Sizleri bölümle baş başa bırakıyorum. Ölmez sağ kalırsanız, aşağıda buluşuruz.
Oy ve yorumlarınızı lütfen eksik etmeyin, keyifli okumalar.
Bölüm Şarkısı;
Bir Ay Doğar İlk Akşamdan Geceden, Cengiz Özkan
Sırr-ı Müphem: Belirsiz, net olmayan sır.
🕊️
XVIII
13 Kasım 1994 / Sırr-ı Müphem
Her cümlenin bir ağırlığı, her eylemin ise bir sonucu vardır. Kapalı bir kapının arkasında konuşulmuş sözler, günü geldiğinde kulaklara fısıldanmak için sabırsızdır fakat bazı düşünceler, bunun saklı kalması için elinden geleni yapar.
İdlib’de, pusuda bekleyen askerlerin her biri aldıkları isimlerle hazır ola geçmişlerdi. İçlerinden biri elindeki kâğıdı sıktığında avucundaki yazılar zihnine kazındı. Çakmak bakışları dağın arkasındaki üsse çevrildiğinde, avcunda buruşturduğu kâğıdı ön cebine koydu.
“Vakit geldi, yola çıkalım.”
Gecenin izbeliğine karışan sesiyle askerler ayaklandı ve tek sıra halinde yürümeye başladılar. Ufukta, dağların üzerine süzen üs ışıklarıyla ağırlaştılar ve büyük bir taşın arkasında beklemeye başladılar.
“İkinci, sen Dördüncü ile arka kapıya git.”
“Anlaşıldı.”
Sert bakışlarıyla kaskındaki dürbünü indirdi ve arkaya gönderdiği askerleri izledi. Gözden kaybolduklarında kulağındaki telsiz kulaklıkta bir ses yükseldi.
“Burada işler karışık, hepsi birbirine silah doğrulttu.”
Duyduğu cümle ile gözlerinin önündeki dürbünü yukarıya kaldırdı.
“Bırakalım komutanım, birbirlerini gebertsinler.” diye bir ses işitti sol yanından. Gözleri ahenkli bir yavaşlıkta solunu buldu.
“Bu millet, vatana ihanet edenlerin yüzünü görmek ister.” dedi ve elini havaya kaldırıp öne eğdi. Hızla silahını kavrayıp yürümeye başladı. Adımları ardışık olarak birbirini takip ediyor, taş bile ayaklarının altında kırılıp parçalanıyordu. Kuru çöllere su getiren adam, bugün ilk defa ölüm getirecekti.
“Birinci ve Üçüncü, arka kapıya destek çık. Beşinci ve Altıncı sol pencere, Yedinci ve Sekizinci sağ pencere yerleş. Ana kapı benim.” diye söylenip hızla kapıyı sessizce açtı. Herkes bir anda içeriye dalıp koridor köşelerine pustuğunda kafasını sola eğdi. Kalabalık kişilerin arasında ona anlatılan adamlar vardı. Bir anlığına arkalarında duran ekranı fark etti.
“Bu ekrandakiler Bozkır Timi, değil mi?”
Kulağına ulaşan cümleleri duymamazlıktan gelmek istedi ama gelemedi.
“Merkez, solda!”
Kulağına ulaşan silah sesiyle çapraza döndü. Arkadaşına vuran teröristi leşe çevirdiğinde hızla Beşinci’nin yanına koştu.
“Ölme, sakın ölme.”
“Neler oluyor!”
İçerisi karışmıştı.
Çığlıklar, kaçışmaya başlayan insanların arasına dalan askerler ve silahlarına davranmış adamlarla çevrelenmişlerdi.
“İkinci ve Dördüncü, kaçmalarına izin vermeyin! Birinci desteği bırakmayın.”
Bütün yanındaki adamlar, kaçmaya çalışan adamları engellemek için dağıldıklarında aceleyle masaya ilerledi. Gördüğü belgeler, duyduklarıyla aynıydı.
“Vatanın yüz karalarısınız.” diye mırıldanırken, tarihi değiştirebilecek kâğıdı aldı ve yan cebine koydu. Koşar adımda arka kapıya çıktığında bütün arkadaşlarının yerde olduğunu gördü. Sadece içlerinden birisi eliyle kendisini işaret ettiğini fark etti.
“Akıncı, dikkat et!”
Arkasına dönemeden ensesine dayanan namludan bir kurşun çıktı. Bilinçsiz bir şekilde yüz üstü yığıldığında arkasındaki adam elindeki silahı indirip beline koydu. Elindeki siyah eldiven ile yerde yatanı sırt üstü çevirdi ve hiç beklemeden elini boynuna götürdü. Künye zincirini tutup sertçe çektiğinde iki metal parçası birbirine çarpıştırarak ahenkli bir ses bıraktı.
“Mehmet Sönmez, Akıncı Timi’nin komutanı.” dedikten sonra yanında beliren adama baktı.
“Bu adamı yaşatın.”
Baktığı adam, ellerini önünde bağlayıp kafasını sağa eğdi.
“Uyandığında herkese her şeyi anlatacak ama?”
Çatık kaşlarıyla avucundaki künyeye baktı. Parmaklarını üzerine getirip avucunu sıktı ve yeniden yanındaki adama baktı.
“Her şeyi anlatacak ama kimse ona inanmayacak. Arkadaşları gözünün önünde öldürüldü ve bir timin ölmesine sebep oldu. Delirecektir ve kimse onun dediklerini ciddiye almayacaktır.”
Tarih, o günü acımasızca zihinlere kazıdı.
Dağ taş bilecek ama kimse burada ne olduğunu asla öğrenemeyecekti.
Ta ki o günün sabahında, Ethem Boduroğlu’nun telefonu çalana kadar.
Uykulu gözleriyle komodinin üzerindeki telefonu almaya çalıştı ama alamadı.
“Hayatım, şu telefonuna bakar mısın?”
Eşinin sesi, bir anda uyku mahmurluğundan kurtulmasına yardımcı olmuşçasına gözlerini irice açtı ve telefonu eline aldı. Arayan kişinin Alparslan Çakır olduğunu gördüğünde gülerek kafasını iki yana salladı. Telefonu açıp kulağına yasladığında direkt zihninden geçeni şakıdı.
“Rüyanda beni mi gördün Çakır?” diye gülerek konuştuğunda telefonun ucundan yalnızca bir cümle duydu.
“Hemen askeriyeye gel.”
Yattığı yerden dikleşip ne olacağını soracakken telefon yüzüne kapandı. Ethem, çatık kaşlarıyla yanında uyuyan eşine baktı ve elini hafifçe kadının yanağına yaslandı.
“Yağmur’um sen uyu, ben askeriyeye gidip geleceğim.”
Uyuyan eşinin mırıltılar eşliğinde yeniden uykuya daldığını gördüğünde dudaklarındaki eşsiz gülümsemesine engel olamadı. Bir hafta önce düğünleri olmuş ve eve daha dün dönmüşlerdi. Yorgunlukları asla geçmemiş ama birbirleriyle de vakit geçirmekten asla vazgeçmemişlerdi.
Ethem, her ne kadar eşinden ayrılmak istemese de yatağından kalktı ve üzerine sivil birkaç kıyafet geçirdi. Kaldıkları evden çıkıp arabasına bindi, Rize kışlasına doğru sürmeye başladı. Telefonu sürekli olarak titriyor ama bir türlü araba kullandığı için bakamıyordu. Gelen her arama, askeriyeye aitti. Direksiyondaki ellerini biraz sıktı. İçine bir kurt düşmüştü ama ne olduğunu anlayamıyordu.
Sonunda kışlaya vardığında kapıdaki güvenlik bariyeri kaldırıldı ve arabasını park edip hızla askeriye binasına girdi. Ona doğru yaklaşan Alparslan Çakır’ı gördüğünde kaşlarını çatmasına engel olamadı. Alparslan Çakır’ı her zaman bir dağ gibi resmederdi zihninde. Dik, yamaçlarını keskin ve sarsılmazdı. Alparslan, onun önünde durduğunda mavi gözlerinin ilk defa titrediğini fark etti ve kaşları yavaşça eski haline döndü.
Alparslan, çökmüştü.
“Ne oldu?” diye sorduğunda Alparslan’ın titrek bir nefes aldığını gördü. Bakışlarının arkasında takıldığını fark ettiğinde ağırca arkasına döndü. Soğuk bir rüzgâr esti, tüm tüylerinin ürperdiğini hissetti. Sekiz tane tabut gördü, Ethem Boduroğlu’nun gözleri.
Sekiz tane, ay yıldızlı bayrağa sarılı tabut.
Düşecek gibi oldu ama arkasındaki kırılmış dağa tosladı.
“Ethem, çok kötü, çok kötü!” diye sitem eden Alparslan’ın cümlelerini duydu ama tepki veremedi.
“Kim?” dedi ve yutkundu. “Kim bunlar?”
Alparslan’dan bir ses çıkmadığında bir hışımla arkasına döndü ve yakasına sarıldı.
“Hangi Tim? Söyle Alparslan, söyle!” diye sarstığında Alparslan’ın gözlerinden bir damla yaş, usulca yanaklarına aktı.
“Akıncı.”
Ethem’in elleri Alparslan Çakır’ın yakalarından bir anda düştü. Yutkunamadı, nefes alamadı. Adımlarının nereye gittiğini bile fark edemedi. Dizlerinin üzerine yıkılacak gibi oldu ama Alparslan, Ethem’in kollarına sarılarak buna izin vermedi.
“Züğürt?”
Alparslan, başını iki yana salladı.
“Züğürt yok Ethem. Şehitlerimizi aldıklarında Züğürt’ü bulamamışlar. Sadece kan izleri varmış.”
Ethem, bir kez daha duyduklarıyla yıkıldı. Eşine nasıl söyleyecekti? Yağmur’una nasıl dillendirecekti?
Ne diyecekti?
Yağmur, kuzeninin timi şehit oldu ama onu bulamadık mı diyecekti?
Yağmur, Akıncı Timi şehit oldu ama Züğürt ortada yok mu diyecekti?
Göz kapakları titrekçe gözlerinin üzerine yıkıldı. Allah’ım, dedi. ‘Allah’ım, sen aklımı koru.’
Gözleri aralandığında sekiz şehit naaşının önünde durduğunu gördü. Kaşları öylesine derince çatılmıştı ki karşısındaki kadının yeşil gözlerini bile göremez olmuştu. Zihninde eşim dediği, Yağmur’una olanları anlatırken ki hali hiç gözlerinin önünden silinmiyordu. Karısının yeşil gözlerindeki o çiçeklerin soluşunu hiçbir zaman unutamayacaktı.
“Oğlum! Züğürtü’m.. Mehmet’im! Evime, ocağıma ateş düşürdün Ethem!” diye bağıran Kutlu Sönmez'in kendine birden düşman olmasını kalbinden silemeyecekti.
“Sana, kızımdan uzak dur dedim! Dinlemedin.”
Dirvana’nın kulağında çınlayan cümleler, kulaklarından hiç gitmeyecekti.
“Gidelim buradan Ethem. Şırnak’a tayin isteyelim.”
Yağmur’un ölüp bittiği dudaklarının arasından dökülen cümleleri, vatanı için kulak arkası yaptığından hep pişman olacaktı.
15 Kasım 1994.
Sırların kapısının daima kapalı kaldığı tarih, buydu.
O sekiz şehidin ardından Bozkır Timi hiç durmadı. Alparslan ve Ethem daha çok birbirlerine kenetlenirken Hümeyra ve Yağmur, kışlada, sevdikleri adamların güvenliği için koordineli bir şekilde iz sürme peşindelerdi. Bir sene boyunca sıkıca ellerinden geleni yaptılar. Tarih, 2 Ocak 1996’yı gösterdi. Hümeyra ve karnı belli olmaya başlamış Yağmur üsteğmen ellerindeki ‘Çok Gizli’ evraklar ile odalarından ayrılırken toplantı kapısının önünde buluştular.
“Bir şeyler bulabildin mi?” diye sordu Yağmur Boduroğlu. Hümeyra ona bakıp kafasını salladığında arkalarından iki çocuğun ağlamasını duydular.
“Hümeyra abla.”
Hümeyra, dudaklarındaki gülümseme ile arkasına döndüğünde Yağmur’un eli dört aylık karnına yaslandı.
“Bak Yağmur, kimler gelmiş?” diye söylenen can yoldaşına sadece bakmakla yetindi Yağmur. Asiye’nin sürdüğü arabadaki ikizlere baktığında derin bir iç çekti. Yavaşça arabanın önüne çöktüğünde bakışları parıldayan masmavi gözleri izledi. Küçük çocuk arabada öne eğilip Yağmur’un elini karnına koyduğunda Yağmur’un kaşları yukarıya yükseldi. Cinsiyeti öğrendiği günden beri kızıyla iletişime girmeye çalışıyordu ama nasıl olduysa taşıdığı canı, bu anı hissetmişti.
“Mete, Yağmur ablanı rahat bırak.”
Yağmur, heyecanla Hümeyra’ya baktı.
“Hümeyra, tekme attı.”
Hümeyra, gülerek Mete’ye baktığında elini kaldırdı ve oğlunun saçlarını okşadı.
“Gelin adayımız belli oldu, hadi yine iyisin.”
Mete, şaşkın bakışlarla Hümeyra’nın gözlerine baktığında Hümeyra yavaşça Yağmur’un kalkmasına yardımcı oldu.
“Valla daha bir hafta önce cinsiyeti belli oldu, tekme atar dediler, konuştuk ama hiç bize tepki vermemişti.” deyip güldü Yağmur. Hümeyra, burnunu çekti.
“Ee, bizim çocuğu hissetti annesi.”
İki kadın gülüşürken Mete, eli Yağmur’un karnından düştüğü anda ağlamaya başladı. Hümeyra, elini alnına koyup daha çok gülmeye başladığında yanlarından koşarak geçen altı askeri fark ettiler. Gülüşleri bir anda solarken Hümeyra, Asiye Çavdar’a baktı.
“Asiye, sen çocukları al ve eve dön.”
Asiye, korkuyla karnına sarıldığında bir eliyle de arabayı ittirmeyi unutmadı. Hümeyra ve Yağmur, ellerindeki dosyalarla toplantı salonuna girdiklerinde Asiye, kışlanın arka tarafından eve dönmek için araca bindi. O evin yolunu tutarken askeriyenin önünde bekleyen altı asker ay yıldızlı tabutları indirmeye başladı. Unimog’tan tüm sakinliğiyle inen Alparslan ve Ethem’in arkasında sıralanmış beş asker daha göründü. Alparslan koluna girdiği Ethem ile güçlükle yürüyordu.
“Şehit al!”
Tüm kışla bu sözcükle yankılandığında Yağmur ve Hümeyra, toplantı odasında öğrendiler Bozkır Timi’nin suikasta uğradıklarını. Elleri yüreklerinde kapıya çıktıklarında sevdikleri adamların nasıl yıkıldıklarını izlediler. Üzerlerindeki kara toprağı artık giderek daha da hissediyorlardı.
Takvim yaprağı bir gün 26 Haziran 1996’yı gösterdiğinde eli karnında bir mektup aldı Yağmur Boduroğlu. Titreyen elleriyle zarfı açtı ve içindeki fotoğrafı zarfın üstüne koydu. Bakışları fotoğraftan ayrılmazken elini karnına yasladı.
“Bak kızım, baban bize fotoğraf göndermiş.” diye söylendi.
Ankara’dan birkaç günlüğüne gelmiş İstihbarat Başkanı için sıra bekleyen Hümeyra Çakır, elindeki dosyayı vermek için huzura kabul bekliyordu. Yüreğini burkan birtakım olaylar yaşamıştı. Bozkır Timi’nden beş kişi şehit olmuş ve yerine beş adam getirmişlerdi. Akla düşen şüphe her zaman dikkat çekmelidir deyip yarım bıraktığı işleri hızlandırdı.
“Üsteğmen Hümeyra Çakır, Mümtaz Çalkun sizi bekler.”
Elinde tuttuğu dosya ile ayağa kalktı ve kapıdan içeriye girdi. Siyah ve mavi gözlere sahip olan adamın karşısında hazır ola geçti ve elindeki dosyayı uzattı.
“İçimizde hainler var Başkanım.” diye söylendiğinde Mümtaz Çalkun, sakince Hümeyra Çakır’a baktı. Elindeki dosyayı aldı ve inceleyip kadına geri uzattı.
“Demek Mezarcı’dan şüpheleniyorsun?” diye sorduğunda Hümeyra Çakır, kafasını salladı.
“Evet efendim, Erdinç Savaş’tan şüpheleniyorum.”
Mümtaz Çalkun, kaşlarını çattı.
“Sırf Mücadele İtibar Teşkilatı’nda olduğu için mi yoksa Bozkır Timi’nin hareketlerini başka birilerine yetiştirdiğini düşündüğün için mi?” diye sordu, Mümtaz Çalkun.
“Bozkır Timi’nin yapacağı her operasyon nedensiz bir şekilde başarılı geçmiyor Başkanım. Hiçbir operasyon Mezarcı’ya anlatılmadan onaydan geçmiyor.”
Mümtaz Çalkun, ağırca kafasını salladığında bakışlarını Hümeyra Çakır’ın üzerinde tutmaya başladı. Gözlerini kapatıp açtığında karşısında artık Alparslan Çakır vardı.
“Sayın başkanım, Hümeyra bana bir şeyler söyledi. Raşit, Hümeyra’ya göre vatan hainiymiş. Yapma dedikçe ısrarla Raşit’i suçlayıp duruyor.”
Mümtaz Çalkun, gülerek Alparslan’ın omzuna vurdu.
“Haberim var Alparslan. Normalde Hümeyra Çakır, Erdinç Savaş’tan şüpheleniyordu.”
Alparslan Çakır, duyduklarına hayret etti ama bunu karşısındaki adama çaktırmadı.
“Ethem ile sana biraz izin versek? Eşlerinizle vakit geçirin. Sizin yerinize Mezarcı’yı ve Raşit’i görevlendirelim. Biraz ikisi tek başlarına takılsın. İşte o zaman hainler mi değiller mi anlamış oluruz.” diyen Mümtaz Çalkun’u kafasıyla onayladı Alparslan ama yüreği sıkıntıyla kasılmıştı.
Takvim kâğıdı 30 Haziran 1996’yı gösterdiğinde Boduroğlu evinde, Yağmur’un çığlığı yankılandı. Karnındaki kasılmayla uyuyan Ethem’e bir tokat attı.
“Kalk, Ethem!”
Ethem, yataktan düşerek ayağa kalktığında Yağmur, dudaklarını öne doğru uzatıp derin bir nefes aldı.
“Derin derin nefes al hayatım.” derken Yağmur, ona bir yastık fırlattı.
“Kolaysa sen nefes al, doğuruyorum burada!”
Ethem, Yağmur’u hızla kucağına alıp evden çıkartıp arabaya bindirdiğinde ön koltuğa yerleşti. Kulağına ne ara yasladığını unuttuğu telefondan Alparslan’ın sesi yankılandı.
“Alo?”
“Alparslan, biz doğuruyoruz. Çabuk hastaneye gelin!”
On dakikada hastaneye giriş yaptıklarında onları bekleyen Hümeyra ve Alparslan koşarak Yağmur’a yardım ettiler. Sedyeye yatırılan Yağmur, hastaneyi birbirine katacak kadar güçlü çığlıklar atıyordu. Bir eliyle Ethem’in yakalarından tutmuş onu da sürüklerken Alparslan Ethem’in halini gördükçe kahkaha atıyordu.
“Gülme Alparslan.” diye sitem eden eşini kollarının arasına alıp sarmaladığında Ethem ve Yağmur’un içeriye girişini izlediler.
“Ah!”
“Dayan Yağmur’um, dayan az kaldı!”
Saat, 06:00’dı.
Tam solukların kesildiği sıra, bir ağlama sesi duyuldu Rize’de.
Küçük bir bedenin yakarışları Yağmur’un göz yaşıyla aynı anda savruldu yüreklere.
“Ethem, kızımız?”
Ethem Boduroğlu, gözlerinden akan yaşlarla sarmaladı dünyalara değişmeyeceği kızını ve Yağmur’a yaklaştırdı. Yağmur, burnunu cennet dedikleri kokuyla mest etti. Tüm tüyleri ürperirken Yağmur, ilk defa korkuyla Ethem’in kucağındaki bebeğe baktı. Ethem, Yağmur’un bakışlarıyla dişlerini sıktı ve yutkundu.
Şimdi ne olacaktı?
Eyşan, kayıtlara, isimsiz olarak geçirildi.
13 Ekim 1996’da kimliği çıkarttırıldı.
Doğum gününün 30 Haziran olduğunu asla bilemeyecekti.
