27. Bölüm

XXI - AL BAYRAĞIN GÖLGESİ

Sultan Çakır
sultanakr

Merhabalar, ben geldim. Bu bölüm biraz kıskançlık ve ağır küfür içerir, ‘bölüm sonu’ ölmez sağ kalırsanız aşağıda buluşalım.

Oy ve yorumlarınızı lütfen eksik etmeyin, keyifli okumalar.

Bölüm Şarkısı;

Ölüler Konuşamaz, Farazi

Sandığımdan Herkes Babam Gibi Gülecek, Farazi

 

 

🕊️

XXI

10 Aralık 1955 / Aliköse Köyü, Iğdır

Aliköse Köyü, gecenin zifiri karanlığında derin bir uykuya dalmıştı. Gökyüzünde yıldızlar cılız ışıklarıyla titreyip sönmeye yüz tutmuş, ay çoktan yerini doğacak güneşe devretmek için çekilmişti. Ancak bu gece sıradan bir gece değildi. Toprak, yaklaşan bir felaketi sezmiş gibi ürperiyor, rüzgâr, ağaçların dallarında uğursuz bir ıslık çalıyordu.

Köyün en yaşlısı, yıllar önce duyduğu bu ıslığın anlamını hatırlıyor gibiydi. O gece, kimse sabaha çıkamamıştı. Yine aynı melodi kulakları doldurduğunda, yaşlı adam sessizce diz çöktü, başını eğdi ve dua etmeye başladı ama dualar bu kez göğe ulaşmayacaktı.

İlk adımlar duyuldu. Toprağı ezen çizmelerin sert ritmi, köy meydanından yankılandı. Karanlığın içinden beliren siluetler, omuzlarına asılı tüfeklerle asker gibi görünüyorlardı. Ancak yüzlerine yerleşen vahşi ifadeler, gerçek kimliklerini ele veriyordu. Bunlar asker değildi; bunlar, ölümün habercileriydi.

Şafaktan önceki o karanlık saat, köyün üzerine bir mezar örtüsü gibi çökmüştü. Çocukların uykulu mırıltıları, kadınların sessizce yakılan ocakları… Her şey bu korkunç sessizlikte eriyip gitmişti. Bir anda köpeklerin havlaması kesildi, ardından gelen keskin bir çığlık, tüm köyü buz gibi bir korkuya hapsetti.

Kapılar teker teker kırılmaya başlandı. Bir evin penceresinden yükselen alev, önce küçük bir kıvılcımdı. Ardından köyün tamamını yutacak bir yangına dönüştü. İnsanlar yataklarından fırladı, kadınlar çocuklarını kucakladı, yaşlılar dualarını boğuk bir iniltiye dönüştürdü fakat bu, kaçışı olmayan bir gecenin hikayesiydi.

Riyad, o gece on yaşında, masumiyetin henüz bedeninde ağır bir yük olmadığı bir çocuktu. Annesinin kucağında saklanırken korkuyla pencerenin önündeki alev dansını izliyordu. Gözleri büyümüş, elleri annesinin elbisesine yapışmıştı. “Anne, bu insanlar kim?” diye fısıldadı ama annesi cevap veremedi. Cevabın ne olduğunu o da biliyordu, fakat söylemek çok zordu: “Ölüm...”

Aniden kapıları kırıldı. Üç silahlı adam içeri doldu. Çizmelerinin toprağa sertçe çarpan sesi, Riyad’ın yüreğini delip geçti. Bir tanesi annesine işaret etti, "Dışarı çık!" Kadın bir an tereddüt etti, ardından oğluna son kez sarıldı. “Ne olursa olsun gözlerini kapa,” dedi fakat Riyad, gözlerini kapatamadı.

Bir kurşun sesi yükseldi. Sonra bir sessizlik. Annesi, yere cansız bir şekilde düşerken Riyad bir çığlık atamadı. Göğsünde hissettiği bir sıcaklık, gözlerine yükselen yaşlardan daha ağırdı.

Köy, bir ormanın ortasında yükselen dev bir alev gibi yanıyordu. Yangının ışığı, ağaçların gövdelerine uzun gölgeler düşürürken küller gökyüzüne doğru yükseldi. Her şey bittiğinde, köyden geriye yalnızca dumanlar ve yanmış taşlar kalmıştı.

Gökyüzü renk değiştirmeye başladı. Ufuk, önce bir kan kırmızısına, sonra turuncunun hüzünlü sıcaklığına dönüştü. Güneş, bir çocuğun ilk nefesi gibi ağır ağır doğuyordu. Riyad, annesinin cansız bedeninin yanında yere çökmüş, gözlerini ufka dikmişti.

O ana kadar hiç fark etmediği kadar parlaktı güneş. Gökyüzü aydınlandıkça, Riyad’ın gözyaşları küllerin içinde parıldadı. Güneş doğuyor, alevlerin küle çevirdiği toprakları utangaç bir şekilde aydınlatıyordu. Bu çocuk, güneşe baktığında bir şey hissetti. Hayatta kalmak bir şans değil, bir yemin olmalıydı.

Ve güneş, masum bir doğum gibi köyün üzerinde yükseldi ama Riyad, bir daha asla o masum çocuk olamayacaktı.

Riyad, o geceden sonra, hayatta kalmak için bir şeylere tutunmak zorundaydı. Varlığını devam ettirirken, bu acı dolu anılarla her an yüzleşiyordu. Gözlerinin önündeki alevler hâlâ sanki köyün yıkıntılarında birer ateş topu gibi dans ediyordu. Annesinin kollarında son bir kez saklandığı, son bir kez güven bulduğu o an, belki de ona veda ettiği en masum anıydı. O anın ardında ne kadar karanlık bir gece olduğunu, yaşadığı acıların ne kadar uzun süreli bir yankı bırakacağını o zaman bilemezdi.

İntikam.

Bu kelime, Riyad’ın zihninde yankı yapmaya başlamıştı. Hayatta kalan tek amacı, annesinin katillerinden bir gün hesap sormaktı. Ne de olsa, o geceyi hatırlıyordu ama katillerin kim olduğunu, yüzlerini asla görememişti. O karanlık, uğursuz gece, her şey gibi onların kimliklerini de silip gitmişti. Annesini öldüren elleri hiçbir zaman tanımayacaktı.

Bir hafta sonra, köyün külünden geriye kalmış enkazların içinde bir grup adam belirdi. Her birinin elinde, adeta korkuyu ve ölümün izlerini taşıyan silahlar vardı. Tüfekler, makineli tüfekler, hatta bazılarının belinde hançerler yer alıyordu. Tüm bunlar, onları daha tehditkâr ve korkunç kılarken, dikkatlice seçilmiş kıyafetleri, bir tür ölümsüzlük arayışı gibi görünüyor ama aslında ne kadar maskelenseler de aslında kim oldukları birer hayalet gibiydi.

İçlerinden birinin sırtında bir amblem vardı. Siyah, kan kırmızısına boyanmış bir çakal kafası, yan yana sıralanan bu adamların gizli niyetlerini simgeliyordu. Her adımda, o uğursuz simge, ölüm ve yıkım taşırken bile, onları kimseye tanıtmıyordu. Bu kıyafetlerin ardında gizlenmiş kimlikleri, korku ve felaketin ta kendisiydi.

