düşerken en azından ona daha rahat bir şekilde uzanabilirdim. Masaya eğilip elimi havada savurduğumda kahkaha attı ve geriye kaçtı.

‘Bunu sen istedin Mete.’ dedim içimden ve planımı uygulamaya geçirdim.

Bir kez daha masanın etrafında onu kovaladıktan sonra aynı yere vardım ve elimi bir anda başıma yaslayıp dişlerimi sıktım.

“AH!”

Gözlerimi kapatıp masaya eğildiğimde büyük bir gürültü koptu ve koluma bir el sarıldı.

“Eyşan, iyi misin?”

Gülümsedim ve hızla gözlerimi açıp kollarımı Mete’nin beline sardım.

“İşte yakaladım.” diye bağırdığımda bakışlarımı Mete’ye çevirdim. Yüzü birden beyaz kesmişti ve korkulu gözleriyle bana bakıyordu. Gözlerini kapattı ve burun delikleri genişledi. Göğsünü yükselterek derin bir nefes aldığında eli enseme gitti. Ensemdeki saçları çekiştirerek başımı geri eğip yüzüme eğildiğinde kalbimin teklemesine şahit oldum.

“Beni kendinle sınama!” diye yüzüme karşı bağırdığında kulağımda yankısını bıraktı.

“Sende beni sinirlendirme.” diye sakince telkinde bulunduğum an gözlerinin mavisi gecenin siyahına büründü. Bakışları, bir sağ gözüme bir de sol gözüme dokunduğunda ensemdeki saçlarımı biraz daha aşağıya indi. Hafifçe yutkunduğumda biraz daha üzerime eğildi. Kalçam masaya yaslı bir şekilde dururken onun eli ise hemen kalçamın yanında duruyordu.

“Yanıp kül olduğum günlere sayarsın.” dedi ve bütün açlığıyla dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Kapalı dudaklarımın arasına girmeye çalışan diline karşılık verip dudaklarımı araladığımda genzinden gelen boğuk tını dudaklarımın içinde hapsoldu.

Elim tutunacak bir yer ararken kollarımı havaya kaldırdım ve saçlarımı çektiği gibi saçlarından tutup geriye doğru çekiştirdim. Saçlarımdaki eli belime düşüp sertçe sıktığında karnımda bir sızıyla bacaklarımı kapattım. Mete, diğer elini de belime koyup beni masanın üzerine oturttuğunda artık boylarımız eşitlenmişti. Bacaklarımın arasına girip belimden sertçe kendine bastırdığında boğazımdan bir inilti döküldü. Dudaklarını dudaklarımdan ayırıp gözlerimin içine baktığında kafasını iki yana salladı.

“Senin için ölüyorum diyorum, anlamıyorsun.”

Onun dediğiyle bir elimi sırtına götürdüm.

“Benim için yaşa.”

Mete’nin sağ göz altı titrediğinde yeniden dudakları dudaklarımı buldu. Belimdeki eli üzerimdeki tişörtün altına girdiğinde inledi ve alt dudağımı dişlerinin alıp ezdi. Karnımın içinde büyük bir ağrı, sıcaklıkla kavruluyordu. Mete’nin tenimde gezinen elleri göğüslerimin üzerinde durduğunda dudakları ayrıldı ve bakışları gözlerimde gezindi.

“Sadece beni hissetmeni istiyorum.” dediğinde kafamı salladım ve bu sefer ben onun dudaklarına yapıştım. Elim üzerindeki kazağının eteklerine gittiğinde bir saniye geri çekildi ve ensesinden tutup bir çırpıda çıkarttı ve yeniden üzerime eğildi. Elleri, tişörtümün eteklerine sarıldığında hızla kafamın üzerinden çıkarttı ve gözleri gözlerimde dolanırken kazağının yanına fırlattı.

 

 

🕊️

 

 

!!! “Bundan sonraki sahnelerde +18 yakınlaşma vardır! Okumak istemeyenler için bölüm burada bitmiştir. BİR SONRAKİ BÖLÜM ANKARA BİRLİĞİ'NDE OLACAĞIZ.” !!!

 

Özel noktalarımda atan kalbim, durumun vahametini bana açıklıyordu.

Daha fazlasını istiyordum.

Elim göğsünün üzerinde dolaşmaya başladığında bir eli dizimin altına uzandı ve iyice kendine bastırdı. Belinin boşluğuna yaslanan dizim sayesinde ona artık daha yakındım. Boynundan sarkan düğme ve künyesini fark ettiğimde gözlerimi kırpıştırdım. Orada neden bir düğme vardı?

Algılarımı kaybetmişçesine gözlerimin önüne sarılmış göğüs kaslarının ortasına bir öpücük bıraktığında biraz daha üzerime eğildi. Dudaklarım göğsünden sürüklenerek adem elmasına uzandığında dudaklarımın altındaki ten kıpırdadı.

Boştaki eli sütyenimin boşta bıraktığı göğüslerime hafifçe dokunduğunda elimi sırtıma götürdüm ve sütyeni açtım. Utanmadan, çekinmeden sütyenin boşladığımı fark ettiğimde Mete, elini çeneme sardı ve gözlerine bakmamı sağladı.

“Daha ilerisi yok.”

Karnımdaki sancı büyüdü.

“Daha ilerisi yok.”

Mete’nin bakışları gözlerimde dolandı. Eli hafifçe eşofmanın üzerinden kadınlığımın üzerine kapandığında kalçamı yukarıya doğru ittirdim.