14 Ekim 1996’da Raşit ve Mezarcı görevden geri döndüler. Asla ama asla Eyşan’ı göremediler çünkü Ethem ve Alparslan, onların geleceğini öğrendiği gün Şırnak’a tayinlerini istemişti. Eşleri, Rize’de Asiye Çavdar’ın yanlarında kaldı ve bir süre ayrı bir şekilde çocuklarını büyütmeye başladılar.
Bir süre, yedi yıla eşitti.
Mete ve Caner 10 yaşında, Eyşan ise henüz daha 7 yaşındaydı. Hümeyra ile Yağmur, bunun bu şekilde süremeyeceğini ve artık eşlerinin geri dönmesini düşündüler. 22 Kasım 2003’te Ethem Boduroğlu ve Alparslan Çakır, geri Rize’ye tayinlerini aldılar. Geldikleri gün, Rize’de bir bayram havası vardı. Ethem, sevgiyle kızına sarılırken Alparslan büyümüş çocuklarına bakarak ağlamaya başladı. Mete ve Caner, tıpkı babalarına benziyordu.
23 Kasım 2003’te Hümeyra evinde bir davet vermek istedi. Ethem ve Yağmur, Eyşan’ı alıp Çakırlara yemeğe gittiler. Eyşan, onların diyaloğundan sıkıldı ve içeriye, Mete’nin yanına gitti. Küçük çocuğun önündeki tank ile oynamasını izlerken minik adımlarıyla önünde durdu ve gülümsedi.
“Adın ne?” diye sordu.
Mete, oynadığı tanktan maviş gözlerini çekip kıza baktı. Eyşan, çocuğun maviş gözleriyle biraz daha gülümsedi.
“Benim ki Eyşan, şenin ne?”
Mete, daha konuşmayı bilmeyen kızı umursamadı ve bakışlarını yeniden tanka çevirdi.
“Şana emyediyorum, adın ne aşkey?”
Mete, Alparslan Çakır’ın yüzü gibi sert görünmek istedi ama kaşları yukarıya tırmanırken dudakları öne büzüldü. Eyşan karnını tutarak gülmeye başladı.
“Daha kajlarını bile çatamıyosun, salak.”
Küçük Mete, sinirlenerek önündeki tankı savurdu. Ayağa kalktığında Eyşan, yukarıya zıpladı ve Mete’nin kulağını tuttu.
“Aa! Kulağımı bırak.”
Bir süre birbirleriyle uğraşıp en sonunda Mete’nin adını öğrendi. Hediye olarak üzerindeki üniformanın sağ kolundaki düğmeyi ona verdi.
“Al, şen aytık Eyşan Bojuyoğlu’nun aşkeyişin.”
Mete, elindeki düğmeyle kalakalırken önündeki kızın eğilip tankını almasını seyretti. El bileğinden tutulup yere çekildiğinde Eyşan, elini Mete’nin eline koyup tankı yürüttü. Eyşan’ın gözleri yalnızca tankı seyrederken Mete, Eyşan’ı seyrediyordu. Annesinden, Asiye teyzesinden ve Caner’den başka oyun arkadaşı olmamıştı. Bir süre birlikte o küçük tankla oynadılar. Eyşan, esnemeye başladığında kenara kıvrıldı. Mete, onun uyumak üzere olduğunu fark ettiğinde kenarda duran battaniyesini aldı ve kızın üzerini örttü.
“Toprak gözlü kız.” dedi ve battaniyenin ucuna kıvrılıp ortalarına tankı aldı ve gözlerini kapattı. Artık geç olduğunu gören Ethem ve Yağmur çifti Mete’nin odasına girdiklerinde Ethem, sahte bir sinirle Alparslan’a baktı.
“Alparslan?”
Alparslan ise gülümseyerek Ethem’e sarıldı.
“Ee, sizin kız bizim oğlanı doğmadan önce hissetmişti. Şimdi yerini bulmuş.”
Ethem, gözlerini devirdi ve uyuyan kızına doğru yaklaştı. Yavaşça kucağına aldığında Mete’nin battaniyesi Eyşan’ın üzerinden kayıp düştü.
Tarih, kan kokusuna bürüneceği vakti kendisi seçmişti.
24 Kasım 2003.
“Nasıl? Nasıl olabilir bu?”
Hümeyra Çakır, sert adımlarıyla askeriyeyi tozu dumana çevirdi. Bir anda, albayın odasına girdi ve kapıyı sertçe çarparak kapattı.
“Kızım, hayırdır inşallah?” diye sorgulayan albaya kafasını iki yana salladı.
“Bu zamana kadar farklı insanı arıyormuşuz. Asıl hainler içimizdeymiş albayım.”
Albay, sertçe oturduğu yerden kalktığında titreyen ellerini masaya yasladı.
“Kim kızım, kim?”
Hümeyra Çakır, dudaklarını araladı.
“Milli İstihbarat Başkanı, Mümtaz Çalkun.” dedi ve derince yutkundu. “Züğürt, ilk defa bana kendi adımla seslendi ve benimle konuştu. Akıncı Timi’ni göçerten adam, Mümtaz Çalkun’muş. İki sene o adamı aramak için bakmadıkları delik kalmamış ama en sonunda İdlib’de, Zara Demirkan’ın üssünde olduğunu bulmuşlar. Onları almak için gittiklerinde arkadaşları şehit olmuş.”
Albay, ellerini yakasına götürüp derin bir nefes aldığında bakışlarını Hümeyra Çakır’a çevirdi.
“Bundan kimsenin haberi var mı?”
Hümeyra, kafasını salladı.
“Mümtaz Çalkun, onun hain olduğumu biliyor.”
Albay, gözlerini kapattığında omuzlarını düşürdü.
“Ah be kızım, ben sana araştırma dedim. Sonu iyi çıkmayacak dedim.”
Hümeyra Çakır, dolu gözlerine rağmen çenesini dikleştirdi.
“Hain diye anılacağıma, şerefli bir asker olarak ölmeyi yeğlerim.”
O gün Hümeyra Çakır, şehit oldu.
Alparslan Çakır, eşinin şehit olduğundan henüz haberi yoktu. İkizlerine yemek yedirmiş ve Asiye teyzelerine bırakmıştı. Askeriyeye vardığında bir anda büyük bir patlama oldu. İçeriye doğru girmeye çalışıyordu ama kimse izin vermiyordu. Uzakta, yerdeki eşini gördüğünde koşarak engelleri aştı ama Hümeyra şehit olmuştu. Eşinin naaşını kollarının arasına aldığında Alparslan Çakır, aslında o gün ölmüştü ama gerçekte yalnızca nefes alan bir adama dönüşmüştü.
Etrafa koşan ve operasyon için siyah giyinen Mezarcı’yı gördüğünde hızla durdurdu ve yüzüne bakmasını sağladı.
“Kimin yaptığını buldunuz mu?”
“Raşit, içimizdeki vatan haini oymuş.”
Alparslan bu bilgiyi aldıktan sonraki durağı Ethem Boduroğlu’nun evi oldu. Ethem ve Yağmur’un hiçbir şeyden haberleri yoktu. Orta sehpanın üzerinde resim yapan kızları vardı.
Evin zili çaldığında Ethem, kapıyı açtı.
“Oo! Devrem hoş geldin.”
Ethem’in bakışları Alparslan’ın üzerinde gezinirken havada asılı yarım kaldı.
“Yağmur, Eyşan’ı odaya götür.”
Minik beden odaya konulmadan önce son gördüğü Alparslan’ın kanlı üstüydü.
“Öldü lan, öldü lan!”
Ethem, Alparslan’ı kollarından tutup sakinleştirmeye çalışıyordu.
“Ne oluyor Alparslan, kendine gel!”
Alparslan, kafasını çıldırmışçasına iki yana salladı.
“Karım, karımı öldürdüler Ethem! Karım gözlerimin önünde öldü lan!”
Yağmur, Alparslan’ın dedikleriyle titreyerek ellerini kalbine götürdü.
“Allah’ım, sen koru.” diye sürekli teklin verdi ama görüyordu ki durumun vahameti çok büyüktü.
“Nasıl, kim yaptı?”
Alparslan, gözlerini kana bulamıştı.
“Raşit.”
Koca cüssesi, bir anda dizlerinin üzerine yığıldığında Ethem’de onunla birlikte yıkıldı.
“Ben oğullarıma nasıl söyleyeceğim? Ben oğullarıma nasıl bakacağım, Ethem?”
Yağmur, elini kalbinin üzerinden çekip Alparslan’ın ve Ethem’in yanında durdu.
“Asiye’nin yanına, Çamlıhemşin’e göndereceğiz.”
İki adamın bakışları Yağmur’un gözlerine değdiğinde Yağmur, titrek bakışlarıyla Eyşan’ın odasına baktı.
“Bu vakitten sonra her şey değişecek. Mete ve Caner Asiye’nin yanında büyürken biz Eyşan ve Osman’ı alıp Şırnak’a gideceğiz. Alparslan, sana içeride ihtiyacımız olacak. Mücadele İtibar’a kendini aldır, artık birbirimizden başka kimseye güvenemeyiz.”
Yağmur Boduroğlu, anne iç güdülerine sığınarak teklif ettiği bu cümlelerle herkesi kendine onaylattı. Mete ve Caner, Asiye Çavdar’ın yanına verildiğinde Alparslan, Ethem, Yağmur, Eyşan ve Osman Şırnak’a taşındı. Rize, onları barındırmayacak kadar kanlıydı.
Kan kokusunda büyümesini istemediği kızını her gün bir asker gibi yetiştirdi, Yağmur Boduroğlu. Disiplinli, özverili, kimseye eyvallahı olmayan ama sevdiklerine karşı merhametli kızını büyüttü. Eyşan, 16 yaşına geldiğinde Ethem elindeki kağıtla eve geldi.
Yağmur ve Ethem, kızlarını karşılarına aldıklarında Eyşan, bu duruma şaşırmıştı.
“Ne oldu, yoksa Milli Savunma Sınavı’ndan kaldım mı?”
Ethem, kafasını iki yana salladı ve elindeki kâğıt ile sınav kâğıdını yan yana koydu.
“Sana hiçbir zaman ne olacaksın diye sormadık. Sen de bize gelip ben bunu olacağım demedin. Hayatın boyunca bir asker gibi davrandın. Bugün sana iki seçenekle geleceğim.”
Eyşan, sabırsızlıkla babasını dinlemeye devam etti.
“Önündeki isim dolu kâğıt, senin ömrün boyunca kullanabileceğin isimler ile dolu. Eğer asker olmak istiyorsan kendi kimliğinden vazgeçmen gerekir.”
Eyşan, kaşlarını çattı ama annesi hızla Eyşan’ın ellerine sarıldı.
“Kızım, kimlik bir insan için önemlidir ama duygularını kaybetmene sebep olmaz. Senin güvenliğin için bunu kabul etmen şart.”
Eyşan, kâğıtta yazan isimlere baktı.
“Bu isimleri seçmeden asker olamaz mıyım?” diye sordu ve babasına baktı.
Ethem Boduroğlu, kafasını iki yana salladı.
Eyşan, kaşlarını büyük bir hayal kırıklığıyla yukarıya kaldırdı ve isimlerin üzerine işaret parmağını yaslayıp babasının gözlerine baktı. İşaret parmağını kâğıdın üzerinde gezdirdi ve bir süre sonra durdu. Bakışları ağırca isme dokundu.
“Hayatım boyunca Asena Gündüz olacağım.”
Eyşan, her şeye rağmen Asena Gündüz’ü sahiplendi ve onunla büyümeye, gelişmeye devam etti. Tüm okulları birincilik ve derecelerle bitirirken Asena’nın gücünü fark etti. Annesinin ve babasının birliğine tim komutanı olarak atandığında daha da cesaretlendi. Artık Asena’yı hiç kimse durduramazdı.
Tarih, kana bulanacağı günü yineledi.
24 Kasım 2019.
Alparslan Çakır, yanında büyümüş oğullarıyla Hümeyra Çakır’ın mezarını ziyaret ettiğinde Ethem ve Yağmur Boduroğlu’nun şehit olduğunu telefondan öğrendi. Oğullarının yanında yere yıkılmamak için zor dururken Mete ve Caner, durumu anlayıp hızla babalarının kollarına girdi.
“Daha kaç şehit vereceğiz size? Doymadınız kana, doymadınız!”
İkizlerini alıp doğruca Şırnak’a geri döndüler. Öksüz kalmış Güvercin Timi’nin başına Mete’yi geçirdiğinde daha öncelerden Asena’yı tanıyan Mücahit’i de yanına dahil etti.
Mete’nin kalbine bir ateş düştü.
Ateş, ‘Asena.’ dedi.
Asiye Çavdar, Eyşan’ın adını, değiştiği günden beri Mete’ye ısrarla Asena ismi olarak öğretmişti. Mete, küçüklüğündeki o Eyşan ismini unuttu ve Asena’yı bulma yoluna girdi.
Kanarya için bulma operasyonu düzenlendi. Alparslan Çakır, her yerde onu arayan oğluna sürekli olarak direktif veriyor ama en son yedi yaşında bıraktığı kızın yüzünü hatırlamıyordu. Hoş, hatırlasa bile şimdi değişmiştir diyordu.
Yıllar birbirini kovaladı ve Mete, Eyşan’ına kavuştu fakat artık büyük problemler asla yakalarını bırakmıyordu. Alparslan Çakır’ın yüreğine bir kez daha darbe vuran hain haberi artık herkese karşı güvenini yitirmesine sebep olmuştu.
Onlar yapıyorsa bende buna uygun şekilde yola çıkarım dedi ve İstihbarat Başkanı Hakan Koral ile çok gizli bir konuşma düzenledi.
“Oğlun, işime yarayabilir Hakan.”
Hakan Koral, korkusuzca bunu kabul etti ve Barkın Koral’ı Mücadele İtibar Teşkilatı’nın başına geçmesine izin verdi ama Barkın Koral, orada görünmüyordu. İsmi, gizli bir şekilde saklı kaldı ve yalnızca Milli İstihbarat için çalıştığı sistemlere geçirildi.
“Bu vatan, size minnettar Alparslan.” dedi, İstihbarat Başkanı Hakan Koral.
Alparslan kafasını iki yana salladı.
“Mümtaz Çalkun’un hain olduğunu ispat edene kadar vatan bana minnettar olsa bile ben olmayacağım.”
Alparslan Çakır, her şeyi öğrenmişti ve sadece geriye tek bir yol kalmıştı. Eğer Güvercin Timi sağ salim Haluk ve Arina’yı ele geçirirse Zara’yı kendilerine çekebilirlerdi. Zara’yı kıskıvrak yakaladıklarında ise Mümtaz Çalkun avuçlarının içine düşecekti.
Ama sırlar, yalnızca istediği zaman görünürdü.
Alparslan Çakır, keyifli bir şekilde elindeki çayı içerken, Güvercin Timi’nin tuzağa düştüğünden habersizdi.
🕊️
Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından
“Annem seni bekliyor Güvercin.”
Kaçırılmıştık.
Mantığım ile zihnim arasındaki uzaklık, ruhum ile kalbim arasındaki uzaklığa eşitti. Her biri benim için önemli bir rol oynarken neden şu anda hiçbirini kullanamıyordum? Nerede olduğumu bilmiyor ve nasıl bir hâlde bırakıldığımı düşünemiyordum. Buradan bir kurtuluş yolu var mıydı?
Sırtımda betonun soğukluğunu hissedebiliyordum ama gözlerim kapalıydı. Göz bandımı kullanmışlardı yoksa bir çuval mı geçirmişlerdi? Bu ilk kaçırılışım değildi ama Güvercin Timi’nin ve sevdiğim adamın gözleri önünde bayıltılmam ilkti. Onları hatırlamam ile zihnime düşüncelerim doldu.
Güvercin Timi nasıldı? Onlar, benim yanımda mıydı?
Adım sesleri duymaya başladığımda etrafımdan tıkırtılar çoğaldı. Birinin hareketleri, hissedemediğim vücudumun kaymasına neden oluyordu?
“Bırak!”
Mete.
Bu, Mete’nin sesiydi.
Peki, ben neredeydim?
“Üf, susturun şunu.”
Aras.
Ananın aman aman, Aras. Şuradan kurtulduğum gün ananın aman aman!
Bir anda sırtım bilemediğim bir yöne kaydırıldığında yüzümdeki kumaş çekildi. İşte o an her şeyi hissetmeye başladım. Işığa alışmaya çalışan gözlerimi kırpıştırıp etrafıma baktığımda Mete benim yanımdaydı. Osman ile Mücahit solda elleri yukarıda zincirle bağlı, Alev ve Barış sırt sırta sandalyede bağlı, Caner ise yerde ayakları ve ağzı bağlı bir şekilde duruyordu.
Kendine gelmeye başlayan gözlerimle etrafı kolaçan ettiğimde Aras Mete’nin olduğu taraftan biraz uzakta bekliyor, Zara Demirkan ise arkasındaki sandalyede oturuyordu. En arka masanın etrafına toplanmış Haluk, Arina ve Victor ise yemek yiyorlardı. Sol köşeye bakışlarımı çevirdiğimde Cerrah’ı ve yanındaki kadını gördüm.
Vera Akel – Kod Adı: Mist
Bu kadın hakkında bir bilgim yoktu ve şu anda çokta umurumda değildi. Benim için önemli olan buradan kaçış yolunu bulabilmekti.
“Güvercin, kendine gelebildin mi?”
Aras’ın sesiyle bakışlarım ona çevrildi. Yüzüne tükürdüğümün sıfatında büyük bir gülümseme vardı. Yavaş adımlarla bana yaklaşıp önümde çömeldiğinde ağzımda tükürüklerimi biriktirmeye başladım. Elini çenesine yasladı ve kirli sakalını okşadı.
“Sana ne yapsam Eyşan?” dedi ve gözlerini kıstı.
“Ellerimi çözsene Aras. Bak ben o zaman sana neler yapıyorum?”
Mete’nin sesini duyduğumda derin bir nefes aldım ve biraz daha ağzımın içindeki tükürükleri tuttum. Aras’ın bakışları Mete’ye çevrildiğinde Aras, biraz daha keyiflendi.
“Yiğidi öldür hakkını yeme demişler. Buradaki hiçbir adamın senin kadar güçlü olmadığını biliyoruz Mete. Sence ben senin ellerini çözecek kadar salak mıyım?” dediğinde ‘Salaksın.’ demek istedim ama ağzım buna izin vermedi. Bakışları bana çevrildiğinde gülüşü tebessüme erindi ve elini kaldırıp yüzüme indirdi. Başım sağa, Mete’nin göğsüne yaslandığında Mete öne doğru uzandı.
“Senin evveliyatını sikerim!”
Ağzımda hissettiğim metalik tatla Aras’a döndüm ve gülen suratına tüm tükürüğümü tükürdüm. Aras’ın yanağına denk gelen kanlı tükürüğüm ile çenesi gerildi ama ona rağmen bana bakarak kazağıyla yanağını temizledi. Dudaklarındaki gülümseme asla sönmüyor ve inatla daha da çoğalıp duruyordu. Kafasını iki yana sallayıp ayağa kalktı ve hepimizin ortasında durdu.
“Hanginizden başlasam, bilemedim. Güvercin, sen olsan hangi adamınla başlamamı isterdin?”
İçimdeki düşünce büyüdü ve büyüdü.
“Ananla.”
Bütün gözlerin bana çevrildiğini fark ettiğimde Aras, yine güldü ve işaret parmağıyla beni gösterdi.
“Güzeldi.”
“Psikopat herif!” diyerek öne eğildiğimde arkamdaki zinciri fark ettim. Şıngırtısı kulağıma ulaştığında sinirle arkama yaslandım ve dişlerimi sıktım. Aras, bir elini cebine soktu ve işaret parmağını dudaklarının önüne yaklaştırdı.
“Ooooo, o piti piti.”
Parmağını sırayla üzerimizde gezdirmeye başladı.
“Karanlık köşe, derin çukura.
Dönüp bakma, yol biter bu-ra-da.”
Kaşları yukarıya kıvrıldığında parmağı Alev’in üzerinde kalmıştı. Dudakları büzüldü ve devam etti.
“Gel-dik size, seni bul-duk. Düşeceğin yer belli, kork-ma. Bunu hak ettik, bunu is-te-dik.”
Kendince uydurduğu çakma tekerlemeye devam ederken parmağı da havada dolanmaya devam ediyordu.
“Sonra geldik, seni bul-duk.”
İşaret parmağı bende kaldı. Aras, parmağının üzerinden bana baktığında Mete, önüme eğildi ve kafasını iki yana salladı. Seslice yutkunduğumda Aras’ın dudaklarındaki gülümseme yerle bir oldu. Bana doğru yaklaşmaya başladığında yanımıza bir adam geldi ve Mete’yi önümden çekti.