Riyad, onlara neyin ne olduğunu sormak için bir adım atmak istedi ama suskun kaldı. Annesinin son sözü, hala kulaklarında çınlıyordu: “Gözlerini kapa…”

Onlardan biri, Riyad’a doğru yaklaşıp, sert bir şekilde “Bize katılmalısın. Anneni öldürenlerden intikamını almak istiyorsan, bizimle geleceksin,” dedi. Riyad, o an vücudunda hissettiği soğuk teri silerken, bu sözlerin içindeki anlamı kavramaya çalışıyordu. Onlar kimdi? Ne istiyorlardı? Ama bunların hiçbir önemi yoktu, yalnızca bir şey vardı: Annesinin katillerinden intikam almak.

Adam, Riyad’ı zorla yanına çekerek, gözlerinde bir kıvılcım arayarak ekledi: “Zamanı geldi. Onları yok etme sırası sende.”

O an Riyad, önce bir an durakladı, sonra derin bir nefes alarak kararını verdi. Ya intikam alacak ya da sonsuza kadar köle gibi yaşamaya mahkûm olacaktı. O andan itibaren, adını kimse bir daha masum bir şekilde anmayacaktı. O artık Riyad değildi.

Riyad, o günden sonra, köyün harabelerinde bırakılan geçmişinin bir izini silmek için onlarla birlikte gitmeye karar verdi. Bir insan, annesinin ölümüne şahit olduktan sonra, başka hiçbir acıya katlanamazmış gibi hissediyordu. Çektiği acı, onu bu adamların arkasında sürükledi. Artık onlarla birlikte savaşacaktı.

Zamanla, terörist grubu kendisini "Seyyar" olarak adlandırdı. Bu isim, ona sırtındaki yükü hatırlatıyor gibiydi; göçebe ruhu, kaybolmuş bir çocuğun öyküsünü. Seyyar, artık yalnızca adının bir parçasıydı; içindeki acıyı da taşıyan bir kimlik, bir maskeydi.

Fakat Seyyar, annesinin katillerinin kim olduğunu, onlardan biri olabileceklerini hiçbir zaman bilemeyecekti. Kimse ona gerçeği söylemedi. Bu karanlıkta, kimin dost, kimin düşman olduğunu ayırt etmek çok zordu. Seyyar, yıllar sonra, o gecenin ölümcül adımlarını atmış olanların yüzlerini öğrenmeyecekti. Sadece bir yeminle, intikamını alacağı günü bekleyecekti ve bu bekleyiş, içindeki o boşluğu daha da derinleştirecekti.

Seyyar, büyümeye başladıkça gözündeki intikamda büyüyordu. 19 yaşında, 1964 yılında intikamın damarlarında bıraktığı zehirden bir çocuk dünyaya geldi. Oğlunu, tıpkı kendi gibi sert, cesur ve kararlı yetiştirdi. Her gün, sabahın erken saatlerinde uyanıp zorlu egzersizlere başladılar.

Riyad, ona yalnızca askerlik eğitimi vermekle kalmadı, aynı zamanda yaşamanın, hayatta kalmanın en derin anlamlarını da öğretti. Savaşın soğuk yüzünü, tek bir hatanın nasıl büyük bir felakete yol açabileceğini, stratejilerin ve planların önemini anlattı. Her öğüdü, oğlunun zihnine kazınacak birer ders olarak kalacaktı.

“Mümtaz, merhamet yok.”

Riyad, geçmişin intikamını, oğlunun üzerinden almak istiyordu. Onu yalnızca bir asker olarak değil, acının ve kaybın içinde şekillenen bir savaşçı olarak yetiştirmişti. Oğluna, bir gün her şeyin hesabını soracaklarını, eski düşmanların ve katillerin peşinden gitmeleri gerektiğini öğretmişti. Ancak bu sefer her şey daha derindi; oğluna anlatmak istediği tek şey, intikamın sadece bir anlık hırsla değil, soğukkanlı bir planla yapılması gerektiğiydi.

1984 yılında Seyyar, ardında bıraktığı kanlı dünyaya gözlerini kapattı.

1985 yılında oğlu Mümtaz, MİT’e katıldı.

Bekledikleri intikamın izleri Mümtaz’ın damarlarında bir zehir misali dolaştı.

Vatanın toprağına ilk kurşun 13 Kasım 1994 yılında düştü.

İntikam bir künye ile alındı ama Mümtaz, gerçek soruların hiçbir zaman cevabını bulamadı.

 

18 Ocak 2022 / Şırnak

Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından

Her zihin, ruhunun yansımasını taşır.

Zihnime inşa ettiğim o duvarı hatırlıyordum. Her taşını yeniden yerine koyarak, sağlam ve yıkılmayacak bir sığınak yapmıştım. Zamanı geldiğinde benim bile yıkamayacağım duvarlarımdı. Ta ki ruhuma Mete’nin sesi karışana kadar.

Alaşağı olmuş zihnimin en ücra köşelerinde o vardı. Ruhumda yaşayan çocuğu büyütmeye başlayan, yaralarını saran varlığı korkutuyordu. Hata yapmaktan, geri dönülmez yollara gitmekten ürkütüyordu ama buna engel olamıyordum. Sanki inşa ettiğim duvarları yıkıp geçmişti.

Selçuk, beni çekiştirip ondan uzaklaştırdığında kapının sert kapanmasıyla Mete’nin kıskandığını anlayabilmiştim. Zaten anlamamak için salak olmak gerekti, değil mi? Sinirlendiği açıkça belli etmesi bir bakıma hoşuma gitmişti. Göreve çıktığımızda o kadına karşı hissettiklerimi anlamış olmalıydı.

Elimdeki çayı yudumlamadan önce Alparslan albayın karıştığı çayın kaşık sesi yankılandı. Metal kaşığın bardağın kenarlarına hafifçe çarpan ritmik sesi, kantine yayılan sessizliğin içinde neredeyse tek duyulabilen ses olmuştu. Bir an, her şeyin ne kadar sessizleştiğini fark ettim. Bakışlarım etrafta gezindi, hiç kimse yoktu.

Alparslan albay, “Nedense ben hep kantine geldiğimde askerler kaçacak yer arıyor.” diye söylendi ve çay kaşığını bardağının yanına bırakıp doğruldu. Gözlerindeki rahatlıkla bir bana bir de Selçuk’a baktı.

“Ee Selçuk, kendine nerede ev tutacaksın?” dediğinde Selçuk, yerinde dikleşti ve Alparslan albaya baktı.

“Henüz daha karar vermedim albayım.”

Alparslan albay, düşünceli bir şekilde gözlerini kıstı ve çayına uzanıp Selçuk’a baktı.

“Mete ile Caner’in evinde kal. Onlar nasıl olsa burada, askeriye kalıyorlar.” dedi ve çayından bir yudum aldı. Selçuk, çekinerek kafasını sola eğdi.

“Olmaz albayım, yakışı kalmaz.”

Alparslan albay gözlerini devirip elindeki bardağı tabağın içine koydu.

“Evlat, sana olur mu diye sormadım, kal dedim.” dedi ve arkasına yaslandı. “İtiraz istemiyorum.”

Selçuk, ellerini dizlerine koyup gülümsedi.

“Siz nasıl isterseniz öyle olsun komutanım.”

