Bu bölüm bir önceki bölümün 2. partıdır. Aşağıda buluşuruz.
Oy ve yorumlarınızı lütfen eksik etmeyin, keyifli okumalar.
Bölüm Şarkısı;
Asker Kınası, İsmail Altunsaray
Uzun İnce Bir Yoldayım, Barış Manço & Cem Karaca
🕊️
XVIII
“Ölüp de ölmeyene, ölüm cana minnettir; Ey hak için can veren, ölümün ne nimettir.”
“Necip Fazıl KISAKÜREK”
16 Kasım 1994 / Memleket Toprakları
Yazar, Ağzından
Gökyüzü, gri bulutlarla kaplıydı; sanki tabiat da bugün hissedilen acıyı paylaşmak istercesine güneşi saklamıştı. Dağların eteklerinden süzülen sis, köyün taş döşeli dar sokaklarını ağır bir örtü gibi kaplıyor, havayı hem kasvetli hem de içe işleyen bir soğuklukla dolduruyordu. Sokaklar sessizdi; kuşlar bile susmuştu. Rüzgâr hafifçe esiyor, dalgalandırdığı Türk bayraklarını hüzünlü bir dansa zorluyordu. Bayrakların kırmızısı, yas tutan köyün toprak damlı evlerine inat, dimdik duruşuyla hem gururu hem de hüznü aynı anda haykırıyordu.
Her evin kapısı önünde, başı eğik duran birileri vardı. Kimisi elinde tespihiyle dua ederken, kimisi gözleri yere dikilmiş, boşluğa bakıyordu. Yaşlı kadın, meydanın biraz ötesindeki taş basamaklara çökmüş, yemenisinin ucuyla gözyaşlarını silmeye çalışıyordu, ama ne kadar silerse silsin yaşlar durmak bilmiyordu. Titreyen elleriyle önce gözlerini, sonra sanki silmek istediği yüzüne kazınmış acıyı ovaladı. Çökmüş omuzları, sanki bir ömürlük yükü aynı anda taşır gibiydi. Dudaklarından kopan dualar yarım yamalaktı; kelimeler ya boğazına takılıyor ya da hıçkırıklarla bölünüyordu.
"Ah evladım..." diye inledi, sesi bir annenin kalbinden kopan ağıt gibi tüm meydanı doldurdu.
“Yanası yanası ciğer yanası
Yansada ağlamaz şehid anası”
Gözleri, sanki dünyanın ağırlığını taşımaktan yorulmuş gibi, pusluydu. Ancak o puslu bakışların içinde öyle bir acı vardı ki, bakan herkes onun yükünü hissetmekten kaçınamazdı. İleride bayrağa sarılı tabuta ilişti gözleri; dudakları titredi, ama konuşamadı. Kadının avuç içleri, yılların emeğiyle sertleşmişti ama şimdi bir çocuk gibi çaresizce birbirine kenetlenmişti. Her hıçkırıkta göğsü bir yay gibi geriliyor, ardından sesi soluğu kesilecekmiş gibi çöküyordu.
“Ananın yaktığı asker kınası
Kıyamete kadar silinmez imiş”
Yanına gelen bir kadın, şefkatle sırtını sıvazlamaya çalıştı, ama yaşlı kadın ona döndü, gözlerinde yalnızca bir annenin acısını anlayabilecek bir başka anneye gösterebileceği o çığlık vardı. “Neden o gitti?” diye sordu, kelimeleri hem isyan hem kabullenme arasında sıkışıp kalmıştı. Cevap beklemiyordu; çünkü cevabın olmadığını biliyordu. Oğlunu vatan uğruna verdiği için gururluydu belki, ama yüreği paramparça olmuştu.
Elleri titreyerek cebinden bir mendil çıkardı. Mendil, oğlunun kokusunu taşıyordu, ona gelen son hatırasıydı. Mendili yüzüne bastırdı, sanki kokusunu içine çekip onu tekrar hayata döndürebilecekmiş gibi. O an ne köyün sessizliği ne de etrafındaki ağıtlar umurundaydı; yalnızca o ve yüreğinden koparılan evladı vardı.
Mezar taşına Birinci yazıldı.
Memleketin farklı bir noktası, o sabah her zamankinden daha sessizdi. Çarşıdaki esnaflar dükkânlarının kepenklerini yarıya kadar indirmiş, ellerinde işi bıraktıklarına dair işaretlerle oturuyorlardı. Kahvehaneden gelen çay kaşığı sesleri bile durmuştu; insanlar sessizce oturuyor, başları öne eğilmiş, birbirlerinin gözlerinden kaçınıyordu. Sokaktaki bir gazete bayisinin önündeki stantta büyük harflerle yazılmış manşet dikkat çekiyordu.
“Vatan Evlatlarını Uğurluyor”
“İdlib’de 8 Şehit.”
Altında ise şehitlerin üniformalı bir fotoğrafı, gülümseyen yüzleriyle yer alıyordu. O fotoğraftaki gülümsemeler, bu sabah kasabanın her köşesine gölgelerini düşürmüştü.
Köy meydanındaki camiden sabah ezanının ardından okunan sela, herkesin kalbini bir kez daha yaralamıştı. Şehidin ailesinin yaşadığı tek katlı, kerpiç evin önünde bir hareketlilik vardı. Kadınlar, içerideki acılı anneyi teselli etmek için etrafını sarmış, ama kimse konuşmaya cesaret edemiyordu. Evin penceresinden dışarı yükselen bir ağıt, kasabanın dar sokaklarında yankılanıyordu.
“Gitme dedim, duyuramadım evladım! Ellerin evladı sağ döner de sen dönemez misin yavrum?”
O an yaşlı bir adam belirdi sokağın ucunda. Elinde şehidin ayakkabısını taşıyordu ama öylece duraklamış, bir ileri bir geri gidiyor, eve girmeye cesaret edemiyordu. Etrafa bakan gözleri dolmuş fakat ağlamamak için kendini zorluyordu. “Dik duracağım,” diye mırıldandı ama sesi kısık çıkmıştı. İçindeki dağ gibi büyüyen keder, omuzlarını ağırlaştırmış, adımlarını yavaşlatmıştı. İnsanlar ona bakıyor, ama kimse yanına gidip destek olmuyordu; sanki onun bu acıyla yalnız başına yüzleşmesi gerektiğini düşünüyorlardı.
Kasabanın diğer ucunda, bir okulun bahçesinde toplanan çocuklar, öğretmenlerinin önünde sıraya geçmişti. Küçük yaşlarına rağmen yüzlerinde garip bir ciddiyet vardı. Şehit ağabeylerinin hikâyesini duymuşlardı; biri, titreyen bir sesle arkadaşına “O da bizim gibi okula gitmiş miydi?” diye fısıldadı. Arkadaşından gelen cevap ise yalnızca bir omuz silkmek oldu; çünkü ne söylenebilir ki? Öğretmenleri, sessizce bayrağı göndere çekerken gözyaşlarını mendiliyle silmeye çalışıyordu.
Mezar taşına İkinci yazıldı.
Köyün ortasında, yaşlı bir kadının çeyiz sandığı, yıllardır kullanılmadan terkedilmiş gibiydi. Yalnızca rüzgârın etkisiyle hafifçe sallanıyor, eski tahtalarının arasından zamanın tozları sızıyordu. Yanından geçerken, ağlayan bir çocuk sesi duyuluyordu. Çocuğun annesi, gözleri nemli ama sesini çıkarmadan, küçük elleriyle çocuğunun başını okşuyordu. Her biri, bir şekilde kaybetmişti; her çocuk, bir kayıp için ağlıyordu. Küçük bir kız, annesinin etrafında dönerken, “Baba… Baba neden gelmiyor?” diyordu ama kimse ona cevap vermedi. O kadar sessizdi ki, çocukların gözlerindeki acıyı görmek, bir yetişkinin bile içine dokunuyordu.
Köyün dışındaki mezarlık, yavaşça büyüyen bir yaprağın altında gizlenen hatıralar gibi görünüyordu. Her mezar, köydeki her aileyi başka bir şekilde etkilemişti. Bir zamanlar yan yana oynayan çocuklar, şimdi yan yana yatıyorlardı. Aslında herkes, başka birinin kaybıyla yaşadığını, o kayıplarla var olduğunu hissediyordu. Mezarlığın en köşesinde, toprağa karışmış bir bayrak, rüzgarla savruluyor, ama dalgalanması zorlaşıyordu. Sanki toprağın kucaklayamadığı bir evlat daha vardı ama bayrak hâlâ oradaydı, belki de bir veda gibiydi.
Kadınlar, bir araya gelmiş, şehidin annesinin başında dua ediyor, sabır dilemeye çalışıyorlardı. Her dua, her kelime, yerin derinliklerine kadar iniyor, oradan kayboluyordu. Bazen bir dua daha fazla anlam taşıyor, bazen o dua sadece bir avuntu oluyordu. Ama bir şey kesindi: Kimse, kaybettiği evladını geri almayacaktı. Kadınlardan biri, ellerini açmış, gözlerini kapatarak yavaşça “Yavrum… Yavrum…” diye fısıldıyordu. Diğerleri ona katılmasalar da hepsi aynı duyguyu paylaşıyorlardı. Kimse, bu evlat acısının ne demek olduğunu anlatamazdı.
Mezar taşına Üçüncü yazıldı.
Köyün her köşesinde bir başka kayıp, başka bir yalnızlık vardı. Gençler, ellerinde tütünsüz sigara, boş boş bir yerlere bakarak dolaşıyor, gözlerinde bir boşluk vardı. Onlar da kaybolanların arasında kaybolmuşlardı. Her biri birer figüran gibiydi. Kimi, eski evlerin duvarlarına yaslanıp gözlerini yoldan ayırmadan bekliyordu. Kimi, ellerindeki eski eşyaların hatıraları arasında kaybolmuştu. Hepsi, bu topraklardan yükselen bir acının parçasıydı.
Bir grup çocuk, köyün yol kenarındaki taşlardan birine oturmuş, yaşlı bir kadının anlattığı masalları dinliyordu. Ancak masalların yerine, o sabah birer türküyü andıran acılar vardı. “Baba!” diye bağıran bir çocuk, sesindeki boşlukla birlikte, köyün derinliklerinden yankı buluyordu.
Ve her köşede, her evde, bir kapı açıldığında, sabahın soğuk havası içeri süzüldüğünde, biraz daha soğuk bir yalnızlık sarmaladı her şeyi.
Mezar taşına Dördüncü yazıldı.
Bir başka dağların gölgesine saklanmış köy, sabah sisinin ağırlığını üzerinde taşıyordu. Toprak yolları, yağmurdan sonra sertleşmiş, ama bu sabah kimse ayak basmaya cesaret edememişti. Küçük ahşap evlerin arasında birkaç kadın, ellerindeki bakraçları taşırken birbirleriyle konuşmadan yürüyordu. Herkesin gözünde aynı donukluk, yüzünde aynı ağırlık vardı. Şehit düşen genç, köyün gururuydu; annesinin duası, babasının emaneti, köyün bağrından çıkan ilk üniformalı askerdi.
Genç adamın baba ocağında ağır bir sessizlik hâkimdi. Tahta kapının önünde, yaşlı bir kadın oturmuş, kucağında oğlunun çocukken giydiği küçük bir yeleği sıkıca tutuyordu. Parmakları, yeleğin kenarındaki eski dikişlere dokunuyor, bir an olsun o hatıraların sıcaklığına sığınmaya çalışıyordu. Yüzü, yılların ağırlığını taşıyan derin çizgilerle doluydu, ama asıl derinlik gözlerindeydi. O gözler, yalnızca özlemle değil, bir annenin kalbine saplanan bir hançerin acısıyla da doluydu.
“Yavrum… Yavrum, daha kuş uçurmayı bile öğrenememiştin. Nasıl bırakıp gittin beni? Ellerimden kayıp gittin, söyle, vatan kollarına aldı da neden bana geri getirmedi?”
Sesi önce titrek, sonra dalga dalga yükseldi. Komşular, kadının etrafında toplanmış, ama kimse tek kelime etmiyordu. Herkes onun acısını paylaşmak için oradaydı, ama hiçbiri o yükü hafifletecek bir söz bulamıyordu.
Evin içinden yaşlı bir adam çıktı. Başındaki kasketi usulca çıkarıp önüne eğdi. Yüzünde sabırla örtülmüş bir gurur vardı ama titreyen elleri, onun da yüreğinin kanadığını açıkça gösteriyordu. Ceketinin cebinden küçük bir tütün kesesi çıkardı; elindeki işleri unutarak, cebindeki sigarayı bir türlü sarmayı başaramadı.
“Aslan gibi gönderdik,” dedi alçak bir sesle, kimseye bakmadan. “Vatan sağ olsun,” diye ekledi, ama bu söz dudaklarından çıkarken sesinde bir kırılma oldu, sanki o gurur bile acıya yeniliyordu.
Köy meydanında bekleyen çocuklar, o sabah her zamankinden daha sessizdi. Hangi eve baksanız, kapı önüne çıkmış yaşlı bir teyze ya da ihtiyar bir dede, sanki sessiz bir bekleyişle gökyüzüne bakıyordu. Köyün tek camisinden yükselen sela, dağlara çarpıp yankılanıyor, her yankıda biraz daha iç yakıyordu. Rüzgâr, şehidin baba evindeki Türk bayrağını usulca dalgalandırıyor, sanki toprağın bağrına düşen evladı selamlıyordu.
Mezar taşına Beşinci yazıldı.
Başka bir köyün ufkunda, dağların arasından süzülen sabah sisinin, her şeyi ve herkesi içine çektiği o an, zaman bir anda durdu gibi hissettiriyordu. Göz gözü görmüyor, hava o kadar yoğunlaşmıştı ki, köyün sınırları arasında kaybolan her şeyin içindeki hüzün sanki daha belirginleşiyordu. Yavaşça, gözleri ağlamaktan şişmiş, boynu bükülmüş bir kadın, oğlunun fotoğrafını tutarak evinin önünde durmuştu. Fotoğrafın kenarları sararmış, eskiydi ama oğlunun gülümsemesi, aradan yıllar geçse de canlıydı. Kadın, fotoğrafı sımsıkı tutuyor, fakat bir türlü gözyaşlarını silemiyordu. Ne kadar uğraşsa da o anı, o gülümsemeyi asla geri getiremeyeceğini biliyordu.
Kadınlar bir araya gelmiş, yavaş adımlarla birbirlerine sokularak hüzünle yürüyordu. Gözlerinde bir boşluk, dudaklarında kırık bir dua vardı. “Oğlum, sana nasıl veda edebilirim?” diye fısıldıyordu bir diğeri. Herkesin bu cümleyi, acıyla ve çaresizlikle, aynı şekilde dile getirdiği an, bir çığlık gibi yükseliyordu. Kimse konuşmuyor, kimse yerinden kıpırdamıyordu; herkes kaybın soğukluğu içinde bir araya gelmişti. Sanki her bir ruh, diğerine bağlanmaya çalışıyor ama kimse kimseye tam olarak ulaşamıyordu.