“Bırak lan beni! Götün yiyorsa beni bıraksana!” diye bağırmasına rağmen Aras, onu dinlemedi ve önüme çöktü.
“Nerede kalmıştık Güvercin?”
“Acıyorum lan sana. Ölmeden önce Zeyno’nun yüzünü bile göremedin.”
Mete, sen neler diyorsun Mete?
Aras, dehşet dolu gözlerle Mete’ye baktığında Aras’ın eli yumruk oldu.
“Eyşan’ı tut.” diye fısıldadığında Mete’yi tutan adam bir anda arkama geçti ve kollarıma sarıldı. Aras, havaya kaldırdığı yumruğu bekletirken Mete, gerilmiş çenesiyle ona bakıyordu. Aras, bir anda gülümsediğinde beni neden tuttuklarını anlamıştım.
Bir anda karnımda sert darbeyle öne eğilecektim ama kollarımı tutan adam buna izin vermedi. Mete, üzerime eğilmeye çalışıyordu ama Aras, bir eliyle birkaç adam çağırıp Mete’yi tutturdu. Karnıma sayısız yumruk darbelerini geçirdiğimde midemden bir sıvı boğazımı yakarak geçti. Öksürmeye başladığımda dudaklarımı yaladım ama o metalik tat daha çok başımı döndürmüştü.
“Yolunu yordamını sikeyim!”
Kollarımı bırakan adam ile birlikte sola devrildiğimde bacaklarımı kendime doğru çektim.
“Aldığın nefesi kestiğimde inim inim inleteceğim seni orospu çocuğu!”
Mete’nin ettiği küfürler, kulaklarımda yankılanmaya başladığında daha çok öksürmeye başladım. Bakışlarım Aras’ın giden bedeninde takılı kaldığında gözlerimi kapattım ve derin nefesler almaya çalıştım. Aras, giderken peşine herkesi takmıştı. Karnımda hissettiğim Mete’nin kafası ile başımı kaldırıp ona baktım.
“Eyşan, Eyşan iyi misin?” sorusuna kafamı salladığımda doğrulmaya çalıştım. Mete, yüzüme bakıp dudaklarını kemirdiğinde gözlerini sertçe yumdu.
“Ağzımı sikeyim, aklımı sikeyim.” diye tısladığında başımı omzuna koydum ve birkaç kere daha acıyla öksürdüm.
“Gençler, bu şekilde bir yere varamayız. Ne yapacağımızı düşünmemiz gerek?” diyen Osman’a bakışlarımı çevirdim ve başımı Mete’nin omzundan çekip duvara yasladım.
“Ne yapmamızı düşünüyorsun Osman? Şu halimize bak, hepimiz bağlıyız.” dediğinde Alev, gözlerimi kapatıp kesik bir derin nefes aldım. Karnıma kötü vurmuştu şerefsiz ve bu da nefesimi sürekli kesik almama neden oluyordu.
“Öncelikle bize ne yapacağını bilmiyoruz. O yüzden kimse kimseyi kışkırtmasın.”
Osman’ın sesini yeniden duyduğumda gözlerimi aralayıp bakışlarımı zemine çevirdim. Bizi buraya yalnızca Zeyno’nun intikamı için tuttuklarını sanmıyordum. Bu işte başka bir şey vardı. Zihnimin derinliklerine inmeye başladığımda düşünemediğimi fark ettim. Düşüncelerim çok gürültülüydü ve kendimi dinlememe asla yardımcı olmuyordu.
“Beni özlediniz mi?” diye bağıran Aras’ı işittiğimde bakışlarımı zeminden çekip Mete’ye çevirdim.
“Ne olursa ne yaşanırsa sakin kalacaksın.”
Mete, kafasını hafifçe salladığında mavi gözlerini benden kaçırdı ve yere bakmaya başladı. Aras, yavaş adımlarla bize yaklaştığında yanındaki Vera Akel, ellerini önünde bağlamış bir şekilde bana bakıyordu.
“Size Vera’yı tanıştırmak isterim. Bu gördüğünüz kadın, biyolojik silah üreticisidir. Sizi saniyeler içinde vücudunuza enjekte edilmiş bir sıvıyla öldürebilir.” dediğinde durumun ciddiyetini anlamışçasına dizlerimi kendime çektim. Bakışlarım Aras’ın gözünde kalmaya devam ederken ona baktığımı gördü ve ellerini ceplerine sokup tam karşıma geçti.
“Vera, yarın Ankara’ya gidecek ve orada büyük bir eylem gerçekleştirecek. Canlı bombanın içine yerleştirdiği mekanik sayesinde patlama sonrası havaya bir gaz sızacak ve ölmeyen insanlar bile birkaç saniye içinde ne olduğunu anlamadan ölecek.”
“Şerefsiz.”
Dudaklarımdan dökülen sözcükle Aras’ın dudaklarında minik tebessüm oldu.
“Sen Ankara’ya o kadar kolay girebileceğini sahiden düşünüyor musun?” diye sorduğumda tek kaşı alayla kıvrıldı.
“Neden Güvercin?”
Çok sakince başımı arkamdaki duvara yasladım. Kaşlarımı yukarıya kaldırıp kafamı sola eğdim.
“Çok zeki isen kendin düşün.”
Aras, gülerek işaret parmağını bana gösterdi ve salladı.
“Beni sürekli şaşırtıp güldürüyorsun Güvercin. Neden şimdi senin bordo bereli olduğunu anladım.”
Sakin kalmaya yemin ettim ve ondan itibaren bir şey demedim. Aras, bana bakarken gözlerini kıstı ve kafasını sağa doğru eğdi.
“Arap.” dediğinde bir adam ona yaklaştı ve yanında durdu. Aras, yanındaki adama yüzünü çevirirken gözleri henüz benden ayrılmamıştı. Tam yüzü adamın yüzüne karşılık geldiğinde gözlerini çekti.
“İçlerinden birini Şırnak kışlasına göndereceğiz.” dedi ve bakışlarını hiç bana çevirmeden ben ve Mete haricindekilerde gezdirdi. İşaret parmağı yine havalandığında Osman’ın üzerinde durdu. Yanındaki duran adam kafasını iki yana salladı.
“Efendim, bu adam Tahribat uzmanı.”
Aras, gözlerini devirdiğinde yanındaki Arap’a baktı.
“Biliyorum Arap.” dedi ve parmağını gezdirmeye başladı. Caner ile Mücahit’e baktığında kafasını iki yana salladı.
“Bu adamlar da benim işime yaramaz çünkü istihbaratçı. Bana burada işlevi olmayan biri lazım.”
Bakışları Alev’de gezindiğinde kaşları çatıldı.
“Bunun uzmanlığı ne?”
Kafamı iki yana salladım Alev olmazdı. Biz dayanırdık ama Alev dayanamazdı.
“Havacı.”
Arap’ın sesiyle gözlerimi kapattığımda dişlerimi sıktım.
“Hangi uçağı kullanıyorsun?” diyen Aras’ın sesiyle gözlerimi açtım ve bakışlarımı Aras’ın sırtında tuttum. Barış, sürekli hareket ediyor ve Aras’ın Alev ile konuşmasını erteliyordu.
“Şunları ayırın, hiçbir şey duyamıyorum!”
Arap, Barış’ın sandalyesini tuttu ve yere çekti. Barış, gürültüyle zemine devrilirken Aras, Alev’e bir adım daha yaklaştı.
“Ne konuşuyorduk pilot?”
Alev, kafasını iki yana salladı.
“Pilot değil, askeri havacı diyeceksin aptal. Bombaları götüne soktuğum F-16’yı ne çabuk unuttunuz?”
Aras’ın kahkahasını duyduğumda dilimi dişlerimin arkasında gezdirdim. Gülen suratının ortasına buradan bir uçacaktım ama ellerim bağlıydı. Aras, Alev’in arkasına geçip ellerini omuzlarına koydu ve aşağıya doğru bastırdı.
“Kırayım mı kanadını?”
Alev’in bakışları bana çevrildiğinde sertçe yutkundum. Lanet olsun ki bakmaktan başka hiçbir şey yapamıyordum. Aras’ın Alev’in arkasında ne yaptığını da göremiyordum ama Alev’in gözleri büyüdüğünde hızla çırpınmaya başladı. Alt dudağım titrediğinde hızla dişlerimi bastırdım. Alev, dişlerini sıkıp öne eğildiğinde Barış, yerde, Alev’in arkasına bakarak dondu kaldı.
“Çözün ve götürün.”
Aras, Alev’in arkasından kaybolurken Alev’in titrediğini fark ettim.
“Alev?”
Barış’ın sesiyle ona baktığında dudaklarının titremesine engel olamadı. Sol gözünden bir yaş aktığında Alev, gözlerini kapattı ve bakışlarını yere çevirdi.
“Ne yaptı?” diye mırıldandığımda Mete’nin nefesini kulağımda hissettim.
“Sanırım parmağını kırdı.” dediğinde tutunacak bir yer aradım ve bileklerimdeki zincire tutunup sola doğru yaslandım. İki adam Alev’i alıp gittiğinde bakışlarım Barış’a çevrildi. Yanağını soğuk zemine yaslamış öylece Alev’in arkasından bakarak kaldığında gözlerimi kapattım ve yutkundum.
Bir şeyler yapmam gerekti ama siktiğimin kafası hiçbir şey düşünemiyordu.
7 Ocak 2022 / Şırnak
Yazar, Ağzından
Şırnak, Güvercin Timi’nden haber alamıyordu. Barkın Koral, içini saran endişeyle 5 Ocak’tan beri neler olup bittiğini çözmeye çalışıyor ama eli kolu bağlı kalmıştı. En son Victor, Haluk ve Kaan’ın İstanbul’a gittiğinden başka bir haber yoktu. Mehmet ve Kubilay ile koordinasyon merkezinde bu konuyla ilgili araştırmalarına devam ederken kapı sertçe açıldı ve Alparslan Çakır, içeriye girip kapıyı kapattı.
“Barkın, hâlâ bir haber yok mu?”
Barkın, Alparslan albayın içeriye girdiğini gördü ve kapıyı kapattı. Kafasını sıkıntıyla iki yana salladığında Alparslan Çakır, ellerini palaskasına yasladı.
“Bütün Mobese kayıtlarına baktık. İstanbul’a ekip gönderdim ama yok, bütün kayıtlar 4 Ocak’tan itibaren silinmiş. Sanki Güvercin Timi, hiç oraya gitmemiş gibi gösterilmiş.”
Alparslan Çakır, gözlerini kıstı ve Barkın’ın karşısındaki ekrana baktı. Birkaç adım atıp başını geriye yasladı. İçine bir kurt düştü. Evlatları, Güvercin Timi onların eline düşmüş olabilir miydi? Nasıllardı, sağ mıydılar?
Düşünceleri içini yedi ve zihninde büyük bir soru işareti oluşturdu. Onların bile haberi olmadan ve fark ettirmeden nasıl götürebilirlerdi, diye düşündü. Zihninde bir kapı açıldı ve sorusunun cevabını fotoğrafla gösterdi. Yavaşça yanındaki sandalyeye çöktü ve bakışlarını yere çevirdi. Zihnindeki o fotoğrafın olduğu anıyı gözlerinin önüne getirdi.
Hakan Koral ile birlikte Mezarcı’nın ihraç işlemlerinden sonra Mücadele İtibar Teşkilatı’na gelmişlerdi. Erdinç Savaş’ın masasındaki eşyaları toplarken Hakan Koral, masanın üzerindeki çerçeveyi aldı ve derin bir nefes alarak Alparslan’a çevirdi.
“Vatan için sırt sırta çalıştığın insanlar, sana ihanet ediyor.”
Alparslan Çakır, yüzündeki ifadesizlikle çerçeveyi almak için elini uzattı ama eli hafifçe titredi. Bakışları, topluca çekilmiş o insanların yüzlerinde gezindi.
“Hain olduklarını Hümeyra’m bilirdi ama kimse, bende dahil olmaz üzere inanmazdı.” dedikten sonra bakışlarını Hakan’a çevirdi. “Hümeyra çok araştırma yaptı Hakan. Vatana ihanet edenlerin kim olduğunu bulmak için gece gündüz çalıştı. Bir şey buldu, ‘Eğer doğruysa yer yerinden oynayacak.’ dedi ama yaşatmadılar.”
Alparslan Çakır, bakışlarını Hakan Koral’dan çektiğinde kaybettiği dosta, kardeşi Ethem’e baktı. “Sonra onlarda bir şeyler öğrendiler, Ethem ve Yağmur. Kızlarının önünde, hiç acımadan töreni kana buladılar.”
Alparslan Çakır, titrek göz bebekleriyle elindeki çerçeveyi önündeki kutuya bıraktı.
“Neden Mezarcı’nın hain olduğunu bile bile Mücadele İtibar Teşkilatı’na aldınız?”
Alparslan Çakır, omzunu silkti.
“Emir büyük yerden, Ankara İstihbarat Başkanı Mümtaz Çalkun’dan geldi.”
Hakan Koral, işte o an kaşları çatık bir şekilde bakışlarını yere çevirdi.
“Mümtaz Çalkun, kaç seneden beri görev yapıyor?”
Alparslan, akıllı bir askerdi ve Hakan’ın ne demek istediğini anlayıp gözlerini devirdi.
“Saçmalama, adam yılların istihbaratçısı. Hain olduğunu sanmıyorum.” diye söylendi. Yıllar önce kalbine düşen sıkıntıyı, sonrakiler daha ağır bastığı için unutmuştu ama tarihin arşivi unutmazdı. Hakan Koral, elini kaldırdı ve Alparslan’ın omzuna koydu. Birazcık silkelediğinde Alparslan kaşlarını çattı.
“Hatırla, yıl 26 Haziran 1996, Rize İstihbarat Başkanı olarak atandığım ilk senem. Mümtaz Çalkun ilk defa Ankara’dan Rize’ye gelmişti. Siz o sırada Mezarcı ve Raşit ile kapı girişinde topluca biraz önceki fotoğrafı çektiriyordunuz. Yağmur Boduroğlu, Dirvana hasta diye Çamlıhemşin’deydi. Hatta Ethem fotoğraf gönderdi.”
Alparslan Çakır, Hakan Koral’ın heyecanına anlam veremedi. Boş bakışlarla yüzüne baktığında Koral, gözlerini devirdi.
“Oğlum, Hümeyra o gün kimin kapısının önünde beş saat bekledi?”
Alparslan Çakır, dudaklarını aralamasına engel olamadı ama eliyle hızlıca kapattı. Göz pınarları yaşla dolmaya başladığında Hakan Koral, yüzündeki heyecanı buruk bir hüzne bıraktı. Elini yeniden Alparslan’ın omzuna koydu.
“Kendin söyledin Alparslan, emir büyük yerden. Elimizin değdiği yerde olan, operasyonlara çıkmadan önce önüne dosyamız giden bir adam; Ankara İstihbarat Başkanı koltuğunda oturan Mümtaz Çalkun, büyük ihtimalle aradığımız vatan haini ama inan, nasıl bunu ispat edebiliriz bilmiyorum.”
Alparslan Çakır, Hakan’ın ellerini omuzlarına koydu.
“Hakan, oğlun işime yarayabilir.”
Hakan Koral’ın dudaklarında onurlu bir gülümseme oluştuğunda ellerini omzundaki ellere yasladı.
“Benim bir oğlum var Alparslan. Bugün beş tane oğlum olsa hepsini vatanıma feda ederdim.”
Alparslan, duyduklarıyla yutkunamadı.
“Bu vatan, size minnettar Alparslan.” dedi, İstihbarat Başkanı Hakan Koral.
Alparslan kafasını iki yana salladı.
“Mümtaz Çalkun’un hain olduğunu ispat edene kadar vatan bana minnettar olsa bile ben olmayacağım.”
“Albayım.”
Alparslan Çakır, gözlerinin daldığı boşluktan çekilirken önüne çökmüş Barkın Koral’ı gördü. Dişlerini sıkıp yutkunduğunda yavaş bir hareketle Barkın’ın omzuna dokundu.
“Albayım, on dakikan beri size sesleniyorum, iyi misiniz?” diye sorduğunda Alparslan Çakır, hafifçe gülümsedi.
“En iyi düşünme yöntemi kendi zihnine bakmaktır.”
Barkın Koral, Alparslan’ın cümlesiyle hafifçe gülümsedi.
“Babam, ‘Ruhun kapısını açmayı öğrendiğin zaman düşünmeye başlarsın.’ der.”
Alparslan Çakır, onaylayarak kafasını eğip kaldırdı ve derin bir nefes aldı. Barkın’ın kulağına eğilip bakışlarını karşıya dikti.
“Ankara’ya gizli bir adam yolla.”
Geri çekilip Barkın’ın suratına baktığında Barkın’ın dudaklarında çarpık bir tebessüm oluştu.
“Göndermediğimi kim söyledi?”
Alparslan Çakır, Barkın’a şaşkınca baktığında Barkın, düşünceli gözlerle etrafına baktı ve onlara kimsenin bakmadığına emin olduğunda Alparslan Çakır’ın kulağına yaklaştı.
“Yalnızca yerleştirdiğim adamımdan haber bekliyorum. Güvercin Timi’nin kaçırıldığını sizden önce öğrendim ama emin olmak istediğim için tepki vermedim ve sanki hiçbir şey yapamıyormuş gibi bekledim. Güvercin Timi’ni Aras Demirkan’ın kaçırdığını düşünüyorum ama daha henüz bir cevap gelmedi.”
Alparslan Çakır, kaşlarını çattı ve Barkın’a baktı.
“Zeyno’nun ölümünden bizi suçluyor.”
Barkın, kafasını salladı.
“Evet.”
Koordinasyon merkezinde Kubilay’ın sesi yükseldi.
“Başkanım, bir şey bulduk.”
Barkın ve Alparslan, hızla bulundukları yerden kalkıp masada, bilgisayar başında oturan Mehmet ve Kubilay’ın yanına geçtiler. Kubilay, işaret parmağıyla şifrelenmiş dosyayı gösterdiğinde Barkın kaşlarını çattı. Aes ile şifrelenmiş dosyayı açarken zararlı virüsler, çok kolay bir şekilde bilgisayara gizlenebilirdi. Elini kaldırdı ve köşede oturan askere baktı.
“Önümüzdeki bilgisayarı, kullanılmamış bir bilgisayara aktar ve güvenlik önlemlerini alıp Aes’i çöz.”
Asker, oturduğu yerde dikleşip ayağa kalktı ve solundaki tablet ile birkaç kabloyu aldı. Hızlı adımlarla önlerindeki bilgisayara bağlayıp Barkın’a baktı.
“Yarım saate çözerim.”
Barkın, gözlerini devirdi.
“15 dakika içinde önümde olsun.”
Asker, hızla bilgisayar ve tablet arasındaki akışı sağlarken koordinasyon merkezi kapısı aralandı ve Yonca içeriye daldı.
“Alev, Alev geldi!”
Kubilay ve Mehmet oturdukları yerden kalktıklarında hızla kapıya koştular. Alparslan, eli yüreğinde kapıya yürürken Barkın, eliyle önündeki bilgisayarı gösterdi.
“Hemen geri geleceğim.” dedi ve peşlerinden çıktı. Yonca, Kubilay ve Mehmet sıhhiyeye koştuklarında kapıdan çıkan Deniz’i gördüler. Hepsi kapının önünde beklemeye başladığında Alparslan Çakır, Deniz’e baktı. Deniz ise tüm sakinliğiyle elini havaya kaldırdı.
“İçeriye girmemiz an itibariyle yasak. Alev’in karnına bir tür biyolojik madde yerleştirmişler. Sıhhiye doktoru ameliyata aldı.”
Alparslan, bir adım gerilediğinde Barkın Koral’a çarptı ve durdu.
“Peki, durumu nasıl?” diye soran Kubilay’a baktı Deniz ve kafasını iki yana salladı.
“Yüzünde veya vücudunda yaralar yok fakat elleri.” deyip sustu. Yanağının içini sertçe dişlediğinde dolan gözlerini kırpıştırdı. “Sağ elinin üç parmağı kırılmış, sol elinin baş parmak kemiklerinde beş tane çatlak var. Doktor, artık uçak kullanamaz, dedi.”
Alparslan albayın başı döndü, tutunacak bir dal aradı ve Barkın’ın göğsüne kendini bıraktı. Gözyaşları birer sicim gibi gözlerinden aktığında omuzları çöktü. Yonca, elini dudaklarına götürüp hıçkırmaya başladığında kafasını iki yana salladı ve yüzünü Kubilay’ın sert gövdesine yasladı.