Alparslan albay, elini sertçe Selçuk’un sırtına vurduğunda Selçuk, hafifçe gülümsedi. Albayın bakışları bana çevrildiğinde tebessüm ettim. Zihnimde hâlâ Mete’nin şu an ne yaptığı sorgulanırken henüz sorulacak herhangi bir soruya hazır değildim.

“Mümtaz Çalkun konusunda ne düşünüyorsun yüzbaşı? Ne yapacaksın?” diye sordu. Derin bir nefes alıp elimdeki çayı bıraktım ve yeniden arkama yaslanıp Alparslan albaya baktım. Onu nasıl bulacağımız hakkında bir bilgim yoktu.

“Öncelikle durduğu ofiste kapsamlı bir araştırma yapılacak. Belki bir iz, telefon numarası, gidebileceği evlerin adresi ve konuştuğu bir insan bulacağız.” diye sıraladığımda Selçuk’un bakışları bana çevrildi.

“Hassan Şabi, onun gidebileceği yerleri bilmiyor mudur?”

Kafamı salladım.

“Tabii ki de biliyordur ama bunu bize kolaylıkla söyleyeceğini sanmıyorum.”

Selçuk, sinsi gülümsemesiyle Alparslan albaya baktı.

“Dedi, kafasını masaya vurarak bayıltan yüzbaşı.”

Alparslan albay, sahte sinirle Selçuk’a baktı.

“Babası da böyleydi bunun. Vur derdik, öldürürdü.”

İstemsizce gülümsediğimde ruhumdaki yarayı okşadım. Her zaman orada olmasına alışmıştım ama hep aynı acıyı hissettirmeye devam ediyordu. Biliyordum, hiç geçmeyecekti. Onlara duyduğum özlem hep ruhumda, o küçük kızla birlikte tutsak yaşayacaktı.

“Yapma ama yüzbaşı, bunları sana üzül diye söylemiyorum.” diye seslendi, Alparslan albay. Kafamı iki yana sallayıp bakışlarımı çaya çevirdim.

“Elimden gelen bir şey değil albayım. Her daim orada, zihnimin içindeler.”

Alparslan albay sandalyesini bana yaklaştırdığında eliyle saçlarımı okşadı. Bir baba elinin sıcaklığı gözlerimi dolduracak kadar şefkatliydi. Bakışları buğulandı ve gözleri titrekçe gözlerimde gezindi.

“Biliyorum evlat. Hümeyra’m, Ethem, Yağmur… kaybettiğimiz bütün canlar, hep burada-kalbini gösterdi- kalbimizdeler.”

Gözlerimi kırpıştırıp kafamı salladım.

Hep kalbimizdelerdi ve hiçbir güç onları oradan kopartmayacaktı.

Alparslan albay, boğazını temizleyip tek kaşını kaldırdı ve ellerini dizlerine koyup ayağa kalktı. Onun ardından sertçe kalktığımızda çenesini dikleştirdi. Bakışları üzerimde gezindiğinde dudağını büktü.

“Kendini iyi hissediyorsan askeriyede kal ama hiçbir şekilde operasyona katılmana destek vermem. Mete ile uğraştırma beni.” diye söylendiğinde utanarak gülümsedim ve kafamı salladım. Bakışlarını Selçuk’a çevirdi ve sinsice gülümsedi.

“Gel Selçuk, seni Hakan ve Barkın’ın yanına götüreyim.” derken elini sırtına götürdü ve sertçe vurarak yürütmeye başladı. Birlikte ilerlerken Selçuk, bana döndü ve ‘Kurtar beni’ bakışlarını attı. Gülmeye başladığımda elimi göğsüme sürttüm. Canıma değsin, oh!

Ohh!

Selçuk, Alparslan albay ile gözden kaybolurken hızlı adımlarla koğuşların olduğu koridora yürüdüm. Odama girdiğim sırada Alev’i yatakta uzanmış bir şekilde buldum.

“Oh, millet çalışsın sen burada keyif yap.” dedim ve üzerimdeki kabanı çıkartmaya başladım. Alev, hızla yattığı yerden doğrulurken ellerinde bandajları bana gösterdi. Penguen misali bana yürüyüp alt dudağını büzdü.

“İsteyerek durmuyorum ki Barış beni buraya kapattı. Buradan çıkarsan seni.” dedi ve gözlerini kaçırdı. Alev’in kızaran yanaklarını fark ettiğimde koluna bir fiske salladım. Sargılı eliyle dirseğini ovalarken bir adım geri çekildi.

“Lan siz ben yokken neler yaptınız kızım? Osman bile ben hasta yatağındayken Cemile ile, tövbe!”

Alev, gözlerini devirip yatağına oturdu.

“Üff! Ne var ne? Aşkta mı yaşamayalım?” diye söylendiğinde üzerimdeki kazağı çıkarttım. Alev’in bakışları hüzünle göğsüme takıldı. Dudakları bir şey diyecekmişçesine aralandı ama anında kapandı. Bütün dediklerini unutup bakışlarını yere çevirdi. Kafamı iki yana sallayıp kamuflajımı üzerime geçirdim.

“Size aşk yaşamayın diyen yok Alev. Sadece üzülmeyin yeter.”

Alev, gözlerini yeniden bana çevirdiğinde ayağa kalktı ve üzerimi düzeltmeme yardımcı oldu. Bakışları yakalarımda gezinirken dudakları aralandı.

“Mete çok korktu Eyşan. Konuşmadı, ağlamadı. Dokunsak yıkılacak bir haldeydi.”

Görmediğim hâlde biliyordum.

“Kim sevdiği için korkmaz ki Alev?”

Alev, yavaşça omzuma vurdu.

“Bende çok korktum, hıh!” dedikten sonra yüzünü çevirdi. Gülerek ellerimi biraz önce vurduğum omzuna koyup sıvazladım.

“Oy ben sana kıyamam, sen korktun mu?” diye mırıldanıp kahkaha attığımda ayağını kaldırıp vuracaktı ki hemen kaçtım. Boğazımı temizleyip üzerimi gösterdim.

“Ceza istiyorsun herhalde!”

Alev, aklına bir şey gelmişçesine hemen durakladı ve dirseğimi dürttü.

“Ceza demişken Mete, dün bizimkilere ceza verdi. Caner, masadan izinsiz kalktı diye herkesi koşturdu.”

Kafamı salladım ve beremi pırpırımın altına sokuşturdum.

“Biliyorum, haberim var.”

Alev, gözlerini kıstığında dirseğimin köşesini çimdirdi. İnleyerek ona baktığımda şüpheyle bana baktı. Kafamı iki yana sorgulayarak salladığımda kafasını sağa sola eğdi.

“Doğru söyle seviştiniz mi?”

Gözlerim Alev’in dediği şey ile şaşkınca açılırken elimi kaldırıp Alev’e salladım ama ustalıkla geriye kaçtı. Gözlerimi devirip bakışlarımı aynaya çevirdim. Tabii benim yanaklarım elmaya dönerken bu durum Alev’den kaçmadı. Kızaran yanaklarıma lanet olsun.

“Yaptınız mı?”

Yapmacık bir sinirle kapıya yürüdüm ve ona baktım.