Baba evinden, içeri giren bir adam, göğsündeki madalyasını usulca sıktı. Ama o madalya ne acıyı hafifletebiliyordu ne de kaybı doldurabiliyordu. "Vatan sağ olsun," dedi alçak bir sesle, ama bu söz, sanki dudaklarından kendiliğinden düşmüştü. İçindeki acıyı, kendi ifadesi bile anlayamamıştı. Oğlunu bir kahraman olarak göndermişti ama şehit olan kahramanın bir baba için ne kadar eksik kalabileceğini düşünmek zor geliyordu.
Birkaç adım ötede, köyün yaşlı kadını, geleneksel örtüsünü çekiştirerek, torunlarının oyun oynadığı alana baktı. Ama o çocuklar neşeyle oynamıyorlardı. Oynamayı unutmuşlardı. Kimi, taşlardan bir araya getirdiği küçük bir duvarı tekmeleyerek can sıkıntısını dışarıya vuruyordu. Kimi, bir ağacın gölgesine sığınmış, yüzünde yalnızca boş bir bakışla uzağa dalmıştı. Oynamak isteyen çocuklar, kaybolan evlatların gölgesinde büyüyordu, ama o gölgenin büyüklüğü, sadece kaybolan bir gülüşün eksikliğini taşıyordu.
Kadınlar, köyün meydanına geleneksel kıyafetleriyle toplanmış, birer birer şehidin ailesine başsağlığı dilemek için gitmek üzere yola çıkıyordu. Fakat içlerindeki o yorgunluk, adım atarken ayaklarının yere daha da ağır basmasına sebep oluyordu. Ne ellerinde ne de kalplerinde başka bir yük vardı; sadece kaybolan o umut ve gülüşün arkasından devam etmeye çalışıyorlardı. Biri, sesini çıkararak bir dua okudu ama sesinde bu kez duadan çok bir veda vardı. Bir köşe başında, köyün eski imamı, başını öne eğmiş, gözleri uzaklarda, kaybolan her şeyin ardında bir yerlerde, gözyaşlarını içeriye çekmiş bir şekilde duruyordu.
Hava, aniden soğudu. Sanki köyün üzerine bir buz tabakası düşmüş gibi, her şey donmuştu. Her adım, her bakış, her fısıldanan dua, sanki toprağa saplanmış bir bıçak gibi hissediliyordu. Kızgın bir rüzgâr, dağların zirvelerinden aşağıya inerken, köyün üstündeki o soğuk sessizliği biraz daha derinleştiriyordu. O rüzgâr, sanki şehit olan evlatların ruhlarının, birbirlerine sarılmasına yardımcı oluyordu.
Köy, ağır bir yastıktı; geceyi, sabahı, öğleyi, her saati, kayıplarının sıcaklığında yoğuruyordu. Kökünden kopan her bir insan, o toprakta bir iz bırakıyordu. Yalnızca bir iz değil, bir acı, bir boşluk bırakıyordu. O izler, kaybolan her hayatla, her gözyaşıyla, birer hatıra olarak yaşatılacak ama o hatıralar, yeryüzündeki en derin yarayı açmaya devam edecekti.
Mezar taşına Altıncı yazıldı.
Güneydoğu’nun o terkedilmiş köylerinden birinde, toprak yolu takip ederken, ardında bıraktığı toz bulutları, savaşın yorgunluğunun bir hatırası gibi havada asılı kalıyordu. Hava, sabahın serinliğiyle kalmış, ama içini bir hüzün sarmıştı. Köyün etrafındaki taş evler, yılların yükünü taşırken, duvarlarından sızan kırık dökük sesler, kaybolan bir hayatın yankıları gibiydi. Herkes, bir kaybın ardından hayatta kalmaya çalışıyordu, ama köydeki herkesin içinde bir eksiklik vardı. O eksiklik, bir zamanlar o evlerde yaşayan, şimdi toprağa düşen evlatların boşluğuydu.
Köyün meydanına doğru ilerlerken, birkaç yaşlı adam bir araya gelmiş, ellerindeki tütün keselerini karıştırıyorlardı. Ama bu sabah, tütün dumanları ne kadar ağır olsa da ellerindeki keselerden yükselen buharın arasında yalnızca suskunluk vardı. "Vatan sağ olsun," dediler ama bu söz, sanki dudaklarından çıkarken kırılıyor, yerini derin bir sessizliğe bırakıyordu. O sessizlik, kaybedilen bir gençliğin, kaybolan bir gülüşün yankısıydı.
Kadınlar, evlerinin önünde durmuş, birbirlerine bakıyorlardı. Biri, gözyaşlarını silerken, bir diğerinin elleriyle kalbini sarmaya çalışıyordu. "Bir daha göremem, değil mi?" diye fısıldıyordu biri. Diğerinin gözlerinde, bir zamanlar neşeyle konuştuğu o kadının boş bakışları, derin bir acıya dönüşüyordu. Her kadın, birbirinin acısına tanıklık ediyordu ama kimse kimsenin yükünü taşıyamıyordu. Her gözde aynı boşluk, her bakışta aynı umutsuzluk vardı.
Bir evin kapısından çıkan yaşlı bir adam, yere bakarak yürüyordu. Gövdesi bükülmüş, adımları yavaşlamıştı, ama bir adım daha attığında, sanki toprak onu içinde tutuyormuş gibi hissediyordu. O eski evde, bir zamanlar gülüp oynayan çocuklar, şimdi anılarla dolu duvarların arkasına gömülmüştü. “Bir ömür vermiştim,” diye mırıldanıyordu adam, “Ama bir hayat geri gelmedi.” Oğlunun kaybı, içindeki her şeyi yerle bir etmişti. Ama işte, o kaybın karşısında hiçbir şey yapamayacak kadar küçülmüş, bir köyün en eski taşı olmuştu.
Köyün meydanındaki bayrak, rüzgârın savurduğu kirli bulutların arasında dalgalanıyordu. Bayrağın rengi solmuş, kumaşı yıpranmıştı ama hala dalgalanıyordu. Sanki, o bayrağın dalgalanması, köyün evlatlarının anılarını yaşatmaya çalışıyordu. Dağların zirvelerinden gelen rüzgâr, bayrağı hafifçe sallayarak, o kaybolan gülüşlerin, kaybolan gençlerin son selamını taşıyor gibiydi. Rüzgârın sesi, köyün üzerinde yankılanırken, her ses bir parça daha karanlıklaşıyor, her adım bir parça daha hüzünleniyordu.
Şehit düşen evladının mezarı başında, yaşlı bir kadın dua ediyordu. Ama duası, yalnızca bir sükûnet arayışıydı. Her gece, aynı şekilde dua ederken, aynı şekilde kaybolan umudunu gökyüzüne bırakıyordu. O kadın, kaybettiği evladının adını anarken, gözleri eski bir fotoğrafın kenarlarında kayboluyordu. Fotoğraf, yıllar önce çekilmişti ama o genç, hep onun içinde yaşamaya devam ediyordu. Fakat bu kez, fotoğrafın gerisinde bir eksiklik vardı: Ne o gülümseme ne de o gencin hayat dolu bakışları. Fotoğrafın önünde sadece bir kadın, bir anı ve bir kayıp vardı.
Köydeki herkes, bir zamanlar mutluluğun olduğu bu evlerde, şimdi birer hatıra gibi duruyordu. Evlerin pencerelerinden, çocukların kahkahaları yerini sessizliğe bırakmıştı. Köyün sokaklarında yürürken, insanların gözlerinde kaybolan bir şeyler vardı. O kaybolan şey, toprağın altında kalmış bir evlat, bir gülüş, bir umuttu. Fakat köydeki herkesin bildiği bir şey vardı: Her kayıp, bir şekilde, o köyün toprağına kazınmıştı ve o kazınan her kayıp, bir ömür boyu unutulmaz bir iz bırakacaktı.
Mezar taşına Yedinci yazıldı.
Memleketin toprağı bir köy, vadinin derinliklerine gömülmüş, zeytin ağaçlarıyla sarılıydı. Sabah güneşi, dağların eteklerine kırmızı-sarı bir ışık serpiştirirken, köyün dar yollarında kimse yürümüyor, kimse sesini çıkarmıyordu. Havanın içi sıkışmış, her nefeste bir yorgunluk hissediliyordu. Toprak ne yağmurla yumuşamış ne de güneşle kurumuştu; sadece, yıllardır hiç dokunulmamış gibi, derin çizgilerle boyanmıştı.
Köydeki evler, genellikle tek katlı ve taş duvarlardan yapılmıştı, ama ne yazık ki o sabah, o evlerin her birinin penceresinden bir hüzün akıyordu. Bir zamanlar neşeyle yankılanan bu evlerde, şimdi sadece yoğun bir sessizlik vardı. Herkesin içinde aynı boşluk, aynı korku. Oğulları gittiği günden beri, köyün her köşesinde bir eksiklik vardı.
Evin önünde bir kadın, duvarlara yaslanmıştı. Yavaşça, ama sürekli olarak gözleri uzaklara, nehrin geçtiği vadinin derinliklerine kayıyordu. Dudaklarında, bir zamanlar neşe içinde söylediği şarkıların izleri vardı. Ama o şarkılar, şimdi yalnızca bir hatıra, zamanla kaybolan bir hüzün olmuştu. Ellerini, oğlunun çocukken bıraktığı eski ayakkabılarının üzerine koymuştu, sanki onu bir şekilde geri getirecekmiş gibi. Bir şeylere tutunmaya çalışıyordu ama yavaşça sızan acı, her şeyi boşuna hissettiriyordu.
Yanında yaşlı bir adam, yerden bir dal parçasını alıp, onu parmaklarıyla kırıyordu. Kırık dalın çıtırtısı, köyün sessizliğini daha da derinleştiriyordu. O adam, gençliğinde dağlarda gezerken ne kadar güçlü ne kadar cesurdu. Ama şimdi, o güç sadece anılarda kalmıştı. Yıllar, gençliğin hatıralarını, geçmişin gururunu yerle bir etmişti. Evladını kaybetmenin acısı, her geçen gün daha da katlanıyordu. Gözleri bulanık, ama içindeki acı asla geçmiyordu. Yavaşça, dalı bıraktı ve yere çömeldi.
Köyün meydanına inen dar yol, eski taşlarla döşeliydi, ama bu sabah o taşlar sanki her zamankinden daha soğuk ve sertti. O taşlar, bir zamanlar gülen çocukların koştuğu, köyün neşesinin yayıldığı yollar şimdi soğuk ve yalnızdı. Kimse adım atmadı, kimse konuşmadı. Köyün dışında, dağların yamaçlarında küçük bir çocuk, oyuncağını yere düşürüp hüzünle bakıyordu. Oyunlar, şehitlerin gölgesinde silinmişti.
Bir evin kapısı yavaşça açıldı. İçeriden, yaşlı bir kadın çıktı. Yavaşça, her adımda toprağa bastı. O kadının gözleri, sabahın ilk ışıklarında bile yaşlıydı. Gözlerinden süzülen yaşlar, toprağa düşmeden önce hıçkırıklara karışıyordu. Evin kapısında, duvarda asılı olan bir fotoğraf, kadının eline değdi. Fotoğrafın içinde, gülümsediği zamanları hatırladı. Oğluyla çekilmiş bir fotoğraf... ama o gülüş şimdilik kaybolmuştu. Şimdi, yalnızca kaybolan bir evlat vardı. Gözleri, yavaşça dalgalanan bayrağa kaydı. Türk bayrağı, sabah rüzgarında sessizce dalgalanıyordu. Gözlerinden bir damla yaş daha süzüldü, ama o damla, kaybolan umutların yerini tutamazdı.
Bütün köy, bu sabah aynı duyguya kapılmıştı; derin bir sessizlik, bir kaybın acısı. Dağlar her zaman dimdikti, ama bu sabah, o dağlar bile köyün kaybını kabul eder gibiydi. Yüksek dağlar, toprağın bağrında kaybolan gençlerin hatıralarını saklıyordu. Oğulları, kardeşleri, evlatları için bu köyde her şey çok farklıydı. Şimdi, kalan tek şey, o kaybolan gülüşlerin hatıralarıydı.
Mezar taşına Sekizinci yazıldı.
“Ne demek yok?” diye bir çığlık duyuldu Rize’nin bağrından.
“NE DEMEK YOK!”
Ayder Yaylası’nda sabahın dinginliğini delen bu ses, dağlara, taşlara çarparak yankılandı. Yaşlı kadının sesi, yalnızca bir annenin kalbinden kopabilecek kadar keskin, o kadar derin bir acıyla doluydu ki, etraftaki herkesin içini lime lime etti. Omuzlarına dökülmüş saçlarındaki yemeni öfkeyle savrulup yere düşerken, kadının elleri bir an bile tereddüt etmeden karşısında duran Ethem Boduroğlu’nun yakalarını buldu.
“Oğlum nerede Ethem? Şehit olmadıysa, OĞLUM NEREDE?”
Ellerini yumruk yaparak Ethem’in göğsüne vurdu. Her yumrukta biraz daha dizlerinin bağı çözülüyordu. Zayıf düşmüş, ama bir an olsun sarsılmamıştı. Gözleri kan çanağına dönmüş, hıçkırıkları ciğerlerinden fırlıyordu. Ethem, bir asker olmasına rağmen, bu öfkenin ve acının karşısında kıpırdayamıyordu. Ethem’in gözleri, yaşlı kadının gözyaşlarında kilitlenmişti. Her kelimesi, sanki ona saplanan bir hançer gibiydi.
“Oğlumu sen gönderdin Ethem! Bizim aslanımızdı, dağları delip geçen yiğidimizdi. Onu bana geri getireceksin!” Kadının sesi, son kelimelerde titredi, ama inadı kırılmadı. Ethem bir şey söylemek için ağzını açtı ama ne söyleyebilirdi ki? Ses telleri kilitlenmiş, kelimeler boğazında düğümlenmişti. Sadece yavaşça başını eğdi.
Etraflarındaki insanlar, bu sahneyi sessizce izliyor, ama kimse araya girmeye cesaret edemiyordu. Kadının yakarışları, yaylanın serin havasında yankılandıkça, herkesin içinde tarifi olmayan bir acı büyüyordu. “Sana söz verdim, abla. Onu kendi elimle getireceğim dedim, ama...” Ethem’in sesi çatallaştı, cümlesini tamamlayamadı.
Kadın, ellerini birden çekti, yere çöktü. Yemeniye uzandı ama gözleri hâlâ kayıp bir oğlun hayalini arıyordu. “Yaşıyorsa getir bana, Ethem,” diye fısıldadı, sesi artık yıkılmış bir annenin son duası gibi çıktı. “Ölüme razıyım ama belirsizliğe değil. Ne olur getir...”
