Merhabalar, yine ben. Aşağıda yalnız bırakmayın.
Oy ve yorumlarınızı lütfen eksik etmeyin, keyifli okumalar.
Bölüm Şarkısı;
Bülbülüm Altın Kafeste, Deniz Toprak
Unutamadım, Müslüm Gürses
🕊️
XX
16 Ocak 2022 / Şırnak
Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından
Akıl oyunlarıyla dolu bir dünyada, vatan uğruna attığım her adımın ardında bir iz bırakıyorum. Kaybettiğim dostların, geçtiğim yolların, içimde büyüyen pişmanlıkların izleri ama sevgi, bir asker için en zayıf nokta değil midir? Kalbime düşen her his, zihnimde bir savaşı tetikliyor.
Düşmek.
Bedenle yere değil, ruhla karanlığa çakılmak.
Bu savaşta düşmek bir seçenek değil, bir zorunluluk. Çünkü ayağa kalkmanın değerini bilmeden, vatan uğruna savaşmanın anlamını kavrayamazsınız.
Bugün, adımlarımın beni nereye götürdüğünü bilmiyorum ama aklım, sevgiyle çelişen her hissi dizginlemek için tetikte. Hâlâ savaş alanındayım ama bu kez düşman, dışarıda değil hemen ensemizde.
Güvercin Timi’nden tut Alparslan albaya, herkes odama girip çıkıyordu. Kalbimin beş santim yanına girip orada kalmış kurşunla nasıl hayatta tutunduğumu görmeye geliyorlardı. Çıkan başka bir timin geçmiş olsun sözlerinden sonra hiç yanımdan ayrılmayan Mete’ye bıkkınlıkla baktım.
“Hani bugün çıkıyordum ben?”
Mete, gülümseyerek yanımızdaki masada oturan Ümit’e baktığında Ümit, ayağa kalktı ve sargı dolu bir poşeti Mete’ye verdi.
“İki günde bir pansumanlarını değiştir. Bir hafta sonra, ayın 26’sında gelip dikişleri aldırın.” dedi ve yerine geri oturdu. Mete, kalkmam için elini uzattığında elini tuttum ve ayaklarımı aşağıya sarkıttım. Yatakta yatmaktan götüm uyuşmuştu. Çaktırmadan kıymetlimi okşadım ve yüzümü buruşturdum. Birlikte odadan çıktığımızda elindeki küçük sırt çantasıyla Cemile ve Osman bekliyordu.
“Züğürt, nerede?” diye sorduğumda Osman, kenara çekildi.
“Sizi Mete eve bırakacak. Bende Züğürt’ü alıp geleceğim.”
Kafamı salladığımda Mete ve Cemile koluma girdiler ve yürümem için eşlik etmeye başladılar.
“Ya gören de ayağımda sıkıntı olduğunu sanacak. Niye koluma giriyorsunuz?”
Ne Cemile’den ne de Mete’den bir ses çıkarken gözlerimi devirdim ve yürümeye devam ettim. Askeriyenin önüne çektikleri araca bindiğimde bakışlarım pencereden, vurulduğum noktaya çevrildi. Zihnimin önünde yerdeki bedenim canlanırken derin bir nefes alıp bakışlarımı kaçırdım. Mete, el frenini indirip araca yön verdiğinde bakışları saniyelik dikiz aynasından bana çevrildi.
“Hassan Şabi’yi yakalamışlar.”
Kafamı belli belirsiz salladığımda Cemile’nin elini bacağımda hissettim.
“İyisin değil mi?”
Gülümsemekle yetindim.
“Bomba gibiyim.”
Cemile, anlamamışçasına bakarken Mete’nin boğazını temizlediğini fark ettim.
“Yakaladığımız adamı karşıma getirseniz patlarım demek istiyor.” dediğinde Cemile öğretmen hafifçe kıkırdadı. Gözlerimi devirip Cemile’ye baktım.
“Haha!” deyip sahte bir gülücük attım. “Şaka yapıyor, şakacı. Kubilay ile tanıştın mı bilmiyorum ama Kubilay ile bir saat takılan, şaka yapan bir insana dönüşüyor.”
Cemile, bu sefer seslice gülüp kafasını salladı.
“Evet bu arada ben de fark ettim. Sen uyandıktan sonra seni görmek için aşağıya indiğimde tanıştırdı Osman.”
Osman?
Osmanlı Lokumu Osman, şeker niyetine sunulmuş.
Ee, afiyet olsun o zaman.
Cemile’nin bakışları değiştiğinde araba durdu. Cemile’ye sorarcasına baktığımda Mete, döndü ve önden bana baktı.
“Osmanlı Lokumu?”
Sesli mi söyledim lan?
Lan!
“Canım çok çekti.” demeye çalıştım ama Mete, bunu yememişti. Durumu kurtarmak için Cemile’ye baktı ve yarım ağız gülümsedi.
“Morfin kafası geçmedi, sen aldırma buna.”
Olur olur yeriz.
Cemile, omzunu silkip arabanın kapısını açtığında inmem için bekledi. Yavaş yavaş kıçımı kaydırarak kapıya yaklaşıp arabadan indim. Mete’nin ne ara bizim olduğumuz yere geldiğini fark etmezken arkamızda araç durdu. Züğürt ve Osman araçtan inerken kaşlarımı çattım.
“Paran bok gibi herhalde Osman? Oğlum su mu yakıyor bu arabalar? Devletin malını sen nasıl hor kullanırsın Osman!” diye çemkirdiğimde Osman yüzünü buruşturup Züğürt ile bize yaklaşmaya başladı.
“Motorun soğusun be Eyşan, sus biraz ya.”
Kafamı hızla eve çevirip yürüdüm. Motorun soğusunmuş, senin için soğusun diyecektim ama demedim. Ben hasta yatağında yatarken ne ara Cemile’yi…
Neyse.
Osman, kapıyı açmak için önüme geçtiğinde alttan alttan Cemile’ye baktım. Yakışırlardı he. Yaparım ben bunların arasını. Eyşan ile Evleneceksen Gel.
Düşündüğüm şey ile kıkırdadığımda Mete’nin elini kolumda hissettim.
“Yine ne çeviriyorsun acaba aklından?” diye sorguladığında dudağımı büktüm.
“Hiiç.” dedim ve aralı kapıdan içeriye sızdım. Üzerime geçirdikleri kabandan kurtulup kanepeye fırlattığımda kendimi yavaşça koltuğa bıraktım. Osman ve Züğürt, karşımdaki koltuğa çökerken Cemile, yanıma oturdu. Mete, elindeki sargı poşetini kenara bıraktı ve tekli koltuğa çöktü. Koca cüssesi koltuğa cuk diye oturmuştu. Bilseydim daha büyük alırdım.
Mete, ona olan bakışlarımı gördüğünde sorgularcasına kafasını salladı. Omzumu silkip boğazımı temizledim ve Züğürt’e baktım. Bakışlarını kaçırarak etrafında gezdiriyor ve olduğu yeri inceliyordu. Dirseğimle Cemile’yi dürttüm. Cemile bana baktığında kaşlarımla Züğürt’ü gösterdim. Cemile anlamışçasına üzerindeki kabanı çıkarttı ve kollarını sıvadı.
“Züğürt?”
Züğürt, yakalanmışçasına bakışlarını önce bana sonra da Cemile’ye çevirdi. Cemile, ellerini birbirine kenetledi ve dizlerinin üzerine koydu.
“Gerçek adın ne Züğürt?”
Züğürt, işaret parmağını bacağının kenarına vurmaya başladığında Cemile, kaşlarını çattı ve yavaşça ayağa kalktı. Züğürt, korkmadan ona baktığında Cemile, yanına çömeldi ve elini tuttu.
“Bacağına neden vuruyorsun, acımıyor mu?”
Züğürt, kafasını sağa sola salladıktan sonra bakışlarını bacağına çevirdi.
“Gözlerimin önünde vuruldu Beşinci.”
Ne yani?
O yüzden mi sürekli Züğürt bacağına vurup duruyordu?
Cemile, iç sesimin tercümanı oldu.
“Beşinci, bacağından mı vuruldu Züğürt?” diye sorduğunda Züğürt, kafasını salladı.
“Beşinci, bacağından vuruldu. Bana dedi, dikkat et Akıncı.”
Bacağına vurmak istedi ama Cemile, buna izin vermedi.
“Bana dedi, dikkat et Akıncı.”
Kaşlarım istemediğim bir şekilde çatık kalırken Cemile, tüm sakinliğiyle Züğürt’ün elini dizlerine bıraktı.
“Senin gerçek ismin Akıncı mı?”
Züğürt, kafasını salladı.
“Künyemde yazıyor.” dedikten sonra bakışları beni buldu.
“Künyemi onda bırakma Güvercin.”
“Künyemi buldun mu Güvercin?”
Tüylerimin ürperdiğini hissettim. Nasıl olurdu böyle bir şey? Sanki gördüğüm o rüyayı Züğürt’te görmüştü. Bütün gözler bana çevrildiğinde kafamı iki yana salladım. Züğürt, üzgünce Cemile’ye baktı.
“Künyemi o aldı.”
Cemile, bakışlarını bana çevirdiğinde kaşlarımı yukarıya çektim.
Sorma.
Bakışlarımı anlamışçasına boğazını temizledi ve yeniden Züğürt’e baktı.
“Peki, o olay günü sen vuruldun mu Züğürt?” diye sorduğunda Cemile, hızla öne eğildim. Kasılan gövdemle dişlerimi sıktım ve derin bir nefes vererek arkama geri yaslandım. Mete, tekli koltuktan kalkıp hızla üzerimdeki tişörtün yukarısından gövdeme baktı.
“Ne yapıyorsun?” diye dudaklarımı oynattım sessizce.
Sapık herif bakışlarımı gözlerinde dolandırıp yeniden Züğürt ve Cemile’ye baktım. Allah’tan bunu kimse görmemişti yoksa dillere destan bir alay konusu olacaktım. Hoş, zaten alay komutanı olamadan halay başı oldum da neyse.
“Ensemden vuruldum ama kim vurdu görmedim.”
Ben kimin vurduğunu iyi biliyordum.
“Bu kadarı yeter. Zorlamayalım, krize girer sonra.”
Cemile, Osman’ın cümlesiyle ona baktı.
“Sürekli krize mi giriyor?” diye sordu.
Osman, kafasını salladı.
“Evet, hatırlayıp anlatamadığı olaylardan sonra krize giriyor.”
Cemile, anlamışçasına kafasını salladığında doğruldu ve yerine geçti. Osman, ellerini dizlerine hafifçe vurup ayaklandı ve açık mutfağa yürüdü.
“Kahve içer miyiz?”
“İçeriz.” dediğim sıra Mete, arkasına yaslandı.
“Eyşan hariç herkes içer Osman.”
Bir hışımla Mete’ye döndüm.
Sana hiçbir şey değişmem ama kahve olursa akan sular durur be yüzbaşım.
“Ne demek bana yok.”
Mete, omzunu silkti.
“Ümit, kahve içmesin dedi.”
‘Ne alaka abi ne alaka!' dercesine baktığımı gördüğünde kafasını iki yana salladı.
“Kesinlikle yasak dedi.”
Oflayarak Osman’a baktığımda Osman, raftan yalnızca dört tane kupa indirdi.
“Osman!”
Osman, bana hiç dönmeden çaydanlığın altına suyu doldurduğunda Mete, elime dokundu. Elimi elinden sahte bir sinirle çektim.
“Askerim ben, bu ilk yaram değil ya yüzbaşı?” diye çemkirdiğimde inadından ödün vermedi.
“İlk yaran olmaması, sana koyulan yasakları çiğneme özgürlüğü tanımıyor Eyşan?” diye guncuk bir soru sorduğunda gözlerimi devirdim.
“Asker olduğumuz ilk gün de ‘Sevmeyin.’ dediler ama biz gittik öncesinden mavi gözlü birine âşık olduk. Onu ne yapacağız?”
Yürü be kızım, kim tutar seni.
Mete’nin Osman’daki bakışları beni bulduğunda ifadesizliğimi koruyup bizimkilere baktım. Osman, ağzı açık bir şekilde bana bakarken Cemile ve Züğürt, anlamamışçasına bakıyordu.
“Kimmiş o senin aşkın?” diye sordu yanımdan Mete. Bakışlarımı ona çevirdiğimde gözleri hafif kararmıştı. Dur sen dur. Bütün cihanda bir mavi göz senin mi aslanım?
“Atatürk, başka kim olacaktı Mete?”
Al bu da kapak.
Münasip bir yerlerine sokarsın Meteciğim.
Mete, bu cevabı beklememişçesine gözlerini kırpıştırdı. Yemin ediyorum o bebeklerdeki gıcırtılı göz kırpma sesi kulağıma geldi. O kadar masumdu ki çekip öpmek istedim ama ne ortam müsaitti ne de durumum.
“O yüzden Osman, bana da kahve yapıyorsun.”
Osman, aralı dudaklarını kapatıp kafasını hızla salladı ve raftan bana da bir bardak indirdi. Keyfim yerine gelmişti ayol. Bu arada harbiden morfin kafası yaşıyor olabilirdim. Bu yüzden her kurduğum cümlede onun arkasına sığınacaktım ve burunlarından fitilce getirecektim.
Osman, yaptığı kahveleri ikişer ikişer tutup sehpanın ortasına bıraktığında tek kalan kupayı aldı ve yerine geri döndü. Oturduğunda kahveme uzanacakken Mete, elini uzattı ve iki bardağı alıp birini bana uzattı.
“Laik atak geçirmeden iç şunu.”
Kulağıma püskürtme sesi ulaşırken bakışlarım Osman’ı seçip buldu. Kendinden uzakta tuttuğu kahve fincanı bir yana, çenesinden akan damlacıkla Mete’ye baktı. Elinin tersiyle çenesini silip gözlerini devirdi.
“Timimi değiştirmeliyim, acilen.”
Kahvemden bir yudum aldım.
“Değiştir Osmancığım. Hatta seni Cemile ile Rize’ye göndereyim. Turizm Jandarma diyerek takılırsın he?” diye söylendiğimde bu sefer kahvesini Cemile püskürtmüştü. Bu ne arkadaş? Herkes içtiğini püskürtüyor.
“Eyşan, sen iyi misin yavrum?”
Mete’nin dediğiyle ona baktım. Tek kaşımı inatla yukarıya kıvırdım.
“Morfin kafası geçmedi.” deyip göz kırptım. “Sen aldırma bana.”
Mete, bıyık altından gülüp kahvesini dudaklarına yaklaştırdığında derin bir nefes alıp kahvemden bir yudum da ben aldım.
“Bu arada Rize demişken otobüsüm yarım saate kalkacak.” dedi, Cemile. Osman’ın elindeki bardağın titrediğine şahit olduğumda elimdeki bardağı Mete’ye verdim. Mete, bardağı eğilip sehpaya bıraktığında Osman elindeki fincanı tezgâha bıraktı ve Cemile’ye döndü.
“O zaman çıkalım. Önce Züğürt’ü bırakalım ardından seni otogara bırakayım.”
Cemile, kafasını sallayıp ayaklandığında Mete’nin elini belimde hissettim. Kalkarken arkamdan destek oldu ama ayağa dikeldiğimde de bırakmadı.
“Her şey için teşekkür ederim Eyşan.”
Gülümseyerek Cemile’ye baktım.
“Teşekküre gerek yok hatta benim bir özür borcum var. Yeterince misafirime iyi davranamadım.”
Cemile, elini omzuma koyup sıvazladı.
“Bilemezdin.” dedi ve sırt çantasını alıp kapıya doğru ilerledi. Osman, Züğürt ile peşlerinden gittiğinde Mete, elini belimden çekip onları uğurlamaya gitti. Sehpadaki kahve fincanlarını alıp tezgâha bıraktığımda kapının kapatıldığını duydum. Fincanlarda kalan yarım kalmış kahveleri lavaboya döktüğünde karnıma dolanan ellerle durdum.
“Demek mavi gözlü birine âşık oldun?”
Mete’nin nefesini kulağımda hissettiğimde elimdeki fincan gürültüyle lavaboya düştü.
“Ya, niye öyle sinsice arkamdan yaklaşıyorsun?”
Hafifçe onu ittirip uzaklaştırdığımda gülerek bana baktı. Gülme işte be adam, kalbim sızlıyor zaten.
“Benim olduğumu biliyordun Eyşan, abartma.”
Gözlerimi belertip elimi kalbimin üzerine koydum.
“Ya korkudan dikişlerim açıldıysa, he?”
Mete, elini tişörtümün yakasına koyup açtı ve göğsüme baktı. Elinin üzerine vurduğumda yapmacık bir sinire büründüm.
“Sapık mısın, niye bakıyorsun?
Mete, göz kırptı.
“Görmediğim şey değil Eyşan.”
Sağa mı devrileyim sola mı?