“Bu kadın askeri bir havacı. Hayallerini, gençliğini havada uçarak geçirmiş biri. Şimdi biz ona nasıl uçamazsın deriz!” Yonca’nın dudaklarından dökülen cümleler Kubilay’ın kalbine çarptığında Kubilay, gözlerini sıkıca kapattı.
Alparslan Çakır, Güvercin Timi’ni düşündü. Alev’e bunu yapanlar, onlara ne yapmaz dedi. Eli yüreğindeki ateşe basıldı. Göz kapakları titreyerek gözlerinin üzerine kapandığında ağırlığını Barkın’a verdi.
“Albayım!”
Alparslan Çakır, eli kalbinde yere yığıldı.
🕊️
Deniz, Kubilay, Yonca ve Mehmet solda, Akça Timi ortada hazır bir şekilde, Barkın ve Hakan Koral ise sağda merakla içeriden doktorun çıkmasını bekliyordu. Barkın, solundan yaklaşan askere dönüp kaşlarını çattığında asker, Barkın’ın kulağına yaklaştı.
“Ankara’dan haber geldi.” diye fısıldadı ve doğrulup Barkın’ın yüzüne baktı. Barkın, hiç sert ifadesini bozmadan arkasına dönüp asker ile birlikte koordinasyon merkezine geçerken doktor odadan çıktı. Hakan Koral, doktora bir adım yaklaştı ve dudaklarını araladı.
“Ümit, Alparslan Çakır’ın durumu nasıl?” diye sordu.
Sıhhiye doktoru Ümit, elindeki stetoskopu boynuna asıp ellerini ceplerine soktu.
“Kalp krizi geçirdi. Hızlıca müdahale ettiğimiz için sorun teşkil etmiyor ama Alparslan albayın ciddi bir şekilde dinlenmesi gerek Başkanım.”
Hakan Koral, zihnindeki bir diğer ismi korkuyla sordu.
“Alev, Alev Atsız o nasıl?”
Ümit, bakışlarını merakla bekleyen tim üyelerinde gezdirdi ve derin bir nefes bıraktı.
“Karnındaki biyokimyasal ürünü çıkardık, çok şükür ki kanına herhangi bir temasta bulunmamış birkaç güne toparlayıp kendine gelir.” dedi ve geri içeriye girdi. Hakan Koral, gözlerini ağırca ayakta durmaya çalışan askerlere çevirdi. Akça Timi, ellerindeki silahlarla her an için hazırda bekliyordu. Verilecek herhangi bir komutla şahlanıp hedefe doğru atılacaklardı.
Güvercin Timi’nin öksüz kalmış üyeleri ise bir rüzgârda savrulacak gibi değillerdi aksine, birbirlerinin kollarına girerek birbirlerine destek oluyorlardı. Yutkunup omuzlarını dikleştirdi Hakan Koral. Bu duruşlara kanı ısındı ve dişlerini bastırıp oğlunun yanına, koordinasyon merkezine gitti.
Kapıdan içeriye girdiğinde Barkın, kafasını kaldırdı ve babasının geldiğini gördü. Elindeki kâğıdı, avuçlarının içinde buruşturup elini cebine soktu ve iki adımda Hakan Koral’ın karşısında durdu. Hafifçe babasının kulağına eğildi.
“Akça Timi’ni El-Hadar Sığınaklarına gönder. Rub’ül Hali Çölü’nün kuzeydoğusu, Suudi Arabistan-Yemen Sınırı. Mümtaz Çalkun’a farklı koordinatlar gönderildi. Akça Timi’nin oraya gideceğinden tamamen habersizler.”
Barkın, biraz önce öğrendiği yer bilgisini söyledikten sonra geriye çekildi ve eli cebinde babasına bakmaya devam etti. Hakan Koral, kafasını salladı ve hızla koordinasyon merkezinden ayrıldı. O sırada ona doğru yaklaşan Akça Timi’ne eliyle gel işareti yaptı ve yeniden koordinasyon merkezine girdi. Akça Timi, odaya girip esas duruşta emir almaya hazırlandılar.
Barkın Koral, elini cebinden çıkardı ve kemerine yasladı.
“Akıllıca ilerlememiz gerek.” dedi ve sol bilgisayarda oturan askerin yanına yaklaştı.
“Birkaç saniyeliğine sinyal kesiciyi aktif et.” dedikten sonra elini cebine soktu ve kâğıdı masanın üzerine koyup Akça Timi’ni etrafında topladı.
“Bu adrese gittikten sonra iki gün, keşif yapacaksınız. Lala ve Kara, tüccarsınız ve mühimmat taşıyorsunuz. Asil, Şafak, Boran ve Pençe yani Emir, Seda, Ozan ve Serkan’da sizin tutsaklarınız. Birkaç gün etrafta gezinin ve bilgi toplamaya çalışın. Çok ama çok dikkatli olun, burasının bir terörist bölgesi olduğunu anlatmama gerek olmadığını düşünüyorum.” dedi ve Lara’ya baktı. Lara, gözlerindeki ateşli bir harla Barkın Koral’a baktı.
“Emirleriniz bizim için önemlidir. Güvercin Timi’ni sağ salim getireceğiz.”
Barkın Koral, aldığı cevapla çenesini dikleştirdi.
“Bağlantıyı koparmayalım. Kesilebilecek herhangi duruma karşılık olarak derinizin altına birer mikroçip yerleştirelim.”
Akça Timi onayladığında hepsi, Barkın Koral ile birlikte sıhhiyenin önüne dizildi. Barkın Koral, onlardan önce Ümit’in odasına girdiğinde elini beline koydu ve silahını masanın üzerine koydu.
“Bu zamana kadar vatanıma hiç ihanet etmedim. Peki, sana güvenebilir miyim?” dediğinde sıhhiye doktoru Ümit, elini boynundaki stetoskopa götürüp masasının üzerine bıraktı. Elini üzerine koyduğunda bakışları Barkın’ın yüzüne çevrildi.
“Kaç tane askerin elimden geçtiğini, kaçının son nefesini elimde verdiğini sana burada anlatamam ama annesi asker, babası doktor olan bu adamın sana vatan sevgisini anlatabilirim. Annem, babamın kollarında son nefesini verdiğinde ben, henüz on altı yaşımdaydım. Babam beni vatana hizmet edecek bir asker gibi yetiştirmek istedi ama ben, vatanı ve milleti için, savaşan askerleri iyileştirmek istediğim için bu noktaya geldim. Eğer hain olduğumu düşünüyorsan şimdi çek vur beni.”
Barkın Koral, aldığı cevapla silahını masadan aldı ve cebine koyduğu poşeti masaya bıraktı. Ümit, masasının üzerindeki mikroçipleri izleyip ayağa kalktı ve kenardaki, steril bölgesindeki eldivenlerini takıp parmaklarını çıtlattı.
“Kimden başlıyoruz?”
Akça Timi, yarım saat içinde boyunlarına yerleştirilmiş gps cihazlarıyla yeniden Barkın Koral’ın önünde dizildi. Barkın Koral, elindeki tablette parmaklarını gezdirirken yanındaki askere seslendi.
“Veri koruması aktif mi?”
Asker, kafasını salladı.
“Aktif başkanım, 3 gün 3 saat sonra kendini imha edecek.”
Barkın Koral, eliyle Timi gösterdi. Ellerini ceplerine soktu ve Lara Akman’a baktı.
“Ayağınıza taş değmesin.”
Akça Timi, esas duruşa geçti.
“Sağ ol!”
Düzenli bir sırayla odadan ayrıldıklarında Barkın, yeniden askere döndü ve ekrana doğru geri adımladı.
“Onların canı bize emanet. Gözlerinizi bilgisayarlardan ayırmayın.” dedi ve en sonunda ekrana döndü. Kulağına yerleştirdiği kulaklığa dokundu ve bir süre bekledi.
“Efendim Barkın?” diyen babasının sesiyle kaşlarını çattı.
“Koordinasyon merkezinin önüne üç tane adam koy. Bu saatten sonra kimse buraya girmeyecek.”
Elini kulaklığından çekip derin bir nefes aldı ve haritadaki Akça Timi’ni izlemeye başladı.
Askeriyenin koridorlarında Züğürt göründü. İşaret parmağı sürekli olarak bacağına vuruyor ve topalca yürüyerek sıhhiyenin olduğu tarafa ilerliyordu. Deniz ve Kubilay, onun geldiğini gördüğünde çöktükleri duvar kenarından kalktılar ve Züğürt’e baktılar. Züğürt, kendisine bakan adamlara bakmadan içeriye girmek istediğinde Deniz, hızla Züğürt’ün koluna girdi.
“Züğürt, yasak.” diye usulca fısıldadığında Züğürt, sertçe bacağına vurdu ve yeniden işaret parmağıyla ritim tutmaya devam etti.
“Albay, hasta?” diye Deniz’e karşı sorguladı. Deniz, dişlerini sıkıp Züğürt’ü hafifçe çekmek istedi ama Züğürt, kafasını iki yana salladı.
“Albay, hasta?”
Kubilay, Züğürt’ün diğer koluna girdiğinde Züğürt’ün bakışları bu sefer Kubilay’a döndü.
“Evet, albay hasta. O yüzden içeriye giremezsin Züğürt.”
Züğürt, öfkeyle bacağına iki kere vurdu.
“Elem tera keyfe fe'ale rabbüke bi ashâbil fîl
Elem yec'al keydehüm fî tadlîl
Ve ersele aleyhim tayran ebâbîl
Tarmîhim bi hıcarâtin min siccîl
Fe ce'alehüm ke'asfim me'kûl”
Kubilay ve Deniz birbirlerine bakarken Yonca, yavaşça çöktüğü yerden kalktı. Küçük adımlarla Züğürt’ün önünde durduğunda Kubilay’ın elini tuttu.
“Kubilay, Deniz bırakın.”
Kubilay’ın ve Deniz’in elleri Züğürt’ten çekildiğinde Züğürt, yeniden bacağında ritim tutmaya başladı. Gözleri sıhhiye kapısında dolanırken Yonca, Züğürt’e baktı.
“Görmedin mi? Rabbin, Fil sahiplerinin planlarını nasıl boşa çıkardı? Onların hücumunu ne şekilde savurdu. Kuşlar göndermişti ki, taşlar atarak onları darmadağın ettiler. Sonuçta, Ebrehe’nin ordusunu kırık döktüler. Sonra onlar, yerlerine ceset gibi düştüler.”
Züğürt’ün kapıda dolaşan gözleri Yonca’ya çevrildi. Anlamsızca ona bakarken ileri geri sallanmaya başladı.
“Asiye’nin yavrusuyla emice kızı, nerede?”
Deniz, Kubilay ve Yonca birbirlerine baktıklarında Züğürt, kafasını iki yana salladı ve bakışlarını kapıya çevirdi.
“Kuş hasta, kuş hasta, kuş hasta. Kul euzu bi rabbil felak. Min şerri ma halak. Ve min şerri gâsıkın iza veka. Ve min şerri en-neffâsâti fi'l-ukad. Ve min şerri hasidin iza hased. Sığınırım ben, o sabahı yaratan Rabbim'e, Yarattığı her şeyin şerrinden, Karanlık çöktüğü zaman gecenin şerrinden, Ve düğümlere üfleyenlerin şerrinden, Ve haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden.”
Ellerini sertçe iki yanına vurdu ve ellerini kulaklarına yasladı.
“Yapma, yapma, yapma, yapma! Birinci, Birinci, Birinci; gözlerimin önünde vuruldu Beşinci. AH!”
Züğürt, haykırarak ağlamaya başladığında dizlerinin üzerine çöktü.
“Beşinci, Beşinci, Beşinci, ölme Beşinci! Dördüncü, arka kapıda, Dördüncü arka kapıda. Ölme, ölmeyin. Hepsini öldürdüler.”
Deniz, sıhhiyenin kapısını yumruklayıp hızla yerde sallanan Züğürt’e eğildi.
“Züğürt, Züğürt yapma.”
Züğürt, elleri kulaklarında kafasını iki yana salladı.
“Deli, deli, deli, deli, deli, deli, deli, deli, deli.”
Ümit, sıhhiyenin içinden çıktığında hızla yerdeki Züğürt’ü gördü ve içeriye koştu. Sakinleştirici iğneyi alıp geri döndüğünde Deniz ve Kubilay’ın arasından Züğürt’e yaklaştı.
“Sıkı tutun.” dedi ve iğneyi Züğürt’ün bacağına vurdu. Züğürt’ün hareketleri yavaşlarken bakışları Yonca’yı buldu.
“Ben değilim deli.” dedi ve gözleri ağırca kapandı. Koridorda sert adımların sahibi Hakan Koral, yumruk yaptığı elini arkasına gizledi. Bütün olaylara şahit olmuş ve neler olduğunu artık daha iyi anlamaya başlamıştı. Bakışları Deniz’e çevrildiğinde yumruk yaptığı elini açtı ve Züğürt’ü gösterdi.
“Züğürt’ü odama getirin.” dedi ve arkasına döndü ama saniyesinde Deniz’e geri baktı. “Burada olan, burada kalır.”
Deniz, kaşlarını çattı ve kafasını eğip kaldırdı. Kubilay ile Züğürt’ü Hakan Koral’ın odasına, koltuğa oturup Hakan Koral’a baktı. Koral, ellerini takım ceketine sokup çıkarttığında parmak uçlarındaki kartı Deniz’e uzattı. Deniz, bir adımda kartı aldı ama Hakan Koral’a bakmaya devam etti.
“Bu kart, çok özel bir kart. Asla kaybetme ve bugün Kubilay ile arşive inin. Barkın’ın haberi var, arşiv odasına kendi adamlarımızı yerleştirdik. Bu kart, sizin oraya girerken okuttuğunuz cihazda görünmeyecek. Yani, kimse sizin arşive girdiğinizi bilemeyecek.”
Deniz, kafasını sallayıp kartı güvenli bir şekilde cebine koydu ama aklındaki soruyu söylenmekten çekindi.
“Başkanım, arşivde tam olarak neyi arayacağız?”
Hakan Koral, bakışlarını Züğürt’e çevirdi.
“13 Kasım 1994’de bu adama ne olduğunu.”
🕊️
Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından
Bugün günlerden neydi?
Saat kaçtı?
Biz neredeydik?
Neden hâlâ bizi bulamadılar? Gibi cümleler zihnimin duvarlarına acımasızca kazınmış ve bütün algılarımın yolunu tıkamıştı. Alev’i götürdüklerinden sonra bir daha kimse bulunduğumuz yere gelmemişti ki bizim de zaten hiç halimiz yoktu.
Osman, başını sol omzuna koymuş bir şekilde dururken Mücahit, elleri yukarıda bağlı, kafası geride gözleri kapalı duruyordu. Caner, yerde ayakları ve elleri hâlâ bağlı bir şekilde gözleri zemine takılı kalmış bir şekildeydi. Başım, Mete’nin omzundaydı ama Barış, hâlâ onu devirdikleri sandalyeden kapıya bakıyordu. Yanaklarında izi kalmış gözyaşının nemleri, yüzüne çarpan güneşte parıldıyordu. Alev’in durumu aklıma düştüğünde gözlerimi kırpıştırdım ve kafamı iki yana salladım.
“Eyşan?”
Mete’nin ismimi söylemesiyle doğrulup gözlerine baktığımda göz altlarının hafifçe morlaştığını gördüm. Sahi, biz kaç günden beri buradaydık?
“İyi misin?” diye sorguladığında alt dudağımı büzdüm ve kafamı iki yana salladım.
“Alev’i götürdüler ama iyi mi bilmiyoruz. Nasıl iyi olabilirim ki? Elimiz kolumuz bağlı, buradayız ve hiçbir şey yapamıyoruz.”
Mete, söylediklerimle titrek bir nefes aldı ve bakışlarını Barış’a çevirdi. O sırada Barış’ın baktığı demir kapı açıldı ve içeriye Aras ve Cerrah girdi. Cerrah’ın elinde bir şırınga vardı. Yaklaşıp önümde durduklarında Aras, başını yana çevirdi.
“Arap, ne yapman gerektiğini iyi biliyorsun.” dedi ve yüzündeki ifadesizlikle bana baktı. Arkamdaki ellerimi sıktığımda şu zincirlerden kurtulmak istedim ama yapamadım. Gücüm, sanki ellerimin arasından kayıp gitmişti. Mete’nin bedeni yanımdan sağa doğru çekilirken bağırışları kulaklarımda yankılandı.
“Bırak! Sakın dokunma ona, puşt. İt herif, Aras!”
Cerrah, bana doğru yaklaştığında yorgun bedenimi hareket ettirdim ama buna izin vermeyip Cerrah, ne olduğunu bilmediğim şırıngayı boynuma batırdı. Dişlerimi sıkıp hareketsiz kaldığımda Mete’nin haykırışı olduğumuz yeri sarstı.
“Ne yaptın? Ne enjekte ettiniz!”
Cerrah, boynumdaki şırıngayı çıkarttığında gözlerimi kırpıştırdım ve Aras’a baktım. Aras, yarım ağız gülümsedi ve ellerini arkasında bağladı. Dudaklarını öne büzüp ıslık çalmaya başladığında arkasına döndü ve Cerrah’a kafasını eğip birlikte olduğumuz yerden çıktılar.
“Eyşan, Eyşan bana bak.”
Mete’nin gözleri gözlerimi bulduğunda kalp atışımın hızlandığını fark ettim.
“Eyşan, konuş benimle.”
Dilimi zorlamaya çalışıyordum ama yapamıyordum. Sanki bizi tuzağa düşürdükleri zamandaki gibi olmuştum. Mete’nin kafası göğsüme yaslandığında biraz bekledi ve yüzüme baktı. Dudakları kıpırdadı ama ben duymadım. Zinciri sıkan ellerim gevşedi ve Mete’nin omzuna başım düştü. Göz kapaklarım gözlerimin üzerine devrildiğinde zihnim henüz beni bırakmamıştı.
“Eyşan!”
Mete’nin sesi çok ama çok uzaktan geliyordu.
“Mete, nabzını kontrol et.” Osman’ın sesini duyduğumda ise kulaklarımı kapatma isteğiyle harmanlandım. Uzakta olduğunu biliyordum ama sesi çok yakınımdan geliyordu. Demir kapı yeniden aralandığında dört adım sesi duydum.
“Orospu çocuğu, hayatını sikeceğim senin bekle! Ne yaptınız lan Eyşan’a?” diyen Mete’nin sesini bir kez daha duyduğumda Aras’ın sesi çok daha yakınımdan geldi.
“Korkma be oğlum, küçük bir doz sadece.”
Kulaklarıma Mete’nin haricinde bir ses ulaştı.
“Ne dedin sen?” diyen bir adet Osman.
“Ne dedin lan sen?” diye bir kez daha bağırdığında kulaklarımdaki zarın patladığını düşündüm.
“Üf ne abarttınız be. Çok istiyorsanız size de verelim birer doz, birazcık kafa dinlersiniz?”
“Senin kafanı sikerim orospu çocuğu!”
Osman’ın her bağırışı ve dudaklarından çıkan her küfür sanki zihnimin içinde yankılanıyordu. Bir gürültü olduğunda gözlerimi açıp bakmak istedim ama bütün kaslarım sanki birbirine yapışmıştı. Ruhumda koşmaya başlayan küçük kızın siluetini gördüğümde gülümseyerek beni bir odaya çekti.
Kendimi, 19 yaşında, askeri üniversitenin dersliğinde bulduğumda bakışlarım yanımda oturan küçük kıza baktı. Elini dudaklarının üzerinde tuttuğunda boştaki eliyle beni gösterdi. Ben niye buradaydım? Halüsinasyon mu görüyordum yoksa zihnimin bana bir oyunu muydu?
İçeriye derslik hocası girdiğinde bakışlarım kara tahtanın üzerinde yazan konu başlığına takıldı.
Uyuşturucu ile mücadele.
Damarlarımda gezinen doku her geçen saniye daha da zihnimin uyuşmasına neden oluyordu. Yanımdaki küçük kız eliyle hocayı yeniden işaret etti.
“İlk dozun sizin hayatınızda yeri yoktur fakat teröristin eline geçtiğiniz zaman bu ilk dozu size enjekte edecekler. Başıma gelmez demeyin, bizler askeriz ve en kötüsüne hazırlıklı olmamız gerekiyor.” dedi ve sıraların arasında gezinmeye başladı.
“İlk doz eğer kuvvetli bir miligrama sahipse sizi uyuşturacak ve kaskatı kesilmenize sebep olacaktır, korkmayın. Beyninizin size hükmettiğini düşüneceksiniz, çeşitli halüsinasyonlar göreceksiniz. Olduğunuz yerde belki dirayetli bir şekilde ayakta kalacaksınız ya da dayanamayıp bayılacaksınız.”
Bakışları benim benliğim üzerinde gezindiğinde o 19 yaşındaki kızın gözlerindeki öfkeyi gördüm.