Ethem, titreyen elleriyle yere düşen yemeniyi aldı, kadının dizlerinin dibine bıraktı. Sessizlik bir süre daha yaylada yankılandı. Uzaklarda, sisin içinde bir kuzgunun kanat çırpışı duyuldu, sanki bu dramın yankısını taşıyordu.
Bir Ay Sonra
Ethem ve Alparslan, askeriyede Bozkır ile toplandılar. Eski bir istihbarat notuna dayanarak terk edilmiş bir mağaraya ulaştılar. İçeriden hafif bir ışık sızıyordu. Alparslan eliyle işaret etti, tim sessizce pozisyon aldı.
Ethem içeri girdiğinde Züğürt’ü bir köşede, perişan bir hâlde buldu. Üstü başı yırtılmış, sakalları karışmıştı. Başı sargılı ve noktacık halinde kan izleri vardı. Gözlerindeki ifade ise yürek burkucuydu; boştu, tanıdık hiçbir ışık yoktu. Ethem’in boğazına bir düğüm oturdu.
“Mehmet,” dedi, sesi yankı yaparak mağarada dolaştı. “Kardeşim, geldik. Seni eve götürmeye geldik.”
Züğürt, başını kaldırıp baktı ama gözlerindeki boşluk hiç değişmedi. Dudakları hafifçe aralandı ama tek bir kelime bile çıkmadı. Ethem, içinden bir lanet savurup sessizce yanına çömeldi.
“Ethem,” dedi Alparslan arkasından, sesi neredeyse fısıltıydı. “Tanımıyor bizi.”
Ethem, yüzüne gölge düşmüş bir hâlde başını eğdi. “Bu hâliyle burada bırakmamız imkânsız. Onu eve götüreceğiz,” dedi kararlı bir şekilde. “Yaylaya, anasının yanına. Belki o, bir şeyleri hatırlamasını sağlar.”
İki gün sonra yaylaya vardıklarında gökyüzü kararmış, bacalardan duman tütmeye başlamıştı. Kapıyı tıklattıklarında Züğürt’ün annesi açtı. Yüzündeki hüzün, yılların acısıyla birleşmişti. Gözleri oğluna kayınca bir anda nefesi kesildi.
“Mehmet...” diye inledi ama oğlunun gözlerindeki tanıdık bakışı göremeyince olduğu yere yığıldı. Ethem ve Alparslan hemen kadını tuttu, Züğürt ise annesinin feryadına tepki bile veremedi.
Kadın, titreyen elleriyle oğlunun yüzüne dokundu. “Beni tanımıyor musun, Mehmet? Benim, anan...”
O sırada içeriden ağır adımlarla çıkan Kutlu Sönmez, her şeyi görüp olduğu yerde durdu. Gözleri doldu, elleri yumruk hâlinde titredi. Yüzündeki öfke ve çaresizlik Ethem’e doğru bir ok gibi yöneldi.
“Oğlum! Züğürt’üm... Mehmet’im!” diye haykırdı. Sesindeki feryat, köyün taş duvarlarını delip geçti. “Evime, ocağıma ateş düşürdün Ethem! Bu hâle nasıl geldi oğlum? Ne yaşadı Mehmet’im, neden böyle oldu?”
Ethem’in gözleri yere düştü. Çaresizlikle sırtındaki yükün ağırlığını hissetti, ama cevap veremedi. Çünkü söyleyebileceği hiçbir şey, bu yarayı kapatmaya yetmezdi.
13 Ocak 2022 / Şırnak
Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından
Yerim ve yönüm vatanımın kalbini gösterirken, doğum ve batım tenime işlenmiş kurşunu hatırlatır. Yuvam dediğim memleketimin her karış toprağı, vurulup yere düştüğümde merhametle bedenime sarılır. Uğruna canımın feda olacağı bu vatan, bir toprak parçasının peşine düşmüş leş kargalarıyla dolmuştu.
İlk kurşunum Van; ‘Kapat gözlerini.’ dedi.
Kapattım.
Sırtımın kuluncuna saplanmış acı; ‘Buna alış dedi.’ dedi.
Alıştım.
Üniformama bulanmış kan; ‘Ben hep buradayım.’ dedi.
Daha fazlasını istedim.
Ruhuma sızmış düşüncelerim; ‘Karanlık, senin yeni evin.’ dedi.
Zihnimin içindeki karanlıkla tanıştırdı.
Düşüncelerim benim kim olduğumu hiç unutturmazken toprağa düşen her kan tanesinde daha çok karanlığa gömüldüm. Arkadaşlarım düştü, kaldırdım. Kaldıramadıklarım vücutlarına işlenmiş izlerle ruhuma acıyla yazıldı. Ellerimdeki kokuları, vatanımla karıştı. Gözümdeki yaş, bir tohumun can suyu oldu. O tohum, her seferinde yeni bir intikam için filizlendi. Yanıp kavrulduğum her yaşta, intikamım daha da büyüdü.
“Cehennemdeki derin kuyu. İçi seni, dışı beni yakar.”
Zihnime eklenmiş yeni kelimeler, şimdiki yolumun neresi olduğunu gösterdi. Ayder Yaylası’ndaki o evin, iki dağın arasındaki o kuyunun sahibi Kutlu Sönmez’di. Anlatacakları herkesi yakıp kavuracaktı ama dışı Züğürt’e her şeyi hatırlatacaktı. Yarın, yola çıkılacaktı. Doğup büyüdüğüm yer olmamasına rağmen, kalbimin orada şahlanışının izlerini öğrenecektim.
“Babana benziyorsun Boduroğlu.”
Göz kapaklarımın ardındaki bir karanlığa savrulduğumda bedenimin bir rüyanın içinde gezindiğini anlamıştım. Siluetim etraflıca toplanmış insanların berisinde kalmıştı. Tam karşılarında oturan tanıdık sima siyah bakışlarıyla etrafına bakındı. Bir adım atıp ona biraz daha yaklaştığımda ayağa kalktı ve arkasındaki projeksiyon perdesini araladı.
“Güvercin Timi’ni istiyorum.”
Dudaklarımı aralayıp ‘Hain’ diye bağırmak istedim ama ruhum, buna izin vermedi. Siyah mavi bakışları beni bulduğunda ağır adımlarla bana yaklaşmaya başladı. Adımlarımı hareket ettirmeye çalıştığımda ise başarılı olamadım. Karşımdaki beden, sandalyelerde oturan insanların omuzlarına dokundu ve her birinin kafası bir saniye içinde masaya yaslandı. Masanın üzerindeki yüzleri bana çevriliydi ve gözleri açık bir şekilde bakıyorlardı. Daha fazla hareketlendim ama yine de adım atamıyordum.
“Asena Gündüz, Melek Kutlu, Yasemin Faroz, Aybüke Çalın, Eda Temyiz.”
Bedeni tam karşımda durduğunda titrediğimi fark ettim. Dişlerimi birbirine sıkıp ellerimi yumruk yaptım.
“Asena Gündüz, Melek Kutlu, Yasemin Faroz, Aybüke Çalın, Eda Temyiz”
Mavi gözü, yanındaki siyah gözünün rengini aldı.
“Eğer hain olduğumu annen söyleseydi, şu an seninle uğraşmak zorunda kalmayacaktım.”
Ellerini havaya kaldırıp omuzlarımdan tuttuğunda çırpınmak ve ellerinden kurtulmak istedim ama yine yapamadım. Bir güç, beni derinlemesine kenetlemişti.
“Birinci, Birinci, Birinci, gözümün önünde vuruldu Beşinci.”
Karşımdaki adam bu sözleri tekrarlayarak kahkaha attığında dudaklarım ilk defa benliğimden bağımsız aralandı ama kelimelerim zihnimde durakladı. Bakışları arkama çevrildiğinde arkama dönmek istedim ama ensemde silahın namlusunu hissettim. Soğukluğu her noktamın donmasına sebep olduğunda kulaklarımda yankısını bıraktı. Hızla önümdeki beden koca bir adımda geri çekilirken bedenim öne yığıldı.
“Deli, deli, deli, deli, deli, deli, deli, deli.”
Bir grup çocuğun çığlıkları ruhumda yankılandığında kendimi birden yaylanın üzerinde buldum. Etrafım çiğli çimenlerle dolmuş ve kokusu burnuma ulaşmıştı.
“Deli, deli, kulakları küpeli.”
Uzakta, cehennem kuyusunun önünde başı sarılı oturan Züğürt’ün etrafına çocuklar toplanmıştı. Kafasını hafifçe sallıyor ve ellerini kulaklarına bastırmıştı.
“Ben değilim deli! Ben değilim deli!”
Oturduğum yerden kalkıp onu o çocuklardan korumak istedim ama benden önce evin kapısı aralandı ve dışarı Kutlu Sönmez çıktı.
“Dağılın bakayım buradan, eşek sıpaları sizi! Buraya bir daha gelmeyin, hepinizi döverim.”
Çocuklar gülüşerek dağılmaya başladıklarında Kutlu Sönmez, Züğürt’ün yanına çöktü. Züğürt’ün bakışları ona çevrildiğinde elinin işaret parmağını bacağına vurmaya başladı.
“Bana dediler deli, ben değilim deli.”
Züğürt’ün sözlerinden sonra Kutlu Sönmez’in bakışları bana çevrildi. Bakışlarında öyle bir ateş vardı ki uzakta olmasına rağmen beni yaktığını düşündüm. Adımları bana gelmeye başladığında kaçmak istedim ama kaçamadım. Elleri omuzlarıma kondu ve beni arkaya doğru ittirdi. Bedenim yuvarlanarak yayladan yuvarlanmaya başladığında dudaklarımın arasındaki çığlık, bütün dağları titreterek bir zelzele etkisi bıraktı. Bir noktaya çarpıp yuvarlanmam durduğunda gözlerimi açtım.
Şehit Yüzbaşı Yağmur Boduroğlu – Şehit Yüzbaşı Ethem Boduroğlu
İrkilerek uzandığım yerden kalktım ve hazır ola geçtim. Alnımın sağ köşesinde bir ıslaklık hissettim. Bakışlarımı elime çevirdiğimde parmaklarımın arasındaki kanlar, başımın hemen yanından akıyordu.
“Neden, neden öldün!”
Sağımda bir feryat koparken bakışlarımı sesin geldiği yere çevirdim. Mete, yere çökmüş avuçlarına yaslı toprağı sıkıyordu.
“Mete, ben ölmedim.”
Mete, gözlerindeki yaşlarla yanağını soğuk toprağa yasladığında alnımdaki kan giderek daha da arttı. Yanağımı aşıp çenemden toprağa damlamaya başladığında kafamı iki yana salladım.
“Yalancı, beni sevdiğini söyleyip beni terk ettin.”
Mete’nin sözlerinden sonra ona gitmek istedim ama ayaklarım takıldı ve dizlerimin üzerine düştüm. Ne ara kapandığını bilemediğim gözlerimi açtığımda ellerimin altındaki bedenleri gördüm.
“Komutanım.”
Altı şehidimin bedeni, ellerimin altındaydı.
“Komutanım, bizi bırakmayın.”
Kanlı elleriyle ellerime sarıldıklarında kendimi çekmeye çalıştım.
“Hayır.”
Kanlı üniformalarıyla daha çok sarıldılar.
“Artık sizde öldünüz.”
Kafamı iki yana sallayarak çırpınmaya başladım.
“Hayır! Daha işim bitmedi.”
“Zaman geçti. Yüzbaşı Eyşan!”
“Bırakın. Size emrediyorum, bırakın!”
“Komutanım!”
Gözlerimi bir anda açıp omuzlarımı sarsan ellerle irkilerek yatakta doğrulduğumda derin bir nefes aldım. Bakışlarım tam karşımdaki duvarda sabit kalırken önüme bir su bardağı uzatıldı.
“Komutanım, iyi misiniz?”
Alnımda, noktacıklar halinde biriken terler, şakaklarımdan akıp gidiyordu. Bakışlarımı ağırca su uzatan askere baktığımda kurumuş dudaklarımı ıslattım ve nefesimi toparlamaya çalıştım. Ellerimi su bardağına yasladığımda titrek hareketlerim suyun biraz dökülmesine neden olmuştu. Suyu bir dikişte bitirip ayağımı yataktan sarkıttım ve ellerimle kenarları sıktım. Derin nefeslerim eşliğinde karşımda dikilen askere baktığımda su bardağını bıraktı ve esas duruşa geçti.
“Alev Atsız uyandı, size haber vermem istendi.”
Kafamı belli belirsiz sallayıp elimi kaldırdım ve çıkması için kapıyı gösterdim.
“Sen çık, toparlanıp geleceğim.”
Asker, sözümü ikiletmeden odadan çıktığında kendimi geriye bıraktım. Sırtım yan bir şekilde yatakla buluştuğunda tavana baktım. Kendi bildiğim yolun yanlış olduğunu anlayıp farklı bir yola savrulduğumda aslında doğru yolun orası olduğunu anlamıştım. Hep bizden önce olan Mümtaz Çalkun, vatan hainiydi.
Ailemin katiliydi.
Hümeyra Çakır’ın katiliydi.
Akıncı Timi’ni yok eden adam oydu.
Arkamdaki adamı ise Züğürt’ün bu hale gelmesini sağlayandı.
Nasıl bir yol izleyeceğimi bilmiyordum ve o yüzden bu konuyu derinlerden araştırmaya başlayacaktım. Mümtaz Çalkun’un hain olduğunu şimdilik kimseye söylemeyecektim. Sonunda ise ne olursa olsun Kutlu Sönmez ile kendim konuşacaktım. Yataktan fırladım ve hızla kendimi odanın içindeki duşa kabine bıraktım. Seri bir şekilde işimi bitirdikten sonra saçlarımı kurulayıp taradım ve toplayıp üzerime üniformamı giydim. Odadan çıktığım sırada Osman’ın bana yaklaştığını gördüm.
“Nerede kaldın kızım? Alev, uyandığı gibi seni sordu.”
Hiçbir şey demeden yanından geçip sıhhiyeye doğru yürümeye başladığımda adımlarını bana yetiştirdi. Önümüzde uzanan yolda subaylar, kendi işleriyle meşgul oluyordu.
Osman, “Alev’e daha bir şey söylemedik.” dediğinde adımlarımı sıhhiyenin kapısı önünde durdurdum ve ona baktım.
“Ne zamana kadar saklayacağız?”
Osman, gözlerini devirdi.
“Senin söylemen için bekledik zaten Güvercin.” dedi ve kapıyı ittirip içeriye girdi. Peşinden girdiğimde Mete’de dahil olmak üzere herkesin burada olduğunu gördüm.
“Eyşan?”
Alev’in sesiyle dişimi sıkıp bıraktım ve gülümsemeye çalışarak yanına yaklaştım. Sargılı ellerine bakmadan yalnızca yüzüne odaklandığımda bakışlarını üzerimde gezdirdi.