Mete, kurduğu cümleden sonra koltuğa gidip çok rahatça oturduğunda ellerimi belime yasladım.
“Terbiyesiz.”
Duymamış gibi yaparak gözlerini kapattı ve kollarını göğsünde bağladı. Gözlerimi devirip koltuğa oturdum ve onu izlemeye başladım. Tek gözünü açıp bana baktığımı gördü ve yeniden kapattı.
“Neye bakıyorsun?”
Yara.
Yarrrama diyen iç sesime okkalı bir tokat çarpıp suratına tükürdüm. Mete’ye bakan bakışlarım sabit kalırken derin bir nefes verdim ve gözlerimi kapattım. Benliğimin ne ara uykuya teslim olduğunu anlayamazken bedenime sarılan ellerle titredim.
“Korkma, benim.”
Bilinçsizce, kapalı gözlerimin ardından fısıldadım. “Mete?”
Burnuma dolan baharatlı kokusuyla derin bir nefes alıp sıcaklığına daha çok sarıldım. Bedenimdeki eller de aynı teması sağladığında karanlık basmadan son sözleri fısıldadım. “Atatürk’üm sendin.”
Yazar, Ağzından
Osman ve Cemile, arabanın içinde otobüsün gelmesini beklerken arabada çıt çıkmıyordu. Osman, bir anlığına elini teybe uzattı ve tuşa bastı. Aracın içindeki kasvet, giderek bir türkünün başlangıcına dönüştü.
“Bunun hikayesini biliyor musun?” diye sordu, Cemile.
Osman, daha henüz sözleri bile başlamamasına rağmen ne olduğunu bilen kadına baktı, kafasını iki yana salladı. Cemile, gözlerini Osman’a çevirdi ve dudaklarında buruk bir tebessüm oluştu.
“Bir zamanlar Osmanlı topraklarında yaşayan bir bey, görkemli sarayında tüm dünyanın hayranlıkla baktığı bir hayat sürmektedir. Ancak bu ihtişamın içinde bir boşluk hisseder. Gönlünü, köyünden uzaklaştırılarak saraya getirilen güzeller güzeli bir kıza kaptırır. Kız, ailesinden koparıldığı için yüreğinde derin bir acı taşır. Bey, ona dünyadaki tüm zenginlikleri sunar; mücevherler, altın, ipek… Ancak kız, sarayın altın duvarları arasında tutsak gibi hisseder.”
“Bülbülüm altın kafeste aman
Bülbülüm altın kafeste aman
Öter aheste aheste
Öter aheste aheste”
Osman, kaşlarını çattığında Cemile, devam etti.
“Bir gün kız, odasında otururken pencerenin kenarındaki altın kafeste bir bülbül olduğunu fark eder. Bu bülbül, tıpkı kendisi gibi sessizdir, eskiden şakıdığı söylenmiştir ama kafeste tutsak olduğundan beri sesi çıkmaz olmuştur. Kız, bülbülü her gün izler ve onun sessizliğiyle kendi durumunu özdeşleştirir. Bir gün, bülbüle bakarak şunu söyler. ‘Sen altın kafeste ötersen de sesin buraya ulaşmaz. Çünkü bu duvarlar, senin şarkını değil, sahibinin gücünü anlatır. Ama senin yüreğin, dışarıda bir yuvayı özlüyor. Tıpkı benim gibi.’ der.”
Osman, hiçbir şey demeden Cemile’yi dinlemeye devam ederken kalbinin sızladığını fark etti.
“Kızın bu sözlerini duyan bey, onun içindeki derin acıyı anlar, ama onu serbest bırakmaya yanaşmaz. Çünkü ona olan sevgisi, bencil bir şekilde onu yanında tutmakla eşdeğerdir. Bey, kıza olan sevgisini şu sözlerle dile getirir. ‘Seni özgür bırakırsam yok olursun, rüzgâr seni alır götürür ama burada, altın kafesimde, seni hep yanımda tutabilirim.’ der, yine. Ancak bir gece, kız sarayın sessiz koridorlarında adım adım ilerler ve bülbülün kafesini açar. Bülbül, kanatlarını çırparak karanlığa doğru uçar. Kız, bülbülü serbest bırakmış olsa da kendisi hâlâ altın kafesin içinde kalır.”
“Ötme bülbül yarim hasta aman
Ötme bülbül yarim hasta aman
Ah neyleyim şu gönlüme
Hasret kaldım sevdiğime”
Osman, Cemile’ye bakakaldığında yüreğindeki sızı ele avuca sığamadı, gözlerine yansıdı. Haklısın, diyemedi.
“Rize yolcusu kalmasın!”
Cemile, dudaklarındaki tebessümü kaybedip arabadan indiğinde Osman, hiçbir şey yapamadan arabada öyle kaldı. Ne gitme diyebildi ne de peşinden gidebildi.
“Bülbülleri har ağlatır aman
Bülbülleri har ağlatır aman
Aşıkları yar ağlatır
Aşıkları yar ağlatır”
“Ağlama, sakın ağlama Osman.” diye kendine telkin verdiğinde dişlerini sıktı ve yutkunmaya çalıştı. O yumru, bir kor oldu boğazını dağlayarak geçip gitti. Bıraktı, bülbül uçtu. Özgürlüğe gitti, otobüs kalktı.
Cemile, özgür bir bülbül gibi uçtu.
Osman, kafeste kaldı.
“Ben sana aldanamam yarim, ben sana dayanamam
Ben sana aldanamam yarim, ben sana dayanamam”
Diğer yandan Lara ve Caner, kollarına girdiği adam ile birlikte askeriyeye girdiğinde onları Barkın Koral karşıladı. Ellerini kemerinin yanlarına koymuş ve gururla onlara bakıyordu. Yanında duran askerlere çenesiyle komut verdiğinde Caner’in ve Lara’nın elindeki Hassan Şabi’yi alıp sorgu odasına götürdüler.
“Çok iyi bir iş başardınız Lara ve Caner. Artık biraz dinlenin ve daha sonra yanıma gelin.”
Lara ve Caner, sertçe ayaklarını sağ ayaklarının yanlarına vurup Barkın’ın yanından ayrılırlarken Barkın, ellerini cebine sokup götürülen Hassan Şabi’nin peşine takıldı. Lara ve Caner birbirinden zıt yönlere dağıldı. Lara, ağlamaktan şişmiş gözlerini kırpıştırdığında odasına girdi ve kapıyı kapattı. Kapı, çok geçmeden aralandığında arkasına dönüp gelene baktı.
“Lara, Artvin’e mi gittiniz?” diye soran Kartal ile birlikte alt dudağının titremesine engel olamadı. Kartal, ikizinin ağlayacağını anladığı an ellerini iki yana açtı ve iki adımda karşısına geçti, sarıldı. Lara, gözünden akan yaşlarla Kartal’ın yakasına sarılıp yüzünü göğsüne yasladı.
“Lara.” diye mırıldandı, Kartal.
Lara, içli içli hıçkırarak ağladı. Kartal, Lara’nın başına çenesini yasladığında gözlerinin dolmasını engellemedi. Yüreklerindeki acı birbirine karıştı. Kartal, Lara’ya ağladı, Lara ise özgür bıraktığı bülbülüne.
Caner, sert adımlarla odasında bir sağa bir sola volta atarken zihnindeki o kelimeleri bir türlü silip atamıyordu. Yüreğine düşmüş aşka ‘Söylediği sözleri onun kulağı duyuyor muydu?’, diye sordu kendine. ‘Duymasa söylemezdi.’, dedi yine kendine ve yatağa çöktü. Çaresizlikle dizlerini sıvadı ve bakışlarını yere çevirdi.
“Mete, sen ne çekmişsin?”
Dizlerindeki bir eli kalbinin üzerine gitti. Meğer ikizi neler çekmiş, sevdasının peşine? Düşündü, durdu bunu kendince Caner. ‘Bencillik yapayım, gideyim yapışayım yakasına.’ diye söylendi ama yapamazdı. ‘Daha çok kaybederim.’ dedi. Kalbindeki yaslı eli yavaşça düştüğünde nefes alamadı ve ayağa kalktı.
“Nasıl istiyorsa öyle olsun.” dedi ve odadan bir hışımla çıktı. Adımları babasının odasına ilerlerken ona doğru yaklaşan Barış, sinirli oluşunu fark etti. Hızla Caner’e yetişip koluna girdiğinde Caner, çatık kaşlarıyla bir koluna bir de Barış’a baktı.
“Hayırdır?” diye tısladı, Caner.
Barış, gözlerini devirip Caner’in kolunu bıraktı.
“Hayırdır, atarlıyız?” dediğinde Caner, Barış’ın yanından geçmek için hareketlendi. Barış, kaşlarını çatıp sinirle Caner’in önünü kesti.
“Hop, ateşle yaklaşma ibaresi tam senin için yazılmış Caner. Ne bu şiddet, bu celal?” diye sorguladığında Caner, oflayarak Barış’a baktı.
“Barış elini ben kırmadan çek koçum hadi, hadi!”
Barış, Caner’in sinirlenmesine daha çok gülesi geldi ve güldü. Caner’in siniri, karşısında gülen adamla daha da zıpladı.
“Ne gülüyon lan sikik?”
Barış, gürültülü bir şekilde kahkaha attığında yanından geçen askerlerin onu izlediğini fark etti Caner. Elini askerlere kaldırıp bir şey diyecekken askerler koşarak kaçtı. Barış, Caner’in kolundan sürüklerken bir elini saçlarına götürdü.
“Gel evladım gel, ben vereceğim senin ilacını.”
Caner, Barış’ın saçlarını okşayan elini uzaklaştırmak için elini havaya kaldırdı ama ne uzanabildi ne de Barış elini çekti. Birlikte askeriyeden çıktıklarında adımları Barış’ın aklındaki yere doğru ilerledi. Meyhaneden içeriye girdiklerinde Barış, köşede demlenen Osman’ı fark etti.
“Hayda, hepiniz bugünü mü buldunuz amına koyayım?” diye söylendiğinde Caner, kolunu Barış’ın elinden kurtarıp Osman’a doğru ilerledi. Osman, gelen kişileri gördüğünde gözlerini kırpıştırdı.
“Oo, hoş geldiniz tim nerede?” dedi, Osman. Sesi hafif kaymıştı ama bakışları sağlamdı. Barış ve Caner sandalyeye çökerken Barış, elini kaldırdı ve eliyle şişeyi gösterdi. Garson, elinde bir 70’lik ve dört bardakla gelirken Barış, hızla kaptı ve bardaklara servis yapıp ilacını Caner’e verdi. Caner, elini bardağa uzatıp tuttuğunda içmedi ve bekledi.
“Anlatın bakalım, ne oldu?”
Caner, konuşmak yerine bardağı dudaklarına kaldırdı ve fondip yaptı. Şişeyi alıp bardağını doldurduğunda Barış, elini çenesine koydu, sessizce Osman ile Caner’i izledi.
“Anlaşıldı, demlenmeden olmayacak.” dedi ve bardağından bir yudum aldı.
“Kaç kadeh kırıldı sarhoş gönlümde
Bir türlü kendimi avutamadım
Kaç kadeh kırıldı sarhoş gönlümde
Bir türlü kendimi avutamadım”
Bir şişe bitti, diğeri devrildi. Her cümle boğazlarda, yankısı ise bardağın kenarında kaldı. Barış, yanındaki boş sandalyenin sırtına kolunu dayamış ve Caner ile Osman’ı izlemeyi hiç bırakmamıştı. İkisinin de aşk acısı çektiğini biliyordu. ‘Allah’tan.’ dedi. ‘Allah’tan ben bu yolları aştım.’
Aklına gelen sima ile rakı bardağını dudaklarına yaklaştırdı. Dudaklarında oluşan tebessümün arasından yudumladı rakısını. Sevdiği seviyordu, üstüne de Alev’de kabullenmişti. Daha ne isterdi ki Barış?
Mutlu olmaktan başka…
Elindeki bardağı bitirdiğinde kollarını göğsünde bağladı, Caner ve Osman’a baktı.
“Evet, sizi dinliyorum?” diye sorguladığında Caner, hıçkırarak elindeki bardağı masaya bıraktı. İçi kan ağlıyordu ama gözlerinde bir doluluk yoktu. İşaret parmağını masaya yaslayıp yutkundu ve kafasını sola eğdi.
“Beni sevme dedi. Kaç benden dedi.” dedi, sarsakça. Dili zar zor dönmüştü, Barış güçlükle anladı. Bakışları Osman’a döndü. Osman, kafasını iki yana salladı. Caner’den biraz daha iyiydi.
“Bülbülüm, beni altın kafeste bıraktı.” dedi ve ardından o da hıçkırdı. Barış, gergince yanağının içini dişledi. Bu adamlar hem kör kütük sarhoş olmuşlardı hem de kör kütük aşık. Nasıl götüreceğini düşünürken telefonuna sarıldı ve Mete’yi aradı. Birinci çalışta açılmadı, ikincisinde de açılmadı. Mete’ye içinden güzel(!) sözler geçirirken diğer seçenekleri düşündü. Kubilay ile uğraşamazdı. Mücahit ve Deniz, gelmezdi. Ona, onu reddedemeyecek birisi lazımdı.
Aklına gelen numarayı hızla tuşladı, konumu gönderdi ve kulağına yasladı.
“Alo?”
“Alo, durum acil. Gönderdiğim konuma gelir misin?”
“Teçhizat?”
Gülerek Osman ve Caner’e baktı.
“Araba ile gelsen yeter.” dedi ve telefonu kapatıp cebine koydu. Osman ve Caner, bir anda birbirlerine bakarak gülmeye başladığında başını iki yana salladı. Sabırsız bir şekilde bakışlarını kapıya çevirdi. ‘Allah’tan askeriye buraya yakın.’ diye söylenirken kapıdan içeriye Kartal girdi. Barış, mahcup bir şekilde ayağa kalkıp Kartal’ı karşıladı.
“Bunu borcum olarak say. Yalnız götüremezdim.”
Kartal, elleri cebinde Osman ve Caner’e baktı. Caner’e bakan bakışları bir tık fazla kaldı. Barış, bunu fark ettiğinde ellerini çırptı ve Osman’ın yanına geçti.
“Bunları bu şekilde askeriyeye götürmeyi düşünmüyorsun, değil mi?” diye sordu Kartal, Barış ise kafasını iki yana salladı.
“Çöpe atacağım Kartal. Oğlum, şunları buradan bir çıkaralım, bulacağım bir hâl çaresini!”
Kartal, gülerek yürüdü ama Caner’in arkasında durdu. Caner’in kolunu kaldırdığında Caner, gülerek ona baktı ama bir anda soldu. ‘Kayınço.’ diye söylendi içinden. Bu şekilde rezil olmamak için elini Kartal’ın eline koydu ve hafifçe ittirdi.
“Ben kalkarım.”
Kartal, ellerini havaya kaldırdı ve Caner’in kalkmasını bekledi. Caner, ellerini masaya vurarak yaslandı ve ayağa kalktı. Bir adım atmasıyla Kartal’ın kucağına düştü. Kartal, adını yansıtan kollarını kanat misali açtı ve Caner’i tuttu. Caner, sarhoş kafayla Kartal’a bakarak 32 diş gülümsedi. Kartal, gözlerini devirip Caner’i sıkıca kavradı. Hep birlikte meyhaneden çıktıklarında dışarıda bekleyen Lara’yı gördü Caner. Dudaklarındaki gülümseme yerle bir oldu. Gözleri yere düştü.
“Lara, kapıları aç.” diye tısladı Kartal. ‘Ellerimin arasındaki adama mı yansam yoksa, bu adamın ikizimin kalbini dağladığına mı yansam?’ diye düşündü. Lara, arabanın dört kapısına da açıp kenara çekildiğinde Kartal ve Barış iki yandan Caner ve Osman’ı yatırdı. Barış, Osman’ın tarafındaki kapıyı kapatıp Kartal’a baktığında kenardan geçen taksiyi durdurdu.
“Kartal, siz arabayla lojmanlara geçin Lara biliyor yerini. Bende hemen arkanızdayım.”
İki araba askeri lojmana geçtiklerinde Barış, taksiye ücretini ödeyip taksiden indi. Osman’ın olduğu tarafı açıp çıkartırken Kartal’da Caner’i çıkarttı. Barış, anahtarları girişten alıp birini Lara’ya verdi.
“Koridorun sonu.”
Kartal, bir eliyle Caner’i tutmaya çalışırken Barış, Osman ile başa çıkmaya çalışıyordu.
“Kartal, iki dakika yardım et. Osman, merdivenlerden çıkarken düşüp ölecek amına koyayım!”
Kartal, tuttuğu Caner’i Lara’ya verecekti ama son anda vazgeçti. Duvara yaslayıp bıraktığında koşarak merdivenleri tırmanmaya çalışan Barış’a destek verdi. Lara’nın bakışları Caner’e çevrilirken gözlerini devirdi ve Caner’in bileğini tutmak için elini uzattı ama Caner, bileğini ondan çekti.