“Bir düşün Asena. Senin başına böyle bir olay gelmiş olsaydı ne yapardın?”
19 yaşındaki genç kız bedenim, doğruldu ve çenesini dikleştirdi.
“Eğer ölmezsem, ilk önceliğim devletin açtığı mücadele kurumlarına başvurmak olur.”
Önündeki öğretmen kafasını eğip kaldırdığında ellerini arkasında bağladı ve diğer sıralarda gezinmeye devam etti. Küçük kız, elimi kavradı ve beni hocanın ardından sürüklemeye başladı. Bakışlarım 19 yaşındaki kızın yüzünde kalırken bedenim, karanlığa çekildi.
Göz kapaklarım ağırca kalkarken yutkunmak istedim ama yutkunamadım.
“Mete, Eyşan uyandı.” Bütün sesler çok uzaktan geliyordu. Bedenimin ne halde olduğunu bilmiyordum. Ellerimi yere bastırıp ayağa kalktığımda özgür olduğumu fark ettim ama ayaklarım beni bir yere doğru çekiyordu. Masanın üzerinde gördüğüm silaha ilerlemeye başladığımda yine sesler duydum.
“Eyşan, hayır Eyşan!”
Bu sesin kime ait olduğunu bilmiyor ve yalnızca beynimin beni ilerletmesine izin veriyordum. Göz kapaklarım gözlerimin üzerine kapanıp saniyesinde geri açılırken sarsak adımlarım dizlerimin üzerine düşmeme neden oldu. Kulaklarımdaki bağırışlar boğuklaşırken beynim, yine benliğimi ayağa kaldırdı ve masaya ellerimi yasladı. Silahı aldığımda gözlerim kapandı.
“Durdursana it herif!”
“Eyşan, sakın yapma!”
Birinin kahkahası kulaklarıma ulaşıyordu ve sürekli beni rahatsız ediyordu. Elimi sağ kulağıma bastırdığımda parmağımın altındaki tetiği çektim ve kolum birden yukarıya kaldırıldı.
“Senin amına korum lan! Çöz lan beni, çöz orospunun evladı!”
Bedenim bir çuval gibi beni tutan kolların arasına yıkıldığında hâlâ kahkahaları kulaklarımda çınlıyordu.
Mete Mert Çakır, Ağzından
İnsan en çok neyden korkarsa onunla sınanır, derdi babam. İlk zamanlar asla hak vermezdim ta ki annemin şehit olduğunu öğrenene kadar.
Kalbin çağrısı yalnızca sevdiğinedir, derdi babam. Bu sözüne de hak vermezdim ta ki Eyşan’ı kalbinden vurana kadar.
Yıllarca, küçüklüğümden beri aradığım kadının yanımda olduğunu anladığımda başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüştü. Babamla oynadıkları oyunu anladığımda ise korkum bir tohum gibi kalbime yerleşmiş ve orada büyümeye devam etmişti. Kolay değildi, küçüklüğümüzde birbirimizden kopuşumuz, onu yalnızca fotoğraflardan hatırlamam, oyun arkadaşımın nerede olduğunu bilmiyor olmam…
Eyşan’ın eline bir gün silah verseler ve seni vursalar deseler gözümü kırpmadan vurulurdum. ‘Aşkından vurulmuşum bu kurşundan ölmem.’ derdim ama kendine sıkacak deseler asla inanmazdım.
Şerefsiz puşt, Eyşan’a enjekte ettiği şırıngadan sonra gidip gelmiş ve Eyşan’ın ellerini ve ayaklarını çözüp sol köşeye pusmuştu. Yerine geçmeden önce masaya bıraktığı silahtan bakışlarımı asla ama asla çekmemiştim. Hareketlenen bedeniyle çırpınmış ve hiçbir zaman unutamayacağım sahneyi benim için kader yazmıştı.
Aras iti, Eyşan’ın kendinde olmadığını ve silah ile kendini vuracağını biliyordu. Eyşan, yürümeye başladığından beri ısrarla bağırıp Eyşan’a sesimi duyurmaya çalışıyordum ama beni duymuyordu.
“Durdursana it herif!”
Aras piçi, gülmeye başladığında Eyşan eline silahı alıp şakağına yasladı. Kalbim ağzımda atarken kafamı iki yana salladım.
“Eyşan, sakın yapma!” diye bağırdığımda, dudaklarımdan sıçrayan tükürüklerin haddi hesabı yoktu. Eyşan, silahın tetik kısmına işaret parmağını yasladığında dudaklarımın arasından nefes almak istedim ama alamadım. Eyşan, tam kendini vuracakken Aras, bir anda kolunu kaldırdı ve silahı tavana yöneltti. Eyşan’ın bedeni bir toprak gibi Aras’ın kucağına kayarken ağzımın kuruduğunu o an anladım.
“Senin amına korum lan! Çöz lan beni, çöz orospunun evladı!”
Osman’ın haykırışı ile gözlerimin dolmasına engel olamazken dizlerimin üzerinde öylece kaldım. Aras’ın bakışları gözlerimde dolandığında yüzündeki ifadesizlikle bana doğru yaklaştı ve Eyşan’ın bedeninden ellerini çekti. Önüme yığılan kadına bakmaya korkarken bakışlarım Aras’ta takılı kaldı. Yüzüme eğildi ve dudaklarını araladı.
“İşte Zeyno’nun öldüğünü öğrendiğimde ne hissettiğimi anlamış oldun.”
Kafamı sertçe Aras’ın burnuna gömdüğümde gülerek kan boşalan burnunu tuttu ve işaret parmağını bana salladı.
“Bu iyiydi.”
Psikopat herif.
Elini burnundan çekip doğrulduğunda bana bakarak burnunu çekti ve arkasını bize dönüp silahıyla birlikte ayrıldı. Bakışlarım Eyşan’a çekildiğinde Eyşan’ın gözleri açık bir şekilde tavana baktığını fark ettim. Dudaklarım titreyerek aşağıya çöktüğünde öne eğildim ve yanağımı Eyşan’ın kalbine yasladım. Her saniye atan ritmi yanağımı dövercesine hızlıydı. Gözlerimi kapatıp omuzlarımın çökmesine izin verdim. Hıçkırıklarım Eyşan’ın üzerindeki gömleğe çarpıp boğuk bir yankı bulduğunda göz yaşlarım tenimi yakarak üşüttü.
İlk defa bu kadar ölüme yaklaşmış kadından korktum.
Oysa ki bu kadın her gün ölümle yüz yüzeydi.
“Mete, artık düşünmemiz gerek. Buradan nasıl çıkacağız?”
Caner’in sesini işittiğimde kafamı kaldırıp Eyşan’ın açık gözlerine baktım. Bu kadını buradan çıkartmamız gerekti ama nasıl yapacağım hakkında en ufak fikrim bile yoktu. Bakışlarımı güçlükle Eyşan’ın gözlerinden çekip Caner’e baktığımda Caner, düşünceli bir şekilde bana bakıyordu. Dişleriyle yanağını içe doğru sürekli çekiştirdi ve bir anlığına durdu. Dişlediği yanağını gergince sağa çektiğinde dudaklarında bir çarpık tebessüm oldu.
“Buraya çağırıp dikkat dağıtalım, ben zincirlerimin açma yolunu bulacağım.”
🕊️
9 Ocak 2022
Yazar, Ağzından
Caner, zincirlerini ne yaparsa yapsın açamamıştı. Baş parmağını yerinden çıkartmayı düşündü ama Osman’ın karşı çıkmasıyla vazgeçti. Mete gözlerini bir saniye bile Eyşan’ın üzerinden çekmezken çaresizce beklemeye devam ettiler ama o sırada Akça Timi’nin ayakları Suudi Arabistan-Yemen sınırına bastı.
Lara Akman üzerindeki terörist kıyafetine bakıp dudaklarını büzdü ve kardeşine baktı. Kendi üzerinde siyah, kardeşinde ise toprak rengi bir kıyafet vardı. Saçlarına doladığı peçeyi düzeltti. Gözlerine taktığı güneş gözlüğünün üzerinden arkasındaki elleri bağlı time baktı ve derin bir nefes verip önüne döndü.
“İmşû.” dedi ve karşılarındaki sığınağa doğru yürümeye başladılar. Victor ve yanındaki adamlar Akça Timi’nin kim olduğundan habersiz onlara baktı ve silahlarını time çevirdiler.
“Kto vy?” (Siz kimsiniz?)
Lara adamın ne dediğini anlamıştı ama anlamazlıktan geldi.
“Enâ lâ a’rifu lugatek.” (Ben senin dilini bilmiyorum.)
Victor’un yanındaki adam bakışlarını Lara’nın arkasında duran kişilere çevirip kaşlarını çattı.
“Min ayna ji'tum wa man antum?” (Nereden geldiniz ve kimsiniz?)
Lara, adama gülümsedi ve eliyle Kartal’ın çektiği arabaya yaklaştı. Hafifçe keçeyi kaldırdığında adam başını yukarıya uzatıp ne olduğuna baktı. Lara, elindeki örtüyü bırakıp güneş gözlüklerinin arkasından adamı izledi.
“Ana tâjir. Azhab min bāb ilā bāb, abī'u al-aslihah wa al-rijāl.” (Ben bir tüccarım. Kapı kapı gezer, silah ve adam satarım.)
Karşısındaki adam alıcı gözüyle dikleşti ve ellerini ceplerine soktu.
“Min ayna ji'tum?” (Nereden geldiniz?)
Lara, gülümsedi.
“Ji'nā min ṭuruq ba'īda, ji'nā min Idlib.” (Çok uzak yollardan, İdlib’den geldik.)
Adam, elini kaldırıp Kartal’ı işaret etti.
“Ibqā hunā.” (Sen burada kal.) dedikten sonra Lara’ya baktı. “Ittabi'ni.” (Beni takip et.)
Lara, işaret parmağıyla güneş gözlüğünü düzeltti ve önde yürüyen adamı takip etti. Dar, kuru araziden geçip, bir üsse girdiler. Lara, çaktırmadan etrafına bakıyor ve gözlükleriyle koordinasyon merkezine görüntü sağlıyordu. Lara ve adam, bir kapının önünde durduklarında adam elini Lara’ya uzattı.
“Intazir.” dedi ve tek başına içeriye girdi. Lara, ellerini arkasında bağlayıp detaylıca gözlüğüyle her noktaya dokundu. Çok geçmeden arkasındaki kapı açıldı ve içeriden Aras Demirkan çıktı.
“Türkçe var mı?”
Lara, anlamamazlıktan geldi. Aras, gözlerini devirip yanındaki adama baktı.
“Arap, depoya gidin bende geliyorum.”
Lara, kolunu tutan adama sertçe bıraktı.
“Lā tashuddh dhirā'ī, bibaṭ'” (Kolumu çekme, yavaş.)
Arap, onu dinlemeden sürüklemeye başladığında Lara, gözlüğünü düzeltti.
“Ilā ayna nadhhab?” (Nereye gidiyoruz?) diye söylenirken Arap ile bir deponun önünde durdu.
“Al-junūd al-atrāk hunā, laqad ḥallat 'alayh al-ṭā'ir al-ḥaẓẓ.” (Türk askerleri burada, başına talih kuşu kondu.)
Lara, Arap’a bakarak kahkaha attı.
“Aḥibbātī.” (En sevdiğim.)
Aras Demirkan, elindeki büyük anahtarla deponun kapısını araladı ve içeriye girdi. Önden Arap girdiğinde gözündeki gözlüğü yeniden düzeltti ve içeriye girdi. Lara’nın bakışları Eyşan, Mete, Osman, Mücahit, Barış ve Caner’de gezindi. Caner’in yorgun bir şekilde baktığını fark ettiğinde sakince yutkundu. Odaklan kızım, diye kendi içinden tekrarladı.
“Arap söyle ona içlerinden birini seçip götürsün.”
Lara, ellerini arkasında bağladı ve gözlüğüyle her yere baktı.
“Barış’ı seç Lara.” Zihninden gelen ses ile alt dudağının içini dişledi ve yanındaki Arap’ın cümlesini bekledi.
“Ikhtar wāḥidan minhum.” (İçlerinden birisini seç.)
Lara, elleri arkasında karşısındaki yoldaşlarına yaklaşmaya başladı. Eyşan ve Mete’nin önünde durduğunda Mete, öne eğilip Eyşan’ın yüzünü sakladı.
“Çekil başımdan.” diye mırıldandığında Lara, kafasını iki yana salladı.
“Mādhā fa'altum bil-mar'ah?” (Ne yaptınız kadına?) diye sorduğunda Arap’tan cevap gecikmedi.
“Lā tasta'jīb, ikhtar wāḥidan faqaṭ.” (Sorgulama ve sadece birisini seç.)
Lara, aldığı cevapla kafasını salladı ve ayağa kalkıp Osman ve Mücahit’e baktı. Gözlüğünü hafifçe aşağıya indirdiğinde Osman ve Mücahit, karşılarındaki kadının kim olduklarını anladılar ve sessizce beklemeye başladılar. Lara yine kafasını iki yana sallayıp yerde yatan Caner’in önünde eğildi. Burnunun kemiğine çektiği gözlüğün üzerinden Caner’e baktığında Caner, neredeyse küçük dilini yutacaktı ama ona rağmen sakin kalmayı başardı. Lara, ağırca ayağa kalkıp gözlüğünü düzeltti ve Barış’ı gösterdi.
“Urīduh.” (Onu istiyorum.)
Arap, Barış’ı yattığı yerden sandalyesiyle birlikte kaldırdığında Barış, hiçbir tepki vermeden çözülmeyi bekledi. O sırada Lara, ellerini beline koyup sırıttı.
“Mādhā turīd minnī muqābil hādhā?” (Bunun karşılığında benden ne istiyorsun?)
Aras, Arap’a baktığında Arap; “Karşılığında ne istiyorsun, diye soruyor.”
Aras, kafasını salladığında karşılık beklemediğini belirtti. Lara, Barış’ın koluna girip yürütmeye başladığında Barış, birbirine dolanan adımları yüzünden düşecek gibi oldu ama Lara, koluna vurdu.
“İmşi.”
Barış, hiçbir şey demeden yürümeye devam ederken kadının kim olduğunu anlamıştı ama çaktırmamaya çalışıyordu. Alev, nasıl diye sorup duruyordu kendine. Lara ve Barış, Kartal’ın yanına geçtiklerinde Kartal, Barış’ın kolunu sertçe çekti ve arkalarında bağlı olan timin yanına kelepçeledi. Lara, gülerek Arap’a kafasını eğdi.
“Anā mā ziltu hunā.” (Ben daha buralardayım.) dedi ama Arap ona bakmadan arkasına dönüp gitti. Lara, gülerek arkasını döndüğünde bütün gülümsemesi soldu. Eski sert bakışlarına döndüğünde sol yanağı titredi ve yürümeye başladı. Eyşan’a ne yapmışlardı? Ne zamandan beri böyleydi?
Caner, o neden yerdeydi?
Aklını karıştıran sorularla birlikte iki saat yürüdüler ve kimsenin anlamayacağı, plakasız bir araca binip Türk üssünde bekleyen helikoptere gitmek için yola çıktılar. Lara, kafasındaki peçeyi savurup ayaklarının yanına bıraktığında Kartal, Barış’ın ellerini çözüp diğer arkadaşlarını çözmeye başladı. Barış, sızlayan bileklerini okşadığında bakışları yere takıldı.
“Alev, askeriyeye bırakılacaktı?” diye sorup Lara’ya baktı.
Lara, yutkunup derin bir nefes aldı ve boğazını temizledi.
“Geldi.”
Barış, gözlerini kapatıp başını geriye yasladı ve derin bir nefes aldı. ‘En son ne zaman bu kadar güzel bir nefes aldım?’ diye sordu kendine fakat son anda Aras’ın Alev’in parmaklarını kırdığını hatırladı. Aldığı nefesi titreyerek bıraktı.
“Peki, eli nasıl?”
Lara, ifadesiz bir şekilde Barış’ın gözlerinin içine baktı.
“Bir daha uçak kullanamayacak.”
Barış, Lara’nın cümlesiyle kaşları çatık bir vaziyette kalakaldı. Bu kadının en son uçağı nasıl kaldırdığını düşünürken, sürekli onunla havacı diye dalga geçerken şimdi sen uçamazsın diye nasıl söylerlerdi?
“Peki, söylediniz mi?”
Lara, kafasını iki yana salladı.
“Uyanmadı ve bir süre kimse söylemeyi düşünmüyor.”
Barış, sıkışan kalbine elini götürmemek için kendini zor tuttu. Ağlar mıydı kadın? Pekâlâ ağlardı. Umudumuzu kaybetmeyelim diye söylendi içinden ama umut kalmış mıydı? Yollar uzadı bitti, helikopterlere doluştular. Akıllarındaki durgunluk ile iki saatte Şırnak’a varmışlardı. Onları bekleyen Deniz ve Kubilay, koşarak askeriyenin kapısından helikopter pistine koştular. Aşağıya inen Barış’ın kollarına girip koşar adım içeriye taşıdıklarında Akça Timi helikopterde kaldı. Beş dakika sonra yeniden havalanan helikopter Suudi Arabistan-Yemen sınırına doğru uçmaya başlamıştı.
“Barış, iyi misin?” diye soran doktora cevap veremedi. Çünkü bakışları doktorun arkasında yatan Alev’e takılı kalmıştı. Gözlerinin dolduğunu fark etmedi ama Ümit bunu fark etmişti. Barış’ın omzuna elini yasladı ve Barış’ın yanına oturdu.
“Hâlâ uyutuyoruz ve Güvercin Timi gelene kadar uyandırmayı düşünmüyoruz.”
Barış, belli belirsiz kafasını salladığında bakışları Alev’in yüzünden ellerine çevrildi. Ümit, nereye baktığını anladığında derin bir nefes aldı ve Barış’ın koluna girip sıhhiyenin kapısına kadar eşlik etti. Kapıdan çıktıklarında Barış, Ümit’in yüzüne baktı.
“Sağ elinin üç parmağı kırılmış, sol elinin baş parmak kemiklerinde beş tane çatlak var.”
Barış, bu olayı biliyordu. Devrildiği yerden acıyla zihnine işlenmişti. Aras’ın avuçlarındaki parmakların nasıl kıvrıldığını hatırladığında gözlerini kapattı.
“Barış!”
Barış, Hakan Koral’ın sesiyle ona döndüğünde Hakan Koral, Barış’ın karşısında durdu ve derin bir nefes aldı.
“İyi misin evlat? Diğerleri nasıl?”
Barış, boğazını temizledi. Şu an yas vakti değil güçlü olma vaktiydi.
“Eyşan, Mete, Osman, Mücahit ve Caner orada kaldılar. Akça Timi yeniden bizi buldukları yere döndüler.” dediğinde Hakan Koral, kafasını hafifçe salladı.
“Peki, iyiler değil mi?”
Barış, boğazındaki yumruyu yutamadı.
“Eyşan’a ilk doz verdiler. Buraya geldiklerinde bir kontrole girse iyi olur.”
Hakan Koral, iki elini de yumruk yaptı ve havaya kaldırıp kendine vurdu.
“Şerefsizler.”
Sıhhiye doktor Ümit, sakince Barış’a döndü.
“Peki, kendinde miydi?”
Barış, kafasını iki yana salladı.
“Öncelerde bayıldı, bir süre sonra ayağa kalktı ama kendinde değildi.” Dişlerini sıkıp gözlerini sıkıca kapattı. “Şerefsiz Aras Demirkan, bunu bildiği için Eyşan kendine sıkar diye silah koydu.”
“Sıkmadı değil mi?” diye bağıran Hakan Koral’a Barış hızla gözlerini açıp baktı.
“Sıkmadı başkanım.”
Hakan Koral, elini ensesine götürüp kafasını iki yana salladı.
“Bizim o çocukları oradan çıkartmamız şart oldu. Gel, birlikte Barkın’ın yanına gidelim.”
Barış ve Hakan Koral, Barkın Koral’ın yanına gittiklerinde sandalye oturdu ve sadece onları izlemeye başladı. Barkın ve Hakan, Deniz ve Kubilay’ın arşivde bulduğu tek bir kâğıda bakarak inceleme yapmaya çalışıyorlardı. Tarihin en kötü yangınından sonra hiçbir kayıt kalmamıştı. Ellerinde kalan tek kâğıt ile yetinmeye çalıştılar.
“Biri bütün her şeyi gizlemeye çalışıyor ve elimizde yalnızca bu mu var?” diyerek bağırdı Hakan Koral. Barkın, ellerini ceplerine sokup öylece baktığında bakışları yavaşça Barış’a çevrildi.
“Barış, sizin yanınızda hiç kendileri hakkında konuştular mı?”