“Yapmadık ve sana ne ayrıca, ben niye sana açıklama yapıyorum?” dedim ve Alev’i içeride yalnız bıraktım. Arkamdan kahkaha attığını duyabilmiştim. Ellerimi yanaklarıma koyup sıktığımda yanaklarımın alev olduğunu fark ettim. Deli kadın, utandırmıştı beni.

Büyük adımlarla çalışma odasına ilerlemedim. Elimi kapı kulpuna uzattığım an içeriden bir kahkaha sesi duydum. Yanlış odaya mı geldim diye bakarken duvardaki yazıyı okudum.

Asena Eyşan Boduroğlu-Yüzbaşı

Mete Mert Çakır-Yüzbaşı

Lan!

Bir kez daha kadın kahkahası kulaklarıma yükseldiğinde kapıyı açıp içeriye girdim. Mete, kendi masasındaydı ama karşısındaki koltukta bir kadın oturuyordu. Hızla kolundaki çizgilere baktım. Üsteğmendi, sıkıntı yoktu ama neden Mete’nin karşısında oturuyordu.

Hem de kahkaha atarak?

Sikerler.

Boğazımı temizlediğimde Mete’nin bakışlarının bana çevrildiğini fark ettim ama üsteğmen hâlâ Mete’ye bakıyordu. Mete, üzerimi süzüp ellerini birbirine kenetledi ve yeniden karşısındaki kadına döndü. Sakin ol Eyşan, sakin ol Güvercin. Sakin adımlarla masama ilerleyip sandalyeme oturdum ve dosyalardan birini öylesine önüme çektim.

“Ahaha! İlahi Mete yüzbaşım, hiç güleceğim yoktu.”

Gülme o zaman lan!

Niye gülüyorsun lan!

Ohohoho! Oloho Moto yozboşom.

Sakinim.

“Gerçekler Sıla üsteğmenim. Arabanın size ait olduğunu bizimkiler bilemezdi.”

Büyük ihtimalle Kartal’ın, Barış’ın yanına giderken aldığı araç oydu. Kartal, oğlum bütün tüylerini yolmazsam bana da Eyşan demesinler. Bakışlarımı çaktırmadan onlara çevirdiğimde üsteğmen bacak bacak üstüne attı. Rütbe saygısızlığı eksi bir. Mete’nin bu durum gözünden kaçmamıştı ama görmezden gelerek sahtece gülümsediğinde gözlerimi kıstım. Sahtede olsa, karşısındaki üsteğmene gülmesini istemiyordum. Bakışlarımı dosyaya çevirdiğimde kalemliğe bakmadan elime kalem aldım.

Kıskandık mı?

İç sesim, ya bir git ya. Zaten canım burnumda, yaram sızlıyor. Bir de gelmişim burada Mete’yi kıskanıyorum. O da zaten ayrı bir inat. Selçuk ile giderken dönmedim diye elinden geleni arkasına koymayacaktı.

“Akça Timi’nden Kartal, değil mi? Onlar geri dönecek mi yüzbaşım?” diye sorguladığında kadın nefesimi ağırca bıraktım.

Sana ne be kadın?

Sa-na-ne!

Bir anda kapı vuruldu ve açıldı. Dosyadaki bakışlarımı istemsizce Mete’ye çevirdiğimde Mete’nin kapıya baktığını ve sinirlendiğini fark etmiştim.

“Selçuk Turalı, Rize. Asena yüzbaşım girebilir miyim?”

Selçuk, beni buradan bir tek sen kurtarabilirsin koçum.

Arkama yaslanıp elimdeki kalemi dosyanın üzerine fırlattım.

“Gel Selçuk.”

Selçuk, kapıyı kapatıp karşımdaki koltuğa oturduğunda Mete’ye baktım. Mete, bana baktığını yakaladığımdan dolayı hızla bakışlarını üsteğmene çevirdi. Bakışlarımı Selçuk’a çevirdiğimde Selçuk, kendini gülmemek için zor tutuyordu. Gözlerime baktığında göz kırpıştırdı ve dudaklarını yalayıp arkasına yaslandı.

Dudaklarını araladı ama sesli konuşmadı. ‘İzle.’ diyerek kıpırdattı ve burnunu çekti. Eli, iç cebine girdi. Çıkarttığında ise bana gösterdiği dosya vardı. Kaşlarımı çattığımda dosyayı bana uzattı.

“Bunlar, benden istediğiniz dosyalar.” diye söylendiğinde dosyayı alıp önümdeki dosyayı kenara kaydırdım. Bakışlarım yalandan yazılarda gezinirken Selçuk’un sesini duydum.

“Ee, Gündüz ne düşünüyorsun?” diye söylenirken Gündüz soyadına vurgu yaptı. Mete’nin yüzüne bakmamak için savaş verirken inatla Selçuk’a baktım.

“Sorgucu tavrından hiçbir şey kaybetmemişsin Turalı.”

Bende tıpkı onun yaptığı gibi soyadına baskı yaptığımda Selçuk, hafifçe öksürerek güldü.

“2016’da kafama silahı yaslarken öyle demiyordun ama Asena?”

Hatırladığım anıyla güldüğümde Mete’nin boğazını temizlemesini işittim.

“Ee ne diyorduk Sıla?”

Sıla.

Sıla üsteğmenimden Sıla’ya geçtiysek ağır kavga sebebi başlamış demektir.

İnadımdan ödün vermedim ve Selçuk’a baktım. Selçuk, yine gülmemek için kendini zor tutarken dudağını büzdü ve ayağa kalktı.

“Ayrıca.” dedi ve oturduğum yere doğru yaklaşıp bir elini masaya koydu. Sol eline kalemi aldığında bir dosyadaki ayrıntının üzerini gelişi güzel karaladı.

“Alparslan albay, bu bağlantıdaki izlerin çözüme kavuşulması için bizi Ankara’ya gönderebilir.”

Kaşlarımı çatıp Selçuk’a baktığımda yüzümüzün arasında otuz santim anca vardı.

“Eyşan yüzbaşım.”

Mete’nin sesini işittiğimde ona baktım. Kenetlediği ellerinin baş parmaklarını, sinirle kendi etrafında döndürüyordu.

“Görevde gizlilik esastır.” dedi ve sahip olduğu sinirle üsteğmene baktı. Ay götüm! Sanki ben bilmiyorum esas nedir, gizlilik nedir! Bakışlarımı Selçuk’a çevirip kaşlarımı çattım.

“Sen çık Selçuk, bir ara gelirsin.” dediğimde kafasını salladı ve önümdeki dosyayı alıp selam verdi. Yüzündeki gülümsemeyi gördüğümde kürekle ağzına vurasım gelmişti. Piç herif, aklınca keyif alıyordu. Boğazımı temizleyip kenara çektiğim dosyayı önüme çektim. Ne yaparsam yapayım Mete’yi kıskandırma çabam elimde patlamıştı. Mete, yine gülerek Sıla’ya baktığında arkama yaslanıp kollarımı göğsümde bağladım.

Ve ne yaptım?

Onları malca izlemeye başladım.

“Mete yüzbaşım, biliyorsunuz ki ben Şırnak’a daha yeni taşındım ve buraları daha önce hiç gezme fırsatım olmadı. Bir gün bana eşlik eder misiniz?” diye sorduğunda dişlerimi sıktım. Yürümüyor adeta koşuyordu üsteğmen.