“Gerek yok, ben kendim giderim.” dedi ve Lara’nın elinden anahtarı aldı. Elini duvara yaslayıp yürümeye başladığında başı döndü ve sırtını duvara yasladı. Lara, yıkılacağını anladığında Caner’in beline sarıldı ve kolunu omzuna attı.
“Ben kendim gider.” derken Lara’yla birlikte öne yalpalayacaklardı ama yeniden duvara tutundu.
“Gidersin, gidersin. Sen bu kafayla fizana bile gidersin.” diye çemkirdi Lara ve daha sıkı sarıldı Caner’in beline. Kapının önüne geldiklerinde Caner’den aldığı anahtarı deliğe soktu ve kapıyı araladı. Caner, tutunacak bir yer ararken eli kapıya yaslandı. Lara ile birlikte içeriye yalpaladıklarında Lara, Caner’i yere düşmesi için bıraktı. Caner, gülerek yere kıvrıldığında Lara, kafasını iki yana salladı. Gitmek için arkasına döndü ama gidemedi. Kapıyı kapattığı sırada Kartal ve Barış, merdivenlerden indi. Bakışları koridorda gezinirken Kartal, Lara’yı göremedi. ‘Dışarıya çıkmıştır.’ diye söylenip Barış ile dışarıya yürüdüğünde aracın yürüdüğünü fark etti. Gözleri kısılırken kar maskeli yüzün ona döndüğünü gördü.
“Kartal, bu arabadakiler?”
“Lan, araba gidiyor!” diyerek giden arabanın arkasından koşmaya başladılar. Kartal o an ikizini bile unutarak devlet malını kurtarmak için koştu.
Lara, Caner’in koltuk altlarına sarılıp yukarıya kaldırmaya çalıştı ama ıkınarak durdu. ‘Bu adam ne yemişti de böyle olmuştu?’ diye söylendiği sırada Caner, yerden kalkmak için hareketlenmeye çalıştı. Lara, yeniden tüm gücüyle koluna asılıp kaldırmaya çalıştığında dişlerini sıktı. Ayı gibiydi Caner’in bedeni ve ne yaparsa yapsın kalkıyordu. Kendini iyice kastığında Caner, kaşlarını çattı ve ne olduğunu bir an için unutup ayağa kalktı. Lara, hafifleyen bedenle geriye doğru düşecekken Caner’in yakasını kavradı.
‘Yıkılmaz,’ diye düşündü ama Caner, bir anda çekilerek kızın bedenine yapıştı. Lara bir adım geriye gittiğinde baldırları yatağa çarptı. Gözlerini kapattığında üzerindeki ağırlığı hissetti.
“Caner, Caner kalk!” diye bağırdı kulağının dibinde. Caner, ellerini kızın iki yanına koyup kalkmaya çalıştı ama bir kez daha düştü. Lara, onu yana atmaya çalışırken dizi Caner’in hassas noktasına çarptı. Caner, kendini inleyerek yana attığında eli malum yerini tutuyordu. Lara, ne yaptığını anlamışçasına çekinerek acı içinde olan Caner’e baktı.
“Caner, iyi misin?”
Caner, işaret parmağını acıyla Lara’ya çevirdi.
“Sayende çocuğum olmayacak. Sorumluluğunu al!” diye bağırdı ve ardından gözlerini kapatıp ağrıyan yere elini bastırdı. Lara’nın yüzü sıcaklamaya başlamıştı ve ne yapacağını bilemedi. ‘Bu konularda ne yapılır?’ diye düşünerek eline köşede duran sürahiyi aldı ve Caner’in yüzüne serpti.
“LARA!”
Caner’in gür sesi odada yankılanırken elindeki sürahiyi yerine koydu. Caner, biraz daha Lara’nın sayesinde kendine gelmeye başlıyordu. Acıyla elini Lara’nın bileğine koydu ve dişlerini sıktı.
“Senin benim canıma kastın mı var?” diye bağırdığında Lara, yutkundu. Caner, kadının dolan gözlerini gördüğünde dilindeki cümleleri yuttu ama birkaçı firar etti.
“Ağlama.”
Lara hıçkırığını tutamadığında Caner, elini Lara’nın bileğinden çekti.
“Sikeyim ağlama!” diye kükrediğinde Lara, dolu gözlerine rağmen inatla Caner’e baktı.
“Bağırma bana!”
Caner, dişlerini sıkıp Lara’nın yüzüne eğildi.
“Ağlama lan o zaman!” diye kükrediğinde Lara, elini kaldırdı ve Caner’in yanağına, sert olduğunu düşündüğü bir tokat attı. Odada yankılanan ‘şak’ sesi ile Caner’in yüzü sağa düşerken Lara, Caner’in sertleşen çehresini izledi. Caner, birkaç kere dişlerini sıkıp gevşettiğinde burnundan nefes alıp verdi. Dikleşip yüzünü Lara’ya çevirdi ve ellerini kadının yanağına koydu. Lara, “Ne yapıyorsun?” demeye kalmadan dudaklarına yaslanan dudaklarla sustu. Elleri Caner’in omuzlarına birer yumrukla inerken Caner, dudaklarını kadının dudaklarından ayırıp gözlerine baktı.
“İnat ise inat, bırakmıyorum.” dedi ve yeniden Lara’nın dudaklarına yaslandı. Lara’nın elleri Caner’in omuzlarında kalırken gözlerini kapattı. ‘Sarhoş, yarın hatırlamayacak bile.’ diye düşünüp karşılık verdi. Caner ise ‘Sarhoş olduğumu ve unutacağımı düşünüyor.’ dedi. Buna kendilerini inandırdılar ama ne Caner ne de Lara, burada olan şeyi kolay kolay unutmayacaktı.
Aralarındaki o sevda ateşi, dudaklarının arasındaki nefeslerde harlandı. Birbirlerinin ellerine sarılan parmaklar okşadı açtıkları yaraları. Bedenleri yatağa devrildiklerinde Caner, alnını Lara’nın alnına yaslayarak nefeslendi.
“Nympha.”
Lara, Caner’in mırıldandığı sözcük ile şaşırarak baktığında Caner’in gözlerinin kapandığını gördü. Lara, tüm gece boyunca hiç uyumadı ve yalnızca o sözcüğü düşündü. Anlamının su perisi demek olduğunu biliyordu. İçi acıyla dolarken uyuyan Caner’i izledi. Sabaha karşı Caner’i yanından kalktı ve odadan çıktı. Askeriyeye gidemem diye düşündü, Kartal’a bir açıklama yapması gerekti. Adımları lojmanın kapısına ilerlerken zihninde düşündüğü yere gitti.
17 Ocak 2022 / Şırnak
Lara Akman, Ağzından
Aşk, bencilliği sever ama sonuçlarını göremez.
Bir varmış, bir yokmuş. Küçük bir kasabanın sahilinde bir kaptan ve bir gümrük memuru yaşarmış. Rüzgâr bir kaptanmış fakat Deniz ise adını taşımayan bir kızmış. Denizden çok korkarmış ama bir o kadar da severmiş. O yüzden o da gümrükte çalışmaya başlamış. Gelen giden bütün yatların ve gemilerin giriş çıkışlarını o yaparmış.
Bir gün fırtına çıkmış ve Rüzgâr, denizin ortasında kalmış. Deniz’de fırtına çıktığı gün nöbetçiymiş. Telsizden gelen yardım çağrısını duyduğunda tek başına, fırtınaya rağmen denize açılmış. Fırtınayla imtihanı Rüzgar’ın yatına vardığında sona ermiş. Bir tarafta sahil güvenlik yatı, diğer tarafta da Rüzgar’ın kullandığı yat varmış. Deniz, elini kaldırıp Rüzgar’a uzattığında Rüzgâr, kızın elini tutup bir anda kendine doğru çekmiş.
Deniz, denize düşeceğinden korktuğu için Rüzgar’a sıkıca sarılmış. Rüzgâr, onu güverteye bıraktığında Deniz, hâlâ onu tutmaya devam ediyormuş. Rüzgâr, ‘Adı Deniz olan biri neden korkar denizden?’ diye sorduğunda Deniz, ‘Çünkü deniz sevdiklerimi aldı.’ diye cevaplamış.
Rüzgâr, kızın elini bırakıp sahil güvenlik yatına atlamış ve kızın gelmesi için elini uzatmış. O sırada güçlü bir fırtına daha vurmuş. Göz gözü görmeyecek kadar sis kapladığında Deniz, yat ile denize gömülmüş. Rüzgâr, yaptığı hata yüzünden kendini her zaman suçlamış ve karaya vardığında bir daha hiç denize açılmamış.
Deniz, artık gerçekten bir deniz olmuş. Onunla birlikte batan Nympha isimli yat, gecenin karanlığını çalan denizi her gece aydınlatmış. Her sene, aynı gün batan o Nympha, bir süre sonra çıkarılıp, tamir edildikten sonra denize geri indirilirmiş. Böylece Deniz’in ruhu yaşamaya devam edermiş.
Her masal, mutlu sonla bitmez. Bencillikle mutlu sona sürüklenmek isteyenlerin sonu ise annemin bana yıllar önce anlattığı masala döner. Eğer o fırtınada Rüzgâr, Deniz’in elini tutup çekmeseydi o gece Nympha yine batacaktı ama Deniz ölmeyecekti.
Bu masalda Caner, Deniz’di.
Aramızdaki aşkın adı Rüzgâr, ben ise Nympha yani, su perisiydim.
Caner’e karşılık vermemeliydim, onu çekmemeliydim, orada bırakıp gitmeliydim. Bile isteye çektim, karşılık verdim ve gidemedim. Benim hissettiklerimin onun kafasını karıştırmasına müsaade etmemeliydim ama yaptım. Önümüzde büyük bir fırtına vardı ve batan yine ben olacaktım.
Eyşan’ın evinin önünde durakladığımda zili çalıp çalmamak arasında gidip geldim. Askeriyeye gidip Kartal’a nerede olduğumu söylemek istemiyordum. Titreyen elimi kaldırarak zile dokunduğumda bir adım geri çekildim ve ellerimi ceplerime soktum. Kapı sakince açıldı. Mete’nin yüzünü görünce hızla yere baktım.
Bir süre mavi göz görmek istemiyordum.
Caner’i hatırlatacak hiçbir şey, görmek istemiyordum.
“İçeriye girebilir miyim?”
Sesim titremişti, lanet olsun.
“Gel Lara.”
Mete, kenara çekildiğinde koltukta oturan Eyşan ile göz göze geldim. Alt dudağımın titremesine engel olamadığımda kaşlarını çattı ve yavaşça ayağa kalktı.
“Lara?”
İçimdeki acı geçmiyordu.
“Eyşan!”
Ona doğru üç adım atıp yavaşça sarıldığında kolları hızlıca belimi sarmaladı.
“Ne oldu, birisine bir şey mi oldu?” diye sorduğunda kafamı iki yana salladım. Eyşan, belimdeki bir elini çekip saçlarımı okşamaya başladığında kapının kapandığını işittim. Eyşan, omuzlarımı kavrayıp beni kendinde biraz uzaklaştırdı. Parmakları yanağımı bulurken kaşları havaya yükseldi.
“Neyin var Lara?” deyip koltuğa çektiğinde benimle birlikte oturdu. Hüzünle kafamı iki yana sallarken gözyaşlarım parmaklarına düştü.
“Ben, ben sevdikleri hep kaybediyorum ve bu yüzden sevmekten korkuyorum.”
Hıçkırdım, delicesine hıçkırdım. Eyşan, bana sıkıca sarıldığında yüzümü omzuna gömdüm ve biraz daha hıçkırdım. Gözyaşlarım üzerindeki tişörtü ıslattı. Eyşan, yarası olmasına rağmen geri çekilmedi. Bir eli hep saçlarımı okşadı. Beni dizlerine yatırdığında bir bebek misali dizlerimi kendime çekip, küçülebildiğim kadar küçüldüm. Acım, içeride kaldı. Gözyaşlarım ise Eyşan’ın dizlerinde.
“Hangimiz sevdiklerimizi kaybetmedik ki Lara?” dediğinde hıçkırıklarım, iç çekişlere döndü.
“Aynı sofrada yemek yediğimiz, birlikte gülüp kahkaha attığımız o arkadaşlarımız, gözlerimizin önünde vurulmadılar mı?”
Eyşan, saçlarımı yeniden okşamaya başladığında gözlerimi boşluğa diktim.
“Evin içinde anılarımızı paylaştığımız o insanlar, ailelerimiz.” dediğinde sesi titredi ama hemen devam etti. “Ellerimizle gömmedik mi?”
Derin bir nefes aldı ve bir süre sessiz kaldı. Hafifçe dizlerinden doğrulduğumda bacaklarımı birbirine çekip kollarımı etrafına bağladığımda Eyşan, gözlerindeki yaşı silip bana baktı.
“Sevmekten korkma, bir gün kaybedeceğini bile bile. En azından.” deyip hıçkırdığında ellerini dudaklarının üzerine bastırdı ve bakışlarını vitrindeki fotoğraflara çevirdi. Titrek bir nefes aldı. Gözlerinden dökülen yaşlar, dudaklarına yaslı elinin üzerinde kaldı. Birkaç saniye sonra kafasını iki yana sallayıp elini yüzünden çekip bana baktı. Ellerini bacağımın etrafına saran kollarımın üzerine yasladığında bana döndü.
“Keşke dememek için korkma Lara. Bu hayatta kendine verdiğin en kötü ders keşke demektir. Vaktin varken yaşa, sev, koru, kolla. Örnek arıyorsan Mete’ye bak.” dediğinde yüzümü buruşturdum. Caner’in gözlerinde gördüğüm Mete, Caner’in anlattıklarıyla eş değerdi.
“Mete’nin, bir gün öleceğimi bile bile beni sevmekten vazgeçmeyişini izle. Askeriz kızım biz, asker. Asker, âşık olur mu?” diye söylendiğinde gözlerinin içine baktım. Eyşan kafasını salladığında kafamı iki yana salladım.
“Lara asker âşık olur. Bir insanı sevemeyen, korumaktan korkan vatanı sevemez, toprağını koruyamaz. Kendine dermanı olmayan, vatan için hiçbir mücadele veremez.”
Eyşan, haklıydı ama benim gücüm yoktu. Verdiğim her kayıp gücümün bitmesine yol açıyordu.
“Ben, benim gücüm yok ama?”
Eyşan, dudaklarında buruk bir tebessüm ile beni izledi.
“Hâlâ ağlayabiliyorsan gücün var demektir. Çünkü sen, alelade bir şey için ağlamıyorsun, bir insan için ağlıyorsun.” dedi ve elini kalbimin üzerine koydu. “Güç burada değildir-işaret parmağını şakağıma koydu- buradadır.”
Parmağını şakağımdan çektikten sonra yanındaki vitrinden bir çerçeve aldı ve bana çevirdi. Küçük bir kız çocuğu, yanında bir erkek çocuk, iki yanlarında ise anne ve babası olduğunu tahmin ettiğim insanlar vardı.
“Bu fotoğraf çekildiği gün Osman ile Rize’den, Şırnak’a getirilmiştim. O gün, Caner ve Mete’nin annesi şehit olmuş. Ailem depar atarak ölüme giderken bizi hiç yanlarından ayırmamışlar. Osman, annesini nadiren, o da Asiye yengem gelirse görebiliyordu. Asiye yengem, öleceğini bile bile ne Osman’ı görmekten vazgeçti ne de gelmekten.”
Eyşan, çerçeveyi yerine koyup bana döndüğünde ellerimi omuzlarıma koyup sıvazladı.
“Caner için yaptığın şeyi hatırla. Gücü olmayan hiç kimse, idam sehpasında olan birini kolayca alamaz. O gün nasıl savaştıysan yine öyle savaş.” dedi ve kafasını salladı.
“Bir gün kaybedeceğini bile bile.”
Eyşan’ın bütün söyledikleri yüreğimi rahatlatmıştı ama aklımda hâlâ sorular vardı. Dilime ulaşmayan, boğazımı tırmalayan, ruhumu çelen düşüncelerim ağırlıklıydı. Omuzlarımda birikmişlerdi ve taşımam zordu.
“Ay valla ağzım dilim kurudu Lara. Kalk, bir çay koy.”
İstemsizce kıkırdadığımda kollarımı bacaklarımın etrafından çözdüm ve ayağa kalktım.
“Aç mısın?” diye yeniden sorduğunda kafamı belli belirsiz salladım. Oturduğu yerden kalkmak için elini uzattığında sıkıca tuttum ve kalkmasına yardımcı oldum. Birlikte açık mutfağa ilerlediğimizde elimi bıraktı ve buzdolabını açtı. Dört tane yumurta alıp bana uzattığında tuttum.