“Ama birinin yardıma ihtiyacı var.” dedi ve kadınlığımdaki elini hafifçe eşofmanın içine soktu. Kalbim, ‘Durun.’ sinyallerini salgılarken mantığım ilk defa benim yanımdaydı ve ellerimi Mete’nin omzuna koymama yardımcı oldu. Mete’nin eli iç çamaşırımdan içeriye sızdığında dudaklarımdan büyük bir soluk bıraktım. Parmak uçlarını en hassas noktada hissettiğimde Mete, alnını alnıma yasladı.

“Siktir Eyşan, ıslanmışsın.”

Yutkunmaya çalışıp kurumuş dudaklarımı yaladığımda bakışlarımı gözlerine çevirdim.

“Durmamı ister misin?”

Boştaki elimle ensesini yüzüme çektim.

“Durursan seni asla affetmem.”

Mete, sadece gözlerime bakmakla yetindiğinde hassas noktamdaki parmağı hareketlendi. Dudaklarımdan kaçan inleme yüzüne vurduğunda mavileri daha çok koyuya büründü. Boştaki eliyle belimi sarmaladı ve beni biraz daha kendine çekti. Düşeceğimi düşünerek sağ bacağımı belinin yanına sardım. Parmaklarımı kadınlığın en ince ayrıntılarında gezindiğinde gözlerimi kapatıp başımı geriye attı. Mete, bunu fırsat bilip dudaklarını boynuma gömdüğünde elimi kaldırıp omuzlarına tutundum.

Bedenim sanki bulutların üzerinde dolanıyordu. Mete’nin dudakları tenimde gezinirken bıraktığı nem üşümeme neden oluyordu. Ne kadar da zıt değildi, değil mi? Bedenim yanarken tenim aksineymiş gibi üşüyordu.

Mete’nin parmakları içime girdiğinde bacaklarımı kapatmak istedim ama buna izin vermedi.

“Kendini kasma, rahat bırak.”

Kolaysa sen bırak, diyecektim ama daha da ileriye gitmek isteyen parmaklarıyla dudaklarımı ısırdım.

“Bırakma.” diye mırıldandığımda belimdeki eli kasıldı ve kafasını iki yana salladı.

“Bu saatten sonra asla.”

Kendini bana bastırdığında bacağıma değen sertliği, onun da zor durum da olduğunu bildiriyordu. Ellerim utanmaksızın karın kaslarından eşofmanın lastiğine indiğinde belimdeki elini birden çekti ve elimi durdurdu.

“Oraya gidersen kendimi tutamam Eyşan, bugün olmaz.”

Umursamadan elimi içeriye sokmaya çalışırken elim eşofmanının dışından bile belli olan sertliğe çarptığında boğazından bir inilti koptu ve omzumdan beni masaya ittirdi. Sırtım soğuk zemine değdiği anda vücuduma bir titreme gönderdi. Mete’nin elleri kadınlığımın içinde gezinirken bir eli göğsümü buldu ve sertçe kavradı. Elim göğsümü okşayan koluna kaydığında tüm ilgiyi üzerime çekmişti.

“Mete.” diye soluklandığımda dudakları göğsümün tomurcuğuna yapıştı. Dişleriyle hafifçe ısırıp çekiştirdiğinde koluna tırnaklarımı geçirdim. Kasıklarımdaki sızı daha fazlasını istiyordu. Bacağımı sıkıp Mete’yi üzerime çekmeye çalışırken buna izin vermedi ama elim omzundan düşüp eşofmanın üstünden erkekliğine çarptı.

“Eyşan, zorlama.”

Sinirle gözlerine baktım.

“Sadece dokunmak istiyorum.”

Mete, kafasını iki yana salladı.

“Duramam, anla şunu.”

Elimin altındaki sertliği sıktığımda başını geri attı ve kadınlığımı sıktı.

“Canıma kastın mı var kadın?” diye sorduğunda kafamı salladım. Birden kadınlığımdaki elimi çektiğinde bulutların üzerinden düşmeye başladım. Başım döndü, gözüm karardı. Tutunmak için bir yer aradım ama yoktu. Sertçe yere düşmek için hazırlanırken Mete, elini eşofmanımın lastiklerinden çekti ve kalçalarımı havaya kaldırıp beni sertçe kendine bastırdı. Eşofmanın üzerinde hissettiğim erkekliği ikimizin de dudaklarından inlemelerin dökülmesine neden olmuştu.

“Bugün değil, burada değil.”

Mete, gözlerini kapatmış kendi kendine telkinde bulunuyor gibiydi. Ne kadar öyle durduğumuzu bilmiyordum ama kalbimin ritmi hâlâ hızlıydı. Kulağıma ulaşan telefon sesiyle Mete’nin dudaklarını alnımda hissettim. Bedenimdeki elleri tamamen üzerimden çekildiğinde artık gökyüzünde değildim.

 

-

 

 

BÖLÜM SONU

BÖLÜM SONU MEDYALARI

Instagram: _jupiterdebirokur

Tiktok: jr.napolita

X: sultanakr9

Wattpad: sultanakr

 

Merhabalar efenim, nasılsınız?

Bol duygulu bir bölüme sahip olduğumuzu düşünüyorum. Kâh güldüğümüz kâh da sinir olduğumuz bir bölümdü. Mete ve Eyşan’ın yukarıdaki sahnelerini okumayan okurlar içinde bir dip not geçmek istiyorum, birlikte olmadılar ama birbirlerini hissettiler. Bundan sonrası ateş ile barut diyerek kaçıyorum.

Eyşan, zihnine duvarlar örmüştü, bölüm içerisindeki hatırlayanlarınız vardı, tabularını yıkması kısa sürdü ama bu yazar unutur mu, unutmaz.

Eyşan geçen bölümlerde ne demişti; Ağzımdan çıkan her cümlenin, bir izi vardır.

 

 

Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle

 

 

Sultan Çakır

 

 

Yirmi dört kasım iki bin yirmi dört

Loading...
0%