“Bizimkilere, size kötü bir şey yapmadılar diye sorduğumda yapmadılar dedi. Sen bana söylersin, sana bir şey yaptı mı alçak herif?”
Kafamı iki yana salladım ve elimi kaldırıp saçlarını okşadım.
“Yapmadı Alev, hepimiz iyiyiz. Akça Timi, burnumuz bile kanamadan gelip bizi kurtardı.”
Alev, rahatlamış bakışlarını ellerine çevirdi.
“O şerefsiz kanatlarımı kırdı.”
Elimi hafifçe sargılı elinin üzerine değdirdim.
“Alev, o puştun cezası ağır olacak ama şimdi konumuz sensin. İyice dinlenip eski formunu geri kazanacaksın.”
Ya bir gün uçamazsan?
Zihnimdeki benliğimin sesini duyduğumda Alev, gözlerini gözlerime çevirdi. Titrekçe göz bebekleri küçülürken o bakışı tanıdım.
Ne yaparım hiç düşünmedim.
Alev’deki bakışlarım Alev’in gözlerini ellerine çevirmesiyle ayrıldı. Titremeye başlayan alt dudağını dişlerinin arasına alıp sıkıştırdığında derin bir nefes alıp yavaşça bıraktım. Alev, gözlerini odadaki herkeste gezdirdi ama en son Barış’ta durakladı. Dudağında buruk bir tebessüm olurken sağ gözündeki yaş yanağına düştü.
“Bana artık havacı diyemeyeceksin.”
Bakışlarım Barış’a çevrildiğinde ellerini yumruk yaptığını fark ettim. Çenesi gerildiğinde hiçbir şey demeden gitmek istedi ama Mete, buna izin vermedi. Zihnime Hakan Koral’ın cümleleri üşüştüğünde bakışlarımı Alev’e çevirdim.
“Sen bir önce iyileş, kendine gel. Ondan sonra yeniden eğitime gireceksin.”
Alev’in gözleri beni bulduğunda büyük bir şaşkınlığa büründü. Göz bebeklerinin titrediğine şahit olduğumda gülümsedim ve elimi yeniden saçlarına götürüp okşadım.
“Kolay mı sandın vazgeçmeyi Havacı?” Kafamı iki yana salladım. “Kanatlarını iyileştirip yeniden uçacaksın.”
Alev, söylediğim cümlelerle dolu gözlerine inat gülümsedi ve kafasını onaylarcasına salladı. “Vazgeçmeyeceğim.”
Gülümseyip sargılı ellerine eğildi ve bir öpücük kondurdum. Yanağımı yaslayıp ona baktığımda dudağını büzdü. “Vazgeçmeyeceksin.”
Elimi kaldırıp düşmeye hazırlanan yaşı durdurdum ve doğruldum.
“Biz birkaç gün burada olmayacağız ama asla yalnız değilsin. Barış, Caner, Yonca ve koskoca Akça Timi senin huysuzluklarını çekecek.” dediğimde Alev kıkırdadı ve bakışlarını söylediğim isimlerde gezdirdi.
“Valla komutanım, Alev komutanım kadar huysuz birine daha önce hiç bakmamıştım.” dedi, Yonca. Alev, daha çok gülmeye başladığında gülümsedim. Onun yaraları belki de benim yaşadıklarımdan daha azdı ama yüreği, benim acılarımla eş değer kırılganlıktaydı. Dışarıdan sert gibi görünen bu kadınla koskoca geçen iki senemde, aslında ne kadar sarsılır bir ruha sahip olduğunu öğrenmiştim.
Eski haline, o ilk gördüğüm kadına dönmesi içinse elimden geleni yapacaktım.
“Siz nereye gideceksiniz?” diye sorguladığında Osman ile bakışlarımız kesişti. Osman, boğazını temizledi ve Alev’e baktı.
“Gizli görev. Birçoğunuza bilgi verilmeyecek.”
Alev, belli belirsiz kafasını salladığında yavaşça bir adım geriye baktım.
“Alev dinlensin bizde yavaştan koordinasyon merkezine geçelim. Görev beklemez.” dediğimde Yonca, Kubilay ve Barış Alev’in yanındaki koltuğa oturdular. Akça Timi ve geri kalanımız benimle birlikte odadan çıktıklarında Lara, bana baktı.
“Bizde buradan ayrılalım.” dedi ve Kartal’a baktı. “Kartal, yiyecek bir şeyler alıp gelelim.”
Akça Timi de yanımızdan ayrıldığında bakışlarımı Osman’a çevirdim.
“Osman, sizde koordinasyona geçin.” deyip Mete’ye baktım. “Biraz konuşabilir miyiz?”
Kafasını salladığında Osman, Deniz, Mücahit yanımızdan ayrıldı. Bakışlarımı Mete’ye çevirdiğimde Mete, boş bakışlarla yüzüme bakıyordu. Gözlerimi devirip derin bir nefes aldım.
“Dün öyle demek istemedim.”
Mete, hiçbir şey demeden arkasını döndüğünde koluna uzandım ve kendime döndürdüm.
“Mete, iki dakika kaçma da konuşalım.”
Mete, bir tuttuğum ele birde bana baktığında kolunu ağırca elimden kurtardı ve derin bir nefes verip bana döndü.
“Dün gece, bir insanı yalnızca fotoğraflarına bakarak tanınmayacağını bana hatırlattın.” dedi ve bir adım daha bana yaklaştı. Başım, boyu yüzünden biraz geriye yaslandığında kaşlarını çattı. “Ama ben seni herkesten daha iyi tanıyordum, bunu unuttun.”
Yüzüme vuran naneli nefesiyle gözlerimi kapatmamak için zorlandım. ‘Kolay değil.’ dedi, iç sesim. ‘Senelerce senin fotoğrafına bakarak büyüdü. Asiye yengen, her daim seni ona hatırlatmak için öykülerinde seni kullandı’ diye söylendi. Mete, konuşmadığımı anladığında bana arkasını döndü ve yürümeye başladı.
“Kaçma sırası sende, kovalaması bende.” diye kendi kendime mırıldandığımda Mete’nin peşinden ilerlemeye başladım. Koordinasyon merkezine girdiğimizde ayaktaki Barkın, eliyle sandalyeleri gösterip oturmamız için bekledi. Yerime geçip oturduğumda yanımdaki Hakan Koral ve Alparslan Çakır’ın bakışları birbirine dönüktü. Gözlerini çekip ayrılan Hakan Koral oldu.
“Osman, Eyşan ve Deniz. Sizler Çamlıhemşin’e, Kutlu Sönmez’in yanına gideceksiniz.”
“Biz ne olacağız?” diye sorguladığında Mücahit, Hakan Koral ona baktı.
“Biliyorsunuz ki Güvercin Timi artık iki tane komutana sahip. Ondan dolayı Mete yüzbaşı ve ekibi burada kalacak ama Osman, Eyşan ve Deniz olayın derinine inmek için Çamlıhemşin’e gidecek.” diyerek biraz önceki cümlelerini tekrarladı.
Ellerimi masanın üzerinde kenetleyip Mete’ye baktığımda gözleri asla benimkileri bulmamıştı ve babasına çevriliydi.
“Eyşan.”
Barkın Koral’ın ismimi söylemesiyle ona döndüm.
“Hazırlığınızı yapıp bir an önce yola çıkın.”
Osman, Deniz ile aynı anda ayağa kalkıp esas duruşa geçtiğimizde Alparslan Çakır, ayağa kalktı. Masadaki herkes ayağa kalktığında bakışları bana çevrildi.
“Benimle gel.” deyip kapıya ilerlediğinde peşinden yürüyüp odadan çıktım. Kapıyı kapatıp Alparslan albayın karşısında beklemeye başladım. Elini cebine sokup geri çıkarttığında küçük bir ses kaydını bana uzattı.
“Ses kaydı almayı unutma. Kutlu Sönmez’in söyleyeceği her şey, delil niyetine geçecek. Siz Çamlıhemşin’e vardığınızda bizde Zara ve Aras’ı sorgu odasında yalan makinesine bağlayacağız. Artık bu içimizdeki hainin kim olduğunu ortaya çıkartmamız gerekli.”
Kafamı sallayıp ses kayıt cihazını aldım ve cebime koydum. Elimi alnımın yanına koyup selam verdiğimde Alparslan albay, gülümsedi ve elini omzuma koyup sıvazladı.
“Mete ile sanırım dün biraz tartışmışsınız. Mete’yi normalde sizinle birlikte gönderecektim ama hayta, beni biraz kızdırdı. Karşısındaki kadının neler çektiğini bildiği halde sırtını dönüp gitti.”
Utanarak gözlerimi kaçırdığımda omuzumdaki elimi sıktı.
“Utanma evlat. Mete benim nasıl oğlumsa sende benim kızımsın. Evden ayrılıp geri döndüğümde onlar 10, sende 7 yaşına basmıştın. Hümeyra’m şehit olmadan bir gün önce hepimizi bir masanın etrafında toplamıştı.”
Alparslan albayın cümleleriyle kaşlarım çatıldı. Ben niye hatırlamıyordum?
“Ben, hatırlamıyorum?” diye bir cümle kurduğumda Alparslan albay gülümsedi.
“Normaldir, küçüktün. Hatta üzerinde bir asker üniforması vardı ve bizden sıkılıp Mete ile oynamaya gitmiştin. Sonra da annen ve baban gideceklerinde seni uykuda buldular. Mete, siz gittikten sonra, elinde tuttuğu bir düğmeyle sürekli bağırıyor ve senin ona verdiğini söyleyerek evin içinde koşturuyordu.”
Arkamdaki kapı açıldığında Osman ve Deniz, önlerinde durduğumuz için pervazda durdular. Alparslan albaya baktığımda ise elleri yanında yürümeye başladığını fark ettim.
“Eyşan, biletleri aldık. Yarım saat sonra otobüs kalkacak, haydi gidelim.”
Osman’ın cümlesiyle kafam belli belirsiz sallanırken aralık kapıdan içeriye baktım. Mete’nin uzaktan bile belli olan mavi gözleri, benim gözlerimden kaçtığında elimi yumruk yaptım ve koğuşlara doğru yürümeye başladım.
🕊️
On saatlik bir yol sonunda, geceye bürünmüş Çamlıhemşin’e varmayı başarmıştık. Otobüsten inip yol kenarında durup derin bir nefes aldım. Osman, kısık bakışlarını etrafta gezdiriyor ve yanağının içini dişliyordu. Her seferinde bu acıya nasıl dayanabiliyordu?
Annesinin memleketinde, annesiz olmak nasıl bir duyguydu?
Osman’ın bakışları beni bulduğunda sis çökmüş yeşillerini gördüm. Yanağını dişlemeyi bırakıp kaşlarını yukarıya yükseltti ve yeniden etrafına baktı. Ellerini kabanının ceplerine sokup ufuğa bakarken gözlerini kıstı.
“Akşam vakti gitmek olmaz. Bu geceyi pas geçelim.”
Deniz, Osman’ın cümlesiyle üşüyen ellerini birbirine sürttü ve Osman’a baktı.
“Nerede kalacağız devrem, ben çok üşüdüm ya?” dedi ve durduğu yerde kıpırdandı. Osman, ellerini ceplerinden çıkarttı ve yürümeye başladı. Deniz, sorguyla bana bakarken omzumu silktim ve peşinden yürümeye başladım. Nereye gittiğimizi bilmeden yalnızca Osman’ı takip ettiğimizde bahçeli, kocaman bir evin önünde durdu. Yasemin çiçekleriyle donanmış bir saksıyı yavaşça kaldırdı ve anahtarı alıp doğruldu.
“Burası kimin evi?” diye sordu, Deniz. Osman ise hiçbir cevap vermeden kapıyı açıp ayakkabılarını çıkarttı. Deniz, ayakkabılarını çıkartıp koşarak içeriye girdiğinde bende ayakkabılarımı çıkartıp eve girdim ve kapıyı kapattım.
“Uyy amanin kim gelmuş. Asiye’nin gözünün nuru gelmuş.”
Zihnimde çınlayan cümle ile gözlerimi kıstım. Eski, yıpranmış bir portmantonun üzerindeki fotoğraflara gözüm ilişti. Üç tane, işlemeli bir çerçevenin içine sığdırılmış resim vardı. Birincisinde; annem, babam ve Asiye yengemin fotoğrafı, ikincisinde Osman’a sarılan küçüklüğüm, üçüncüsünde ise buruk bir gülümsemesi ile ayakta duran Asiye yengem, ellerini iki küçük çocuğun omuzlarına koymuş bir fotoğraf vardı. Fotoğrafa biraz daha yaklaştığımda gördüğüm mavi gözler ile karşılaştım. Tahminimce on yaşındaki halleriydi ve Hümeyra Çakır öldükten sonra çekilmişti.
“Eyşan, yemek hazırlayacağız yardım etsene?”
Deniz’in sesini işittiğimde doğruldum ve üzerimdeki kabanı çıkartıp askıya astım. Kollarımı sıvayıp bakışlarımı etrafta gezdirirken Deniz’e seslendim. Uzun holdeki bir bölmeden kafasını çıkarttığında gülümseye çalıştım ve oraya yöneldim. Mutfağa girdiğimde her şeyin tam bir Rize evi olduğunu fark ettim. Sıcak ortam içimi sarıp sarmalarken adımlarım dolaba yürüdü.
“Bence açma.” Deniz’in sesiyle elim kulpta durdum.
“Neden?” diye sorduğumda Osman, masanın üzerine bir tarhana kavanozu bıraktı.
“Uzun süreden beri kimse gelmemiş, dolap kokuyor.”
Osman’ın cümlesiyle derin bir nefes aldım ve elimi yavaşça kulptan çektim. Tarhanayı alıp ocağın başına geçtiğimde Osman, tezgâha bir alüminyum kazan bıraktı. Tarhanayı yapmaya başladığımda ise ocağın diğer gözüne çaydanlığı yerleştirdi ve altını yaktı.
“En azından çorba, üzerine de çay içeriz.”
Kafamı belli belirsiz salladığımda sigarasını aldı ve mutfaktan, yaylaya çıkan kapıyı aralayıp dışarı çıktı. Bir süre sonra hem sigarasını bitirip içeriye geçti hem de raftan çay bardaklarını indirip çay için hazırladı. Pişen tarhanayı kaselere koyup masanın üzerine yerleştirdiğimde hepimiz oturduk ve yemeğimizi yedik.
Bulaşıkları toparlayıp çayları doldurdum ve Deniz’i takip ederek salona geçtim. Osman, kendini tahta divana bıraktığında önündeki sehpa şeklindeki tepsiye çayını bırakıp en köşeye oturdum.