“Bir avuç sevgi.”
Kurduğu cümleyle gülmeye başladığımda elimdeki yumurtaları tezgâha bıraktım. Geriye döndüğümde elindeki sucuğu uzattı.
“Birkaç dilim aşk.”
Yanağım gülmekten gerilirken sucuğu da kenara koyup Eyşan’a döndüm. Elindeki hellim peynirine baktım.
“Ve bir tutam gözyaşı aa hellim lan bu.” dedi ve dolaptan kaşarı alıp bana verdi. “Bir tutam yapışkan gözyaşı.”
Kendimi tutamayıp kahkaha atmaya başladığımda dolabı kapattı ve ellerini sürttü.
“Hadi, açım aç, aç.” diye bağırıp gülmeye başladığında birlikte hazırlamaya başladık. İşte o an anladım ki korkmayacaktım. Üzüldükten sonra gülmekten, kaçtıktan sonra da sevmekten vazgeçmeyecektim.
Yazar, Ağzından
Mete, eli ceplerinde askeriyeye yolunu tutarken yoldan geçen korna sesiyle durmak zorunda kaldı. Kaşlarını çatıp arabaya baktığında gördüğü Barış ile kaşlarını yukarıya kaldırdı.
“Atla badi.”
Barış, elini arabanın dış kapısına koyarken Mete, arka kapıyı açıp bindi. Barış, iki kere arabanın kapısına vururken Mete, arabayı süren Kartal’a baktı.
“Siz nereye gidiyorsunuz?” diye sorguladığında Barış, emniyet kemerinin izin verdiği kadar Mete’ye baktı.
“Sorma, başımıza neler geldi?”
Mete, göz ucuyla Kartal’a baktığı sırada araba bir anda ani frenle durdu. Mete, elini önündeki koltuğa yaslayıp öne uçmaktan son anda yırtarken Kartal’a baktı.
“Lan, Lara’yı unuttuk. Askeriyeye gitmiş midir?”
Mete, bir anlık düşünmesinin sonucunda hızla kendini toparladı.
“Eyşan’da kaldı dün gece yarısı.” dediğinde Kartal, derin bir nefes verdi. Sorgulamadan arabayı çalıştırdığında Mete, Barış’a baktı.
“Dün gece ne oldu?” diye sorduğunda Barış, yine Mete’ye döndü.
“Caner’in kafası bozuktu bizde içmeye gittik. Osman’ı da içerken görünce götü başı dağıttı. Seni aradım iki kere açmadın bende Kartal’ı çağırdım. Hep birlikte askeri lojmana geçtik. Caner ile Osman’ı yatırıp tam lojmandan çıktık bir baktık araba gidiyor.” dedikten sonra hızla nefes aldı Barış ve anlatmaya devam etti. “Arabanın peşinden koşup, alt mahalleyi geçerken polis arabasını durdurup arabanın peşinden bu sefer polisle gitmeye başladık. Allah’tan adamlar polisleri görünce arabayı durdurup teslim oldular.”
Mete, kahkaha atarak Barış’a baktılar.
“Yoksa Alparslan Çakır, araba niyetine sizi bakıma sokardı.” diye söylendi, Mete. Barış, Mete’ye bakıp gözlerini kıstı.
“Bakıma mı? Egzozu götümüze sokar, üzerimize binip askeriyede osurtarak koştururdu.”
Barış’ın dediğiyle Kartal ve Mete daha çok gülmekten yarılırlarken askeriyeden içeriye giriş yaptılar. Arabadan indiklerinde Barış, iki kere arabaya vurup aynasından öptü ve hohlayıp koluyla sildi. Mete, elini Barış’ın ensesine vurduğunda Barış, doğruldu ve Mete’nin arkasından tekme attı. Mete, Barış’ın hamlesinden hızla kaçtı.
“Askeriyedeyiz, koşturtma kendini.”
Barış, kafasını sallayıp yürümeye başladığında gelen kişileri gördü.
“Uyanabilmişler mi bunlar ya?” dediği sıra Mete ve Kartal’da gelen kişileri gördü. Kartal, hiç kimseye bir şey demeden binaya girdiğinde Caner ve Osman, Barış ve Mete’ye yaklaştı. Mete, havayı koklayıp burnunun önünde elini salladı.
“Çakmak çaksam patlayacaksınız, yürüyün gidin duş alın.” diye bağırdığında Osman ve Caner, kol kola binaya ilerlediler. Barış ve Mete, peşlerinden ilerleyip üzerlerini değiştirmek için odalara dağıldıklarında Mete, Caner’e baktı ve havlusunu fırlattı.
“Kendine geldiğinde biraz konuşalım Caner.”
Caner, kafasını salladı ama konuşacak hiçbir şey kalmamıştı. Caner, boynu bükük duşa girerken Mete, üzerine kamuflajını geçirip odadan çıktı. Odaya ilerlerken karşıdan gelen babasını fark etti. Sol ayağını sağ ayağının yanına sertçe vurup durdu. Alparslan albay, ellerini palaskasına koyup oğluna baktı.
“Günaydın albayım.”
Alparslan Çakır, oğlunun mavi gözlerine baktı. Birkaç gün önce soluk bu gözler, şimdi mutluluktan parıldıyordu. Kafasını eğip kaldırdı ve bıyık altından gülümsedi.
“Günaydın M.M.Ç.” dedi ve yanından yürüyüp gitti. Mete’de yürüyüp kendi odasına girdiğinde masasına çekildi ve sandalyeye oturdu. Kenarda biriken dosyaları biraz kendine yaklaştırıp bir dosyayı önüne aldı. Okudu, okudu, sayfayı değiştirdi yine okudu ama bir türlü okuduğunu anlamadı. Sıkıntıyla elindeki dosyayı kapatıp arkasına yaslandı.
Aklı Caner’de, ruhu Eyşan’da kalmıştı. Eli cebindeki telefona gitti ve çıkartıp ekrana baktı. Ekran kilidini kaydırıp gelen bildirimlere baktı.
İsmi Lazım Değil kişisinden 2 cevapsız arama.
Banka krediniz hazır mesajları.
TSK’dan 578 bildirim.
Gözlerini devirerek bildirim çubuklarını sola doğru kaydırdı ve aklına gelen fikirle gülümsedi. Telefonun WhatsApp’ını açıp en üste sabitlediği ama henüz hiçbir mesaj göndermediği isme tıkladı. Kamera simgesine tıklayıp telefonu havaya kaldırdı ve 32 diş gülümsedi. Gözünün kenarında beliren gamze ile birlikte orta tuşa bastı.
Dudaklarını hafifçe büzdü ama tebessümünü kaydetmedi. Parmakları ekranın klavyesinde gezindi ve mesajı gönderdi. Telefonun ekranını kapatmadan önüne koyup cevabın gelmesini bekledi.
O sırada Eyşan, gitmek üzere olan Lara’yı yolcu ettikten sonra koltuğa yayıldı ve televizyonu açtı. Eli yaptığı kahveye uzanırken telefonun yanan ekranına baktı. Eline alıp kilidi kaydırdı.
Mete Çakır kişisinden bir mesaj.
“İsmini bir ara değiştirmeliyim.” dedikten sonra gelen mesaja tıkladı. Fotoğrafın yüklenmesini beklerken altındaki yazıyı okudu.
Merak etme vatan emin ellerde.
Gördüğü mesajlarla kahkaha attığında fotoğraf açıldı. Bakışları fotoğrafta gezinirken dudaklarındaki tebessüm küçüldü. Fotoğrafa hayranlıkla bakarken gamzesini okşadı ekrandan. O da aklına gelen fikirle kamerayı açtı ve kendini çekip altına mesajını yazdı.
Mete, yukarıda beliren yazıyor ibaresiyle heyecanlanarak telefonu aldı ve arkasına yaslandı. Oturduğu sandalyede sağa sola dönerken gelen önce yazıyı gördü.
Telefon elindeyken mi koruyorsun yüzbaşı?
Okuduğu yazıyla gözlerini devirdi. Tam bir şey yazacaktı ki iletilen fotoğrafla durakladı. Eyşan’ın kızgın suratını görmesine rağmen bakışları yüzünün her bir noktasına dokundu. Ardından parmakları klavyede gezindi.
Eyşan, artık koltukta uzanmıyor ve televizyondan gelen sesi bile önemsemeden telefona bakıyordu. Bağdaş kurmuştu ve öylece gelecek olan mesajı bekliyordu. Mesaj düştüğünde yeniden gülümsedi.
Ne yapayım, özledim…
Parmakları telefonun klavyesi üzerinde kaldı, ne yazacağını bilemedi. Mete ise sabırla yazacağı mesajı bekledi. Üstten gelen yazıyor ibaresiyle alt dudağını gergince kavradı. Masaya eğilip dirseklerini yasladı. Mesaj gözlerinin önünde var olduğunda elini kalbine koyup geri yaslandı.
Bende…
Birkaç saniye sonra telefonu eline aldı ve gelen mesajı okuyup durdu. Ne Eyşan ne de Mete bir başka mesaj yazdı. Özlemlerini kalplerinden hissederek birisi dosyalara gömüldü diğeri de uzanıp televizyona öylece bakmaya devam etti.
Askeriyenin içinde dolanan Osman, öğle yemeği için yemekhaneye giden askerlerin arasından sıyrılarak bina dışına çıktı. Elleri ceplerinde öylece dolaşırken ruhsuz gibi hissediyordu. Kafeste kaldığı yetmemiş gibi bir de sevdaya gönlünü kaptırmıştı.
“Osman, Karadeniz’de gemilerin mi battı diyeceğim de gemin de yok amına koyayım? Ne bu suratının hali?” diye söylenen Deniz’e kafasını sallayıp yürümeye devam ederken Deniz, Osman’ın kolundan tutup durdurdu.
“Osman, sen iyi misin?”
Osman, oflayarak Deniz’e baktığında Deniz, Osman’a ne olduğunu anlamıştı. Fazla uzatmadan sessizce peşinden yürümeye devam etti. Birlikte banka oturduklarında Osman, sinirle Deniz’e baktı.
“Sülük müsün oğlum sen? Gidip yemek yesene?”
Deniz, sakince Osman’a baktığında dudaklarını araladı.
“Sen yemeden yemem.”
Osman, kafasını sola çevirip sabır çekti.
“Hasbinallah!” diye bağırıp Deniz’e döndü. “Karnımın bağı sende mi amına koyayım? Bi’ siktir git!”
Deniz, Osman’ın bu haline hiçbir şey demeden önüne döndüğünde sessizliği bozan Deniz’in karnının sesi oldu. Gürültüyle guruldadığında Osman, gözlerini kapatıp derin bir nefes verdi.
“Yürü başımın belası, yürü.” dedi ve ayağa kalkıp yemekhaneye doğru adımlamaya başladı. Deniz, gülümseyerek Osman’ın koluna girmeye çalışsa da Osman, izin vermedi. Birbirleriyle uğraşarak yemekhaneye girdiler ve sıraya girdiler. Kubilay ve Yonca, onları fark ettiklerinde yemek için beklediler. Herkes masalara yerleşirken Mete, elindeki tabldotu masanın yanına koyup kenardan sandalye çekti. Oturduğunda Caner, onun yanına oturdu.
Mete, “Neden odaya gelmedin?” diye sorduğunda Caner, kovanın içinden bir ekmek alıp çorbasına bölüp koymaya başladı. Mete, bakışlarını Caner’in tabldotundan çekmezken yanağının içini dişledi.
“Afiyet olsun.” diyerek içeri giren Akça Timi, yemeklerini alıp Güvercin Timi’nin oturduğu masaya doğru ilerlediklerinde Caner, elindeki kaşığı bir kez daha çorbasına daldırdı.
“Caner, çorbayla doyacak mısın?” diyen Barış’a baktı Caner.
“Yemeğini ye Barış.” dedi ve eline kaşığını alıp çorbasını içmeye başladı. Uzun masaya dizilmiş sofrada bir kasvet vardı. Kimseden başka bir söz çıkmazken yemeklerini yemeye başladılar. Hemen yanından, burnuna dolan kokuyla elindeki kaşık çorbanın içine düştü. Önündeki peçeteye uzanacakken Lara’nın uzattığı ele çarptı. Sandalyesinden sertçe kalktığında Caner, Mete elini masaya vurdu. Herkesin gözleri Mete’ye çevrildiğinde ayağa kalktı ve Caner’e baktı.
“Sofradan öyle kalkılmaz, böyle kalkılır. Tim kalk!”
Mete, fırtınaya dönen gözlerini kalkan tim üyelerinde gezdirip sol elini palaskasına koydu ve sağ elini sinirle havada gezdirdi.
“Hepiniz cezalısınız! Eğitim alanına gidip beni bekleyin.” diye bağırdı ve Caner’e bakıp yemekhaneden bir hışımla çıktı. Caner, yemekhanenin arka kapısını çarparak eğitim alanına ilerlerken Barış, kafasını iki yana salladı. Güvercin ve Akça Timi, üzerlerini değiştirip eğitim alanına geçtiklerinde tek sıra halinde dizildiler. Mete, üzerini değiştirmemiş ve bugün gerçekten onların canlarına okuyacaktı.
Mete, timlerin önünde durduğunda sert çehresiyle Caner’in önünde durdu.
“Sofraya hürmet etmeyen, yarın yiyecek ekmek bulamaz.” diye bağırdı ve ellerini arkasında bağlayıp birkaç adım geriledi.
“On beş tur koşu, başla!”
Mete, koşmaya başlayan time baktığında derin bir nefes aldı.
“Dediklerimi tekrar edin!” dedi ve sola doğru dönüp bir adım attı.
“Sof-ra-da bir a-ra-da!”
“SOF-RA-DA BİR A-RA-DA!”
“Pay-la-şı-rız ne var-sa!”
“PAY-LA-ŞI-RIZ NE VAR-SA!”
Mete, bu sefer sağa doğru dönüp bir adım attı. Timler hâlâ etrafında koşuyordu.
“Hoşgörü, saygı, sevgiyle!”
“HOŞGÖRÜ, SAYGI, SEVGİYLE!”
“Sonsuza kadar ma-sa-da!”
“SONSUZA KADAR MA-SA-DA!”
Mete, durup ellerini palaskasına koydu.
“Ye-dim, iç-tim afiyet olsun!”
“YE-DİM, İÇ-TİM AFİYET OLSUN!”
Bakışlarını koşan Caner’den ayırmadan etrafında döndü.
“Bu ce-za ba-na ders ol-sun!”
“BU CE-ZA BA-NA DERS OL-SUN!”
Mete, boğazı acıyana kadar aklından iki dakika da uydurduğu marşı on beş tur bitene kadar söyletti. Koşu sonunda kaşlarını çatıp soluklanan askerlere baktı.
“Durmak yok, şınav pozisyonu al!”
Herkes Mete’nin önünde şınav pozisyonu aldığında Mete, eğildi ve Caner’in sırtına oturdu. Kollarını göğsünde bağlayıp bakışlarını timde gezdirdi.
“Bir!” diye gürce bağırdığında aşağıya inip yükseldi.
“50 tane şınavdan sonra eğitim bitecek! Çek! İki!”
Bir daha alçalıp yükseldiğinde bakışlarını Caner’in kızaran ensesine çevirdi.
“Vatan için döktüğünüz terler, hiçbir zaman boşa gitmez! Çek! Üç!”
Mete, ağırlığını biraz daha verirken dizlerini kırdı ve Caner’in geniş sırtında bağdaş kurdu. Kolları yeniden göğsünde bağlanırken iyice Caner’in kulağına eğildi.
“Annemiz bize böyle mi öğretti Caner?” diye fısıldayıp geri doğruldu ama konumu bozmadı.
“Çek! Dört!”
Yeniden titreyerek alçalıp yükseldiğinde dişlerini sıktı.
“Dağda bir lokmaya hasret kalırsın, burada o sofradan kalkarsın!” dedi ve Caner’in sırtından inip ellerini arkasında bağladı ve timlerin önünde yürümeye başladı.
“Kimsiniz lan siz!” dedi ve durdu. Timler Mete’yi beklemeden şınav çekmeye devam ediyordu.
“Özel Tim Kuvvetlerinin nadide parçalarısınız! Sizin kardeşleriniz, sizi örnek alarak eğitimlerden geçiyor ama bir bordo bereli.” dedi ve Caner’in önünde durup eğildi. Caner, şınav çekmeye devam ederken Mete, ona bakarak devam etti. “Herkesin içinde rütbe saymadan, izin almadan sofradan kalkıyor!”
Mete, bir hışımla ayağa doğruldu ve gözlerini kapatıp açtı.
“Kalk!”
Herkes ayağa kalktığında Mete, kafasını iki yana sallayıp Caner’in önünde durdu. Birbirlerine olan bakışları herkesin zihnine kazındı. Caner, dolu gözlerle Mete’ye, Mete ise zamanında annesinin Caner’e baktığı gibi bakıyordu.