Üzerine uçmam yakındı.

Saçını başını yolacaktım ama neydim, sakindim.

Merakla Mete’nin vereceği cevabı beklemeye başladım. Tek bir dileğim hayır demesiydi ama Mete ‘Olur.’ dedi. İnanabiliyor musunuz? Dedi, yemin ediyorum dedi. Ben çıldırmayayım da kimler çıldırsın ama sakinim. Bu iş bitti.

Bitti ya, bitti.

Mete’yi öyle bir dumura uğratacaktım ki o sözcüğü kullandığına pişman olacaktı. Bakışlarını bana çevirdiğinde tüm ifadesizliğimle ona baktım. İçimde ne fırtınalar kopuyor ama ben aslanımı kimlerle konuşturuyorum.

Sıla üsteğmen ayağa kalkıp, yamuk bir şekilde elini alnının kenarına koyup selam verdi. Gözlerimi devirdiğimde Mete’de ayağa kalkıp kafasını salladı. Selam verme be adam, selam verme! Sıla üsteğmen, bana dönüp selam verdiğinde ifadesiz kalmaya devam ettim. Nasıl baktıysam yüzündeki tebessümü kaybedip odadan çıktı. Mete’ye baktığımda hiçbir şey olmamış gibi yerine oturdu ve kenardan bir dosya çekti.

Boğazımı temizleyip ellerimi kenetledim.

“Ee, yüzbaşım Sıla Üsteğmen’e nereleri gezdireceksin?” diye sorguladığımda bana bakmadan gözlerini dosyada gezdirdi.

“Kıskandın mı sen?” diye sorduğunda arkama yaslanıp güldüm.

“Neyi kıskanacağım anlamadım?” diye sorusuna soruyla karşılık verdiğimde bir sayfa çevirdi.

“Sesinden anlaşıldığı üzere kıskanmışsın ama boşa. Sırf babam istedi diye konuştum yoksa konuşmazdım.”

Bak hele, bak.

Açıklamaya bak. ‘Babam istedi diye.’ Başlayan tüm cümlelerin arkasına sığınıyordu. Dua etsin ki babası albaydı yoksa ağır sövecektim haberi yoktu. Hadi Eyşan, düzgün bir şey düşün.

“Sırf Selçuk ile gittiğim için mi bunu bana yapıyorsun?” diye dudaklarımdan saçma bir soru çıktığında dişlerimi sıktım. Çünkü Mete, ifadesiz yüzüyle bana bakmıştı.

“Hiçbir alakası yok. Yalnızca bana karşı olan tutumunu beğenmedim, o kadar.” dedi ve yeniden baktığı dosyaya baktı. Allah’ım her şey elimde patlıyordu. Kıskandığıma mı yanayım, Mete’nin ifadesiz yüzüne mi yanayım bilemedim. Zaten dikişlerim acıyordu bir de bu tam gelmişti. Yerimden kalkıp kapıya doğru ilerledim.

Mete’nin ‘Nereye?’ diye soran sesini duydum ama cevapsız bırakarak odadan çıktım. Ellerimi ceplerime sokup yavaş adımlarla sıhhiyeye doğru adımladım. Delicesine kıskanmıştım doğruya doğru ama daha Selçuk’u tanımıyordu bile. Zihnime o üsteğmene gülüşü düştüğünde derin bir nefes aldım.

“Yüzbaşı, dönmüşsün?”

Ümit’in sesiyle arkama döndüm ve gülümsemeye çalıştım.

“Döndüm ama biraz ağrım var.”

Ümit, kafasını hafifçe eğdi ve bana içeriyi gösterdi.

“Gel bakalım.”

Birlikte içeriye geçtiğimizde sedyeye oturup üniformamın önünü açtım. Ümit eline eldivenlerini takıp sargımın iç kısmını açmadan dikişlerime baktı ve geri çekildi.

“Dikişlerin ete kaynamaya başlamış. Ondan dolayı ağrın olabilir. Zorlamamaya dikkat et.”

Kafamı belli belirsiz sallarken önümü iliklemeye başladım.

“Senin canın mı sıkkın?” diye sorguladığında yine kafamı salladım ve Ümit’e baktım.

“Uzun hikâye ama evet, canım sıkkın.”

Ümit, gülümseyip kafasını sola eğdi.

“Dinlenmen gerek Eyşan, kolay şeyler yaşamıyorsun. Her insanın atlatabileceği şeyler değil.”

Sedyeden kalkıp derin bir nefes verdim.

“Biliyorum ama elimden gelmiyor.”

Ümit, anlayışla kafasını salladığında sıhhiyeden çıktım ve dışarıya doğru yürümeye başladım. Burnum sert bir bedene çarptığında yüzümü buruşturarak geri çekildim.

“Hayırdır, bu ne surat?”

Osman’ın yüzüyle karşı karşıya kaldığımda gözlerimi devirdim.

“Bir şeyim yok sadece biraz ağrım var.” diye bir açıklama yaptığımda kafasını eğdi.

“Ee, niye buradasın o zaman gidip dinlensene kızım?”

“Osman, evde durunca sıkılıyorum. Ayrıca daha Mümtaz Çalkun’un nerede olduğunu bile bulamadık. Askeriyede kalmam bir süre benim içinde iyi olacak.”

Osman, anlayışla kafasını salladığında saatine baktı ve yeniden gözlerini bana çevirdi.

“Ben bizimkilerin yanına geçiyorum, koordinasyon merkezinde toplanmamızı söylediler. Selçuk’u bizimle tanıştıracaklarmış.”

Kafamı salladığımda yanından yürüdüm ve odaya geçtim. Mete, ayağa kalkmış bir şekilde beresini omzuna taktı ve bana doğru yürüdü. Mavi gözlerine ifadesizce bakmaya başladığımda o da bana aynı şekilde bakmaya başladı.

“Çekilirsen geçeceğim.”

Çekilmedim.

Çenemi dikleştirip başımı geriye attım ve bir adım daha ona yaklaştım.

“Hayırdır, niye böyle davranıyorsun?”

Mete, kaşlarını çattı.

“Ben normal davranıyorum Eyşan. Şimdi çekilirsen koordinasyona gideceğim.”

Gözlerimi devirdim ve dudaklarımı yalayıp bir adım geriledim. Sırtımı kapıya yasladığımda yorgun bir nefes verdim.

“Selçuk, benim abim gibidir. Adımın soyadımın değiştiği gün beni koruması için yönlendirildi.”

Mete, bana doğru bir adım attığında yüzünü yüzüme eşitledi. Gözlerindeki kamuflaj ettiği o boşluk, neredeyse canımı acıtmayı başarmıştı.

“Toplantıya, geç, kalıyorum.”

Sakince ve her kelimenin üstüne bastırarak söylediği cümleden sonra kenara çekilip gitmesi için izin verdim. Kapıyı çarparak çıktığında irkilerek kapıya baktım. Ruhumu yaraladığını bilmeyerek bu şekilde davranıyor olması canımı sıkıyordu. Açıklama yaptığıma rağmen o bakışlarındaki boşluktan nefret ediyordum. Bana, aynı vurulmadan önceki gibi bakıyordu.

Bunun yine olmasını istemiyordum. Onunla küs kalmak istemiyordum.