“Burası annenin evi, değil mi?” diye sorguladı, Deniz. Osman ise kafasını sallayıp çayından bir yudum aldı. Bakışlarımı ondan çekip salonda gezdirdiğimde bir fotoğraf çerçevesi daha gördüm.
Anılarla dolu bu ev, sanki hatıraların yalnızca fotoğraflarda kaldığını hatırlatmak için yerleştirilmişti. Uzanıp çerçeveyi elime aldığımda Asiye yengemin dudaklarında gururlu bir gülümseme vardı. Elleri bu sefer yukarıya doğru uzanmış ve güçlükle yetiştiği omuzlara yaslanmıştı. Caner ve Mete’nin dudaklarında ise çarpık bir tebessüm vardı. Üzerlerindeki Kara Harp Okulu’nun üniformaları, teğmenliğe geçişlerini bildiriyordu.
Mutlu hatıralar fotoğraflarda, acı ise bedenlerde kalmıştı.
Yavaşça çerçeveyi aldığım yere geri bırakıp çayıma uzandım. Küçük bir yudumun boğazımı yakarak geçmesine izin verdim. Deniz’in yavaşça ayağa kalktığını fark ettiğimde Osman’ın yanına oturdu ve elini omzuna koydu.
“Acını içinde yaşamana gerek yok Osman. Bizimle, kardeşlerinle paylaşabilirsin.”
Osman, titrek bakışlarla bana baktı. Kafamı belli belirsiz salladığım anda dudakları öne doğru büzüldü ve bakışlarını kaçırdı.
“Annem öleli altı sene oldu ama hiç içim sönmedi. Bizi Eyşan ile buradan götürdüklerinde henüz yedi yaşındaydık. Beni annemden ayırdıklarında ben, yedi yaşındaydım.” dedi ve hıçkırarak elini dudaklarının üzerine kapattı. Göz pınarlarıma dolan yaşlarla gözlerimi yere kaçırdığımda dudağımı büzdüm. Dudaklarımın içinde bekleyen hıçkırığı hiçbir zaman dışarıya salmayacaktım. Acısının yüreğimi yakıp kavuracağını bile bile.
Salonda sessizlik hâkim olduğunda Deniz, Osman’ı sarıldı ve dizlerine yatırdı. Gözlerindeki iki büyük yaş, yanaklarına inci taneleri gibi döküldüğünde eli Osman’ın saçlarına yaslandı. Deniz, yetimhanede büyümüştü. Annesini ve babasını hiç görmemiş, tanımamıştı. Gözleri, yerdeki halıya takıldı ve dudakları titreyerek aralandı.
“Uzun ince bir yoldayım.
Gidiyorum gündüz gece.”
Göz kapakları titreyerek gözlerinin üzerine kapandı.
“Bilmiyorum ne haldeyim.
Gidiyorum gündüz gece.”
Gözlerini açtığında yaşlar yeniden yanaklarını ıslattı. Eli, Osman’ın saçlarını okşarken başını sola yatırdı.
“Dünyaya geldiğim anda.
Yürüdüm aynı zamanda.”
Yeniden gözlerini kapattı.
“İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece.
Gündüz gece
Gündüz gece
Gündüz gece oy.
İki bir handa
Gidiyorum gündüz gece
Gündüz gece
Gündüz gece
Gündüz gece vay.”
Yanağımda gözyaşı hissettiğimde yavaşça ayağa kalktım ve salondan ayrıldım. Adımlarımı holde gezdirirken elimi duvara sürttüm. Yüreğimdeki acı, canımı yakmak istercesine ruhumu sıkarken bakışlarım bir odaya takıldı. Adımlarım o odaya sürüklenirken duvara asılmış, küçük bir üniformayı gördüm. Odaya adım bastığım andan itibaren gördüklerim dudaklarımın titrekçe aralanmasına neden oldu.
“Dün gece, bir insanı yalnızca fotoğraflarına bakarak tanınmayacağını bana hatırlattın.”
Aralı dudaklarımdan dökülen bir hıçkırıkla hızla elimi bastırdım. Gözlerim, fotoğraflarımın yapıştırıldığı duvarlarda gezinirken adımlarım o üniformaya yürüdü.
“Bunu Oşman’a vericem.”
Düğmeleri olmayan üniformaya bakıp bir kez daha hıçkırdığımda dizlerimin üzerine çöktüm.
“Ama ben seni herkesten daha iyi tanıyordum, bunu unuttun.”
Dudaklarımdaki elim yangın düşmüş yüreğimin üzerine kapanırken kafamı iki yana salladım.
“Özür dilerim.”
Bir kere daha hıçkırdım.
“Özür dilerim Mete.”
Mete, aslında herkesten, kendimden bile beni en iyi tanıyordu. Kırdığım o kalp, şimdi bana kendini kanıtlamak istercesine yaşadıklarıyla önümdeydi. Bu yaşımda hatırlayamadığım yedi yaşım, gözlerimin önüne serilmişti. Mete, benimle büyümüştü. Gözlerimi açıp sarsakça ayağa kalkmaya çalıştım ve yavaşça yattığı yatağa doğru ilerledim. Baş ucundaki komodinin üzerindeki bir saç tokası vardı. Altına sıkıştırılmış nota baktığımda farklı renk kalemlerle ‘Ondan bana kalan ikinci eşya.’ Altında ise gülen yüz ve ‘düğme ilkim.’ yazıyordu.
Boynundan sarkan düğme ve künyesini fark ettiğimde gözlerimi kırpıştırdım.
Elim şaşkınlıkla dudaklarıma kapanırken kafamı iki yana salladım.
“Mete, siz gittikten sonra, elinde tuttuğu bir düğmeyle sürekli bağırıyor ve senin ona verdiğini söyleyerek evin içinde koşturuyordu.”
Mete, künyesine bağladığı düğmeyi hiç çıkartmamıştı. Bedenim sertçe yatağa düştüğünde yavaşça uzandım ve dizlerimi kendime çektim. Beni böylesine düşünen bir adamın kalbini kırmıştım. Göz kapaklarımı sıkıca gözlerimin üzerine devirdim. Bu acı geçer miydi?
Geçmezdi.
Mete, beni sevmekten vazgeçer miydi?
Geçmezdi.
14 Ocak 2022 / Çamlıhemşin
Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından
Sabahın ilk ışıklarıyla Asiye yengenin evinden ayrılıp Kutlu Sönmez’in evinin önüne gelmiştik. Osman’ın bakışları Dirvana’nın evine çevrilirken dudakları sorgulamak istercesine aralandı.
“Dirvana ile konuşacak mıyız?”
Kafamı iki yana salladım.
“Önce Kutlu, Osman. Önce kuyuya gireceğiz, yanacağımızı bile bile.” dedim ve elimi kaldırıp kapıya üç kere sakince vurdum. Kapı açıldığında Kutlu Sönmez, çatık kaşlarıyla bize baktı ve kapıyı kapatmak için hareketlendi ama Osman, ayağını araya koyup kapatmasını engelledi.
“Konuşmak için buradayız.”
Kutlu, kaşlarını çattı ve Osman’a doğru eğildi.
“Benim sizunla konuşacak hişbir şeyum yok da hayde başka kapuya.” diye söylendiğinde evin içinden bir ses geldi.
“Bırak, gelsunlar.”
Kutlu, ateş püskürten bakışlarını benim gözlerimde tutarken dişlerini sıktı ve geri çekildi. İçeriye girdiğimde merdivenlerde bekleyen kadın, elindeki bastonu yere vurdu ve sırtını bize dönüp yukarıya çıkmaya başladı. Yavaş adımlarla onu takip ettim ve yukarıya çıktım. Yaşlı kadın, bastonuna iki eliyle yaslanıp oturduğunda bastonunu havaya kaldırdı ve karşısındaki divanı gösterdi.
“Karşima geçin.”
Sakin adımlarla oturup ellerimi dizlerimin üzerine koyduğumda bakışları Osman ve Deniz’de gezindi ama asla bana çevrilmedi. İçeriye giren Kutlu Sönmez’e baktı ve bastonun ucuyla Osman ile Deniz’i gösterdi.
“Çay getur.” dedi ve bakışlarını bana çevirdi.
“Sağa bu memlekatta bir yudum su yoh.”
Başımı saygıyla eğip kaldırdığımda kaşlarımı çattım ve inatla ona bakmaya başladım.
“Bizde istemiyoruz, zahmet etmeyin.” dedi Deniz ve ellerini benim gibi dizlerinin üzerine koydu. Bakışlarım hâlâ yaşlı kadını gözlerindeyken bakışlarını benden çevirdi ve derin bir nefes aldı. Kutlu Sönmez, ondan uzakta bir yere oturduğunda yaşlı kadın bastonunu yere vurdu.
“Ne diyeceğsanuz deyun ondan sonra evumdan gidun.”
Yaşlı kadının dedikleriyle derin bir nefes aldım ve boğazımı temizledim.
“Züğürt’e ne oldu?” diye bodoslama konuya girdiğimde Kutlu Sönmez ayağa kalktı. Bana doğru yürüdüğünde Osman ayağa kalktı ve elini Kutlu’ya uzattı.
“Bir adım atarsan, hiç hoş olmayan şeyler görürüz Kutlu Sönmez. Yerine git ve otur. Biz buraya kavga için değil, Züğürt hakkında konuşmak için geldik.”
Kutlu Sönmez, bana bakarak ellerini yumruk yaptığında geri geri yürüdü ve sinirle yerine oturdu. Bakışları pencereye çevrildiğinde yaşlı kadının baston sesini işittim.
“Züğürt’e ne mi oldu? Senun papan yüzunden benim cizum eldu, cizum! Oğlunun haline dayanamadu, benden önce goçtu gittu. Şimdi buraya gelmuşsunuz bana ‘Ziğirti nuldu?’ diye soray musunuz?”
Aldığımda cevapla dizlerimi sıvazladım ve derin bir nefes almaya çalıştım ama boğazımı sıkan bir el buna hiç izin vermiyordu. Boğazımı temizleyip burnumu çektim, yaşlı kadına baktım.
“Züğürt’ü bu hâle getirenleri bulmaya çalışıyoruz.” dediğimde yaşlı kadın titreyen ellerini havaya kaldırdı ve yavaşça bastonu tutan elinin üzerine yaslayıp yana eğdi. Bedenini hafifçe öne eğdiğinde gözlerini kıstı. Elimi cebime sokup ses kaydını aktif ettim ve çıkartıp aynı şekilde dizlerimin üzerine koydum.
“Züğürt’e ne olduğunu git papana sor.”
Göz kapaklarım içimi saran yangınla kapanırken derin bir nefes aldım. Üfleyerek bıraktığımda gözlerimi araladım ve kafamı sola eğdim.
“Bir sen mi çektin acıyı he? Bir siz mi çektiniz acıyı!” diye bağırdığımda yaşlı kadın kendini geri çekti.
“Afkurma.”
Elimi havaya kaldırdığımda titrememesi için kendimi kastım ve öne eğildim.
“Bütün memleket şehidine ağlarken bir sen mi çektin acıyı!”
Sinirden gerilen boynumdaki damar attığında dişlerimi sıktım.
“Züğürt ölebilirdi ama ölmedi. Koskoca tim öldü ama Züğürt öl-me-di!”
Bakışları Kutlu Sönmez’e çevirdiğimde gözleri yere çevrilmişti.
“Sana soruyorum Kutlu Sönmez. Sekiz şehit vermiş bu vatanın toprakları yangın yerine dönerken, bir senin yüreğin mi kül oldu?”
Havadaki ellerimin yanına sol elimi çıkartıp ayağa kalktım ve yaşlı kadının ayaklarının dibine çöktüm. Bastonu kaldırdığında ürkmeden avuçlarımı ona gösterdim.
“Bu ellerle kaç tane şehidimi gömdüm ben.”
Yaşlı kadın, dolmuş gözlerini kırpıştırırken bastonu yavaşça indirdi.
“Kaçının nefesi bu ellerde son buldu.”
Dizlerimin üzerinde Kutlu Sönmez’e döndüm. Kutlu Sönmez, çatık kaşlarıyla pencereye bakmaya başladığında kafamı iki yana salladım.
“Sen oğlunun bulunmasını beklerken, bu sobanın yanında ısındın.” deyip elimle sobayı gösterdiğimde Kutlu Sönmez’in gözleri beni buldu. “Ama sekiz şehidin ocağı söndü.”
Kutlu Sönmez’in gözleri kızarırken ellerimi dizlerime vurup ayağa kalktım. Osman ve Deniz’e bakıp elimle ‘Kalkın’ işareti verdim. İkisi de ayağa kalkıp bana baktıklarında bakışlarımı yaşlı kadının yüzüne çevirdim.
“Hani dedin ya ‘Sana bu memlekette bir yudum su yok.’ diye.” dedikten sonra acıyla gülümsedim. “O bir yudum su, şehit analarının gözyaşına karışıp kurudu.”
Titrek gözleri beni bulduğunda kaşlarımı çattım ve bakışlarımı ondan çekip adımladım. Bastonunu hızla havaya kaldırıp geçmemi engellediğinde durdum ve beklemeye başladım.
“Züğürt, 20 Aralık 1993’de bu eve ayak bastı.”
Arkamdan gelen Kutlu Sönmez’in sesiyle dizlerimin önündeki baston çekildi ve yaşlı kadın beni elimden tutup yanıma çekti. Yanına oturduğumda çatık kaşlarımla Kutlu Sönmez’e baktım.
“Züğürt, yaralıydı. Farklı farklı doktorlara götürdük ve bize kafasının içinde bir kurşun olduğunu söylediler. O kurşunu ameliyatla alamayacaklarını ve ömrünün sonuna kadar bazı şeyleri hatırlamayacağını söyledi.” Kutlu Sönmez’in sesi titredi ve bakışlarını hiç benden kaçırmadı.
“Hiçbir zaman annesini hatırlamadı. Adının Mehmet olduğunu hatırlamadı. Dilinden hiç düşmeden annenden ve babandan bahsetti. Benim karım, sırf oğlu onu hatırlamadı diye kahrından öldü.”
Düşüncelerim birbirine girmişti.
“Peki, Akıncı Timi’nin ne için göreve gittiğini biliyor musunuz?”
Osman’ın sorusuyla Kutlu Sönmez kafasını iki yana salladı.
“Benim iki oğlum var, birisi Mehmet diğeri de küçük olan İsmail. İsmail’i ben keyfimden asker yapmadım. Sırf abisine ne olduğunu araştırsın diye vatana kurban ettim. Senelerce araştırma yaptı ama hiçbir şey bulamadı. İstifasını verdirdim ve şimdi başka işte çalışıyor.”
Deniz’in öksürüğünü duyduğumda bakışlarımı ona çevirdim.
“Peki, neden oğlunuzun askerde kalmasına izin vermediniz?”
Kutlu Sönmez, dudaklarına buruk bir tebessüm kazıdı.