“Eğitim sofrada başlar Cenk.” dedi ve bir hışımla arkasına dönüp eğitim alanından ayrıldı. Caner, elleri yumruk bir şekilde eğitim alanından ağırca uzaklaşırken aklında sadece annesinin yüzü yansıyordu.
“Eğitim sofrada başlar Cenk.” diyen Hümeyra Çakır’ın sözleri kulağına ulaştığında gözlerinin önünde siyah noktalar uçuşmaya başladı. Barış, koşarak elini Caner’in omzuna koyarken arkasından gelen timlerde onları takip ediyordu. Caner, elini Barış’ın eline koyduğunda gözleri kapandı.
“Lan!”
Caner, Barış’ın gövdesinde yıkılırken ona endişeyle bakan Lara’dan habersizdi.
Mete Mert Çakır, Ağzından
İnsanın en büyük yarası, görünen değil içinde sakladığıdır. Kimseye söylemez, konuşamaz, anlatamaz. Yara, içinde büyür de büyür. En son gözlere yansır. Caner’in bir sıkıntısının olduğunu da ne yüzden olduğunu da gayet iyi biliyordum. İkizdik biz, yüreğinden ne geçiyorsa hissederdim. O benim nasıl yüreğimi görüp beni sakinleştirmek için çaba verdiyse bende vermek istedim ama beni dinlemedi.
O sofradan o şekilde kalkmayacaktı.
Odaya hızla girip kapıyı kapattım ve kendimi sandalyeye bıraktım. Üniformanın üstten üç düğmesini açıp derin bir nefes aldım. Köşede duran telefona uzanıp ahizeyi kaldırdım. Beyaz tuşa basıp kulağıma yasladım.
“Sıhhiye Ümit?”
“Caner, nasıl?”
“Sen nasıl, tabi ikiz hissi. Tansiyonu düşmüş, merak etme.”
Ahizeyi bir şey demeden kapatıp arkama yaslandım. Bunun ikiz hissiyle alakası yoktu.
“Çorbayla girilen eğitimden sonra bende bayılırdım.” diye telefona bağırdım. Sakinleşmeye çalışırken sandalyeyi pencereye doğru çevirdim. Bakışlarım gökyüzünde asılı kalırken burnumdan bir nefes verdim. Zihnimden binlerce düşünce anıları geçip giderken yüreğim, hüzünle her defasında kanıyordu.
“Ben köfte istiyorum.” diyen Caner’e annem sert bakışıyla karşılık verdi.
“Önüne ne konduysa onu yiyeceksin Cenk.”
Caner, elindeki kaşığı atıp sofradan kalktığında annem, Caner’i durdurdu ve ellerini yanaklarına yasladı.
“Oğlum, sofraya küsülmez. İyi bir asker ise asla yemek seçmez. Asker olduğunda dağda ya aç kalırsan?”
Caner, dudağını büzüp sofraya geri döndüğünde annem, attığı kaşığı aldı ve Caner’e geri uzattı.
“Eğitim, sofrada başlar Cenk.”
Ben, o dört kişilik masada iki tabak eksildiğinde, sofranın ne demek olduğunu anladım.
Ben, o dağın başında çantamdan çıkarttığım ekmeği bölüştüğümde, paylaşmanın ne demek olduğunu anladım.
Ben; her sofrada eksilip, yediğim yemeğin tadını alamadığımda, kaybetmenin ne demek olduğunu anladım.
Sofra, aile demektir. O dağın başında güçlükle yediğimiz o yemeklerin tadı hep bir başka olur ama öyle bir an gelir ki o dağda yenilen yemek, günü gelir başka bir sofrada boğazına oturur. Gözlerin dolar, acı çekersin. Bakışların masada gezinir o dağdaki insanları ararsın ama hiçbiri artık yoktur.
Caner, bunu anlamıyordu.
“Komutanım.”
Barış’ın sesiyle irkilerek ona döndüğümde Barış, gözlerini devirdi ve boğazını temizleyip masanın önündeki koltuğa oturdu. Yanaklarımdaki nemle şaşırıp ellerimi yüzümde gezdirdim ve boğazımı temizleyip dirseğimi masaya yasladım.
“Ne oldu Barış?”
Barış, elini havaya kaldırdı ve baş parmağını işaret parmağına bastırdı.
“Birkaç dakikalığına rütbeden çıkabilir miyiz?”
Buna ihtiyacım vardı. Kafamı salladığım an Barış, bana doğru döndü ve arkasına yaslandı.
“Bu kadarı fazla değil miydi?”
Gözlerimi devirip kurumuş dudaklarımı yaladım.
“Rütbeye anında dönebilirim.” dedim ve tek kaşımı inatla yukarıya kaldırdım. Barış, ellerini havaya kaldırdı ve sol kolunu masaya yasladı.
“Caner, çok kötü Mete. Derin bir aşk acısı çekiyor.”
Barış’ın cümlesiyle yutkundum ama tavrımı bozmadım.
“Barış, biz neyiz oğlum? Askeriz. Yarın ne olacağımız belli değil. Yarın ateş altına girsek Caner, bu kafayla gider mermiye kafa atar. Gel, benimle konuş diyorum. Haspam odama gelmeye tenezzül etmiyor.”
Barış, tam bir şey söyleyecekken elimi kaldırıp onu susturdum.
“Barış, aşk iki kişi arasında yaşanır. Bizler yalnızca vaaz veririz. O yüzden bırak, dertlerine kendileri derman bulsun.” dedim ve arkama yaslandım. “Bugün aşka dermanı olmayan; yarın, dün bastığı toprağı kaybettiğinde oturur ağlar.”
Barış, hiçbir şey demeden öylece bana baktığında yanağımın içinden bir et parçası kopardım ve dişlerimin arasında ezdim. Yine de ne olursa olsun Caner’i görmek istedim ve ellerimi masaya koyup derin bir nefes aldım. Ayağa kalktığımda Barış, kalkıp bana baktı.
“Şu haspaya bakalım, nasıl olmuş?”
Barış, kafasını salladığında birlikte odadan çıktık ve sıhhiyeye doğru adımlamaya başladık. Bir haftadan beri yüzümüz gülmüyor, güldükten sonra anında tepe taklak atıyorduk. Ceza veriyorsun, yine kimse akıllanmıyor ve bildiğini okumaya devam ediyordu.
“Dün gece neredeydin Lala!”
Sıhhiyenin önünde duran Kartal ve Lara’ya baktığımda Barış ile yürümeye devam ettik.
“Kartal.” dediğimde Kartal, bir anda esas duruşa geçmiş ve gözlerini yere indirmişti. Bakışlarımı Lara’ya hiç çevirmeden Kartal’ın yüzünde tutmaya başladım.
“Benimle gel.” diye mırıldandığımda Kartal, gözlerini bana çevirdi ama nasıl baktıysam boynunu bükük beklemeye başladı. Adımlarımı sıhhiyeden ayırıp kantinin arkasına dolaştırdım. Banklara ilerleyip oturdum. Cebimden sigarayı çıkartırken çenemle yanımı gösterdim. Kartal, yanıma oturup ellerini dizlerinin üzerine yasladığında sigaramı yakıp paketi cebime koydum. Yüzü yere dönüktü.
“Askeri tabip Kartal Akman.” dediğim anda bana baktı.
“Siz, nasıl?”
Tek kaşımı kaldırdığımda sigaramdan bir nefes çekip üfledim. Kartal’ın soyadını duyduğumda hiç yabancı gelmemişti. Dosyasını araştırdığımda ise şaşırtıcı bir sonuç almıştım.
“Çilingir ile 2019, 20 Kasım’da Cudi Dağı’ndaydık. O görevden sonra tayini çıktı ve Hakkari’ye gitti, tabi ben vurulmuştum, sonradan öğrendim. Bir timin komutanı olmuş. Tim dosyası ezbere bilirdim. Hakkari’ye görev için geldiğimizde Akman soyadını duyunca bir araştırmak istedim. Çilingir şehit olmuş, Akça Timi ise bizi bulmuştu.”
Sigaradan büyük bir nefes verdim.
“Bu detayları Caner bile bilmez ama ben bilirim.”
Kartal, ellerini birbirine kenetledi.
“Annemiz vefat ettikten sonra, Lara’nın yüzü hiç gülmedi komutanım. Onun neler çektiğini bir ben, bir Allah bilir. İçinde hâlâ kanayan bir yara varken aynı yaradan yaralanmasını istemiyorum.”
Gülümsedim ama ruhsuzca.
“Oraya değinmek istemiyordum ama sen açtın, konuşalım.” dedim ve elimdeki sigarayı söndürüp Kartal’a döndüm. “İçindeki kanayan yarayı neden sarmasına izin vermiyorsun? Neden Caner’den Lara’yı uzaklaştırıyorsun? Zaten Lara, bunun bilincinde, acı çekiyor.”
Kartal, gözlerini saniyelik kaçırdı.
“Ee, neden acı çektiğini bile bile üzerine gidiyorsun?”
Kartal, derin bir nefes verdiğinde işaret parmağımı kendime çevirdim.
“Ben, Eyşan’ın bir gün öleceğini bile bile yaşamaya devam ediyorken, senin neyine karışmak?” diye söylendiğimde kalbim bir saniye durdu. Yüreğimi kanatan cümle sonrası Kartal, bakışları üzgünce bana çevirdi.
“Eyşan’a karşı ne hissettiğimi neredeyse cümle alem biliyor, kimsede, kardeş sen nörüyon demiyor. Bırak Kartal, bırak iki kişi arasında yaşasınlar. Sen Lara’ya destek çık, üzerse gerekirse birlikte döveriz Caner’i.”
Kartal, gülmeye başladığında gülümsedim.
“Caner, delidir ama benden daha yufka yürekli, daha merhametlidir. Kolay kolay kimseyi üzemez.” dedim ve elimi Kartal’ın omzuna koydum.
“Yarın ne olacağımız belli değil, git ikizine durumu izah et. Daha fazla üzüp, kırmayın birbirinizi.”
Kartal, kafasını salladığında ayağa kalktım bileğimde saate baktım. Saat 16:30’du. Çıkmama ve Eyşan’ın sıcak kollarına ulaşmama son yarım saat kalmıştı. Küçük bir gülümseme ile Kartal yanımdan ayrılırken adımlarımı kantin kapısına çevirdim ve elimi cebime soktum. Bakışlarım çikolatalarda gezindi. Birinin üzerinde durakladığımda istemsizce gülümsedim.
Eyşan ile film izleyeceğimiz gece, dolapta ne bulduysa çıkartmıştı. Mavi renkli bir kabın içindeki Caramio yazan çikolatayı aldı ve bir çocuk gibi sevinerek yemeye başladı.
Aklıma düşen anıyla kantin görevlisine bakıp dudaklarımdaki tebessümü sildim.
“Bütün Caramio’ları alıyorum.”
Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından
Sıkıldım.
Yatmaktan, oturmaktan, hiçbir şey yapamamaktan sı-kıl-dım. Patlamaya hazır bir bomba gibi evin içinde yürüyor, kitap okurken canım sıkılıyor ve televizyon izlerken de babam gibi uyuklamaya başlıyordum. Arada bir saate bakıp Mete’nin geleceği anı kolluyordum ama zaman bir türlü ileriye sarmıyordu.
Ellerimi bir an için havaya kaldırıp ‘Zaman ileriye aksın.’ diye bağırdığım zamanda hiçbir değişiklik olmuyor ve ben, tabiri caizse mal gibi kalıyordum. Bakışlarımı tezgâha çevirip nefes verdim. Can sıkıntısından pilav ve nohutlu et yapmıştım. Ayağa kalkıp pilavın üzerini örttüğüm peçeteyi kaldırdım.
“Demini al iyice.” dedikten sonra kapattığım sıra kapı çaldı. Dört adımda kapıya ulaşıp açtım. Yüzü şapkasından dolayı görünmüyordu.
“Kimsiniz?” diye sorarken parmaklarım kapının arkasına dolaştı. Karşımda duran kişi başını yukarıya kaldırdığında gördüğüm yüz ile dudaklarımın aralanmasına neden olamamıştım.
“Selçuk?”
Hiç değişmemişti. Karanlık mavi bakışlarının altında yatan o sert ifadesiyle gülümsemesine rağmen hiç ışık olmayan, sol kaşından yanağına doğru uzanan ize rağmen inatla kimseye bakmaktan çekinmiyordu.
“Beni içeriye almayacak mısın, Gündüz?” diye sorduğunda bir adım geriledim ve içeriyi gösterdim. Büyük cüssesiyle kafasını eğerek içeriye girdiğinde kıkırdamadan edemedim ama üzerimdeki şaşkınlığı hâlâ atatmamıştım. Kaç sene olmuştu, hatırlamıyordum. Kapıyı kapatıp peşinden salona geçtiğimde koltuğa oturup şapkasını çıkarttı ve sehpanın üzerine bıraktı. Karşısındaki koltuğa oturup ona baktım.
Selçuk, annem ve babam tarafından ismimi aldığım ilk gün bana verilmiş özel, eğitimli bir askerdi. Kimsenin cesaret edip giremediği suikast birimindeydi. Asena Gündüz zamanımda birçok kere hayatımı kurtarma girişimi de vardı. Babası, Oğuzhan Turalı yıllar önce Bozkır Timi’nde şehit olmuştu.
“Nasılsın Gündüz? Görmeyeli baya değişmişsin.”
Dediği cümle ile gülümsemeye çalıştım.
“Eski soyadımı aldım.”
Selçuk, şaşırmadı ve beni şaşırtarak ‘Biliyorum.’ dedi ve elini ceketinin iç cebine sokup çıkarttı. Parmaklarının arasındaki dosyayı sehpanın üzerine koydu. Kollarını göğsünde bağladığında kaşlarını çattı.
“16 Ocak 2016. Güvercin Tim’i kurulmadan bir ay önce hatırlarsan bir görevdeydik. Ethem yüzbaşımın, artık bir tehlikenin kalmadığını belirterek beni çektiğini hatırlıyorsundur?”
Evet, şimdi hatırlamıştım. O görevden sonra Selçuk ile yollarımız ayrılmıştı ama sanırım o hiç bırakmamıştı.
“Annen, bunun olmayacağını ve herkesten saklı bir şekilde korumaya devam etmemi söyledi. Senin ilk kurşununda, annen ve baban şehit olduğunda, Mardin’de o alçaklarla ajanlık yaptığında da bir nefes kadar yakındım ama sen görmedin.”
Gülümseyerek kafamı iki yana salladım.
Annem, yine her şeyi ileri görüşlülükle tasarlamıştı.
Elimi uzatıp dosyanın kapağını araladığımda birçok bilginin kronolojik bir şekilde yazıldığını okudum. Hepsi 2016’dan sonrasını kapsıyordu.
“Kenarlarda sayı ataçları var, 16.’sını açar mısın?”
Kaşlarım çatılı bir şekilde ona baktım. Gözlerinde sinsi parıltılar mevcuttu ve ben bu bakışı tanıyordum. Benim görüp baktığım ama gözümden kaçan bir noktayı bulmuştu.
“Sen?”
“Bak, bak.”
Hızla 16. Sayfayı çevirdiğimde gördüklerime inanamadım. Caner ile gittiğimiz Raşit’in inindeki profesörlerin kim olduğundan tut, neler yaşandığına dair hepsi kayıt altına alınmıştı. Bazı evrakların resimleri bulunurken, bazıları ise hemen parmaklarımın altında duruyordu.
“O evraklar kronolojik olarak dizildi. Mümtaz Çalkun’un askeriyeyi tarumar ederek Hümeyra Çakır’ın şehit olmasına sebep olduğu, Ethem ve Yağmur Boduroğlu’nun askerideki patlamada nasıl öldüğü, Raşit Fas’ın Mezarcı ile çalıştığı, Mezarcı’nın özel bir kodlama ile Zara Demirkan’a bildirim gönderdiği mevcut.”
Üzerimdeki şaşkınlık, yüreğimi burkacak kadar hüzünlüydü. Benim bile içinde dahil olduğum olaylarda hiçbir şey bulamamış olmam, elimin kolumun bağlı olduğunu değil gözlerimin kör olduğunu açıkça belli ediyordu. Bakışlarımı Selçuk’a çevirdiğimde işaret parmağını havaya kaldırdı.
“Daha bitmedi Gündüz. En son sayfadaki bilgiler başlangıçta yaşanmış olmasına rağmen, herkesi geçmişe götürüp korkutacak kadar gaddar kelimelerden oluşuyor.”
Selçuk, kararan mavileriyle gözlerime baktığında kaşlarımı çattım ama yine de en son sayfayı açtım. Eskimiş sayfaların bazılarının kenarları yanmıştı. Üzerindeki yazıların kimisi silinmişti.