Hızla kapıyı açıp koordinasyon merkezine yürümeye başladım. Koluma sarmalanan ellerle duraklayıp arkama baktım. Selçuk, üzerine giydiği beyaz gömlek ve siyah pantolonuyla bana bakıyordu.

“Yüzbaşı, ateş olmuş yakmaya gider gibi bir halin var?” diye soran Selçuk’a göz devirdim.

“Üf Selçuk, seninle uğraşamam. Mete, yüzüme bakmıyor ya?” diye sinirle sitem ettiğinde saçlarımı karıştırdı.

“Oy, kıyamam sen üzüldün mü yüzbaşı?” diyerek güldüğünde bir adım geri çekildim.

“Senin yüzünden Selçuk. Adama açıklama bile yapmadım haklı.”

Selçuk, gözlerini devirip arkama geçip omuzlarımdan ittirmeye başladı.

“Yürü, abin aşkta tecrübeli adamdır. Sizi barıştırmanın yolunu bulacağım.”

Selçuk ile birlikte koordinasyon merkezinin önünde durduğumuzda üzerimi düzeltip içeriye girdim. Bütün bakışlar bize çevrildiğinde Mete, gözlerini hızla kaçırıp elini yumruk yaptı. Selçuk’a tüm bildiğim küfürleri içimden saymaya başlamıştım. Onun yüzünden Mete’nin tripini çekiyordum, şaka gibi. Mete’nin karşısındaki koltuğa oturduğumda Mete, ellerini birbirine kenetleyip tüm soğuk bir ifade ile bana baktı. Mavileri, buz kesmişti.

Ürperdiğimi hissettim ama bunu ona yansıtmadım. Üzgünce yutkunup bakmaya devam ederken bakışlarını Barkın’a çevirdi. Barkın, ellerini önünde bağlayıp çenesini dikleştirdi.

“Evet, sizi Selçuk Turalı ile tanıştırmak için buraya topladım. Selçuk, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin özel olarak yetiştirdiği suikast birimindendir. 2012 yılında Asena Gündüz’ün yani Eyşan’ın korumalığını yapmış ve 2016’dan sonrasını saklı olarak devam ettirmiştir.”

Kubilay’ın eli havaya kalktığında Barkın Koral, sakince ona söz verdi.

“Korumalığını yaptıysa neden 2016’dan sonra saklanmak zorunda kaldı?” diye bir soru sorduğunda Barkın Koral, Kubilay’ın önündeki dosyayı gösterdi.

“Selçuk Turalı’nın görevi Eyşan’ı vurulmaktan korumak değil Kubilay, ona zarar vermek isteyen insanlardan korumak. Başına bir iş geldiğinde arkasını araştırmak ve.” deyip sustu ve damağını şıklattı. “Bilmem anladın mı?”

Kubilay, kafasını belli belirsiz salladığında Barkın gürültülü bir nefes verdi ve başını sola çevirip bir şeyler mırıldandı ardından yeniden bize döndü.

“Selçuk Turalı, çok önemli bilgiler buldu ve bugünden itibaren Mücadele İtibar Teşkilatı’nda bizim için çalışacak. Caner ve Barış, Selçuk’a buradaki işlerin nasıl yürüdüğünü anlatın.”

Caner ve Barış kafalarını salladığında bakışları Selçuk’a döndü.

“İznin olursa o konudan bahsetmek istiyorum.”

Kaşlarım şüpheyle çatılırken Selçuk, bana doğru ilerledi ve masanın en başındaki, yanımdaki sandalyeye oturdu. Arkasına yaslandığında yutkunup bakışlarını Barkın’a çevirdi. Göz ucuyla Mete’ye baktığımda ise gerilmiş çenesiyle Barkın’a bakıyordu. Barkın, elindeki projeksiyon kumandasını perdeye çevirip bastı.

“Ibtidu al-tasjil.” (Kayda başlayın.)

Sesten sonra cızırtılı bir görüntü oluşmaya başladı. Bir kadın ve yanındaki çocuk ile duran biri vardı. Çocuğun ağlaması içli bir yankılamayla kulaklarımda dolanıyordu. Ne olduğunu anlayabilmiştim. İzlemek yerine yalnızca Mete’ye bakmaya başladım.

“Iskitu hâdha al-walad!” (Susturun şu çocuğu!)

Mete, ne gördüyse bakışları direkt olarak Selçuk’a kaydı. Gözlerindeki hüzünle bana bakmaya başladığında kaşlarımı çattım ve bakışlarımı elime indirdim. Bana inanmamayı tercih etmişti ve ayrıca beni dinlememişti.

“La taf‘al! Ibn al-kalb! La taf‘al!” (Yapma! Amına koduğumun çocuğu! Yapma!)

Selçuk’un sesi gürce yankılandığında iki el silah sesi duyuldu. Barkın’ın öksürdüğünü duyduğumda yutkunarak Selçuk’a baktım. Selçuk; dirseklerini masaya yaslamış, parmağındaki yüzüğü çevirirken Mete’ye bakıyordu. Zihnimde bazı düşünceler kol gezerken kalbim acıyla kasıldı.

Lütfen, bunu Mete’ye kendini inandırmak için yaptığını söyleme Selçuk.

Ona baktığımı anlamışçasına bana bakıp gülümsediğinde ellerini sandalyesinin kolçağına koyup arkasına yaslandı. Sağ elinin parmakları kolçakta ritim tutarken, sandalyesini bir sağa bir sola hafifçe çeviriyordu. Mete’ye baktı ve gülümsemesini büyüttü.

“Güzel hikâye değil mi, yüzbaşı?” diye mırıldandı ve bakışlarını masada oturan herkesin üzerinde gezdirdi.

“İşte, Asena Gündüz’ü korumanın bedeli.”

Yüzündeki gülümseme ağırca dağıldığında ritim tuttuğu kolçağa hafifçe vurup ayağa kalktı ve Kubilay’ın arkasında durdu. Elini Kubilay’ın oturduğu sandalyeye yaslayıp çenesini dikleştirdi.

“Ben Asena Gündüz’ü korurken ailemi bu şekilde kaybettim. 2016 yılından sonra saklanmamın asıl nedeni budur.” dedi ve sandalyenin sırt kısmını sıkıp Kubilay’a eğildi. “Bilmem anladın mı Kubilay Cenk Eşver.”

Kubilay, kafasını salladığında doğruldu ve derin bir nefes verip projeksiyon perdesine baktı. Kanlar içinde yerde kalmış bedenlere sırtını çevirip ellerini ceplerine soktu ve Mete’ye baktı.

“Peki, sen yüzbaşı? Sen artık benim kim olduğumu anladın mı?”

Mete, bir şey demeden öylece ona baktığında Selçuk, Barkın’a baktı.

“Biraz ara verelim, ağır geldi.”

Barkın, kafasını salladığında Selçuk, bana doğru yürüdü ve omzuma dokunup kapıya ilerledi. Sandalyeyi geriye ittirip ayağa kalktım ve Selçuk’u takip ettim. Ardımdan gelen bir adım sesi adımlarıma karıştığında kendimi dışarıda buldum. Selçuk’un bakışları arkama çevrildiğinde derin bir nefes bıraktı. Arkama döndüğümde Mete’yi gördüm.