Barış, hafızasını yokladı.
“Yalnızca Ankara’da bir eylem yapacaklarını konuştular.” dediğinde Barkın, kafasını salladı.
“Bir tek onu biliyoruz ve zaten zamanında müdahale ettik.”
Barış, ifadesizce beklemeye devam ettiğinde Barkın, ona yaklaştı ve elini omzuna koydu.
“Sen dinlen biraz.”
Barış’ın dinlemeye bile hali yoktu. İstemeyerek oturduğu yerden kalktı ve sarsak adımlarla odadan çıktı. Kapının önünde bekleyen Deniz ve Kubilay, yeniden onun kollarına girdiğinde hep birlikte sıhhiyenin kapısı önünde oturmaya başladılar. Yonca, elindeki sıcak çayı Barış’a uzattığında Barış, kafasını iki yana sallayıp gergince çenesini sıvazladı.
“Barış, Alev’in durumundan haberin var değil mi?” diye soran Yonca’ya baktı. Kafasını belli belirsiz salladığında acı bir gülümsemeyle içindeki öfkeyi atmak istedi ama atamadı.
“Ben şimdi onunla nasıl havacı diye dalga geçeceğim?” diye mırıldandığında Yonca, titrek bir nefes aldı.
“Biz neleri atlattık Barış, bunlar ne ki?”
Barış, Deniz’in cümlesiyle ona baktı.
“Bu çok farklı Deniz. Askeri havacı olmak kolay değildir. Bilek ister, yürek ister, incelik ister.” dediğinde hıçkırığını tutamadı ve burun kemiğini sıktı. “Ne vardı sevdiğimi söyleseydim? Sevgimle dalga geçseydim ne olacaktı? Havacı, al sana havacı.”
Kubilay, elini kaldırıp Barış’a dokunmak istedi ama eli havada yumruk oldu ve kendi bacağına indirip ayağa kalktı. Yonca, gelmek istediğinde onu durdurdu ve kendini bir anda dışarıda buldu. Titreyen elleriyle sigara paketine sarılıp bir dal sigara çıkarttığında hızla dudaklarına yerleştirip yaktı.
Alev’e bunları yapanlar, bizimkilere neler yapıyordur diye düşünürken zehri ciğerlerine çekti. Aldığı her dumanda biraz daha kahrolurken omuzları çöktü. Onların kaçırılmasının üzerinden altı gün geçmişti ve hâlâ onları oradan çekip kurtaramamışlardı. Bakışları ağırca prefabriğe takıldı.
"Sen evinde annenin yaptığı yemekleri yerken onlar, dağın başında şehidinin nöbetlerini tuttu!" diye bağıran Eyşan’ın sesini duydu. Komutanları, sırf onlar orada diye kendine de az çektirmemişti. Bakışları usulca gökyüzüne tırmandı ve gözleri kapandı. ‘Allah’ım’, dedi. “Sen konuyu biliyorsun.”
11 Ocak 2022 / El-Hadar Sığınakları
Yazar, Ağzından
El Hadar sığınakları, modern çağın gölgelerinde gizlenmiş, yalnızca en karanlık amaçlara hizmet eden bir yapılar zinciriydi. Uzak coğrafyalarda, ıssızlık ve yalnızlık hissinin adeta bir kalkan gibi örttüğü bu yeraltı kompleksi, insanoğlunun hem inşa ettiği hem de korkuyla kaçındığı türden bir barınaktı.
Yerin derinliklerine doğru oyulmuş bu sığınaklar, dışarıdan bakıldığında çorak bir arazi parçasından farksızdı. Ancak, toprağın altında bambaşka bir dünya yatıyordu. Geniş, labirentimsi koridorlar, bir örümcek ağı gibi birbirine bağlanıyordu. Duvarlar, betonun soğuk dokusuna eşlik eden yüksek güvenlik teknolojileriyle bezenmişti: biyometrik tarayıcılar, hareket sensörleri ve kameralar her köşeyi izliyordu.
Sığınağın merkezinde, kontrol odası adeta bir kale gibiydi. Parlak ekranlar ve karmaşık veri akışlarıyla dolup taşan bu oda, dış dünyadan tamamen bağımsız bir zihin gibi işliyordu. Her şey buradan yönetiliyor, dışarıdaki tehlikelere karşı sığınaktakilerin savunması burada planlanıyordu.
Her biri ayrı bir amaç için tasarlanmış farklı bölmeler vardı: bir silah deposu, stratejik toplantılar için bir savaş odası, ve tutsakların tutulduğu, ürkütücü sessizliğiyle insanın kanını donduran hücreler... Hücreler, yalnızca fiziksel değil, zihinsel bir çöküş yaratacak şekilde tasarlanmıştı. Işık yoktu, ses yoktu, yalnızca tutsakların kendi düşüncelerinin yankısı vardı.
Ama El Hadar’ı asıl korkutucu yapan şey, fiziksel yapılarından öte, burayı kullananlardı. Sığınağın sakinleri, insanlığın en karanlık yanını temsil ediyordu. Her biri, El Hadar’ın koridorlarına yerleşmiş bir gölge gibiydi; vicdanlarını çoktan terk etmiş, yalnızca güç ve korkuyla beslenen varlıklar.
Zara Demirkan gibi liderler için El Hadar, sadece bir sığınak değil, bir kontrol merkeziydi. Bu karanlık ağın içinde, insan hayatı pazarlık unsuru, silahlar çözüm aracı ve savaş, sadece bir ticaret şekliydi.
El Hadar, modern çağın cehennemiydi. Ama cehennem, bilinen bir düşmanla değil; adı, yüzü ve vicdanı olmayan karanlık bir sistemle yönetiliyordu.
Akça Timi, tamamen üzerlerindeki terörist kıyafetlerinden kurtulmuş ve kendi kamuflajlarına geri dönmüşlerdi. Türk üssünden bir ekip almış ve koordineli bir şekilde hem Şırnak hem de üs ile konuşarak ilerliyorlardı. Bu gece, Güvercin Timi’nin buradaki son gecesiydi.
“Kameralar ve uzaktan hareket sensörleri kapatıldı. İçeriye girip çıkmanız ile birlikte on beş dakikanız var. Son hazırlıklarınız yapın ve Güvercin Timi’ni almadan buraya gelmeyin!”
Lara, Barkın’ın zihninde dolaşan sesiyle gözlerini kıstı ve gözünü silahının merceğine götürüp kontrollerini yaptı.
“Ben hazırım, Kara sizde durum nedir?”
Kulaklığında cızırtı oldu.
“Biz hazırız, tamam.”
Lara, sessiz adımlarla, Türk üssünden gelen asker eşliğinde yürümeye başladı. Birkaç terörist onları gördüğünde ateş açmaya başladılar.
“Lala, arkanda!”
Lara, hızla arkasına döndü ve üç tane teröristi etkisiz hâle getirip Güvercin Timi’nin tutulduğu yere doğru koştu. İçeriden bir silah sesi duyulduğunda Türk üssünden iki asker sertçe kapıya vurup açtılar. Mete, Eyşan’ın üzerine çullandı. İki asker Aras’ın omzundan ve ayaklarından vurup etkisiz hâle getirdiklerinde Lara, koşar adımlarla Mete’nin arkasına uzandı.
“Korkma ben Lala.”
Mete, sakince ellerinin çözülmesini bekledi ve çözüldüğünde Eyşan’ı arkasına doğru çekti. Lara, Caner’in arkasına geçip ellerini ve ayaklarını çözdükten sonra arkasına bile bakmadan kapıdan çıktı.
“Kara, siz Güvercin Timi’ni sağ salim helikoptere doğru götürün. Biz daha buradayız.”
Kartal, aldığı emirle yanına beş asker aldı ve Güvercin Timi’nin olduğu yere gitti. Osman ve Mücahit’e yürümeleri için yardım ederlerken Mete, Eyşan’ı kucağına aldı ve yüzünü göğsüne bastırıp yürümeye başladı. Eyşan’ın solgun yüzünü göğsüne bastırırken, onun hâlâ nefes alıyor olduğunu hissetmek Mete’ye bir nebze olsun güç veriyordu. Her adımda kalbini sıkıştıran korku, yerini sessiz bir öfkeye bırakıyordu. Caner, üşüyerek ellerini birbirine bastırırken koşar adım gözleriyle Lara’yı aradı.
“Hadi vakit kaybetmeyelim. Şuradaki araca bineceğiz.”
Mete Mert Çakır, Ağzından
Helikopterin kapıları kapandığında, içeri dolan uğultu sanki tüm gerçekliği yutup uzaklara savuruyordu. Ama benim dünyam, dizlerimde baygın yatan Eyşan’dan ibaretti. Zaman durmuştu. Hatta belki zaman, sadece onun nefes alışıyla ilerliyordu. Gözlerim, solgun yüzünde gezinirken içimdeki fırtına bastırılamaz bir şekilde kabarıyordu. Bu ona yapılmamalıydı.
Ellerim, onun narin ama güçlü omuzlarını kavrarken titredi. Daha önce sayısız yaraya şahit olmuştum. Savaş meydanlarında, kayıp dostların son nefeslerini ellerimde tutmuştum. Ama bu bambaşkaydı. Eyşan, o en sert rüzgârda bile eğilmeyen çınar, şimdi bir fırtınanın ortasında devrilmiş gibi yatıyordu ve ben onu tutmaya çalışıyordum. Ama her geçen saniye, ellerimin arasında kayıp gidecekmiş gibi geliyordu.
Gözleri aralıktı, ama beni görmüyordu. İçinde gezindiğim kahverengi denizler, şimdi sisle kaplanmıştı. Parmaklarımı onun yüzüne usulca dokundurdum. Alnındaki ter, soğuk bir ateşin izleriydi. “Bu yapılan cezasız kalmayacak,” diye fısıldadım ama o beni duymuyordu. Zaten bunu ona söylemiyordum. Bu, kendi içimdeki yeminimdi.
Kalbim, göğsümde vahşi bir hayvan gibi çırpınıyordu. Her nefesimde Aras’ın o gülüşü, o lanet iğneyi saplarken ki alaycı bakışı zihnimde yeniden canlanıyordu. Bu bir savaşın değil, bir ihanetin iziydi. Eyşan’ın damarlarında dolaşan o zehir, sanki benim damarlarıma da sızmıştı. Nefes almak zordu, ama nefes almak zorundaydım. Çünkü benim nefesim, onun hayatta kalma sebebiydi.
Gözlerimi kapattım. Her şeyin geride kaldığını kendime söylemek istedim ama helikopterin titreşimleri bile içimdeki huzursuzluğu yatıştıramıyordu. Eyşan’ın saçları, solgun yüzüne düşmüştü. Onları usulca kenara ittim. O bir kahramandı. O her şeydi.
Ve şimdi, kollarımda bu kadar savunmasız yatarken, hayatın tüm adaletsizliği omuzlarıma çöküyordu.
Helikopter yükseldikçe, dışarıda kalan dünya bulanıklaşıyordu. Ama benim zihnimde her şey netti. Aras. O adam, Eyşan’a sadece bir iğne saplamamıştı. O, benim ruhumdan bir parça koparmıştı ve bunu ona ödetecektim. Ama önce Eyşan. Önce onu tekrar hayata döndürecektim.
Eyşan’ın başını göğsüme yasladım. Onun kalp atışlarını duymaya çalışıyordum. Belki bir ritim, belki bir umut… Ama hayır, hiçbir şey. O sessizliği benim öfkem dolduruyordu ve o öfke, içimde soğuk ve keskin bir bıçak gibi büyüyordu.
“Bitti,” dedim kendi kendime, dudaklarımın arasından. Ama bunun bir yalan olduğunu biliyordum. Hayır, hiçbir şey bitmemişti. Bu sadece başlangıçtı. Eyşan’ın gözlerini yeniden açıp bana baktığını görene kadar, hiçbir şey bitmeyecekti.
Askeriyenin helikopter pistine indiğimizde, bir an için hiçbir şey duyamadım. Rüzgâr, motorun uğultusu, ayak sesleri… Hepsi bir sisin ardında kalmıştı. Tek bildiğim, Eyşan’ın hâlâ kollarımda olduğu ve onun soluklarının giderek daha derinden gelmeye başladığıydı. Bütün dünyanın o an sadece ikimize daraldığını hissettim.
Adımlarımı hızlandırıp sıhhiyeye doğru ilerlerken önümüzde bir kalabalık belirdi. Deniz, Kubilay ve Yonca. Hepsi şaşkın, hepsi bir cevap bekler gibi gözlerini üzerime dikmişti.
“Komutanım! Eyşan Yüzbaşı’ya ne oldu?” diye sordu Deniz, sesi bir tokat gibi çarptı.
Gözlerim, onun yüzüne dahi odaklanmadı. Tek kelimeyle bile vakit kaybedemezdim ama o bir adım daha yaklaştı.
“Mete, konuş! Ne oldu Orada?”
Görmüyorlar mıydı? Cevap beklemek neydi şimdi? Elleri buz gibi olmuştu Eyşan’ın. Hâlâ narin omzunu sımsıkı tutuyordum. Onları dinleyecek hâlim mi vardı?
Yonca’nın sesi diğerlerinden daha düşük ama bir o kadar derinden geldi.
“Eyşan Abla iyi olacak, değil mi?”
O soru sanki omuzlarıma binen yükü daha da ağırlaştırdı. Ona iyi olacak demek isterdim ama yalan söylemek en kötüsü olurdu. Yalnızca sıhhiyenin kapısına baktım. Her şeyin cevabı orada olacaktı.
O sırada kapı açıldı. Beyaz önlüğüyle Doktor Ümit hızla dışarı çıktı. Gözleri Eyşan’a kayar kaymaz yüzündeki ifade ciddileşti. Yanıma gelip koluma sıkıca yapıştı.
“Yüzbaşı! Hemen içeri getir! Çabuk!”
Onun sesi, her şeyi yerinden oynattı. İçimdeki sessizliği yırtan bir emir gibiydi. Hemen hareket ettim. Sıhhiyeye girdiğimde steril hava ciğerlerime doldu ama beni rahatlatmadı. Gözlerim, onun solgun yüzüne takılmıştı. Sanki bir hayalet kadar beyazdı. Bu hâliyle bile güzeldi evet ama o güzellik, bir uçurumun kenarındaydı ve ben onu o uçurumdan çekip alamıyordum.
“Bunu hak etmedin,” diye fısıldadım, gözlerimden süzülen bir çaresizlikle. “Sana bunu yapan o şerefsiz… Yemin ederim, yaptıklarının bedelini ödeyecekler.” Sesim titredi, çünkü sözlerim bir intikam yemininden çok, çaresiz bir adamın yakarışıydı. Sedyeye yerleştirirken, parmaklarım onun üzerinden ayrılmak istemedi. Onu bıraktığım anda, o bağın kopacağı korkusu iliklerime kadar işliyordu.
“Mete, çık!”
Ümit’in sesiyle adımlarım geri yalpalayarak odadan çıktım. Göğsümü üşüten bir soğukluk vardı. Koluma biri asıldı ve beni kendine çevirdi.
“Mete?”
Babamın titrek gözlerini fark ettiğinde dişlerimi sıktım. Ağlamayacaktım, ne olursa ağlamayacaktım. Babam, kollarını kaldırıp bana sarıldığında iki elim öylece yanımda durmaya devam etti. Bakışlarım Caner’in gözlerine çevrildiğinde onun da bana sakince baktığını fark ettim. Burnumu çekip babamı ittirdiğimde babam, endişeyle gözlerimi izledi.
“Eyşan’a ne oldu?” diye yavaşça fısıldadı fakat birden bakışları arkama çevrildi. Arkamda kapının açıldığını duyup hızla Ümit’e baktım. Ümit, kapıyı kapatıp elindeki stetoskobu boynuna astı ve derin bir nefes aldı.
“Kaç miligram enjekte edildiğini biliyor musunuz?” diye sorduğunda arkamda duran babamın sesini duydum.
“Ne edilmiş?” diye bağırdığında Ümit, bütün sakinliğiyle ona döndü.
“İlk doz.”
Kimseden bir ses gelmediğinde elimi yumruk yaptım ve herkesi orada bırakıp Barkın Koral’ı bulmaya çalıştım. O sırada askeriyenin kapısından Aras’ın yerde sürüklenerek getirildiğini gördüm.
“Şimdi seni benim elimden kim alabilir?” diye mırıldanıp yürümeye başladım. Aras, gülerek bana bakmaya başladığında yakalarına yapıştım ve sertçe onu tutan kollardan ayırıp duvara yasladım.
“Kaç miligram?”
Aras, dudaklarındaki gülümseme ile kaşlarını çattığında yüzüne bir yumruk attım.
“Kaç miligram enjekte ettiniz? Söyle!”
Bir kez daha vurduğumda Aras, kahkaha atarak gülmeye devam etti. Aras’ın karnına yumruğumu geçirip yere yatırdım ve sağ dizimle karnına bastırarak yüzüne yumruk atmaya başladım.
“Söyle lan!”
Bir yumruk.
“Söyle şerefsiz!”
Bir yumruk daha.
“Evveliyatını siktiğimin orospu çocuğu!”
“Mete!”
Bir yumruk daha vurup yakalarından tuttum ve yüzüme yaklaştırdım.
“Kaç miligram lan! Kaç miligram?”
“Mete, Mete dur! Ölecek.” Caner ve Barış kollarıma sarılıp beni Aras’ın üzerinden kaldırdığında yüzüne tekme salladım.
“Ölsün gebersin amına koyduğumun çocuğu!”
“Mete, yeter!” diye bağırdığında Caner, bir kere daha tekme salladım ama boşa gitti.
“Caner, Mete’yi uzaklaştırın buradan.”
Caner ve Barış kollarımdaki ellerini sıklaştırıp binanın dışına çıkarttıklarında içeriye dönmek istedim ama Barış, önüme geçti. Sinirle yüzüne baktığımda o, bütün sakinliğini koruyordu.
“Çekil önümden Barış.” deyip geçmek istedim ama Barış, yüzüme bir yumruk attı. Yakalarından tutup kendime çektiğimde gözlerindeki yaşlar yanaklarına döküldü. Ellerim yakalarında asılı kalırken kafasını iki yana salladı.
“Bir bilsen içimde ne fırtınalar kopuyor ama hiçbiri içeride yatan kadının sevgisinin önüne geçemiyor. Eyşan, neleri atlatmış bunu mu atlatamaz ama Alev.” dedi ve yeniden kafasını salladı. “Alev, bir daha uçak kullanamayacak Mete.”
Barış’ın dudaklarından dökülen cümleler doğru muydu?
Ellerim yakalarından yavaşça kopup iki yanıma sabitlenirken Aras’ın Alev’in parmaklarını kırdığını hatırladım. Ne ara yere çevrildiğini hatırlamadığım gözlerim Barış’ın gözlerini bulduğunda Barış, bana sırtını döndü ve yavaş adımlarla içeriye girdi. O sırada koşarak kapının önüne gelen Yonca’yı gördüğümde elini havaya kaldırdı ve ‘Gelin.’ işareti yaptı. Hızla yürümeye başladığımda Barış’ın adımları hızlandı. Yanında yürümeye başladığımda Caner’de bize dahil oldu. Sıhhiyenin önüne vardığımızda Ümit, elleri ceplerinde bizi bekliyordu. Tam karşısına geçtiğimde bakışları beni buldu ve derin bir nefes alıp Barkın Koral’a çevrildi.
“Dediğiniz gibi Skopolamin.”
Osman, bir adım öne çıktı.
“Skopolamin?”
Ümit’in bakışları Osman’ı buldu.
“Normalde hareket hastalığını önlemek için kullanılır ama kan sonucunda 2 miligram tespit ettim. 1-2 miligramı, duyusal kayıplar, ciddi kafa karışıklığı, bilinç kaybı ve hareket edememesine sebep olur. Skopolamin’in etkisini tersine çevirecek olan Fizostigmin diye bir ilacı enjekte ettim. Bu sayede kas gevşemelerini azaltacak ve bilinç kaybını geri getirecektir.”
Derin bir nefes alıp bıraktığımda gözlerimi kapattım ve dudağımı dişledim.
“Ama.”
Ümit’in sözüyle gözlerimi açıp ona baktım.
“Ama çok iyi dinlenmesi gerek. Bu durum, diğerlerinden farklı bir durum. Sürekli olarak gözetim altında tutulması gerekli. Bunu söylemek istemem ama bir psikologdan destek alması gerekebilir.”
"Psikolog?" diye sordu Osman, gözlerinde endişe var ama aynı zamanda bir soru işareti de belirmişti. Herkes bir şekilde bu soruya odaklanmışken, ben hâlâ Eyşan’ı düşünüyor, o solgun yüzü gözümün önünden bir türlü silemiyordum.