“Bırakın artık bu davanın peşini, izlerini silmişler, delilleri yok etmişler. Neredeyse Akıncı Timi’ni göreve gitmediler diye mezarlarında ters döndüreceklerdi.”
Bunlar, Akıncı Timi’nin dosyalarıydı.
“Sana inanamıyorum Selçuk!” diye bağırıp hızla okumaya başladığımda elini dosyanın üzerine koydu ve kendine doğru çekti. Sinirle ona baktım ama o sakin bir tavırla beni izlemeye devam etti.
“Önce beni dinle Asena Gündüz.”
Gözlerimi devirdim.
“Ben artık Asena Gündüz değilim. Boduroğlu soyadına geçtim.”
Selçuk’ta benim gibi gözlerini devirdiğinde gürültülü bir nefes verdi.
“Senin soyadının değişmiş olması geçmişini değiştirmez, Gündüz. Bu olayların hepsi Gündüz soyadında yaşandı.”
Selçuk, ‘Gündüz’ soyadına öyle bir baskı yapmıştı ki dilimi dişlerimin arkasından kanatırcasına gezdirdim.
“Bu adamlar seni hep Gündüz olarak tanıdı, Boduroğlu olarak değil. Boduroğlu olarak tanımış olsalardı; askeriyedeki o yemin töreninde, annen ve baban gibi seni de şehit edeceklerdi!” diye bağırdığında yutkunup doğruldum.
“Bu dosyaya ben keyfimden ulaşmadım Asena. Yağmur teyzenin hatırı için seni bırakmayıp korumaya devam ettim. Onları ve askeriyede bulunan aileleri, evlatlarının gözü önünde patlattıklarında araştırmaya başladım. Babamı hiç göremedim. Gözlerimin önünde çocuğumla eşimi vurdular yine de seni korumaktan vazgeçmedim.”
Duyduğum şey ile dudaklarımın aralanmasına engel olamadım. Boğazıma oturan yumru ile gerçekler acıtıcı oldu.
“O yüzden sorumluluğunu al yüzbaşı ve beni dinlemeden hareket etme. Bu olaydan kimseye bahsetmeyeceksin. Bir biz akıllı değiliz. Karşımızdaki düşman tecrübeli, eli kolu uzun ve en kötüsü içimizde. İdlib’e gitmiş bir subay vardı, istihbaratçı. Adı neydi ya, Koral?”
“Barkın Koral.” dediğimde parmağını şıklattı.
“Heh, Barkın. Ankara’ya yerleştirdiği bir çocuk vardı. Geçenlerde Ankara’ya yerleştirdiler ama onu da öldürdüler.”
Üst üstüne yaşadığım bu kaçıncı şaşkınlıktı? Kanlı bir savaşın ortasındaydık ama düşmanımız o dağlarda gezinen keşler değil, içimizde barındırdığımız şerefsizlerdi.
“Demem o ki kimseye ama kimseye bu dosyadan bahsetmeyeceksin. Şu an Hassan Şabi, kod adı Muhbir, askeriyede yüksek önlemle tutulduğuna dair bir duyum aldım. Sorgusunun ne zaman yapılacağını bilmiyorum. Çünkü A’dan Z’ye dinleniyoruz. En ufak bir ipucu aldığında hemen bana ulaşıyorsun ve birlikte Hassan Şabi’nin sorgusuna giriyoruz.”
Kafamı belli belirsiz salladım.
“Peki, şimdi nerede yaşıyorsun?” diye sorduğumda gözlerini devirdi.
“Her yerde.” dedi ve güldü.
Gülmek istedim ama öğrendiğim şeyler buna izin vermiyordu. Bakışlarımı yere çevirdim ve derin bir nefes aldım. Yaşanılan bunca şeyin ağırlığı çok büyüktü ve artık kaldıramamaya başlamıştım.
“Ben artık gideyim, saat 17:00’e geliyor. Mete Mert Çakır, birazdan askeriyeden ayrılır.” diye söylendiğinde bakışlarımı ona çevirdim. Gülümseyerek bana baktığında tebessüm ettim.
“Alparslan Çakır’ın oğulları iyidir ama Mert’in başını biraz yakmasına ben sebep olmuş olabilirim.” diye söylendiğinde zihnimde birikmeye başlayan sorulardan birini sordum.
“Nasıl?”
Kahkaha atıp kafasını iki yana salladı ve elindeki dosyayı kıvırıp iç cebine soktu.
“Asena Gündüz’ü ararken sırf bulamasın diye, farklı yerlere bakmasını sağladım ve birçok ceza almasına neden oldum.”
“Selçuk!”
Sinirle sitem ettiğimde omuzlarını yukarıya çekti.
“Ee ne yapayım Asena? Seni bulduğu an herkes senin Boduroğlu olduğunu anlayacaktı.”
Gözlerimi devirip kollarımı göğsümde bağladım.
“Ama bunu daha legal yollardan yapabilirdin?” dediğimde de ayağa kalkıp sehpanın üzerindeki şapkasını taktı.
“Dövülmektense ceza almasını yeğler diye düşünüyorum.”
Gözlerimi belerttiğimde bir kez daha gürültülü bir şekilde güldü ama birkaç saniye sonra tebessüme erindi. Bakışları şefkatli bir abi bakışına çevrildi.
“Seni delilerce arayan bir adam düşün. Çok iyi dayandı Eyşan, sakın kaçırma. Hatta bir ara çıldırdığına bile şahit olmuşluğum var.”
Kafamı belli belirsiz sallarken ayağa kalkıp derin bir nefes aldım. Kapıya doğru eşlik ettim. Selçuk, kapıyı açıp dışarıya çıktığında bakışları son kez bana çevrildi.
“Bir şey bulduğunda dışarı yalnız çıkman yeterli.”
Kafamı salladığımda elini şapkasının yanına koyup ayağını yere sertçe vurdu.
“Seni yeniden görmek güzel, Gündüz.”
Elimi kaldırıp onun gibi ayağımı yere sert vurdum.
“Seni de Turalı.”
Elini indirdi ve şapkasının önünü eğerek yüzünü kapatıp apartmandan çıktı. Derin bir nefes vererek kapıyı kapattığımda elimi enseme götürüp sıvazladım. Bunca olay, yaşanmışlıklar ve kaybettiğimiz canların hatırına alınacak yemin sözleri… Hepsi birer kere daha zihnimden geçip gitti. Adımlarımı yavaşça koltuğa yöneltip kafamı arkama yasladım. Kimseye bir şey söylemeyecektim.
Mete’de dahil.
Kapı zili çaldığında ayağa kalktım ve saate baktım. Ne ara 17:30 olmuştu? Kapıyı açtığımda Mete’yi gördüm. Dudaklarımda kocaman bir gülümseme olmuştu. Elindeki poşeti havaya kaldırıp salladığında kenara kaydım ve içeriye geçmesini bekledim. Ona bir şey çaktırmamak için elimden geleni yapacaktım.
“Ne aldın ne aldın?” diye kapıyı kapatıp peşinde penguen gibi yürüdüğümde poşeti arkasına sakladı. Sağına soluna eğilerek bakmaya çalıştığımda ise daha da sakladı. Yapmacık bir sinirle yüzüne baktığımda Mete, alt dudağını büktü.
“Bana bir hoş geldin yok mu?”
Parmaklarımın ucuna yükselip yanağına bir öpücük kondurduğumda yüreğim de benim gibi havalanıp kanat çırpmaya başlamıştı. Bir eliyle belime destek olurken elimi çaktırmadan arkasına götürüp poşeti aldım.
“Hah! Aldım ki!”
Arkamı ona dönüp elimdeki poşeti açtığımda dudaklarım şaşkınlıkla açıldı.
Caramio.
Aşkım, göz bebeğim, nerelerdeydin sen?
İçinden bir tane alıp tam açacaktım ki hem poşet hem de çikolatam elimden alınmıştı. Artık gerçekten sinirlenmeye başlıyordum. Elimi açıp Mete’ye uzattım.
“Çikolatamı geri ver.”
Mete, poşeti koltuğun üzerine bırakıp elimi tuttu ve beni tezgâha doğru yürüttü.
“Ben o çikolata için kurşun atar kurşun yerim. Caramio’mu geri ver.” diye ağlamaklı bir şekilde sitem ettiğimde Mete, kahkaha atarak bana baktı.
“Kurşun atar kurşun yersin?”
Ciddi bir şekilde kafamı salladım.
Evet, bu dediklerimde çok ciddiydim bu arada yerdim.
“Annemden dayak yemişliğim de vardır.” diye söylediğimde Mete, gözlerini devirdi ve elini kaldırıp saçlarımı okşadı.
“Yemeğimizi yiyelim vereceğim tamam mı?” diye sesini incelterek söylediğinde bıyık altından gülmeye başladım. Mete, kollarını sıyırıp işaret parmağını bana doğru salladı.
“Üzerimi değiştirip, ellerimi yıkacağım. Ben gelene kadar sakın bir şeye dokunma.”
Kafamı salladığımda pek inanmamışçasına baktı ve odaya girdi. Yerim, Caramio.
Yerim.
Tezgâhın üzerine bıraktığı Caramio’yu es geçip poşetten bir tane daha alıp yedim. Aşkı daha sonra yaşayacaktım. Hepsini ağzıma doldurup tezgâha yürüdüm. Tabaklara yemekleri koyup masanın üzerine bırakırken ağzımdaki çikolatayı bitirdim. Odanın kapısı kapandığında sürahiyi masaya koydum. Mete’ye elimle masayı işaret edip oturduğumda yanımdaki sandalyeye oturdu. Tam sandalyeyi masaya yaklaştıracaktı ki gözleri bana değdi ve dondu ama birkaç saniye sürdü.
Gülmemek için kendini zor tutan bir hali vardı.
“Ne oldu, niye gülüyorsun?”
Tezgâhın üzerine bakış atıp yeniden bana baktığında gülümsedim. Bordo bereliyim oğlum ben, yer miyim sence bu numarayı?
“Eyşan.” dedi ve elini dudağının yanına yasladı.
Yermişim.
Gülümsemem kaybolurken kırdığım pot ile parmağım dudağımın kenarına yaslandı. Parmaklarımın ucuna bulaşan çikolatayı gördüğümde gözlerimi kısıp Mete’ye baktım. Ellerini masaya koyup avuçlarını açtı.
“Üf! Tamam yedim ne olmuş?”
Gülerek elini yanağıma yasladı ve yerinden kalkıp dudağımın kenarını öptü.
“Afiyet, bal, şeker.” diye mırıldanıp yerine oturdu ve önümdeki tabağı gösterdi. İçli bir nefes verirken elime kaşığı alıp pilavdan bir lokma aldım. Ağzımdakini çiğnerken bakışlarım Mete’nin yüzünde kalmıştı. Sakince yiyor ve arada bana bakıyordu. Gözünü kırpıp kafasını iki yana salladığında kafamı iki yana salladım.
Bakmakta mı yasak?
Allah, Allah!
Sıkıntısız bir şekilde yemeğimizi yediğimizde Mete, tabakları iç içe topladı ve ayağa kalkıp bulaşıkları lavabonun içine bıraktı. Geri kalanları ben hallederken, öncesinden hazırladığım çaydanlığın altını yaktım. Mete, banyodan çıkıp koltuğa oturduğunda banyoya geçip elimi ve dişlerimi fırçaladım.
Geri salona geçtiğimde elini koltuğun sırt kısmına uzattığında gülümseyerek yanına kıvrıldım. Başım sıcak göğsüne yaslandığında tüm sıkıntım gitmişti.
“Ee, anlat bakalım bugün ne yaptınız?”
Mete, içli bir nefes aldığında kaşlarımı çatıp yüzüne baktım. Gözleri yere odaklanmıştı.
“Bir şey mi oldu?”
Kafasını salladı ve bakışlarını bana çevirdi.
“Öğle yemeğinde Caner, saygısızlık yaptı bende Güvercin ve Akça Timi’ni eğitime çıkarttım.”
Şu malum konu.
Caner ve Lara’nın aralarındaki olay biraz daha büyüyecek olursa bizim içinde işler zorlaşacaktı.
“Yok, ben konuştum Kartal ile.”
Mete’ye sorgularcasına bakarken yine sesli düşündüğümü anlamıştım. Mete, gülmeye başladığında gözleri parladı ve elini yanağıma yasladı.
“Hanımefendi, dün gece uyurken bir şey sayıkladın?”
Kaşlarımı çattım.
Valla hatırlamıyordum.
“Atatürk’üm sendin, dedin.”
Hatırlamıştım ama sence ben sana bunu anlatır mıyım?
Anlatmam.
Kafamı iki yana sallayıp yüzümü göğsüne gömdüm.
“Hatırlamıyorum valla. Dediğin gibi uyuyordum.”
Mete’nin göğsü hopladı.
“Ya, ya öyledir.” dedi ve daha da kıkırdadı. Göğsünden geri çekilip sinirle ona baktım.
“Sen bana inanmıyor musun?”
Elini havaya kaldırıp parmaklarıyla, kirpiğime yapışan saçlarımı çekti.
“Ben sana ‘Vatanımsın’ dediğimde inandıysan ben de sana inanıyorum.”
Ama, ama, ama. Yapma şunu işte, yapma. Yelkenlerimi suya indireceğim az kaldı. Dayan kızım, dayan Eyşan. Mete’nin yüzüne yaklaşıp dudaklarına baktım. Dilimi ağırca alt dudağımda gezdirdiğimde gürültülü bir sesle iç çekti.
“Ya, ya öyledir.” diye onu taklit ettiğimde saçımdaki eli enseme kaydı. Kafasını sağa eğdi ve kafasını yukarı aşağı salladı. “Yaa.” dedi ve burnunu burnuma sürttü. Mete’nin gözlerinin içine baktığımda aramızdaki mesafenin her zamankinden hızlı kapandığını hissettim. Göğsüme yayılan heyecan dalgası, geri çekilmemi söylüyordu ama zihnim daha çok ona çekiliyordu.
“Bu kadar savunmasız olacağını bilseydim, çok daha önce yaklaşırdım sana.” dedi, Mete. Neredeyse dudakları benimkine değecekti. Bir anlığına gözlerimi kapattığımda sıcak nefesini dudaklarımda hissettim. Kalbim, dikişlerimi yırtmak istercesine çarparken elimin altındaki göğsünde benimle aynı konudan mustarip olduğunu fark ettim. Gözlerim yeniden açıldığında, mavi gözlerinin yakıcı bakışlarında ezildim.
Dudaklarımız, birbirini tamamlayan bir ritimle birleştiğinde sanki bütün dünya bu anın dışında kalmıştı. Mete, enseme biraz daha baskı yapıp dudaklarımın her kıvrımını keşfetmeye başlarken sabırlıydı ama ben değildim. Parmaklarımı boynuna çıkartıp ellerimi ensesinde kenetledim ve onu üzerime çekmeye çalıştım.
“Hmm.” Mete’den onaylamayan bir homurtu yükseldiğinde hafifçe kendini geri çekti.
“Yaralısın.”
Ne dediğini umursamadan ensesindeki bir elimi yanağına yaslayıp ona eğildim. Mete, omuzlarımdan tutup hafifçe geri çekti.
“Eyşan, dikişlerine bir şey olacak.” dedi tişörtümün yakasını çekip göğsüme baktı. Ayağa kalkıp ecza dolabına yürüdü.
“Pansumanını değiştirdin mi sen?” diye söylendiğinde kollarımı göğsümde bağladım.
“Değiştirdim.”
İnanmamış gibi baktığında gözlerimi belerttim.
“Yalan söyleyecek değilim.”
Mete, güldü ve ensesini ovup Caramiolarımı alıp geri döndü. Poşetin içinden bir paket çıkartıp bana verdiğinde tebessüm etti.
“Söz vermiştim al bakalım.”
Gözlerimi devirdim.
“Allah razı olsun.”
Kahkaha atarak yanıma oturduğunda elini kumandaya uzattı ve televizyonu açtı. Poşeti kendi kucağına koyup arkasına yaslandı. Ayaklarını uzatıp beni kucağına aldığında bir kedi misali göğsüne uzandım.
“Karabal, Karabal. Sesimi duyan cevap versin. Konuşan, Şahin 1 8.”
18 Ocak 2022 / Şırnak
Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından
Acı, bedenim kadar ruhuma da işlemişti. Kalbimin üzerinde bir sancı vardı. Ellerimi göğsümün üzerine bırakıp sıkmak istedim ama parmaklarımın ne kadar güçsüz olduğunu fark ettim. Karanlıkla dolu bilincimde yankılanan sesler vardı; emirler, çatışma sesleri, birilerinin çığlıkları. Her şey karmakarışık ve aynı zamanda çok gerçekti.
“Asena!”
Barut kokusu.
Üzerimdeki kan izleri.
Etrafımdaki cesetler.
Koşmaya başlıyorum delicesine.
“Eyşan, geride dur!”