“Ben, özür dilerim Selçuk.” diye açıkça Selçuk’a baktığında Selçuk, kafasını iki yana salladı.

“Asena benim kız kardeşim gibidir. Bugün sana bir şaka yapmak istedim ama onun haberi yoktu. Bu kadar kolay sinirleneceğini bilseydim yapmazdım yüzbaşı.” dedi ve yanımdan ayrılıp yürümeye başladı. Peşinden yürüyecekken elime dolanan eli hızla ittirdim.

“Beni dinlemedin. Ben bilmiyor muyum sanki omzuma bir başkasının dokunamayacağını?”

Mete, gözlerini devirdiğinde sağımdan bir ses duydum.

“Mete yüzbaşım!”

Dudaklarımda alaylı bir gülümseme oluştu. Sağıma doğru dönüp ellerimi arkada bağladım.

“Sen, gel bakayım buraya!” diye bağırdığımda üsteğmen korkuyla bana adımladı ve karşımda durdu. Bir adım daha yaklaşıp yüzüne doğru eğildim. Haspamın boyu bile benden kısaydı.

“İki kişi konuşurken araya girilmez. Bir daha, rütbeye saygısızlık yaparsan görebileceğin son yüz ben olurum. Anladın mı?” diye söylendiğimde kafasını salladı ve selamını verip arkasını dönüp gitti. Kızgın bakışlarımı Mete’ye çevirip dişlerimi sıktım.

“Sende bir dahakine beni dinlemeden kıskançlık krizlerine girme Mete yüzbaşı. Sabah sana ne dediğimi hatırla. Kuşku duyduğun anda silmekle kalmam yok ederim, bilgin olsun.”

Mete’ye arkamı dönüp Selçuk’u bulmak için dışarıya çıktım. Bütün hepsi toplanmış beni çıldırtmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bir tarafta sevdiğim adam beni kıskandığı için salak salak davranışlarda bulunuyor bir tarafta da yediğim içtiğim ayrı olmamış adam, kendini ispatlamak için eşinin vurulduğu sahneyi izlemek zorunda kalıyor.

Böyle bir şey yok ya!

He beni de delirtin ondan sonra alın münasip bir yerlerinize sokun!

İnna sabirin!

Selçuk’u bankta sigarasını içerken bulduğumda dudaklarımın arasından usul bir nefes bıraktım. Gözlerinin önünde eşini ve çocuğunu öldürmüşlerdi ve içinde yanan bir ateşin sakinliği korkmama sebep oluyordu. Kolay değildi. Gözlerimin önünde ailem şehit olmuştu. Ne demek olduğunu biliyordum. Onu benden daha iyi kimse anlayamazdı.

“Oturabilir miyim?” diye sorup ayakta beklediğimde Selçuk sigarasından bir nefes aldı ve bankta yana doğru kaydı. Yanına oturup arkama yaslandığımda elini cebine sokup sigara paketini çıkarttı. Bir dalı dışarı çekip bana uzattığında aldım ve dudaklarımın arasına yerleştirdim. Elindeki çakmakla yakıp geri çekildiğinde büyük bir nefes aldım.

“Bunu yapmak zorunda değildin.”

Kendimi suçlu hissediyordum.

“O görüntüler beni üzmüyor aksine daha çok gözümü kana bürüyor.” diye bir açıklama yaptığında Selçuk’a baktım. Zihnimde almak istediğim birçok cevap vardı ama sormaya cesaretim yoktu. Yaralar, deşildikçe kanardı.

Sigaramdan bir nefes daha alıp dudaklarımın arasından bıraktım. Havaya karışan gri duman özgürlüğüne kavuşurken ciğerlerimi daha da zehre buluyordu.

“Ankara’da bağlantılarımı kullandım. Şu anda Mümtaz Çalkun’un odasına bakıyorlardır.”

Selçuk’un cümlesiyle kafamı salladım ve içli bir şekilde karşımdaki dağlara baktım. Bunca zaman Mit’e saklanıp onu kimsenin fark etmemesi, fark edenlerin ise sesinin kestirilmesi çok garip değil miydi?

“Yorulmuş gibi bir halin var Asena?”

Yanımdan gelen sesle Selçuk’a baktım. Bu sözü en son söylediğinde birlikte bulunduğumuz son görevdi. Ondan sonra da zaten Güvercin Timi’ne atanmıştım. Kafamı belli belirsiz salladım. Yorulmuştum ama bu yorgunluğum savaşmaktan değil, belirsizliktendi.

“Gözümüzden kaçırılan her detay yorucu oluyor, Selçuk.” dediğimde tebessüm etti ve kollarını göğsünde bağlayıp arkasına yaslandı. Gözleri ufukta dolanırken mavilerine hüzün çökmüştü.

“Sana yıllar önce bir cümle kurmuştum hatırlıyor musun Gündüz?”

Asena Gündüz’ün ruhumda bıraktığı izlere baktım.

“Hepimiz birer otobüsteyiz. Kimisi sağına bakarken bazılarımız solundaki detayları kaçırır.” diye okudum, ruhuma kazığı duvardaki yazıyı. Selçuk kafasını salladığında kaşları yukarıya kıvrıldı.

“Ben yolu kaçırmamak için önüme bakarken ne sağımı gördüm ne de solumu.” diye devam ettiğimde parmaklarımın arasındaki sigaradan son bir nefes çektim. Yanımdaki küllüğe bastırdım ve yeniden Selçuk’a baktım. Selçuk, ağır bir nefes bırakırken aklımdaki soruları toparladım. Bana sorduğu soruyla şekillendirdim.

“Peki, sen yoruldun mu Selçuk?”

Bakışları beni bulduğunda cevap vermesine gerek yoktu. Gözleri, her şeyi açıkça belli ediyordu. ‘Yorgun olmaz mı?’ diye cevapladı, iç sesim. ‘Bu zamana dek yaşadığı şeyler kolay değildir.’

Aramızdan bir telefon sesi yükseldiğinde Selçuk, telefonunu çıkarttı ve ekranı kaydırıp kulağına yasladı.

“Allô.”

Karşı tarafı dinlediğinde gözleri yeniden ufka çevrildi ve gözleri kısıldı.

“Quand est-ce que ça va passer?” (Ne zaman geçecekmiş?)

Birisiyle Fransızca konuşuyordu ve sesi sinirlenmeye oldukça müsaitti. Karşı tarafı dinledikten sonra kafasını belli belirsiz salladı ve bakışlarını bana çevirdi. Çenesiyle içeriyi gösterip ayağa kalktığında onu takip etmeye başladım. Koordinasyon merkezine vardığımızda herkes yerine yerleşmişti. Ben Mete’nin karşısındaki sandalyeye geçerken Selçuk, Barkın’ın yanına yürüdü ve bir dakika işareti yaptı.

“Je te mets sur haut-parleur.” (Seni hoparlöre alıyorum.)

Dediği gibi yaptı ve telefonu masaya bıraktığında önünde sandalyeye ellerini yasladı.

“Ce soir à 22h, Mümtaz Çalkun va rencontrer quelqu'un. On ne sait pas qui c'est, mais je te transmettrai l'endroit d'une manière ou d'une autre.” (Bugün akşam 22:00'da Mümtaz Çalkun birisi ile buluşacak. Kim olduğu belli değil, yerini sana bir şekilde ulaştıracağım.)