“Vatanın bana bir oğul borcu var ama benim ona verecek bir oğlum daha yok.”
Kutlu Sönmez, bu cümleyi Deniz’e bakarak söyledikten sonra bakışlarını bana çevirdi.
“Bırakın artık bu davanın peşini, izlerini silmişler, delilleri yok etmişler. Neredeyse Akıncı Timi’ni göreve gitmediler diye mezarlarında ters döndüreceklerdi.” diye söylendi sesini sonlara doğru yükseltirken. Kafasını iki yana salladı. “Yalnızca şunu bil diye söylüyorum. Oğlumu askeriyede tutmakla onu koruyamazsın. Senin anne ve babanı da askeriye koruyordu ama ne oldu? Görevdeyken düşman kurşundan değil, askeriyedeki arkadaşımız dedikleri yüzünden şehit oldular.”
Seslice yutkunduğumda dudaklarımı yalayıp bakışlarımı yere çevirdim.
“Bizim bildiklerimiz bu kadar.” dedi, Kutlu Sönmez. Osman ve Deniz’in kalktığını gördüğümde yavaşça ayağa kalktım ve bakışlarımı Kutlu Sönmez’e çevirdim.
“Oğlun benim yanımda kalacak.”
Kutlu Sönmez, bir şey demeden kafasını salladığında derin bir nefes aldım ve merdivenlere doğru yöneldim. Cehennemin kuyusundan çıktığımızda Dirvana’nın evine doğru adımlamaya başladım. Peşimden beni takip eden Deniz ve Osman yanıma yetiştiklerinde merdiveni tırmandım ve kapıyı çaldım. Gülhatun nine beni gördüğünde gülümsedi.
“Uyy amanun cimler celmuş. Yağmur’umun nuru celmuş.” diye bağırdı ve hızlı adımlarla(!) salona gitti. Ayakkabılarımı çıkartıp içeriye girdiğimde Dirvana, ayakta bana bakıyordu. Eliyle divanı gösterdiğinde içeriden benim yaşlarımda bir kadın geldi.
“Hoş geldiniz.” dedi ve elini bana uzattı. “Ben Cemile Günsoy, Çamlıhemşin Anadolu Lisesi öğretmeniyim.”
Karşımdaki kadına gülümseyerek elini tutup sıktım.
“Asena Eyşan Boduroğlu.”
“Siz oturun ben çayları getireyim.” dedi Gülhatun nine ve mutfağa gitti. “Yardım edeyim.” dedi, Cemile öğretmen. Ardından Gülhatun’un peşinden gitti. Yavaşça üzerimdeki kabanı çıkarttım ve divanın üzerine koyup oturdum. Dirvana’nın bakışlarının bende olduğunu fark ettiğimde gülümseyerek bana baktığını gördüm.
“Karşıya girdiğinizi gördüğümde normalde gelecektim ama Cemile öğretmen durdurdu. Kötü bir şey demediler, değil mi?”
Dirvana’nın sorusuyla kafamı iki yana salladım.
“Züğürt’ün ne yaşadığını araştırıyoruz Dirvana.” diye cümleye başladı Osman ama gelen çaylarla sustu. Bana uzatılan bardağı alıp Cemile öğretmene gülümsedim. Herkes yerlerine oturduktan sonra elimdeki bardağı bırakıp Dirvana’ya baktım.
“Züğürt’e ne oldu?”
Dirvana’nın bakışları yere eğildiğinde kafası iki yana sallandı. Göz bebekleri olduğu yerde büyüdü. Sanki zihninde bir anıya tutuldu ve dudaklarını araladı.
“Züğürt, asker olmak istedi baban da onu asker yaptı. Annen Kutlu Sönmez’i ikna ettiğinde Ethem, ‘Senin oğlun, benim canımın teminatıdır; çünkü ben hem onun hem de bu vatanın bekası için canımı ortaya koydum.’ diye bir söz verdi. Kutlu, güvendi. Ta ki memleket sekiz şehit haberiyle sarsılana kadar.”
Dirvana’nın gözleri olduğu yerde kalmaya devam ederken derin bir nefes aldı.
“Bedia’nın hâlâ çığlıkları, yaylanın bir köşesinde yankılanıyor. Hele ki Züğürt’ü geri getirdiklerindeki Kutlu’nun sözleri.” deyip gözlerini kapattı. Aralı dudaklarından titrek bir nefes çekip yeniden gözlerini açtı.
“O time ne olduğunu da Züğürt’e ne yaptıklarını da artık kimse öğrenemez. Çünkü Akıncı Timi şehit olduktan bir hafta sonra askeriyede yangın çıktı. Bütün evraklar şehit anaları gibi kül oldu. Yetmedi, neredeyse o çocukları mezarlarından çıkartıp şehitliklerini ellerinden alacaklardı.”
Bu nasıl bir vaziyetti?
Yaptıkları hainlik yetmiyormuş gibi bir de şehitlere el uzatmak…
Akıl kârı bir olay değildi.
“Kalleşler.”
Osman ve Deniz’in aynı anda söyledikleri sözcükle derin bir nefes aldım ve kafamı iki yana salladım.
“Dirvana, peki hiç annem ya da bir başkası, gelip sana bu olayla alakalı soru sordu mu?”
Dirvana, kafasını iki yana salladı.
“Hayır kızım, sormadı.”
Anladığımı gösterircesine kafamı salladığımda boğazımı temizleyip oturduğum yerde dikleştim. Züğürt’e ne olduğunu babası ya da Dirvana bilmiyordu. Ee, o zaman bu cehennem kuyusu neresiydi?
“Dirvana?” dedim ve ne ara yere çevrildiğini fark etmediğim bakışlarımı yüzüne çevirdim.
“Arapça bilir misin?”
Dirvana, belli belirsiz kafasını salladı.
“Eskiden askerde öğretmişlerdi. Az çok hatırlarım.” dediğinde Osman’a baktım. Osman, kabanının içindeki kâğıdı Dirvana’ya uzattığında Dirvana, köşedeki küçük dolabın çekmecesini açtı ve gözlüğünü taktı. Titreyen elleriyle Osman’dan kâğıdı aldı ve yüzüne yaklaştırdı.
“Es-sirru verâ'el-cebel. Yani sır dağın arkasında.”
Bana bakıp tek kaşını kaldırdığında kafamı eğip kaldırdım. Yeniden kâğıda baktığında gülümsedi.
“Cehennemdeki derin kuyuya git, yalnız dikkatli ol. İçi seni dışı beni yakar.”
Gülerek kafasını iki yana salladığında burnunda asılı olan gözlüğü çıkartıp bana baktı.
“Sen yanlış geldin kızım. Burası yayla; buradaki dağ, o dağ değil, vadidir.”
Kaşlarımı çattım. “Ama Kuyutlu, Kutlu Sönmez. Lakabı bu değil mi?”
Dirvana, elindeki kâğıdı Osman’a uzattığında Osman, kalktı ve Dirvana’nın elinden kâğıdı aldı. Dirvana’nın bakışları yeniden beni bulduğunda kafasını iki yana salladı.
“Kuyutlu ama cehennem kuyusu değil. Ayrıca, bu notu size kim verdi?” diye sorduğunda Deniz, söze atladı.
“Bu notu bize Züğürt yazdırdı.”
Dirvana, umutsuz bakışlarını bana çevirdi.
“Üzgünüm çocuklar ama bilmiyorum.”
Neden geçtiğimiz bütün yollarda kapıların yüzüme çarpılması anlık sürüyordu? Biz elimiz boş bir şekilde Şırnak’a dönecek ve hainin bir sonraki hamlesini bilemeden nefes almaya devam edecektik. En kötü bir ihtimal ise Zara ile Aras konuşturulacaktı.
“İşinize karışmak gibi olmasın Eyşan ama kâğıtta yazılanları metaforik olarak düşünmeyi hiç denediniz mi?”
Cemile öğretmenin cümlesiyle bakışlarımı ona çevirdim.
“Metaforik?”
Cemile öğretmen gülümsedi. “Mesela sır dağın arkasında, aşılması gereken bir engelin ötesinde olduğunu ifade ediyor olabilir. Cehennemdeki derin kuyu, bulanacak bir yer değil de bir kişiyi anlatıyor olabilir. İçi seni, dışı beni yakar cümlesi de bu kişiyi bulduğunuzda yaşayacağınız zorlukları belirtmek istiyordur. Yani demek istediğim şey aslında bu not, sizi bir yere göndermiyor. Size, olacak şeyleri söylüyor.”
Sessiz kalıp Osman’a baktığımda Osman, düşünceli bir şekilde Cemile öğretmene baktı.
“Cemile öğretmenim eğer bizim için ayırabileceğiniz iki ya da üç gününüz varsa sizi, Şırnak’a, askeriyeye davet edebilir miyiz?”
Cemile öğretmen gülümsedi.
“Şeref duyarım.”
Yazar Ağzından
Eyşan, Osman ve Deniz, Dirvana’nın evinde yemek sofrası kurulmasına yardımcı olurken Şırnak’ta birtakım sesler yükseldi.
“Ya sıkıldım kızım, niye beni anlamıyorsunuz?” diye bağıran Alev’in sesi, sıhhiyeden yükselirken onu tutan Yonca ve Barış’ın elleri daha da sıklaştı.
“Havacı, yat dedim sana.”
Alev, Barış’ın cümlesiyle bir anda durduğunda Barış, dudaklarından çıkan sözcüğün ne olduğunu anladı ve bir anda elini ateşe dokunmuşçasına kadının kolundan çekti. Kubilay, havanın gerginliğini bozmak için bir şeyler düşündü ve hızla Barış’ın ensesine vurdu. Barış, sinirli gözleriyle Kubilay’a bakarken Kubilay, Alev’i gösterdi.
“Alev vuramadığı için ben vurdum.” dedi ve dişlerini gösterircesine gülümsedi. Barış, Kubilay’ın yaptığı şeyi anlamıştı. Ayak uydurmak amaçlı hızla Kubilay’ın kafasını dirseğinin arasına sıkıştırdı. Yumruk yaptığı elini Kubilay’ın saçlarına sürttü.
“Barış abi, Kubilay’ı bırakır mısın?”
Yonca, hızla Barış’ın eline yapışmış ve sevdiğini kurtarmak için çaba gösteriyordu. Barış, gülerek Yonca’ya baktığında Kubilay’ı gösterdi.
“Kocan rahat durursa böyle şeyler yaşamaz.”
“Ay! Bir susun be.” Alev’in sesiyle Barış durdu ama yumruğunu Kubilay’ın saçından çekmedi. Bakışları Alev’i bulduğunda Alev, kaşlarını çattı.
“Bırak sende şununla uğraşmayı.” dediği an Barış, Kubilay’ı ittirip üzerini düzeltti. Ellerini havaya kaldırdı ve Alev’e baktı.
“Ne yapmamızı istersiniz, prenses hanım?”
Alev, gözlerini devirip elinin tersiyle ‘Gidin.’ işareti verdi. Barış, kafasını eğip kaldırdı ve Yonca ve Kubilay’ın kolundan tutup dışarıya götürmeye başladı. Hiç kimsenin konuşmasına izin bile vermeden kapının önüne koyup kapıyı kilitledi. Gülümseyerek arkasına döndü ve Alev’in yatağına yaklaştı.
“Ya Barış ne yapıyorsun?” dedi Alev ama çoktan Barış, onun yatağına yatmıştı bile. Barış’ın elleri, yanındaki kadının beline sarılırken kaçmaması için incitmeden tuttu.
“Bıraksana be adam!”
Alev’in cümlesi Barış’ın yüzüne çarptığında Barış, sadece kadını izlemekle yetindi. Kalbi tekledi, daha da hızlı atmaya başladı. Alev ise adamdan yükselen kokuyu fark etmeden biraz daha ciğerlerine doldurdu. Elini kaldırıp Barış’ın kirpiklerine dokunmak istedi ama sargılı olduğu için yapamadı ama Barış, elini kaldırıp Alev’in yanağını okşadı. Alev, teninde hissettiği parmaklar ile gözlerini kapattı ve titrek bir nefes aldı.
“Canımın yanmasına izin verme.”
Barış, duyduğu cümleyle gözlerini açıp alnını kadının alnına yasladı.
“Canın, canım olmuşken buna nasıl müsaade edebilirim ki?” dedi ve dudaklarını kadının burnuna yasladı. Alev, kafasını yavaşça yukarıya kaldırdığında Barış’ın dudaklarını dudaklarında hissetti. İki can, bir bağ oldu. Dudakları çok geçmeden ayrıldığında Barış, Alev’in yüzünü göğsüne sakladı.
Kulaklarını kapıya yaslamış gülümseyerek dinleyen Kubilay ve Yonca’nın elleri birbirini buldu. Kapının önünden birbirlerine kenetli bir şekilde kantine doğru yürümeye başladılar.
Çalışma odasında dosyalara gömülmüş Mete Mert Çakır, üzerindeki üniformasının üstten iki düğmesini açıp kendini geri bıraktı. Büyük bir nefes verirken bakışları tam karşısındaki Eyşan’ın masasına dokundu. Kolçaktaki elleri yavaşça göğsünde bağlanırken kafası sağa eğildi.
Hâlâ kadının yaşadıkları aklının bir köşesindeydi ve hiç silinmiyordu. Kulaklarında çınlayan silah sesi devamlı tekrar ediyordu. Kafasını iki yana sallayarak masaya dirseklerini koydu ve ellerini çenesinin altına yerleştirdi.
“İstemeyerek de olsa söylediğin cümlelerin altında boğuldum.” dedi, kadının yüzüne söyleyemediği cümleyi. Havaya karıştı, karşı masaya dokunup kendi yüzüne geri çarptı.
“Hah.” deyip kafasını iki yana salladı. “Tanımıyormuşum. Hah!”
Bir anlık öfkeyle yerinden kalktı ve elleri cebinde pencereye ilerledi. Aşağıdaki koşturan askerleri gördüğünde bakışları gökyüzüne tırmandı.
“Senin fotoğraflarınla büyüdüm ben.” dedi ve Eyşan’ın masasına baktı. “Herkesten daha iyi tanıyorum be ben. Mesela horluyorsun, ona bir şey diyor muyum? Hayır!”
Masanın üzerindeki bereyi işaret parmağıyla gösterdi.
“Her seferinde bereni yamuk takıyorsun.”
Kalemliği gösterdi.
“Bir sürü kalemin olmasına rağmen, en eski kalemi kullanıyorsun.”
Sandalyeyi gösterdi.
“Hiçbir zaman sandalyeni yamuk bırakmıyorsun.”
Askıdaki takım üniformasını gösterdi.
“Kamuflajı, takıma üstün görüyorsun.” dedi ve pencereye geri döndü. Titrek bir nefes aldığında kafasını iki yana salladı. “Kaçacağımı bildiğin halde kovalamayı bırakmıyorsun.”