Önümde yatan kişiye takılıp düştüğümde yeniden kalkıp koşmaya devam ediyorum. Bir duvarın arkasına pustuğumda bütün boğuk sesler bir anda canlanıyor.
“Mevzide kalın!”
Kulağımdaki telsizde cızırtı oluyor ve bakışlarım etrafımda geziniyor. Havada yükselen isli duman görüşümü kısıyor. İşaret parmağımdaki tetik sürekli atış halinde. Arkama koşarak biri geliyor ve vurulup yere düşüyor.
“Yaren vuruldu! Cengiz!”
Ses yok.
“Aslı, Mücahit’in yanına git.”
Ses, yok.
“Mehmet! Alparslan!”
Ses.
Yok.
Kulağımın dibinden mermi geçiyor. Bedenim geriye doğru savruluyor.
“Asena!”
Duvarın dibinde sabit kalıyorum. Osman, bana doğru koşuyor. Bir şeyler anlatıyor. Sol kulağım çınlıyor, hiçbir şey duymuyorum.
“Arkanda.” diye fısıldıyorum ama duymuyor. Elim, bacağımdaki tabancaya gidiyor. Saniyeler içinde arkasındaki adamı vuruyorum. Sisler kayboluyor ve askeriyede buluyorum. Birkaç saat önce silah tutan avuçlarım şimdi, şehit olan arkadaşımı kucaklıyor.
Uzağımızda ‘Her Şey Vatan İçin’ diye koşan askerler bizi gördüğü an durup koşarak yanımıza geliyorlar. Askeriyeden sert adımlarıyla albay ve yaveri geliyor. Tam karşımızda durup ellerini acıyla yumruk yapıyorlar.
“Kızım!”
Alnımın yanındaki elim titrerken karşımdaki altı tabutu görüyorum. Dün kucaklaştığım arkadaşlarım, Ay yıldızlı bayraklara sarılmıştı. Soruyorum kendime, beni ne zaman saracak? Ortalık yangın yerine dönüşmüş, hepimizi sarmalıyordu. Şehitlerimin analarından dökülen göz yaşları boğazımda takılıyordu. Birisi önümde duruyor.
Bana, ‘Onu ben sana emanet etmedim mi? Evladım nerede yüzbaşı!’ diye soruyor.
Cevap veremiyorum ve benliğim odanın içine sürükleniyor.
“Güvercin!”
Oturduğum sandalyede ellerini masaya vuran komutanı görüyorum. Kahverengi gözleri balçık olmuş, beni kendine doğru çekiyor.
“Orada ne oldu!” diye bağırdı ve ardı ardına masaya vurdu.
“Patlama oldu.” diyorum ama sesim çıkmıyor. Daha sert masaya vuruyor.
“Onlara ne oldu!” diye yine bağırıyor.
Bakışlarım o balçığa saplanıyor.
“Vuruldular.”
“Asena!” diye haykırıyor.
Kafamı iki yana sallıyorum. Bakışları ellerime kayıyor ve masadan yavaşça ellerini çekiyor. Baktığı yere bakıyorum ellerimdeki kanı görüyorum.
“Onların ölmesine sen sebep oldun Asena!”
Delirmişçesine kafamı sağa sola sallıyorum.
“Ben olmadım. Onları ben öldürmedim.”
“Geride kalsaydın onlar ölmezdi!” diye bağırıp yeniden masaya vuruyor.
“Benim suçum değildi!” deyip hıçkırıyorum.
Aramızdaki masayı bir hamlede kenara devirip ellerini yakama koyuyor ve boğazımı sıkmaya başlıyor. Çırpınmaya çalışıyorum ama ellerinden kurtulamıyorum.
“Senin yüzünden, senin!”
“Ben yapmadım!”
“Eyşan!”
“Ben yapmadım!”
“Eyşan, uyan!”
“BEN ÖLDÜRMEDİM!”
Yakamdaki elleriyle beni kendine çekip ardından bir kere daha duvara yapıştırıyor. Kalbim acıyor, bir şey yapamıyorum. Gözümden akan yaşlar ruhumu parçalıyor, bir şey yapamıyorum.
“Katilsin sen, katil!”
Ellerimi beni tutan ellerine götürüp çekmeye çalışıyorum.
“BEN KATİL DEĞİLİM!”
“EYŞAN UYAN!”
Gözlerim bir anda açıldı ve üzerimde eğilen Mete’yi gördüm. Bedenim zangır zangır titriyordu. Ellerini tutan ellerim yavaşça düşerken Mete’nin mavi gözleri endişeyle yüzümde geziniyordu. Ellerini yanaklarıma yaslayıp alnımda biriken terleri sildi. Göğsümde hissettiğim ıslaklıkla üzerime baktım.
“Siktir, yaran!”
Mete, ellerini yanaklarımdan çektiğinde bir kâbus gördüğümü anlamıştım. Bedenim henüz titremesini kaybetmezken üzerimdeki tişörtü çıkartıp göğsümü kaplayan kana baktım. Titreyen ellerim ile bandaja dokunacaktım ki Mete’nin elleri bandajıma yaslandı.
“Dur, dur dokunma.” dediğinde kurumuş dudaklarımı ıslatıp Mete’yi izlemeye başladım. Beyazlamış suratı zihnime ne kadar da korkmuş sinyalleri verirken kaşlarını alnının ortasında büzüştürüp sargımı açtı. Elindeki pamuğa solüsyonu damlatıp göğsüme çevirdi.
“Çok şükür, dikişlerin patlamamış.” dedi ve elindeki pamuğu sürtmeye devam etti. Gözlerini bir kere olsun gözlerime çıkartmazken yutkunup kesik bir nefes aldım. Bakışlarım perdesi açık pencereye çevrildi. Güneş, dağların arasından göğe doğru hüzünle parıltısını yansıtıyordu. Mete’ye baktım.
“Kollarını kaldır.”
Söylediğini yapıp kollarımı iki yana açtım. Sol omzumun üzerine eğilip bandajı gövdemin etrafında dolaştırdı ve geri çekildi. Çenesi gerilmişti. Bir kez daha işlemi tekrar ettiğinde köşede bantladı ve ayağa kalkıp malzemeleri toparladı. Bir kez daha titrediğimde yataktan kalkıp dolaba yürüdü.
Dolabın kapaklarını açıp uzun kollu bir tişört alıp yeniden karşıma geçti. Tişörtü avuçlarının arasında toparlayıp başımdan geçirdi. Beni bir çocukmuşum gibi giydirdi. Tişörtün eteklerini indirdiğinde ellerimi ellerinin üzerine yasladım. Göğsümdeki bakışları titreyerek gözlerimi bulduğunda çatılmış kaşları gevşedi. Dudaklarını alnıma yaslayıp kollarını bedenime sardığında titrek bir nefes verdim.
“Seni korkutmak istememiştim.”
Kendimin bile zar zor duyduğum cümlem ile hafifçe geri çekilip gözlerime baktı. Mavilerinin ortasındaki siyahlıklar o kadar güçlüydü ki sanki zihnime girip orayı susturmaya çalışıyordu. Ellerini yanaklarıma koyup ağırca baş parmaklarıyla okşadı.
“Seni anlayabiliyorum. Kabuslarından çıkmıyorlar, birlikte çarpıştığın arkadaşların öldüğü için kendini suçlu hissediyorsun.” dedi ve başını sağa eğdi. “Ama onları geri getiremezsin Eyşan. Senin kâbus görmeni hiçbir zaman engelleyemem ama hep yanında olurum.”
Titrek bir nefes verdiğimde bakışları üzerimize vuran güneş huzmesine takıldı. Mavileri, artık bir deniz kadar köpüklü ve sakindi. O gözlerden ayrılmak istemedim. Sürekli bakmak ve orada yaşamak istedim. Beni her şeye rağmen koruyup kollayan adamı sevmek istedim. Onu kaybetmek istemedim. Bir gün öleceğimi bile bile, yarın söylememekten korktuğum şeyi söylemek istedim.
“Seni seviyorum.” dedim.
Mavileri büyük bir özlemle bana çevrildiğinde bu kez ben ellerimi yanaklarına koydum. Baş parmağım yüzünde gezinirken gözleri bir sağ gözüme bir de sol gözümde gezindi.
“Bana her güldüğünde buradaki gamzen olmak istiyorum.” deyip şu an olmayan ama güldüğünde beliren gamzenin olduğu yere dokundum. Sol elimin baş parmağı gözünün kenarında durakladığında göz kapakları titreyerek gözlerinin üzerine kapandı.
“Gözlerini, nerede olursam olayım hep üzerimde hissediyorum. Yanında olmadığım zamanlarda bile bana baktığını anlıyorum. Zihnime yerleşmişsin ve oradan hiç, ayrılmıyorsun.” dedikten sonra baş parmağımı gözünün yanından çektim. Gözlerini açıp yeniden mavilerini bana sunduğunda onun elini benim kalbime, kendi elimi de onun kalbine yasladım.
Elimin altında atan kalp, hiç durmaksızın heyecanla elimi tekmeliyordu. Dudaklarımda buruk bir tebessüm olurken elimin üzerindeki bakışlarımı yüzünde gezdirip gözlerine baktım.
“Kalbinin sesini duymaktan hiç vazgeçmek istemiyorum. Benim için korktuğunda, endişelendiğinde gözlerimi sana çevirip o korkuyu senden almak istiyorum.”
Avucumun altındaki kalp daha da hızlanırken gülümseyerek başımı sola eğdim.
“Ben senin vatanınsam, sen benim Rize’msin. İçime çektiğim o havasın, yağmur damlalarıyla ıslatan o bulutsun. Yolumu aydınlatan bir ışıksın. Uğruna canımı feda edebileceğim memleketimin her toprağısın.”
Mete’nin gözleri dolduğunda kafamı iki yana salladım.
“Kalbine yerleşmiş o korku tohumlarını, bir gün sevgimle dolduracağımı söylemiştim. Seni seviyorum Mete Mert Çakır. Seni, bir gün öleceğimi bile bile seviyorum. Dün sevmiştim, bugün seviyorum ve yarında sevmeye devam edeceğim. Seni her daim seveceğim.”
Mete, kafasını iki yana sallayıp elleriyle yanaklarımı avuçladığında dudaklarını alnıma yasladı. Küçük bir buse yerleştirip yüzünü yüzüme eşitledi.
“Seni bir gün öleceğini bile bile değil, her gün yaşatacağımı bile bile seviyorum. O küçük çocuğu sevdiğim gibi seviyorum. İnciterek değil, incindiğin yerden öperek seviyorum. Seni çok seviyorum Eyşan ama öyle böyle değil.” dedikten sonra 32 diş gülerek sarıldığında kollarımı bedenine sarmaladım.
Mete’nin telefonunun zil sesi odada yankılandığında Mete, ağırca çekildi ve telefona eğildi. Bakışlarımı ekrana çevirdim.
“İsmi Lazım Değil?”
Mete, gözlerini devirip telefonu eline aldı. Ekranı kaydırıp hoparlöre aldı.
“Efendim Barış?” dedi ve telefonu komodinin üzerine koyup elini ensesine attı. Üzerindeki tişörtü bir hamlede çekip kirli sepetine attığında titrek bir nefes aldım. Aman yarabbi, bu şimdi yapılacak şey miydi be adam? Gözlerimi çaktırmadan karın kaslarında gezdirdim. Bir, iki, üç…
Kaçak katlı desem günaha girerdim.
Tamam kabul ediyorum, hepsi girdiği eğitimlerin sayesinde.
Teşekkürler TSK.
Barış, “Badi, ne zaman geçeceksin kışlaya?” diye konuştuğunda Mete, altındaki eşofmanı indirip dolabın kenarına koyduğu çantaya bakmaya başladı. Mete, gerçekten kalbime inme inmesini istiyordu herhalde? Gözlerimi kaçırıp yutkunduğumda çaktırmadan kalçasına baktım, valla taş gibiydi.
Valla hık diye gideceğim şimdi.
Yanaklarımı saran ateşle elimi yüzüme yellemeye başladım. Saçlarımı açıp yanaklarımı kapattım. Mete, arkası dönük bir şekilde pantolonunu giyip telefona eğildi.
“On dakikaya ordayım da ne oldu?”
Barış’ın arkasından Alparslan Çakır’ın gürültülü sesi yankılanıyordu.
“Ateş altındayız badi. Alparslan albay araba olayını öğrenmiş ağzımıza sıçıyor. Götümüze egzoz sokmadan koş yetiş!” diye bağırdı ve ekran beyaza döndü. Mete gülerek kafasını iki yana salladı ve ceplerini düzeltip telefonu kapattı. Cebine koyarken bakışları yeniden çantaya çevrildi ve siyah kazak alıp üzerine giydi.
Gidiyor gönlümüzün efendisi, kaslar.
Saygılar.
Yavaşça ayağa kalkıp doğrulduğumda Mete, bana doğru döndü ve gülmeye başladı.
“Ne oldu, niye gülüyorsun?”
Mete, elini kaldırıp yüzüme düşen saçları kenara doğru ittirdi.
“Kızarmışsın Eyşan, kim bilir aklından ne geçirdin?”
Elimi kaldırıp elinin üzerine vurdum.
“Sapıklık yapma, sapık herif.”
Kahkaha atarak geri çekildiğinde üzerine kabanını giyiyordu.
“Vay be biraz önce seviyorum diyen kadın şimdi sapık diyor, tamam. Öyle olsun.”
Gözlerimi devirip elimi havada salladım.
“Hadi, hadi Mete yüzbaşı.”
Gülerek odanın kapısını açtı ve kapıya ilerledi. Dün filmi izledikten sonra arabayı olayını anlamıştı ve gülmekten yarılmıştım. Kapıyı açıp bana doğru döndüğünde işaret parmağını yanağına bastırdı.
“Yok sana öpücük, hadi, hadi, hadi.”
Mete, üst dudağını bükük arkasına döndü ama bir anda geri dönüp yanağıma bir öpücük kondurdu.
“Ya!” diye bağırdığımda elini salladı ve koşarak merdivenleri inmeye başladı. Arkasından kafamı iki yana sallayıp kapıyı kapattım. Bu adam, gerçekten beni seviyordu. Ee, tabii bende seviyordum. Ben sevmeyecektim de kim sevecekti?
Hıh.
Kendimi yavaşça mutfak tezgâhına sürükleyip çaydanlığın altına su doldurdum ve ocağın altını açıp beklemeye başladım. Şu anki durum bir yana Selçuk’un hazırladığı dosya olayını nasıl halledebilirdim diye düşündüm bir an. Caner ve Lara’nın Hassan Şabi’yi yakalayıp askeriyeye getirdiklerini biliyordum. Acaba konuşmuş muydu?
Hızla ocağın altını kapattım, sehpanın üzerindeki telefona baktım ve adımlayıp elime aldım. Alev’i arasam cevap vermeyecekti ki verse bile anında gidip yetiştirirdi bana sağlam biri lazımdı. Sinsice gülümsedim.
Tabii ki de Lara.
Telefonun ekranını kaydırıp Lara’nın numarasının üzerine tıkladım ve kulağıma yasladım. Birkaç saniye sonra açıldı.
“Alo?”
“Alo, Lara. Sana bir şey sormam gerekiyor, müsait bir yere geçer misin?”
Telefonda biraz sessizlik oldu ve kapı kapanma sesi duydum.
“Evet, dinliyorum?”
“Barkın, Hassan Şabi’yi konuşturabildi mi?”
“Hayır, Eyşan konuşturamadı hatta bugün, öğleden sonra sorguya çekecekler. Bugün de konuşmazsa salınmak zorunda kalacak.”
Kaşlarımı çattım.
“O şerefsiz beni askeriyenin ortasında vurdu nasıl salacaklar? Kim salacak?”
Lara’nın sıkıntılı nefesini işittim.
“Senin vurulduğun gün Hakan Koral, Caner ve Mücahit kamera kayıtlarında Hassan Şabi olduğunu görüyorlar. Biz Hassan Şabi’yi yakaladığımızda bir kez daha bakıyorlar ama kayıtların silindiğini fark ediyorlar.”
Sinirle elimi alnıma vurdum.
“Hay anasını sikeyim ya!”
Lara, sessiz kaldığında yanağımın içini dişledim.
“Oraya geleceğim, kimseye söyleme.”
“Ama Eyşan.”
“Lara.”
Söylemezdi, biliyordum. Yoksa onu da aramazdım. Lara’nın bir şey demesine izin vermeden aramayı sonlandırdım ve odaya geçtim. Üzerime hâkî yeşili bir kazak geçirip altıma da siyah kot pantolonumu giydim. Kabanımı giydim, telefonumu alıp evden çıktım. Apartmanın kapısına ilerlerken dilimi dişlerimin arkasında gezdirdim.
Şerefsiz adamlar!
Vatan hainleri.
Elimi kaldırıp taksi durağına bakacaktım ki sol köşede duran araç hızla öne atıldı. Arabanın bana bakan tarafı, ön camı açıldığında Selçuk’u gördüm.