Ümit, ellerini ceplerinden çıkardı ve bir adım öne geldi. Gözleri bir an için Osman’ı geçip, tekrar bana döndü. "Bu durum yalnızca fiziksel değil," dedi. "Zihinsel olarak da ciddi bir travma olabilir. Çözülmesi zaman alacak. Kafasında, yaşadığı o boşluk ve karmaşanın ne olduğunu bilmiyoruz. Eyşan, şu an çok zayıf bir noktada."
Vücudumda bir kasılma hissettim, avuçlarımda ter birikmeye başladı. Ellerimi sıktım, derin bir nefes alarak kendimi toparlamaya çalıştım. Duygularım dağılmıştı, her biri başka bir köşeye savrulmuş gibiydi.
Barış’ın sesi, o an, tüm düşüncelerimi biraz olsun düzene soktu. "Alev’in durumunu ona söyleyecek miyiz?" diye sordu, ama sesi sanki uzaklardan geliyordu. O kadar çok ses vardı ki, onları birbirinden ayırt etmek zordu.
Ben ise sadece gözlerimi tekrar kapatıp, bir adım daha atmaya çalıştım. Eyşan’ın o zayıf halini, o deliğinden çıkarılmayı bekleyen bir yaralı kuş gibi düşünüyordum. Gözlerimi kapattığımda, bir anlığına o karanlık odanın içinde onu görmek istemedim. Ama bu gerçekti, o gerçek, o solgun yüz…
Ümit, nehir gibi sessiz bir şekilde başını iki yana salladı. "Söylersek daha çok psikolojisi bozulabilir. İyi dinlenmesi gerek ve bir süre hiç kimse yalnız bırakmamalı. Gerekirse Alev Atsız için de psikoloğu yönlendirebiliriz."
Dudaklarımın arasından titrek bir nefes verdiğimde Barış’ın da benim gibi soluklandığını işittim. Zihnimin içi o kadar karışıktı ki kendi sesimi bile zor duyduğum cümleler aralık dudaklarımdan döküldü.
“Peki, ne zaman kendilerine gelecekler?”
Ümit, sorduğum soruyla bakışlarını herkesin üzerinde gezdirdi.
“Bugün dinlensinler. Önce Eyşan ile konuşup ardından Alev’i uyandırabiliriz.”
Kafamı salladığımda Barkın Koral’ın sesini duydum. Kulağındaki kulaklığı çıkartıp avuçlarında sakladı.
“Güvercin Timi, koordinasyon merkezine geçelim. Akça Timi, beş dakikaya burada olacak.” diye söylendiğinde hepimiz onun peşinden yürümek için hareketlendik. Attığım her adımda Eyşan’ı geride bırakıyor olmak biraz daha omuzlarıma bir yükün binmesine neden oluyordu.
Koordinasyon merkezine geçip masanın etrafına toplandığımızda Barkın ve Hakan Koral, birbirlerine bakıp ekranı gösterdiler.
“Tam olarak o gün ne oldu Caner?”
Caner, babamın sorusuyla ona baktığında Barkın ve Hakan Koral’ında dikkatini çekmişti. Caner, boğazını temizleyip ellerini masada bağladı ve ekrana baktı.
“Biz oraya vardığımızda Victor, Haluk ve Kaan daha otele yeni giriş yapıyordu. Onların giriş yapmasını bekledik ve onlar dağıldığında giriş yapıp odalara dağılmak için hareketlendik. Mücahit’in Arina’nın odasında olduğunu bildiğimiz için onlara yakın bir oda tuttuk. Eyşan, Alev’e mesaj attı. Mücahit’e bakmak için Arina’nın odasına gittiğimizde ise tuzak olduğunu anladık.”
Barış, elindeki kalemin kapağını açıp kapatırken bakışlarını Barkın’a çevirdi.
“Bu operasyonda kimin hatası var?”
Barkın, kaşlarını çatıp Barış’a baktığında Barış, kalemi bırakmadan doğruldu ve masaya dirseklerini yasladı.
“Bu operasyondan kimsenin haberi yoktu. Nasıl oldu da adamlar şak diye bizi alabildi?”
Hakan ve Barkın, birbirlerine baktı fakat Hakan Koral, oğlundan bakışlarını çabucak çekip Barış’a baktı.
“Her şeyi bugün öğreneceksin evlat.”
Kimsenin çözemediği bir sır vardı. Bunu hissedebiliyor ve büyüklüğünün herkesin canını sıkacağını fark edebiliyordum.
Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından
Acı nedir diye hiç düşündün mü?
Acı nedir?
Acı bence insanın beyninde olan bir illüzyondur. Eğer sen beynine hükmedebilirsen acıya da karşı gelebilirsin. Ben gelemedim... O acı denilen sancı hep beynimin bir yerlerinde gizliydi ve her zaman canımı acıtmaya an kolluyordu. Ne zaman çaresizliğin içine gömülsem acı ortaya çıkıyor ve hayatımı alt üst ediyordu. Bir gün bunun altından kalkabileceğimi düşündüm ama ne yazık ki hiçbir zaman kalkamadım.
“Eyşan, yavaş kızım koşma!”
Ruhumda annemin sesini duyduğumda onlara doğru koşmaya başladım. Yüzümün her milimine korkunun tınıları işlemişti. Yere düşüp duruyor ve ayağa her kalktığımda dizlerimdeki yaraların daha da kanadığını görüyordum. Ayağımın ucuna takılan taşlı parkeye takılıp bir kez daha düştüğümde gözlerim kapandı.
“Eyşan!”
Annemin sesi biraz daha yakınlaşmaya başladığında gözlerimi açtım ve bana doğru gülerek koşan kız çocuğunu gördüm. Gülümsemeye çalışıp kollarımı iki yana açtığımda yanımdan geçip gitti.
“Eyşan, hadi ama koşma kızım.”
Annem, küçüklüğümün peşinde koşarken babam, ellerini dizlerinin üzerine yaslayıp önümde durdu.
“Baba.” diye mırıldandım ama babam beni duymadı. Elleri dizlerine yaslı bir şekilde gülerek arkama doğru bakıyordu. Kulaklarıma bir kurşun sesi ulaştığında önümdeki bedeni bir anda kayboldu. Korku, giderek daha da artmıştı. Etrafıma baktığımda ise artık, hiç kimse yoktu.
“Asena Gündüz!”
Kendimi hiç fark etmediğim bir şekilde yine anın içinde, 16 yaşındaki o kızın yanında buldum. Elindeki kalem ile önündeki deftere bir şeyler karalıyordu. Defterinin sağ üst köşesine yazdığı isim, kim olduğunu hatırlaması için yazmıştı.
Asena Gündüz.
Bu ismi, defterinin her köşesine yazmaya başladı. Köşelerinden içe doğru kalemini sürükledi ve daha da büyük yazmaya başladı. Sanki bu ismi hiç unutmak istemezcesine zihnine işledi. Kalemliğinden kırmızı bir kalem aldı ve o yazdığı isimlerin üzerine Eyşan Boduroğlu yazdı. Ardından defterin sayfasını koparttı ve parçalarına ayırmaya başladı. Yanımdaki benliği silinip giderken göz kapaklarım gözlerimin üzerine devrildi.
“Bir doz daha Skopolamin verelim, Birol.”
Bu, sesin sahibini tanıyordum. Kolumda hissettiğim bir iğne batırılışıyla tepki vermek istedim ama veremedim. Bedenimde sayısız uyuşan hücrelerim bulunuyordu ve hepsi adeta beni yerle bir etmek için buradaydı.
“Pişt.”
Alev?
“Pişt! Eyşan, sana sesleniyorum.”
Kapalı gözlerimin ardında, tam karşımda oturan kadını gördüm. Onu ilk gördüğüm, beni arabaya aldığı zamanda siluetimin yanında oturmaya başladım. İkimizin de üzerinde siyah kıyafetler vardı. Alev, güneş gözlüğünü hiç çıkartmadan beni izlemeye devam ederken siluetim kollarını göğsünde bağladı.
“Gözlüğünü çıkartmayacak mısın? Arabanın içindeyiz ve güneş yok.”
Siluetimin karşısında oturan Alev, gözlüğünü çıkartıp gözlerini bana çevirdiğinde kaşlarını yukarı kaldırdı.
“Oldu mu, yüzbaşı?”
Yanımdaki siluetim kafasını salladığında Alev, derin bir nefes aldı.
“Raşit’i hiçbir zaman öldürmeyeceksin.”
Siluetim, gözlerini devirdi ve camdan dışarıya bakmaya başladı.
“Biliyorum.”
Alev, elindeki gözlüğü yanındaki boş koltuğa koydu ve öne doğru eğildi.
“Seni anlayabiliyorum yüzbaşı. Benim de annem ve babam yok. Bizi ayıran tek etken senin onların naaşlarının yanında olamaman.”
Siluetim gözlerini Alev’e sorgulu bir şekilde çevirdiğinde Alev, derin bir iç çekti.
“Aslına bakarsak bende onların yanında değilim. Ben, annemin adı Asuman diye askeri havacı oldum. Annem çok hastaydı ve babam sürekli ona bakardı. Her yarayı sardığında kocaman elini annemin yarasının üzerine koyardı.”
Yanımdaki siluetim yüzünü Alev’e çevirdi.
“Gökyüzüne ne zaman uçsam annemin kollarında olduğumu hissederim. Kocaman bulutları ise annemin yaralarına konmuş babamın ellerine.”
“Ya bir gün uçamazsan?”
Alev, titreyen gözleriyle siluetime baktı. Birden nefesim kesilmeye başladı. Ellerim boğazıma sarılırken dudaklarımı araladım ve nefes almaya çalıştım. Nabzım, dudaklarımda atıyor ve bedenimin zangır zangır titremesine neden oluyordu.
Acının tarifi yoktu.
İçimi kaplayan o soğukluk tüm bedenimi sardığında derin bir nefes aldım.
“Eyşan?”
Göz kapaklarım titreyerek açıldığında boynumu sıkan elimi gevşettim ve öksürmeye başladım. Sıhhiye doktoru Ümit, elimi kendine doğru çekip bükülen kolumu düzelttiğinde acıyı yeniden yaşadım. Koluma bağlı olan serumun iğnesini düzeltti ve yatağa sakince yerleştirdi. Elindeki cihazı alnıma yaklaştırıp çekti.
“Ateşin normal.” diye söyledikten sonra elindeki cihazı kenara koydu ve bana yukarıdan bakmaya başladı. Ağzımın içi kupkuruydu, ona rağmen dudaklarımı ıslattım ve sağımdaki suya baktım.
“Susadın mı?” diye sorduğunda Ümit kafamı salladım. Yavaşça başımı kaldırıp suyu içirdiğinde yavaş yavaş titremelerim kesiliyor ve zihnimdeki o boşluk kayboluyordu. Bakışlarım Ümit’i bulduğunda yutkundum ve kaşlarımı çattım.
“Alev?”
Ümit, tüm sakinliğiyle ellerini önlük cebine koydu.
“İyi.”
Bir kez daha yutkunup boğazımdaki acı tadı attım.
“İyi?”
Ümit, kafasını salladı.
“İyi.”
Kulaklarıma ulaşan Aras’ın kahkahalarının arasından Alev’in gözlerini gördüm. O bakışları, biraz önce gördüğüm sanrı ile eşitti. Parmaklarını kırmıştı Aras, Alev’in. Peki, şimdi ne olacaktı?
“Eyşan, neden ağlıyorsun?”
Ümit’in söylediği cümleyle ağladığımı hissetmiştim. Kafamı iki yana sallayıp alt dudağımı dişlerimin arasına aldım. Sağ gözümden şakağıma uzanan göz yaşıyla Ümit’e baktım.
“Uçak kullanamayacak, değil mi?”
Ümit, sorduğum soruyla kaşlarını havaya kaldırdı.
“Sen?” dedi ve derin bir nefes alıp bıraktı.
“Bordo bereli sezileri bu şekilde işliyor herhalde?”
Sen bordo bereli değil misin? Benim kafam kara çalışmıyor, bul bir şeyler.
Gözyaşlarımın arasından gülümserken kafamı salladım. Dudaklarımın arasından titrek bir nefes bıraktım.
“Alev ile iki senem geçti. Bırak da ne olduğunu bileyim, değil mi?”
Ümit, kafasını salladığında yerimden kalkmak için hareketlendim ama Ümit buna izin vermedi.
“Kalkma Eyşan, sana biraz sorular sormam gerek.”
Kafamı iki yana salladım.
“Sen sormadan ben cevaplayayım. İlk başlarda ne enjekte ettiklerini bilmedim. Vücudum kasılıp gevşemeye başladıktan sonrasını hatırlamıyorum ama sürekli olarak sanrılar gördüm. İlk dozun önemini biliyorum, 19 yaşımda ders olarak görmüştüm. Krizlerimin olacağını biliyorum ama buna dirayetli olabilirim. Çünkü etrafımda benim için canını verecek insanlar var.”
Ümit aldığı cevapla tatmin olmuşçasına eli damar yoluna uzandı. Hafif kırmızılığa bürünmüş bandı söküp kalkmam için elini koluma koydu.
“Psikolog yardımı almak ister misin?” diye sorduğunda bakışlarımı Ümit’in gözlerine çevirdim ve kafamı iki yana salladım.
“En iyi psikolog gelse, benim dostlarımın yanındaki mutluluğun yerini dolduramaz.”
Ümit, gülümseyip beni ayağa kaldırdığında gözlerim ilk defa yatakta yatan Alev’i gördü. Yatağın üzerine dağılmış saçlarına nazaran solmuş yüzü, alt dudağımın titremesine neden olmuştu. Elleri, sargı bezlerine sarılmış ve sargılı kanının üzerine kondurulmuştu.
“Karnına ne olmuş?” deyip Ümit’e baktım. Gözleriyle kapıyı gösterip yürütmeye devam ettiğinde odadan çıktık. Kapının önünde duvara yaslanıp kolumu yavaşça Ümit’in elinden çektim. Ümit, ellerini iki yanına bıraktı ve çenesini dikleştirdi.
“Büyük ihtimalle buraya getirmeden önce biyokimyasal bir madde yerleştirmişler ama herhangi bir sıkıntı teşkil etmeden çıkarttık.”
Göz kapaklarım bir saniyeliğine kapanıp yeniden aralandı. Neden bütün problemler bizi buluyor diye soracakken asker olduğumuzu hatırladım. Vatan için yapmayacağımız şey yoktu ama artık bu, acı veriyordu. Kafamı belli belirsiz sallayıp nereye gittiğimi bilmeden elimi duvarda sürüyerek yürümeye başladım.
“Sizinkiler koordinasyon merkezinde.”
Arkamdaki Ümit’in sesini duyduğumda sol elimi havaya kaldırdım ve baş parmağımı gösterdim. Attığım her adımda yol biraz daha uzuyor ve sanki herkes bana bakıyor gibi hissediyordum. Koordinasyon merkezinin önünden geçip kendimi dışarıya attığımda dudaklarımı aralayıp büyük bir nefes aldım. Soğuk hava, tenimin donmasına sebep oluyordu ama iyi geliyordu.
Kız, üşüteceksin gel buraya.
Bana bir şey olmaz havacı.
Zihnimin içinde dağılan seslerle gözlerimi yumdum ve ellerimi ceplerime sokup kafamı geriye attım. Ona bunu nasıl söyleyecektim, hiçbir fikrim yoktu. Elimizde çok büyük fırsatlar vardı, bunun bilincindeydim. Onlara ‘Alev, bizim için çalışan bir pilot, bırakalım ne olursa olsun uçmaya devam etsin.’ desem ne derlerdi ki? Albayından tut başkanına kadar hepsi gözümüzün içine bakıyordu ama Alev’in yeniden uçma konusuna nasıl bakacaklarını bilmiyordum.
Gözlerimi açtığımda gökyüzünde asılı bıraktım. Bir kadını, ailesinden ayırmaya hakkımız yoktu.
Bir hışımla arkama dönüp askeriyeye girdim ve nöbetçi askerin önünde durdum. Asker ayağa kalkıp selamladığında ellerimi ceplerimde çıkarttım.
“Aras Demirkan nerede?”
Asker, önündeki kağıtlara baktı ve yeniden bana döndü.
“Şu anda sorgu odasında.”
Aldığım cevapla sorgu odasının yolunu tuttuğumda odaya girdim ve kapıyı kapattım. İki sorumlu asker, camın arkasında oturan Aras’ın bekliyordu. Geldiğimi gördüklerinde ayağa kalkacaklardı ama onları elimle durdurdum.
“Rahatsız olmayın.” dedim ve birkaç adım onlara yaklaştım. Camın arkasında oturan Aras’ın burnunda kurumuş kanlar vardı.
“Ne oldu buna?”
Askerin bakışları bana çevrildi.
“Mete yüzbaşım dövmüş.”
Cevap bulduğum soruyla dudaklarımda büyük bir tebessüm olurken biraz daha kendime geldiğimi hissedebiliyordum. En azından Mete’nin iyi olduğunu öğrenmiştim ve içimdeki acının, yerini artık derin bir öfkeye bırakmaya başladığını fark etmiştim. Dudaklarımdaki tebessüm yavaşça yok olduğunda bakışlarımı Aras’a çevirdim.
“Elimizde Zeyno’nun ses kaydı var mı?” dedim ve yeniden askere baktım. Asker kafasını salladığında kafamı sola doğru yatırdım. Asker, köşede duran kutunun içinden bir bellek aldı ve bilgisayara taktı.
“Adın ne?” diye soran Barkın Koral’ın sesiyle Aras’ın bakışları etrafta gezindi. Tam bir şey diyecekti ki Zeyno’nun sesini duydu.
“Zeyno Demirkan.”
Aras, bileklerine bağlı kelepçeyi çekiştirmeye başladığında cama döndü ve bağırmaya başladı.
“Kapat şunu!”
“Ben içeriye giriyorum. Sadece Zeyno’nun adını söylediği yeri tekrarlayın.”
Hemen yanında duran kelepçenin anahtarlarını aldım. Askerin hiçbir şey demesine izin vermeden kapıyı açtım ve içeriye girip kapıyı kapattım. Aras, beni gördüğünde yeniden bileklerini çekiştirdi ve oturduğu yerden kalktı. Ellerimi arkamda bağlayıp tam önünde durduğumda gülmeye başladım. Kahkahalarımı duyduğunda arkasındaki sandalyeyi ayağıyla ittirdi ve bağırmaya başladı.
“Kes sesini! Sus.”
Ellerimi arkamdan çektim ve bir elimi boynumun yanına koyup kesiyormuş gibi yaptığımda bulunduğumuz odadaki ses kesildi. Aras, ayakta bana bakmaya devam ederken Aras’ın arkasına geçtim ve parmaklarımı kütürdettim. Ensesinden tutup sertçe masaya yanağını yasladığımda elimi parmaklarına bastırdım. Eğilen parmaklarını tutup geriye doğru çevirdiğimde dudaklarından bir haykırış koptu.
“Hadi şimdi bağır! Hadi!” diye bağırdığımda elim cebime gitti. Kelepçenin anahtarını alıp bir hamlede çözdüm ve karnına bir tekme atıp geriye gitmesine neden oldum. Aras, bükülen parmaklarıyla yerde kaldığında yakalarından tuttum ve masaya yasladım.
“Seni insan gibi uyardım. Ankara’da, ellerinden bağladığında seni uyardım Aras!”
Yüzüne bir yumruk attığımda kurumuş burnundaki kan tazelendi.
“Sevdiklerini elinden alırım dedin. Alırsan canını yakarım dedim!”
Kırdığım parmaklarına yeniden sarıldım ve güçlüce çektim.
“Ah!” diye bağırdı.
Öfke, içimde bir şekilde harmanlanmış ve sesime yansımıştı.
“Kırdığın o parmağı götüne sokacağım oğlum senin!” diye bağırdığımda ise korkudan ağlamaya başlamıştı.
“Ne oldu yüzüme gülüyordun? Şimdi de gülsene lan! Şimdi de gülsene!”
“Eyşan!”
Biri karnıma sarıldığında kolayca Aras’ı elimden almasına izin verdim. Beni havada sorgu odasının dışına çıkarttığında Mete beni bıraktı ve sinirle bana baktı.
“Ne yapıyorsun Eyşan sen? Ayrıca senin burada olmaman gerekiyor.”
Mete’nin dediklerine karşı kaşlarımın çatılmasına engel olamadım.
“Ne demek benim burada olmamam gerekiyor. Senin söylediklerini kulağın duyuyor mu Mete?”
Mete, eliyle içeride, Aras’ı sandalyeye oturtup kelepçeleyen askerleri gösterdi.
“Onları ne kadar zor bir durumda bıraktığının farkında mısın?”