Yüreğini kanatan acısına rağmen ne de iyi tanıyordu kadını Mete. Gözünden akan her damlanın ne için aktığını bile anlıyordu. Mete, eli cebinde pencereden koşan askerleri izlemeye devam etti. Bir süre geçtikten sonra odasının kapısı tıklatıldı. Arkasına dönüp kapıya baktığında içeriye giren asker esas duruşa geçti.
“Yüzbaşım, Barkın Koral ve Hakan Koral sizi sorgu odasında bekliyor.”
Mete, kafasını salladığında ellerini ceplerinden çıkartıp masasından bordo beresini aldı ve askerle birlikte odadan çıktı. Sorgu odasına girdiğinde camın önünde durdu ve kollarını göğsünde bağladı. Sorgu yapılacak yere yalan makinesi ve birtakım sinyal kesiciler yerleştirilmişti. Ayakta duran Hakan Koral, ellerini ceplerinden çıkartıp sandalyeyi çekti ve oturdu. Oğlu Barkın ise makineyi açıp babasına baktı.
“Adın nedir?”
Zara, yutkundu. Sürekli olarak yanındaki makinelerden sesler yükselip duruyordu.
“Zara Demirkan.”
Hakan, Barkın’a baktı. Barkın kafasını salladığında Hakan, yeniden Zara’ya baktı.
“Şimdi sana senin için çalışanların ismini vereceğim ve sen o isimlere evet ya da hayır diyeceksin.”
Zara, kafasını salladığında Hakan Koral, elindeki dosyaya baktı.
“Vera Akel.”
“Evet.”
Makinede doğru söylediği anlaşıldı.
“Macit Soysal.”
“Hayır, tanımıyorum.”
Makinede doğru söylediği anlaşıldı.
“Hassan Şabi.”
“Hayır, tanımıyorum.”
Makine, sesli bir şekilde öttü. Hakan Koral, gözlerini baktığı dosyadan çekip Zara’ya baktı. Zara ise derin bir nefes verip gözlerini devirdi.
“Evet.”
Makinede doğru söylediği anlaşıldı.
“Haluk Ersoy.”
“Evet.”
Barkın ve Hakan Koral’ın bakışları kısa bir süre kesiştiğinde Hakan Zara’ya baktı.
“Mümtaz Çalkun.”
Zara, bakışlarını kelepçeye devirdi ve kafasını iki yana salladı.
“Tanımıyorum.”
Makine sesli bir şekilde öttüğünde Barkın Koral, Zara’ya baktı.
“Yalan söylüyorsun.” dediğinde Zara, bileğindeki kelepçeleri çekiştirdi.
“Ben yalan söylemiyorum senin cihazın bozuk.”
Barkın, Zara’nın cümlesiyle ayağa kalktığında Hakan, elini kaldırıp Barkın’ı durdurdu.
“Alacağımızı aldık, diğerine geçelim.”
Mete’nin önünde oturan askeri personel ayağa kalktı ve içerideki Zara’yı sorgu odasında bulunan kapıdan içeriye soktu. Diğer kapıyı açtığında ise Aras’ın bedenini sandalyeye çekiştirdi. Bileklerini masaya kelepçelediğinde Mete, kollarını göğsünden indirdi. Gergince çenesini kaşıdı ve bir elini cebine soktu. Parmaklarına değen soğuk metal ile dişlerini sıktı.
“Aras Demirkan.” dedi, Hakan Koral. Aras, bakışlarını masanın üzerine odaklayıp kafasını salladı. Hakan Koral, elini sertçe masaya vurduğunda Aras, irkildi ve ona baktı.
“Evet ya da hayır.”
“E, evet.”
Hakan Koral, göz ucuyla oğluna baktığında Barkın kafasını salladı. Masaya yaslanan elini çekmeden direkt konuya girdi.
“Mümtaz Çalkun.”
“Hayır.”
Cihaz, yalan söylediğini gösterircesine öttüğünde Barkın’ın bakışları Hakan Koral’a çevrildi. Hakan Koral, derin bir nefes verip Aras’a bakmaya devam ederken Aras, kafasını iki yana salladı.
“Yemin ediyorum tanımıyorum.”
Hakan Koral, yeniden elini sertçe masaya vurdu.
“Yemini boş yere ağzına sakız etme.” dedi ve öne eğildi.
“Mümtaz Çalkun, kim? Söyle!”
Aras, “Bilmiyorum diyorum bana inanmıyorsunuz.” dedi ama bir kez daha yalan makinesi öttü. Hakan Koral, ayağa kalktığında Mete, cebindeki metali kavradı ve sorgu odasına daldı. Bakışları yalnızca Aras’a odaklıydı. İki adımda masaya yaklaşıp cebindekini çıkarttı ve masanın üzerine koydu. Aras’ın bakışları bir masaya koyulan metale bir de Mete’ye çevrilirken Mete, ellerini masaya koyup eğildi.
“Senin silahından çıkan iki kurşuna, benim tek kurşunum. Eğer doğruyu söylemezsen bu mermi masada değil, senin beyninde olacak.”
Aras, gülümseyerek Mete’ye baktı.
“Bilmiyorum.”
Mete, yüzündeki ifadesizliği bozmadan kafasını sağa doğru çevirdi.
“Kaydı durdurun.” dedi. Bakışları Hakan Koral’ın üstündeki kırmızı ampule takıldı. Kırmızı ampul kapandığı an bacağındaki silahını kavradı. Saniyeler içinde sürgüyü çekip Aras’ın şakağına yasladı.
“Dur, dur! Tamam, lanet olsun söyleyeceğim. Anlatacağım her şeyi!” diye bağırdığında Aras, Hakan Koral elini Mete’nin silahının üzerine koyup eğdi. Mete, hiçbir şey olmamış gibi silahını yerine koyup masadan mermiyi aldı ve hızlı adımlarla odadan çıktı.
“Kaydı başlatın.” dedi ve kollarını göğsünde bağladı.
“Mümtaz Çalkun, Zara’nın da üstüdür. Tüm emirleri ondan alırız. Annemin anlattığına göre eskiden Akıncı diye bir tim varmış. Hassan Şabi ile ölümlerine sebep olmuşlar.”
Hakan Koral, aldığı nefesi geriye veremediğinde yutkundu ve Barkın’a baktı. Barkın, monitördeki kalp atışlarına baktı ve ardından bakışlarını babasına çevirdi. Kafasını ağırca salladığında Hakan Koral elini masaya koydu ve ayağa kalktı. Barkın, babası gibi ayağa kalktığında elleri yanında bekledi.
“Ankara haricindeki her noktaya haber salın. İçimizdeki hain Mümtaz Çalkun’dur.”
Bu haber, hiç gecikmeden tüm istihbarat başkanlarına gönderilirken Eyşan, Osman, Deniz ve Cemile öğretmen Rize’den Şırnak’a yola koyulmuşlardı. Uçakla yaptıkları bu yolculuk ile üç saat içinde askeriyeye ayak basmışlardı. Eyşan en önde, Osman, Cemile öğretmen ve Deniz ise Eyşan’ın arkasında kafaları dik bir şekilde yürüyorlardı. Eyşan’ın binaya girdiğini gören askerler ayağa kalkıp selam veriyordu.
Caner, Eyşan’ın geldiğini gördüğünde hızla sorgu odasına girdi ve Mete’nin koluna asıldı.
“Sevdiceğin geldi.”
Mete, hızla dışarıya çıktı ve kalbinin artan hızıyla onlara doğru yürüyen kadını gördü. Eyşan’ın bakışları Mete’yi bulduğunda dudaklarında bir tebessüm oldu ama Mete, yüzünü çevirip sağ tarafa doğru yürümeye başladı. Eyşan’ın adımları yavaşlarken arkalarındaki beden durmak zorunda kaldı. Eyşan, parmaklarını avuç içlerine bastırdığı sırada Mete, yüzünü buruşturarak dilini ısırdı.
‘Birazcık o koşsun.’ diye konuştu kendi içine. Yüreği farklı mantığı ise farklı düşünüyordu. Kendini kantine attığında bir su aldı ve kana kana içti. İçtiği su onu doyurmadı. Çünkü susamamıştı.
Susuzluğu aşkına, hasreti ise kokusunaydı.
Bitirdiği su şişesini yanındaki çöpe attı ve kantinden çıktı.
Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından
Bakmadı.
Suratıma bir saniyeden fazla bakmadı.
Kalbimin kırılma sesini işitirken kafamı iki yana salladım ve derin bir nefes aldım.
“Eyşan?”
Sorgu odasından çıkan Barkın Koral’ın sesiyle ona döndüm ve arkamdaki Cemile öğretmeni gösterdim.
“Cemile öğretmen, Çamlıhemşin Anadolu Lisesi’nden. Birkaç gün misafirimiz olacak.” deyip Cemile’ye baktım. “Cemile, İstihbarat Başkanımız Barkın Koral.”
Cemile, kafasını eğip selam verdiğinde Barkın’ın bakışlarını yüzümde hissettim. Ona baktığımda bu hissimin gerçek olduğunu gördüm. Düşünceli bir şekilde sağ ve sol gözüme bakıp Osman’a baktı.
“Osman, Cemile Hanım’ı misafirhaneye yerleştirip odama geçin. Eyşan yüzbaşı, buyurun odama gidelim.”
Kafamı belli belirsiz salladığımda arkamı onlara dönüp yürümeye başladım. Barkın Koral’ın odasının önünde durduğumuzda kapısını açtı ve içeriye geçti. Peşinden içeriye girdiğimde Barkın, masasının önüne geçti ve ellerini masaya koydu. Masanın önünde durduğumda bakışları beni buldu.
“Hain, Mümtaz Çalkun.”
Gördüğüm kâbus, doğruydu.
Düşüncelerim, doğruydu.
Ellerimi arkamda bağlayıp çenemi dikleştirdim.
“Peki, ne yapmayı düşünüyorsunuz?”
Barkın’ın kaşları çatıldı.
“Ankara harici bütün istihbarat teşkilatlarına bu konu sızdırıldı.” dedi, soğukkanlı bir tonla. Kafamı iki yana salladım.
"Mümtaz Çalkun, bu zamana kadar kartlarını kapalı bir şekilde oynadı." Sesimdeki alaycı keskinlik kelimelerimi biledi. "Bu saatten sonra kendini ele vereceğini sanmıyorum."
Barkın, gözlerini kısıp bir an beni süzdü. Tepkisi açıkça sakindi ama bu sakinlik, beni daha da huzursuz etti. Sanki bir şey söylemek istiyor ama henüz zamanı gelmediğine karar veriyordu.
"Haklı olabilirsin." dedi nihayet, sesi bu kez daha derin bir tona bürünmüştü. "Ama herkes hata yapar. Özellikle köşeye sıkıştığında."
"Ya hata yapmazsa?" dedim, bakışlarımı Barkın’dan ayırmadan. "Ya çoktan tüm hamlelerimizi hesapladıysa?"
"O zaman," dedi Barkın, bir kâğıdı bana doğru iterek. "Biz de onu şaşırtmalıyız. Daha önce hiç karşılaşmadığı bir şeyle."
Kâğıdı dikkatlice inceledim. Tarihler arasında bir tanesi gözlerime çakılı kaldı: 25 Ocak. Yanında küçük harflerle yazılmış bir kelime vardı: "Kalkan."
Kaşlarımı çatarak kâğıdı Barkın’a doğru uzattım. "Bu tarih ve bu kelime ne anlama geliyor?" dedim, sesim artık sabırsızlığımı saklamıyordu. Barkın, gözlerini bir an kâğıda indirip sonra bana baktı. Yüzündeki ifade, gerilimin tam anlamıyla farkında olduğunu gösteriyordu.
"25 Ocak, Kalkan Projesi’nin devreye gireceği tarih."
"Kalkan Projesi mi?" diye tekrarladım, anlamını kavramaya çalışarak.
Barkın başını salladı. "Türkiye’nin en gizli savunma protokollerinden biri. Uydu bağlantılı radar sistemleri, yapay zekâ destekli tehdit algılama yazılımları ve siber güvenlik kalkanlarından oluşuyor. Ülkemizi dış müdahalelere karşı tamamen koruyabilecek bir proje. 25 Ocak’ta, sistem tam anlamıyla aktif hale geçecek."
Derin bir nefes aldım. Anlamıştım. Mümtaz Çalkun’un hedefi sadece bilgi sızdırmak ya da bir operasyon düzenlemek değildi; doğrudan ülkenin güvenlik ağını felç etmekti. Eğer bu projeye ulaşabilirse, kontrol tamamen onun eline geçerdi.
Kâğıda bir kez daha baktım. Bu kez başka bir detay dikkatimi çekti. "Nefer-09" adı altında bir yer koordinatı verilmişti. Parmaklarımla o kısmı işaret ettim.
“Burası neresi?”
Barkın sessizce kâğıda baktı ve yüzünde daha da ciddileşen bir ifade oluştu. "Bu, Kalkan Projesi’nin ana kontrol merkezinin bulunduğu yer. Tam olarak gizli tutulan bir tesis. Mümtaz bunu nasıl öğrendi bilmiyorum ama burada bir hamle yapacağı kesin."
Sessizlik bir süre odada asılı kaldı. Omuzlarımda ağır bir sorumluluk vardı. "Mümtaz’ın 25 Ocak’ta harekete geçeceği açık. Bize düşen onu o tarihe kadar durdurmak."
Barkın başını salladı. "Zamanımız dar, Eyşan. Hızlı hareket etmeliyiz. Yoksa bu proje sadece kâğıtta bir isimden ibaret kalacak."
Gözlerim Barkın’a dikildi. İçimde yükselen adrenalin dalgasını hissettim. "Bizimle oyun oynadığını sanıyor ama bu kez satranç tahtasında hamle sırası bizde. Ve bu oyun onun sonu olacak."
Barkın, gözlerini kâğıttan kaldırıp derin bir nefes aldı. Yüzündeki gerginlik, doğru karar verme çabasının ağırlığını yansıtıyordu.
"Eyşan, bu görev fazla kritik. Eğer fazla kişi gönderirsek, daha fazla dikkat çekeriz. Mümtaz, bizi adım adım izliyor. Bu yüzden sadece bir kişiyi göndermemiz gerekiyor."
Bakışlarımı sert bir şekilde Barkın’a diktim.
"O kişi ben olacağım. Bu benim sorumluluğum."
Barkın başını iki yana salladı. "Hayır, Eyşan. Senin burada kalman gerekiyor. Görev riskli, ama sen Güvercin Timi’nin liderisin. Eğer bir şey ters giderse, bu ekibin sana ihtiyacı var."
Barkın’ın cümleleriyle yüzüm kasıldı. Kararımın sorgulanmasına alışkın değildim.
"Bu tür operasyonlarda yalnız çalışmaya alışkınım. Sende benim kadar iyi biliyorsun ki Kanarya görevinde kısmen başarılıydım, Barkın."