“Atla Gündüz.”
Gülümseyerek ön kapıyı açıp araca bindim. Emniyet kemerimi taktığımda çoktan gaza basmıştı.
“Lara diye bir tim komutanımız var. Hakkari’den Akça Timi, tanıyor musun?” diye sorduğumda kafasını salladı. “Lala, iyidir.” dediğinde gözlerimi devirdim.
“Senin bilmediğin bir şey var mı Turalı?” diye sorguladığımda bıyık altından güldü. “Sorgucu olmayı senden öğrendim, Gündüz. Yediğin lokmayı bile koklamadan ağzına atmazsın.” dedi ve direksiyonu çevirip askeriyeye girmek için bekledi. Yanımıza gelen askere bakıp gözlüğünü burun kemerine indirdi.
“Ayışığı.”
Asker, hızla selam verip kapıyı açtığında derin bir nefes aldım. Bu, kapıda duran askerlere verilmiş bir parolanın anlamıydı. Yalnızca kimlikleri olmayan insanlar, bu parolayı kullanarak kışlalara ve gizli odalara girebilirlerdi.
Arabayı, parka bıraktığında arabadan indik ve yürümeye başladık. Lara, elleri arkasında askeriye binasının önünde bizi izliyordu. Gülümseyerek bir adım geri çekildi.
“Hayırdır, dövmeye gelmiş bir halin var?” diye söylendi ve yanımdaki Selçuk’a baktı. “Koruma da getirmişsin?”
Sorgulayarak kurduğu cümle ile gülümsedim. Selçuk, gerçekten de korumamdı.
“Hassan Şabi’nin sorgu odası kaç numara?” diye sorduğumda çenesini dikleştirip eliyle içeriyi gösterdi. Birlikte binaya girip yürümeye başladığımızda Selçuk, gözündeki gözlükleri çıkartıp ön cebine yerleştirdi. Beş numaralı sorgu odasına girdiğimizde Hakan Koral ve Barkın camın önünde; Hassan Şabi ise arkasında, kelepçeli olarak oturuyordu. Bizim geldiğimizi gördüklerinde bakışları direkt olarak beni ve Selçuk’u buldu.
“Eyşan, senin burada ne işin var?” diye sordu, Hakan Koral ama Selçuk benden önce bir adım attı ve esas duruşa geçti.
“Selçuk Turalı, Rize. İzniniz olursa Hassan Şabi’nin sorgusuna Eyşan yüzbaşı ile girmek isterim.”
Hakan Koral, çatık kaşlarıyla Selçuk’a baktı ve kafasını sola doğru eğdi.
“Sen Oğuzhan Turalı’nın oğlu musun?”
Selçuk, bu soruya karşılık iç cebindeki dosyayı çıkarttı ve Hakan Koral’a uzattı.
“Babamın selamı var komutanım.”
Hakan Koral’ın ilk defa şaşırdığını gördüm desem. Adamın resmen çenesi düştü, o derece diyorum. Barkın, bize doğru yaklaştığında Hakan Koral’ın elindeki dosyayı aldı ve inceledi. Hakan Koral, Selçuk’a bir adım yaklaştı.
“Akıncı Timi’nin dosyası?”
Sesi o kadar titremişti ki ben bile zor duymuştum. Selçuk, kafasını salladığında Hakan Koral, elini kalbinin üzerine koydu ve iki adım geriledi. Barkın’ın elinden bir anda dosyayı çekti ve incelemeye başladı. Okudu, okudu ve en son elinin tersiyle dosyaya vurdu.
“Selçuk ve Eyşan, sorguya siz gireceksiniz.” dedi ve Selçuk’un omzuna sertçe vurdu. “Bu devlet; ne bu yolda şehit düşmüş babanın hakkını ödeyebilir, ne de senin yaptıklarını ödüllendirebilir. Girin, Hassan Şabi sizindir.”
Selçuk, elini alnının yanından indirip bakışlarını bana çevirdi ve bıyık altı gülümsedi.
“Bakalım performansın düşmüş mü, Gündüz?”
Kurduğu cümle ile parmaklarımı kütürdettim. Ben, bu zamanın gelmesini çok beklemiştim. Hainlerin, devletimin kucağındayken şefkatle(!) sevilmesini sağlamak istemiştim ve o gün, bugündü.
“Hiç sanmıyorum.”
Selçuk, eliyle içeriyi gösterdi.
“Göreceğiz.”
Sorgu bölümüne girdiğimde Hassan Şabi’nin bakışları ilk olarak beni bulmuştu. Yüzündeki şaşkınlık okunacak kadar belirgindi. Beni görmeyi beklememişti. Selçuk, yalan makinesinin olduğu tarafa yürüdüğünde kaşları çatıldı.
“Sen ölmedin mi yüzbaşı?” diye sorguladığında ifadesizce karşısına oturup ellerimi masanın üzerinde kenetledim.
“Beş santim yana kaydırmışsın.”
Dediğim cümle ile güldüğünde gözlerimi kıstım ve çenemi dikleştirdim.
“Beni ne zaman serbest bırakacaksınız?” dediğinde ise ruhsuz bir şekilde gülümsedim.
“Sen, şu andan itibaren devletinin şefkatli(!) kollarındasın Muhbir.” Gözleri büyüyerek bana bakmaya devam ettiğinde kenetli ellerimi çözüp masaya yasladım ve ona doğru eğildim. “Bugüne dek aldığınız canların bedelini -elimi masaya vurdum- tek tek ödeyeceksin!”
Hassan Şabi, kafasını iki yana salladığında ellerini çekiştirdi.
“Ben devlete ihanet etmedim ama o bana ihanet etti!” dediğinde ayağa kalkıp sertçe yanağına tokat attım. Altındaki sandalyeden yıkıldı ama masaya bağlı elleri yüzünden dizlerinin üzerinde kaldı.
“Kalk!”
Selçuk, ayağa kalkıp Hassan Şabi’yi yerine oturttu. Elimle çenesini kavrayıp sıkabildiğim kadar sıktım.
“Akıncı Timi’ni nasıl katlettiniz?”
Hassan Şabi, kafasını çekmeye çalışırken izin vermedim.
“Ben yapmadım.”
Çenesindeki elimi boğazına yaslayıp sıktığımda yüzü kızarmaya başladı.
“Ben mi yaptım orospu çocuğu, biz mi yaptık! Anlat!”
Hassan Şabi, korkulu gözlerle Selçuk’a baktı.
“Durdursana, öldürecek beni!”
Selçuk, kollarını göğsünde bağlayıp arkasına yaslandı. Islık çalarak Hassan Şabi’yi izlemeye başladığında yeniden ona baktım. Elimin altındaki damar, şişmeye başlıyordu. Yalnızca, iki dakika, iki dakika daha tutarsam ölecekti. Bunu istemezdik, değil mi?
Boğazını bırakıp derin bir nefes aldım ve ellerimi masaya yaslayarak yerime oturdum. Hassan Şabi, karşımda kıvranıyor ve nefes almaya çalışıyordu. İçimde acıma yoktu, yalnızca öfke vardı ve o öfke tüm bedenimi bir zehirle dolduruyordu.
İntikam.
“Anlat.”
Hassan Şabi, bakışlarını elindeki kelepçeye çevirip yutkundu.
“Ben yapmadım, her şeyi Mümtaz Çalkun yaptı. O zamanlar Seyyar diye bir adam vardı. Seyyar, Mümtaz Çalkun’un babasıdır. Kimse ama hiç kimse adını sanını bilmez. Seyyar, bizi MİT’in içine sızdırıp sizi alt etmemizi istiyordu. Seyyar, zamanında annesinin bir asker tarafından öldürüldüğünü görmüş ve o günden sonra Mümtaz’ı asker düşmanı olarak yetiştirdi. Hümeyra Çakır, Seyyar’ı Akıncı Timi’ne anlatarak araştırması için bir belge gönderdi.”
Doğrulamak amaçlı Selçuk’a baktığımda kafasını salladı. Yeniden Hassan Şabi’ye baktığımda yutkundu ve kafasını iki yana salladı.
“Akıncı Timi, Seyyar’ın inini bulduğunda biz, Bozkır Timi’ni nasıl alt edebileceğimizi tartışıyorduk. O sırada onlarla çatışmaya girdik. Hepsini öldürdüğümüz sırada Mümtaz Çalkun, Mehmet Sönmez’in ensesinden vurdu, unutmamak için künyesini aldı. Toparlanana kadar esir tuttu, ardından bıraktı. Delirmesini ve kimsenin ona inanmamasını istedi.”
Hassan Şabi, kelepçesindeki bakışlarını bana çevirdi ve nankörce gülümsedi.
“Ve delirdi.”
Ayağa kalkıp yüzüne bir yumruk vurdum.
“Senin evveliyatını sikerim!”
Masanın diğer tarafına geçtim ve bir yumruk daha patlattım. Burnundan akan kanlar elimin üzerine yer edinirken bir kez daha vurdum.
“DUYDUN MU!”
Selçuk, ayağa kalkıp hızla karnımdan kavradı ve havaya kaldırdı.
“SENİN FERİŞTAHINI SİKERİM!”
Selçuk, beni kendi tarafına çevirip yere bıraktı.
“Sakin ol Gündüz, daha bitmedi.” dedi ve ellerini çekti. Çıldıracaktım ya, çıldıracaktım. Kalleşlik yaptıkları yetmemiş gibi karşımda pişkin pişkin gülüyordu kodumun çocuğu! Gözlerimi kapatıp derin bir nefes verdim. Sakinleşmem gerekti, herkes için cevaplar gerekti. Arkaya devrilen sandalyemi kaldırıp sürüyerek Hassan Şabi’nin yanına oturdum. Sol dirseğimi masaya yaslayıp, sağ elimi de dizime koydum.
“Mümtaz Çalkun, nerede?” diye sorup yüzüne baktım. Burnundan akan kanlar dudaklarının üzerine doğru akıyordu. Gözlerini acıyla kırpıştırıp bana nefretle baktığında dişlerimi sıktım.
“Babana sor.”
Bu kadarı kafiydi.
Elimi hızla kafasının arkasına koyup sertçe masaya vurduğumda gözleri kapandı. Selçuk, hızla ayağa kalkıp Hassan Şabi’nin nabzına baktığında dehşet içinde bana baktı.
“Adamı bayılttın Gündüz?” diye gülerek konuştuğunda gözlerimi devirdim.
“Gebersin piç.” dedikten sonra bana dönük yüzüne tükürecektim ama son anda vazgeçip yüzüne eğildim. “Tükürüğüme bile değmezsin.”
Oturduğum sandalyeden kalkıp kapıya yürüdüm ve dışarıya çıktım. Hakan Koral ve Barkın, ellerindeki not defterlerine bir şeyler karalıyorlardı. Barkın, kalemini not defterinin arasına koyup bana baktı. O sırada sorgu odasının kapısı aralandı ve Alparslan albay içeriye girdi. Esas duruşa geçtiğimizde bakışlarını bizde çevirip Hakan Koral’a baktı.
“Alparslan, elimizde artık onları bağlayacak deliller var. Mümtaz Çalkun, yakalandığı takdirde artık dosya kapanacak.”
Alparslan albay, yeniden bakışlarını bana çevirdiğinde gözleri titredi. Her şey bittiğinde rahat uyuyabilecek miydi? Hayır. Kafasını yastığa koyduğunda ağlamayacak mıydı? Evet, ağlayacaktı.
Her şey bittiğinde ölenler geri gelecek miydi?
Hayır.
Geri gelmeyeceklerdi.
Alparslan albay, elini omzuma koyup sıktığında sağ gözünün altının titrediğine şahit oldum. Derince yutkunduğum sırada çenesini dikleştirdi.
“Onların kanını yerde bırakmadın Boduroğlu.”
Kafamı iki yana salladım ve Selçuk’a baktım.
“Hepsi onun sayesinde albayım.” dediğimde Selçuk, elini alnının yanına koyup Alparslan albaya baktı.
“Selçuk Turalı, Rize.”
Alparslan albayın titrediğine şahit oldum. Omzumdaki eli düştüğünde Selçuk’a döndü. Selçuk’u, çoğu eski rütbeliler bile tanımıyordu ama Alparslan Çakır iyi bir tahminde bulundu.
“Oğuzhan’ın oğlu musun?”
Selçuk, çenesini dikleştirdi.
“Babam sizden bahsederdi komutanım.”
Alparslan albayın gözleri dolduğunda kaşlarımı çattım. Selçuk’un çenesi gerildiğinde dudağının kenarı burukça kıvrıldı.
“Bozkır Timi, babamın tek eviydi.”
Selçuk’un babası, benim babamın kurduğu o timin kaybettiği beş candan biriydi. Alparslan Çakır, dudağını büzerek kafasını iki yana salladı.
“Hiç babana benzemiyorsun.”
Selçuk, gülümsedi.
“Genelde anneme benzetirler komutanım.”
Alparslan Çakır, eliyle yüzünü sıvazladı ve ardından ellerini Selçuk’un omuzlarına koydu.
“Şimdi ne yapıyorsun? Bu zamana kadar nerelerdeydin?”
Selçuk, bana baktı.
“Babam şehit olduktan sonra Ethem Boduroğlu beni kendi himayesi altına aldı ve annem ile birlikte İstanbul’a gönderdi. 18 yaşıma bastığımda Asena Gündüz’ü korumam için beni Şırnak’a getirdi. 2016 yılından beri Asena Gündüz’ü koruyorum.”
Alparslan albay, kafasını iki yana sallayarak elini Selçuk’un omuzlarından indirdi.
“Hakan, bu çocuğu kaybetmeyelim. Mücadele İtibar Teşkilatı’nda bizim için çalışsın.”
Hakan Koral, Alparslan albayı onayladığında Alparslan albay bize doğru döndü.
“Gelin, size çay ısmarlayayım.” deyip kapıyı açtı ve dışarıya çıktı. Selçuk, gülümseyerek dışarıya çıktığında peşlerinden şaşkınca yürüdüm. Elimdeki kanı yıkamak için seslendim.
“Ellerimi yıkayıp geliyorum.”
Alparslan albay, Selçuk’un koluna girdiğinde bilmem kaçıncı şaşkınlığımla onları izledim. Bugün acaba ne kadar daha şaşırabilirdim, bilmiyordum. Ellerimi hızla kandan arındırıp dışarı çıktım ve kantine doğru ilerledim.
“Eyşan?”
Mete’nin sesiyle arkama döndüğümde kaşları çatık bir şekilde bana yürüdü. Bakışları yüzümde şüpheyle gezinirken ıslak ellerime baktı.
“Ne işin var burada?”
Tam dudaklarımı aralayıp açıklama yapacaktım ki bakışları arkama çevrildi. Şüpheli bakışları arkamda sabit dururken omzumda bir el hissettim. Mete’nin gözleri ateş topuna dönerken bir omzumdaki ele bir de arkamdaki siluete takıldı.
Selçuk, “Asena, Alparslan albay bizi bekliyor.” dedi ve bir hışımla arkama döndürüp yürütmeye başladı. İki adım atmıştık ki omzumdaki el bir anda uçtu. Mete, aynı boydaki Selçuk’a bir adım yaklaştığında aramıza girmiş oldu.
“Sen kimsin?”
Mete’nin gözlerini Selçuk’un alaycı bakan gözlerinden fark edebilmiştim. O kadar sinirliydi ki bu sinir, Selçuk’un hoşuna gidiyordu.
“Asena’nın korumasıyım.” dedi ve Mete’nin karşısından ayrıldı. Koluma girip beni çekiştirmeye başladı. “Arkana bakmazsan sevinirim Gündüz, yoksa fena sikecek.” diye söylendi. Arkama bakmadım ama gürültüyle kapanan kapı sesinden anlıyordum ki Mete, beni fena halde sevecekti.
-
BÖLÜM SONU
BÖLÜM SONU MEDYALARI
Instagram: _jupiterdebirokur
Tiktok: jr.napolita
X: sultanakr9
Wattpad: sultanakr
Merhabalar efenim, nasılsınız? Umarım iyisinizdir.
Genel olarak bölümü nasıl buldunuz? Sorularınız, aklınıza takılan bir yer varsa cevaplayabilirim. Fark ettiyseniz bazı karakterleri okumaya başladık, bu sıklıkla devam edecek. Bu bölümde yeni bir karakterimiz dahil oldu, Selçuk TURALI. Kendisi artık bizimle olacak. Hassan Şabi, bu zamana kadar yaşanılan olayları üstü kapalı bir şekilde anlattı ve Mümtaz Çalkun’a bir adım daha yaklaştık. Bakalım, Çalkun için Güvercin Timi neler yapacak?
Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle
Sultan Çakır
dokuz aralık iki bin yirmi dört
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.04k Okunma |
285 Oy |
0 Takip |
41 Bölümlü Kitap |