Bütün zihnimi saran o öfkenin zehrine bulanmıştım.
“Aras’ı bu hâle getirmemin sebebi sende en az benim kadar iyi biliyorsun.”
Dudaklarımdan dökülen her sözcüğün yüzümdeki öfkeli mimikleri bir ifadesizlikle kapladığını hissedebilmiştim. Mete, gözlerini kısıp kafasını biraz eğdiğinde yüzü, yüzümle eşitlenmişti.
“Emin ol aynı şeyi bende düşündüm Eyşan. Özellikle senin silahı alıp.” diye söylendi ama cümlesini tamamladı. Kaşları alnının ortasında birleştiğinde hızla sorgu odasından çıktı. Peşinden odadan çıkıp kolunu yakaladığımda önce elimden kurtuldu. Bir kez daha kolunu sertçe tuttuğumda bakışları bana çevrildi.
“Ben Alev’e yaptıkları için ceza vermek istedim.” cümlemi tamamladıktan sonra Mete’nin dudaklarında ruhsuz bir tebessüm oldu.
“Bende sana yaptıkları için ceza vermek istemiştim.” dedi ve yeniden önüne döndü. Adımları koşarcasına askeriye binasının önüne giderken yine peşinden koştum ve önüne geçtim. Yüzünü buruşturup elinin tersiyle geçmeye çalıştı.
“Ben orada ne yaşadım?”
Mete, cevap vermeden yanımdan bir şekilde geçtiğinde tekrardan önüne geçtim.
“Ben, orada, ne, yaşadım!” diye hecelediğimde Mete’nin eli ensesine gitti. Burun delikleri genişleyerek küçüldüğünde ufuktaki gözleri bana çevrildi.
“Sana oyun oynadı. Bilincin yerinde olmayacağını biliyordu ve masaya bir silah koydu. Sende gidip o silahı kafana dayadın. Oldu mu, rahatladın mı?”
Mete’nin cümleleriyle eski ifadesizliğime geri döndüm.
“Ben en azından yaşıyorum Mete, öyle düşün. Peki, Alev bir daha uçak kullanamayacağını öğrendiğinde ne olacak?”
Mete, gözlerini sıkıca kapatıp iki elini de yüzüne bastırdı.
“Yapma şunu.” Ellerini yüzünden çektiğinde alnındaki bir damar belirginleşmişti. Eli hayali bir tabancaya dönüştüğünde şakağıma bastırdı.
“Silah tam buradaydı, anlıyor musun?” Elini ittirdiğimde kafasını iki yana salladı. “Ölecektin, Aras kolunu kaldırmasa ö-le-cek-tin!”
Dişlerimi birbirine bastırdığımda kaşlarım gerilerek ortaya birleşti.
“Ben askerim, ölümden korkmam ama Alev, daha önce hiç böyle bir şey yaşamadı. Sen de bunu anla!”
“Yeter!” Mete, elini kaldırıp beni susturduğunda işaret parmağına baş parmağını bastırdı.
“Biraz olsun kendini düşün Eyşan. Sen askersin onlar korkuluk mu? Emin ol, bu zamana kadar eğitim aldıkları yerlerde bu şekilde bir muamele görmemişlerdir. Kimse senin kadar merhametli değildir. Alev’de bu zamana kadar bir asker olarak yetiştirildi. Aranızdaki tek fark birinin uçtu, diğeriniz kara da pustu.”
Mete’nin dediklerinin arasından bir cümle, zihnimin içindeki cümlenin dudaklarımın arasından firari olmasına sebep oldu.
“Merhametli olduğumu bilecek kadar beni tanıyor musun, yüzbaşı?”
Aralı dudaklarımdan çıkan sözcükler Mete’nin yüzüne bir tokat misali çarptığında ne söylediğimi anlamıştım. Mete’nin sinirli yüzü bir anda buz gibi bir ifadeye büründüğünde gözlerine dikkatlice baktım. Bütün duygularını ustalıkla gizlemiş ve benden saklamıştı.
“Haklısın Eyşan yüzbaşı.”
Gözlerimi devirdim. Sesindeki soğukluk içimi üşütmüştü.
“Mete, ben öyle demek istemedim.”
Mete, sırtını bana dönüp yürümeye başladığında arkasından kırgınca baktım. Aferin benim salak zihnim. Olur olmadık yerlerde soktuğun şu duruma bak. Mete’nin bedeni askeriyeden silinip gözden kaybolduğunda derin bir nefes aldım ve gözlerimi kapattım. Kalbini çok kötü kırmıştım. Resmen tanımıyorsun dercesine bir cümle kurmuştum.
“Yüzbaşım.”
Solumdan gelen ses ile gözlerimi araladım ve yanıma çevirdim. Barkın Koral’ın adamını fark ettiğimde çenemi dikleştirdim.
“Hakan Koral, sizi odasında bekliyor.”
Kafamı belli belirsiz salladığımda Barkın Koral’ın adamı yanımdan uzaklaşmadan bekledi. Eliyle içeriyi gösterdiğinde yumruklarımı sıktım ve binaya girdim.
Yazar, Ağzından
Kalp kırmaz kolaydır ama inşa etmesi bir o kadar güçtür. Eyşan, Mete’nin kırdığı kalbini düşünürken Hakan Koral’ın odasına girdi ve oturan Güvercin ve Akça Timi’ni gördü. Onların yanlarına geçtiğinde ise Hakan Koral’ın yanında oturan Züğürt’ü fark etti. Ne olduğunu anlamaya çalışırcasına Osman’a baktığında Osman, omzunu silkti.
“Buraya hepinizi toplama sebebim, içimizde bir hain olmasıdır.” dedi, Hakan Koral. Eyşan, burnundan şuh bir nefes bıraktığında bütün bakışlar ona çevrildi.
“Özel Kuvvetler Birliği, hayatı boyunca bu kadar hain görmemiştir başkanım.” diye söylendi, Eyşan. Osman ve Caner, kafalarını öne eğip gülerek kafalarını salladılar ama Barkın Koral ve Hakan Koral, ona tüm ciddiyetleriyle bakıyorlardı.
“Haklısın Eyşan yüzbaşı.”
Eyşan, Hakan Koral’ın cümlesiyle kollarını göğsünde bağladı ve arkasına yaslandı.
“Züğürt, niye burada?” diye sorduğunda Hakan Koral, ellerini masaya koydu ve ayağa kalktı. Elleri ceplerinde masanın önüne geçtiğinde bakışları yalnızca Eyşan’ın yüzünde kilitlendi.
“13 Kasım 1994 tarihinden önce Akıncı Timi’ne bir telgraf gönderilmiş. O telgraf timin eline geçmeden imha edilmiş. Akıncı Timi bu işin peşini bırakmadan gönderen kişiyi araştırmış ama ne hikmetse ölü olarak bulmuşlar. O telgrafta ne yazıyordu da bu kişiyi öldürdüler diye kendilerine sorup durmuşlar. Ta ki bir gün telgraf, Kutlu Sönmez’in eline geçene kadar.”
Eyşan, kaşlarını çattığında dudakları eş zamanlı aralandı.
“Kutlu Sönmez ne alaka?”
Osman, Eyşan’ın kulağına eğildi.
“Kutlu Sönmez, Züğürt’ün babası.”
Eyşan’ın çatık kaşları bir anda zıt yöne kıvrıldı ve hayretle Osman’a baktı. O esnada Hakan Koral’ın odasının kapısı açılmıştı ama kimse fark etmemişti. Alparslan Çakır, kapının önünde durup Eyşan’ı izledi.
“Beni Jandarma’ya şikâyet eden Kutlu Sönmez’den bahsediyoruz değil mi?”
“Kutlu Sönmez, senin annenin dayısı.”
Eyşan, büyük bir merakla Alparslan Çakır’a baktığında ayağa kalkmak için hareketlendi ama Alparslan albay, elini havaya kaldırıp bunu engelledi. Yavaş adımlarla Züğürt’ün karşısındaki koltuğa oturup bakışlarını Eyşan’a çevirdi.
“Mehmet Sönmez yani Züğürt, senin annenin kuzeni.”
Eyşan, daha ne kadar şaşırabilirim dercesine bir bakış attığında Alparslan Çakır’ın bakışları Caner’e kaydı.
“O gün, Dirvana’nın öldüğünü uydurmamız bunun yüzündendi. Yoksa o gün senin yokluğunu fırsat bilen Kutlu Sönmez, dedeni öldürecekti.”
Eyşan, aldığı birbirinden sorulu cevaplarla neye uğradığını şaşırdı. Konuşamadı, yutkunamadı ve öylece bakmaya devam etti.
“Dirvana, aslında her şeyi biliyor ve ondan dolayı Kutlu Sönmez onu öldürmek istedi.” diyen Osman’a yavaşça baktı Eyşan. Ne söyleyeceğini bilmiyor ve bu karmaşıklığın nasıl üstesinden geleceğini düşünmeye çalışıyordu.
“Bir bakıma haklısın Osman ama bu bizi istediğimiz yere ulaştırmıyor. İçimizde bir hain var ve hep bizden bir adım önde olacak kadar bizden güçlü. O yüzden onu gafil avlayıp ait olduğu yere kapatmamız gerekiyor.” dedi, Alparslan Çakır.
“O hain yüzünden neredeyse Eyşan ölüyordu.” dedi, Osman.
Alparslan Çakır, Osman’a bakarken kaşlarını çattı.
“Sizin asker olduğunuzu hatırlatmama gerek var mı Osman, üsteğmen?”
Alparslan Çakır, cümle içinde kullandığı ‘üsteğmen’ sözcüğüne baskıda bulunduğunda Barış, söze atladı.
“O hain yüzünden Alev Atsız bir daha uçak kullanamayacak?” diye sorguladığında Hakan Koral, elini ceplerinden çıkarttı.
“O konuyu halledebiliriz. Sonuç olarak Alev Atsız, Türk Özel Birlikleri için çalışan askeri bir havacı. Elindeki problem tehlike arz edecek olursa onu yeniden eğitime sokarız ve başka yollarını ararız. İlla uçmasına gerek yok, akıllıca tasarladığı fikirlerini paylaşsa bile bizim için yeterli olur.”
Eyşan, Hakan Koral’ın dedikleriyle gülmeye başladı. O kadar yüksek sesle gülmüştü ki herkes ona şaşkınlıkla bakmıştı. Eyşan, elini dudaklarının üzerine kapatıp kafasını iki yana salladı ve Hakan Koral’a baktı.
“Anlamayacaksınız. Hem de hiçbir zaman.”
“Eyşan, burası gazino değil.”
Eyşan, Hakan Koral’ın sert sesiyle gülmesini bir anda kesti ve oturduğu sandalyede dikleşti.
“Alev yalnızca vatanı için uçmuyor başkanım. Annesi Asuman, Alev küçük yaştayken kansere yakalanmış.” dedi, Eyşan ama gözleri hızla yaşlarla dolmuştu. İlk defa olduğu yerden korkmadan, kendini tutmadı. Sol gözünden bir damla yaş akmasına rağmen dik durdu. “Bu kadın bulutları babasının ellerine, annesini ise gökyüzüne benzetmiş. Annesizliğini doruklarda yaşamış o kadını, sadece aklı için elimizde tutamayız.”
Odada derin bir sessizlik olduğunda Hakan Koral, Eyşan’ın gözlerinden bakışlarını çekti ve masaya dönüp sandalyesine oturdu. Elleri masanın üzerinde birbirine kenetlendiğinde bakışları, masasının üzerinde duran Alev Atsız’ın dosyasına dokundu.
“Gerekirse yanına bizden birisini yetiştiririz.” dedi ve Eyşan’a baktı. “Ama onu ailesiz bırakmayız.”
Eyşan, gözlerindeki nemini kaybetmemiş yaşlarla Hakan Koral’a bakmaya devam etti. Herkesten uzakta oturan Barış, ‘Ne gerekiyorsa yaparım.’ diye kendine telkin verdi. Her birinin yüreğinde ‘Alev’in elini bırakmayız.’ düşüncesi geziniyordu.
Barkın Koral, biraz olsun odayı saran atmosferi dağıtmak amaçlı yürüdü ve kollarını göğsünde bağlayıp Züğürt’e baktı. Züğürt, hiçbir şeyden haberi yokmuşçasına yalnızca Eyşan’a bakıyordu. Eyşan, Züğürt’ün kendisine baktığını fark ettiğinde küçük bir iç çekti ve ayağa kalkıp Züğürt’ün yanındaki boş sandalyeye oturdu.
“Züğürt, ben kimim?” diye sorduğunda Züğürt, bakışlarını odadaki herkeste gezdirip yine onun yüzünü buldu.
“Yağmur’un kızı.”
Eyşan, aldığı cevapla gülümsedi. “Peki, benim adım ne?”
Züğürt, bu soruda sınıfta kaldı. Uzun bir süre boyunca hiç konuşmadan Eyşan’ın yüzüne baktı. Eyşan, bakışlarını Barkın Koral’a çevirdi ve kafasını iki yana salladı.
“Bence hiçbir şey hatırlamıyor.”
Hakan Koral, zihnindeki düşünceler ile birlikte Züğürt’e baktı ve sonunu ön göremediği soruyu sordu.
“Züğürt, Beşinci’ye ne oldu?”
Züğürt, hızlıca sağ elini bacağının yanına koydu ve ritim tutmaya başladı. Kafası iki yana sallanırken Osman ayağa kalktı ama Hakan Koral, elini havaya kaldırıp onu durdurdu. Züğürt, kendinden geçmiş şekilde ayağa kalktı. Tam kapıya doğru koşacakken Barkın, kapının önüne geçti ve yavaşça ellerini önünde bağladı. Deniz bir hışımla ayağa kalktı ve Barkın’ın yanına yaklaştı.
“Çekil şuradan, kriz geçirecek.”
“Hiç kimse dokunmayacak.”
Züğürt, buradan çıkamayacağını anladığında ellerini kafasına sardı ve bir sağa bir sola volta atmaya başladı.
“Ar-rajulu ellezî tabhathûne anhu qarîbun minkum ka-enfâsikum.”
“Caner, not al!”
“Ar-rajulu ellezî tabhathûne anhu qarîbun minkum ka-enfâsikum.”
Aradığınız adam bir nefes kadar yakınınızda.
Züğürt, ellerini siyah saçlarının içinden geçirdi ve güvercin timinin önünde durdu.
“Hassan Şabi, Hassan Şabi, Hassan Şabi, Beşinci’yi vurdu Hassan Şabi!”
Züğürt’ün gözleri, endişeyle timin yüzlerinde gezindi. Arkasını dönüp Alparslan Çakır’ı gördü ve hızla gidip ayağının yanına diz çöktü.
“Gözlerimi açtım Hümeyra gördü. Hümeyra’ya söyledim, beni dinledi. Beni dinledi.”
Alparslan Çakır, çatık kaşlarıyla Züğürt’ün gözlerine baktığında Züğürt, ayağa kalktı ve yeniden odanın içinde volta atmaya başladı. Eli sürekli bacağına yalpalıyor ve hem vurup hem sıvazlıyordu. Bir anda durdu ve elini ensesine attı.
“Dikkat et, dikkat et, Akıncı dikkat et!”
Arkasına korkuyla döndü ve Barkın’ı gördü. Eli boynuna gitti ama aradığı şeyi bulamamışçasına Barkın’a bağırdı.
“Künyemi aldın, künyemi ver! Künyemi aldın, künyemi ver!”
“Bu kadarı yeter.” diye bağırdığında Eyşan, Hakan Koral ayağa kalktı ve Barkın’a baktı. Barkın, Züğürt’e kollarını açıp sarıldığında Züğürt’ün çırpınışları daha da hareketlendi. Züğürt, hıçkırıklar içinde ağlamaya başladığında bir kedi misali başını Barkın’ın göğsüne yasladı.
“Bana dediler deli, ben değilim deli.”
Züğürt, yaşlı gözleriyle Güvercin ve Akça Timi’ne baktı.
“Akıncı Timi öldü dediler.”
Alparslan albay, büyük bir hüzünle ne yapacağını bilemedi ve elini yüzüne yaslayıp omuzlarını düşürdü. Bu çocuğu ne hâle getirmişler, dedi içinden.
“Akıncı Timi öldürüldü, dedim. Deli dediler.”
Eyşan, yavaşça ayağa kalktı ve sakin adımlarla Züğürt’e yaklaşıp yere çömeldi. Züğürt, onu gördüğünde eli ağırca Barkın’ın kolları arasından ayrıldı ve titreyerek havada kaldı. Eyşan, ne yapacağını anlamak için biraz daha yaklaştığında Züğürt, elini Eyşan’ın yanağına yasladı.
“Yağmur’un yavrusu.”
Eyşan, yanağını içli bir nefes çekerek Züğürt’ün eline yasladığında Züğürt, titreyerek geri çekildi.
“Es-sirru verâ'el-cebel.” (Sır, dağın arkasında.)
Caner, elindeki kâğıda hızla Züğürt’ün ağzından çıkan her kelimeyi not ediyordu ki bunu da yazdı. Züğürt, bakışlarını Alparslan Çakır’a çevirdi.
“Idhhab ilâ al-bi’r al-‘amîq fî Jahanam. Lakin iḥtaris. Yuhriqu dâkhilehu lek, wakhârijuhu lī” dedi ve gözlerini kapattı. Eyşan, korkuyla Züğürt’e uzanmıştı ki Barkın ve Deniz onu alıp odadan çıktıklarında ayağa kalktı ve Caner’e ilerledi.
“Ne dedi?” diye sorguladı, Yonca. Caner, el yazısıyla yazılmış kâğıdı yüzünün hizasına kaldırdı.
“Sır, dağın arkasında. Cehennemdeki derin kuyuya git. Yalnız dikkatli ol. İçi seni, dışı beni yakar.”
Caner’in havadaki eli ağırca bacağının üzerine düşerken odadaki herkes kendi kabuğuna çekildi ve cehennemdeki derin kuyunun neresi olduğunu bulmaya çalıştı. Eyşan, biraz önce kalktığı sandalyeye oturduğunda elleri soğukkanlılıkla dizlerinin üzerine yerleşti. Gözleri hafifçe kısılırken zihnini yoklamaya çalıştı.
“Eyşan, citme kizum!”
Anneannemin sesini duyduğumda ona kulak asmadım ve merdivenleri hızla inmeye başladım.
“Dur, ben giderim.”
Mete’nin sesini duyduğumda adımlarımı yavaşlattım ve onun yaklaşmasını beklerken ilerledim. Mete’nin yanıma vardığını fark ettiğimde adımlarımı biraz hızlandırdım ve oradan uzaklaştım. Nereye bile gittiğimi bilmeden yürürken Mete, bileğimden tuttu ve beni yaylanın yukarısına doğru çıkartmaya başladı. Güneş, dağların arkasında yerini almıştı ve her an kaybolacakmış gibi duruyordu. Yaylanın en yukarısına çıktığımızda soğuk rüzgâr yüzüme sertçe üfledi ve tüm tenimin ürpermesine neden oldu.
Eyşan, birden teninde hissettiği soğukla titrediğinde o çıktıkları yerin arkasına baktı. Ruhundaki o yerde bakışlarını gezdirdi. Çıktıkları yer, iki vadinin arasıydı. Ortasındaki yer ise herkesin bilmeyerek de olsa bir kere düştüğüydü. İçine çekip yaktığı ama asla tek bir sırrı bile anlatmayan yerdi.
Eyşan, doğruldu ve derin bir nefes alıp Alparslan Çakır’a baktı.
“Cehennemdeki derin kuyu. İçi seni, dışı beni yakar.” Alparslan Çakır, Eyşan’a baktı. Bütün gözler Eyşan’ın üzerinden toplandığında ağırca ayağa kalktı ve bakışlarını kapıya, Züğürt’ün olduğu yere çevirdi. “Kuyutlu yani Kutlu Sönmez.”
-
DEVAM EDECEK
Koca bir bölüm sonundan merhabalar, merhabalar. Nasılsınız, buraya kadar sağ gelebildiniz mi? Açıkçası ben bir nebze gelemedim desem yalan olmaz. Bu bölüm, Züğürt'ün iç dünyasına girmekte biraz zorlandım. Eyşan'ın ve Alev'in başına gelenleri yazarken özellikle kafayı yemek üzereydim. Kağıtlar kalemler havada uçuştu desem yeridir. Bayağı hareketle bir bölümdü ve devam edecek. İki part şeklinde yapmak istiyorum. bu bölüm 18. Bölümün 1. kısmıydı ve 2. kısmın ne zaman geleceğini sizde benim kadar iyi biliyorsunuz. O halde;
Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle.
Sultan Çakır.
otuz kasım iki bin yirmi dört
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.04k Okunma |
285 Oy |
0 Takip |
41 Bölümlü Kitap |