“Yüzbaşı, saçmalama. Tek başına oraya gidip ne yapacaksın? Eğer bir şey ters giderse, kim seni kurtaracak?"
Gözlerimi devirdim. Bir karar ver be başkan, tek mi gidilecek hep birlikte mi? Ona rağmen derin bir nefes verdim.
"Bu operasyon benim hayatımdan çok daha önemli. Mümtaz Çalkun bir timi katletti, üstüne de hâlâ vatana ihanet etmeye devam ediyor.”
Kapının çalınmasıyla sustuğumda Barkın ellerini beline koyup bakışlarını gözlerimde tuttu.
“Gel!”
Kapı açıldığında bakışlarımı Barkın’dan çekip gelen kişilere baktım. En önce Mete ve Güvercin Timi, onların arkasından da Akça Timi içeriye girdi ve yanıma dizildi. Barkın Koral, ellerini hiç belinden çekmedi ve altı adımda önümüzde durup bakışlarını timde gezdirdi. En son bende durakladığında elini kaldırdı ve Mete’yi gösterdi.
“Mete yüzbaşı, hazırlan. Tekil göreve çıkıyorsun.”
Mete’nin adımı duyduğum an, içimde bir şeyler titremeye başladı. Her şeyin bir bedeli vardı, bunu biliyordum. Ama bir an, tek bir yanlış hamlenin her şeyi değiştirebileceğini düşündüm. İçimdeki endişe bir taş gibi sıkıştı.
Barkın’ın sözleri bana sadece bir emir gibi geliyordu. Ama içimdeki korku, her geçen saniye biraz daha büyüyordu. Bu, bir liderlik kararı değil, bir hayat kararıydı. O an bir şeyin farkına vardım: Her zaman soğukkanlı, her zaman kararlı olmak zorunda değildim. Bu sefer, her şeyin kaybedilebileceği bir yerin kenarındaydım.
Barkın’ı bir an daha dikkatle izledim. O sakin, kesin bakışları, bana bu durumu kabullenmem gerektiğini söylüyordu. Ama bir şeyler hala benden kaçıyordu. Mete’yi tek başına göndermek… Ona bir şey olursa, nasıl başa çıkardım? Gözlerimi kapadım, ama yine de içimdeki düşünceler durmaksızın dönüyordu.
“Barkın,” dedim, sesim neredeyse duyulmaz bir şekilde çıkarken. Ama ne diyeceğimi bilemiyordum. "Bu, yanlış. Eğer bir şey olursa..." Kelimelerim titreyerek dudaklarımdan döküldü. Bir an, içimdeki kaygı o kadar büyüdü ki, her şeyin alt üst olacağını düşündüm.
“Mete'yi yalnız bırakmamız.” Boğazımı temizledim. “O kadar kolay olamaz.”
Barkın, bir an gözlerimi süzdü, sonra başını yavaşça salladı. "Bu bir emir, Eyşan," dedi, soğukkanlılıkla. "Zamanımız yok."
Her bir kelimesi, içimde yankı yapıyordu. Bir karar almalıydık. Ama bu karar, ne kadar doğruydu? Gözüme baktı, ama ben yine de hissettim ki, ne kadar kararlı olursa olsun, o da aslında bir korku taşıyordu içinde. Barkın bile, bu kadar riske girmenin doğru olup olmadığını sorguluyordu.
Mete’nin gözleri bana kaydı. O kadar yakın, o kadar tanıdık bir bakıştı ki… Onu kaybetme düşüncesi midemi bulandırıyordu. Ama bir şeyler bana dur demek için sus diyordu. Bir korku vardı, her şeyin altında yatan, gözlerimi kapatmamı isteyen bir korku. Eğer onu kaybedersem, o zaman bütün bu savaşın ne anlamı kalırdı?
“Riskleri almayı kabul ediyorum.”
Sözlerinin doğruluğuna inanmak istesem de vücudum buna karşı koyuyordu. Gözlerim tekrar ona kaydı. Bir an, kimseye anlatamayacağım bir acı hissettim. Mete’yi kaybetmek, sadece onu değil, her şeyimi kaybetmek olurdu. Bir kayıp, bir boşluk, bir hiçlik. Bunu kabul edemiyordum. Ama o, gitmekte ısrar etti. Bu, onun kararıydı. Ama ne kadar doğruydu?
Bir nefes aldım ama kalbim hâlâ yerinden çıkacak gibi atıyordu. Her adımda, her saniyede kaybetme korkusuyla yüzleşmek istemiyordum. Ne olursa olsun, kaybetmek istemiyordum.
“Mete’de kabul ettiğine göre Mücahit ve Caner, siz benimle birlikte, koordinasyon merkezinde çalışacaksınız. Yarın sabah odamda sizi bekliyor olacağım.” dedi ve elini kaldırıp kapıya çevirdi. Elimi yumruk yapıp odadan kimseyi beklemeden çıktım ve çalışma odasına girip kapıyı sertçe kapattım. Üzerimde hâlâ sivil kıyafetlerim vardı ve ben inatla kendi masama yerleşip kollarımı göğsümde bağladım. Bakışlarım Mete’nin masasına kaydığında kaşlarımı çattım.
“Aptal herif!” diye bağırdım. Odada kimse olmamasına rağmen ayağa kalktım ve masasının önünde durdum. İşaret parmağımı sanki sandalyesinde oturuyormuşçasına uzattım.
“Sen salaksın!” dedikten sonra ellerimi belime yasladım.
“Ya niye görevi kabul ediyorsun? Tek başına orada ne yapacaksın?”
Bir elimi alnıma koyup sıvazladım. Ardından da elimi sandalyeye çevirdim.
“Tut ki sana bir şey oldu, ben ne yapacağım?”
“Bir şey yapmayacaksın.”
Gözlerimi devirdim.
“Ne demek bir şey.” Cümlem yarım kalırken sağıma baktım. Mete, sırtını kapıya yaslamış ve kolları göğsünde öylece bana bakıyordu. Havada asılı kalmış elimi yanıma indirip boğazımı temizledim ve masama ilerledim.
“Ne zaman geldin sen? Ben niye geldiğini duymadım?”
Mete, masasına yürürken kulağını işaret etti.
“Kendi bağırışından duymamışsındır.”
Gözlerimi kısıp bakışlarımı kaçırdım. Rezillikti. Kendi topuğuma sıkmıştım. Ya senin neyine, bir de gittim masasındaki sandalyeye bağırdım!
Aptal Eyşan.
Salak.
Sa-lak.
Bakışlarımı yeniden Mete’ye çevirdiğimde masasındaki dosyalardan birini çekti ve oturduğu yerde sigarasını dudaklarının arasına yerleştirdi.
“Burada sigara içemezsin. İçeceksen pencereyi aç.”
Mete, bana hiç bakmadan sigarasını yaktı ve derin bir nefes çekti.
“Dışarısı soğuk, odadan çıktığımda pencereyi açık bırakacağım.”
Dudaklarından sarkan sigarayla konuştuğunda çok karizmatik olduğunu söylesem mi acaba? Hayır, olmaz. Kafamı iki yana sallayıp ayağa kalktım ve kendi tarafımda olan pencereyi araladım. Kollarımı göğsümde bağladığımda karanlığın şehre tutsak olduğunu fark ettim. Saat kaç olduysa, şehrin ışıkları artık görülmüyordu. Cebimden bir dal sigara çıkartıp dudaklarımın arasına yerleştirdim ve yakıp büyük bir nefes çektim. İleriye doğru üflediğim duman rüzgâr yüzünden geri yüzüme çarptığında gözlerimi kıstım. Sol gözüme sızan acıyla sol gözümü kapattım.
“Sikeyim böyle işi.” Dişlerimin arasından küfür edip dudaklarımın arasındaki sigarayı pencerenin yanındaki pervaza bastırdım ve pencereyi kapatıp yerime oturdum. Kollarımı göğsümde bağlayıp çatık kaşlarımla Mete’ye bakmaya başladım. Bunu istemiyorum. Ne olursa olsun, bu kadar tehlikeye girmenin bir anlamı yoktu. Ama o, hala rahat bir şekilde sigarasını içiyor, dosyalarla ilgileniyordu. Her şeyin ne kadar tehlikeli olduğunu fark etmiyor muydu?
Yanağımın içini kanatacak kadar ısırıp bıraktım. Bir an, öfke ve korku arasında gidip geldim. Neden bu kadar sakin? Neden bir şeyler yapmıyor? İçimdeki adrenalin patlamaları, ellerimi sarmaya devam ediyordu. Ona söylemeli miydim? Görevi iptal etmesini istemeli miydim? Ama her şeyin sonu olabileceğini bilerek, hiçbir şey söylememek, onu tehlikeye atmak demekti. Bu his, her geçen dakikada daha da büyüyordu.
Ayağa kalktım, ellerim titreyerek masanın kenarına yaslandım. Hızlıca çıkmalıydım buradan. Her şey, içimi daha da daraltan bir ağırlığa dönüşüyordu. Odadan çıktım, ama kapıyı kapatırken içimdeki huzursuzluk bir türlü geçmedi.
Elim kulpta, aklım içeride öyle kalakaldım. Dışarıda olmak, derin bir nefes almak istemiştim ama her adımda, her saniyede, içimdeki kaygı büyüyordu. Mete... Bir şeyler yapmalıydım. Hangi adımı atarsam, karşıma çıkan her seçenek, beni daha da köşeye sıkıştırıyordu. Her şey bir saniye, bir karar kadar yakın.
Kapı kulpundan parmaklarımı çekip adımımı dışarıya attım. Her şey birkaç saniye içinde değişebilir gibi hissediyordum ama o an, her şeyin içinden çıkılmaz bir hale gelmesini engellemek için adım atmaktan başka şansım yoktu. Dışarıda soğuk bir rüzgâr vardı, ama bu soğuk beni içine çeken bir şeyden çok, içimdeki kaygıyı daha da belirginleştiriyordu. Bir nefes almak istemiştim ama her adımımda içimdeki sıkışmışlık artıyordu.
Mete.
Gözlerimde hala o geceki bakışları, söyledikleri yankı yapıyordu. Her şeyin tam ortasında olmama rağmen, bir çözüm bulmalıyım diye düşündüm. Hangi adımı atarsam, karşıma çıkan her seçenek, beni biraz daha köşeye sıkıştırıyordu. Kaygı ve belirsizlik arasında sıkışıp kalmıştım. Ne yapacağımı bilemeden her şeyin içinde kayboluyordum.
İçimdeki bu karışıklıkla bir adım daha attım. Bir seçim yapmalıydım ama hangi seçim, neyi değiştirebilirdi?
Adımlarım yavaş ama kararlıydı. Her şey bir saniye, bir karar kadar yakındı. Zihnimdeki sorular, havanın serinliğinden bile daha keskin, daha yoğun hissediliyordu. Her adımda, o adımların beni nasıl bir sonuca götüreceği düşüncesiyle daha da ağırlaşıyordu. Derin bir nefes aldım ama hiçbir şey rahatlamama yetmedi.
“Eyşan yüzbaşı?”
Bu ses?
“Mümtaz Çalkun sizi bekler.”
Bakışlarım karanlığın içinden çıkan adama çevrildiğinde kaşlarımı çattım.
“Sizin Ankara’da, Mümtaz Çalkun’un yanında olmanız gerekmiyor mu?”
Dudakları, sorguladığım cümleyle iki yana gerildi. Beyaz eldivenli ellerini önünde bağlamıştı.
“Mümtaz Bey, size selamlarımı iletti.”
Zihnimde hızla işleyen bir hesap vardı. O saniyelerde, her şeyin ne kadar tehlikeli olduğunu biliyordum ama kendimi bu kadar rahat hissediyor olmam, bir şekilde her şeyin kontrolümde olduğunu düşündürüyordu.
Yavaşça adama yaklaşırken, gözlerimi ondan bir an olsun ayırmadım. “Mümtaz Bey’in selamını iletmesine gerek yok.” dedim, sesimde hiçbir titreme yoktu. “Benimle iletişime geçecek kadar cesaretini gösteremediği için, sanırım sizi gönderdi?”
Söylediğim şeye dişlerini sıktı. Önünde bağladığı elini çözdü ve saniyeler içinde silahını kavrayıp bana namlusunu doğrulttu.
“Boyu yetmeyeceği işlere girmesin, dedi.”
Silah patladı.
Gözlerim gözlerinden bir saniye ayrılmadan geriye yıkıldı.
“Ne oluyor!”
Başım sola düşerken Mümtaz Çalkun’un adamının kaçışını izledim.
“Bu tarafa kaçtı, koşun!”
Etrafa dağılarak koşan askerlerin arasından askeriyenin kapısına yığılanları gördüm.
“Eyşan!”
Osman’ın bana geldiğini fark ettiğimde arkasına dönüp bir şeyler haykırdı. Hızla ceketini çıkarttı ve göğsüme baskı yapmaya başladı. Başım yeniden sola düştüğünde bir damla yaş şakağıma doğru yol aldı. Kapının önünde biri var oldu. Kafasını iki yana sallayarak yürümeye başladı. Etrafa koşturan askerleri aşıp biraz daha yaklaştığında hızla bana doğru eğildi.
“Hayır, hayır, hayır! Eyşan!”
Elleri, yanaklarıma yaslandığında Osman, Mete’ye baktı ve bağırarak bir şeyler söyledi. Kalkıp gözden kaybolduğunda Mete, göğsüme baskı yapmaya devam etti.
“Eyşan, ne olur hayır!”
Elimi güçlükle kaldırıp yanağına dokundum. Kafasını, sırf elim düşmesin diye sallamazken bakışlarım mavi gözlerinde dondu. Keşke seni sevdiğimi söyleyebilecek bir cümlem olsaydı Mete ama şimdi ne bir kelimem ne de gücüm var.
Elli beşinci kurşunum; ‘Kapat gözlerini.’ dedi.
Kapattım.
Kalbimin hemen yanına saplanmış acı; ‘Buna alıştın mı?’ dedi.
Kafamı salladım.
Üniformama bulanmış kan; ‘Ben hep buradaydım.’ dedi.
Gururlandım.
Ruhuma sızmış düşüncelerim; ‘Karanlık, hiç olmayacak kadar artık senin.’ dedi.
Zihnimin içindeki karanlığa, beni hapsetti.
-
BÖLÜM SONU
BÖLÜM SONU MEDYALARI
Instagram: _jupiterdebirokur
Tiktok: jr.napolita
X: sultanakr9
Wattpad: sultanakr
Merhaba, ben geldim. Nasılsınız? Umarım iyisinizdir.
Bölüm hakkında diyecek pek bir lafım yok açıkçası. Köşeme çekilip ağlamak istiyorum.
Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle
Sultan Çakır
bir aralık iki bin yirmi dört
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.04k Okunma |
286 Oy |
0 Takip |
42 Bölümlü Kitap |