Selçuk, biraz telefona eğildiğinde gözleri telefona çevrildi.

“Alors, qu'avons-nous trouvé d'autre?” (Peki, başka neler bulabildik?)

Telefonda kısa bir süre sessizlik olduğunda bir kapının kapanma sesini duyduk.

“Des choses terribles, Selçuk, vraiment terribles.” (Çok kötü şeyler Selçuk, çok kötü.)

Selçuk, Barkın’a baktığında Barkın işaret parmağıyla telefonu gösterdi. Selçuk, kafasını sallayıp doğrulduğunda Selçuk öne doğru eğildi.

“Bonjour, je suis un ami de Selçuk. Pourriez-vous nous donner un indice sur ce que vous avez trouvé?” (Merhaba, ben Selçuk'un arkadaşıyım. Bize neler bulduğunla ilgili olarak ipucu verebilir misin?)

Telefonun ucundan bir öksürük sesi geldi ama kısa sürdü.

“Il y a des choses trop mauvaises pour que je puisse les expliquer au téléphone, Monsieur le Président.” (Telefonda anlatamayacağım kadar kötü şeyler Başkan.)

Barkın, şaşırmışçasına Selçuk’a baktığında dudaklarını araladı ve ‘Sizi tanıyor.’ diye fısıldadı. Selçuk, Barkın’ın şaşkınlığına yüzünü çevirip eline telefonu aldı.

“Maria, je t'attends sous forme de fichier.” (Maria, senden dosya halinde bekliyorum.)

“D'accord” (Tamam.)

Telefon konuşması Selçuk tarafından sonlandırıldığında telefonu cebine soktu ve Barkın’a baktı.

“Barkın, Maria’nın ne dediğini duydun. Bugün saat 22:00’da gideceği yerde biz de olmalıyız.” dedi. Barkın, kafasını sallayıp Mete’ye baktı.

“Mete, bugün için senden ekip istiyorum. Caner ve Mücahit burada, arka planda seni ve Barış’ı yönlendirecek.”

Mümtaz Çalkun’un buluşacağı yere Mete gidecekti. İçimde büyük bir sıkıntı tohumunu yüreğime bıraktığında derin bir nefes aldım. Mete, kafasını salladığında Barkın ellerini sıvazladı ve bir süre sonra kapıyı gösterdi. Ayağa kalkıp hazır ola geçtim ve hızla kafamı eğip kaldırdım. Solumdan dönüp kapıya ulaşırken bakışlarım bileğimdeki saate kaydı. Yemek saati gelmişti ama nedense hiç aç değildim. Odadan çıktığımda Güvercin timi ve Akça Timi yemekhaneye doğru ilerlemeye başladı.

“Eyşan.”

Koluma dolanan el ile Mete’ye baktığımda yüzüne baktım. Ne olursa olsun ne kadar da kızdırsa ondan uzak kalamıyordum. Yüzümü ifadesiz tutmaya çalışıyordum ama gözlerindeki rahatlamayı fark ettim. O gözlerindeki rahatlama, benim gözlerimden okuduğu duyguların yansımasıydı.

“Yemek yiyelim, ilaçlarını da içersin.”

Mete, bir şey demeden biraz yürümeme neden oldu ve ardından kolumu hafifçe bıraktı. Koluma yerleşen soğuklukla tüylerime kadar ürpermiştim. Elinin bir saniye bile olsa tenimden ayrılmasını istemiyordum.

Neler düşünüyoruz böyle.

İç sesime okkalı bir tokat bastıktan sonra yemekhaneye adımımı attım. Burnuma dolan koku, cacık kokusuydu. Gülümseyerek sıraya geçen timlere baktığımda büyük adımlarla elime bir tabldot aldım ve sıraya geçtim.

“Ellerinize sağlık.” diyen Osman’ın sesiyle arkasındaki Kubilay’ın sesi karıştı.

“Usta, koy usta.”

Dediği cümle ile hafifçe kıkırdadığımda arkamdaki bedenden yayılan sıcaklığı fark ettim. Omzumun üzerinden yemeklere baktığında hafifçe sağıma döndüm. Bakışlarım Mete’nin yüzünde gezinirken havayı koklayıp dudaklarını yaladı.

“Ustanın gücüne gitmesin ama senin yaptığın pilavın tadı hâlâ damağımda.”

Cesurca gülümsedim ve bir adım öne yürüdüm. Arkamdaki bedeni yeniden bana yaklaştırdığında nefesini kulağımda hissettim.

“Damağımda kalan başka tatlarda var.” dediğinde karnıma yumruk yemiş kadar oldum. Kesilen nefesimle ona bakakaldığımda gülümseyerek geri çekildi. Boğazımı temizleyip elimdeki tabldota biraz taze fasulye ve pilav koydurup kenara çekildim. Koca kazana koyulmuş cacıktan bir kepçe alıp bizimkilerin yerleştiği masaya yürüdüm. Yerleşip Mete’yi beklediğimde karşıma kuruldu ve tabldotunun içindeki ikinci kaşığı ve çatalı önüme bıraktı.

Aklım uçup gitmişti.

Bıyık altı gülerek dudaklarını yaladığımda kafamı iki yana salladım. Suratımın kızarmaması için resmen dua edecek hâle gelmiştim. Bakışlarım masadakilere çevrildiğinde hepsi başlamamız için bizi bekliyordu. Aynı bakışlarla Mete’ye baktığımda elini masaya koyup arkasına yaslandı. Mavileri sonsuz bir uçurum gibiydi ve beni her an düşürmek istermişçesine bakıyordu.

“Afiyet olsun tim.” diye söylendiğimde Mete, gülümsedi ve eline kaşığını aldı.

Ah o kaşık yerine bizi.

İç sesimi acilen kapatmalıydım yoksa sonumuz hayra alamet değildi. Yemek faslı bittikten sonra şişen karnımla birlikte yatakhaneye geçip dişlerimi fırçaladım. Ardından çalışmak için odaya geçtim. Mete, henüz daha gelmemişti. Bunu fırsat bilip onun tarafındaki pencereye yürüdüm ve bakışlarımı dışarıda gezdirdim.

Benim olduğum tarafta şehir gözüküyordu ama onun olduğu tarafta dağlar vardı. Ellerimi ceplerime koyup derin bir nefes aldım. Dağların üzeri kar tutmuştu. Bembeyaz örtü, Şırnak’ın tüm pisliklerine rağmen temiz göstermeye çalışıyordu.

“Anne, çok üşüdüm.”

Ruhumda yükselen ses ile kaşlarımı çattım.

“Üşüyeceksin Eyşan, üşüyeceksin kızım. Dağlarda seni ısıtacak tek şey vatanının sevgisi olacak.”

Aklıma gelen cümlelerle çatık kaşlarımı düzeltip burukça gülümsedim. Annem, önsezileri yüksek bir kadındı. Otoriter sahibi, vatanına ve milletine sadık, olması gereken bir askerdi. Beni de aynı, kendi nasıl yetiştiyse öyle yetiştirmişti.

“Annem beni yetiştirdi, bu ellere yolladı.”

Ruhumdaki küçük kız koşmaya başladığında omuzlarımı düşürdüm. Attığı her adımda zihnim biraz olsun kendini toparlamaya başlarken yankılanan sesi beni kendime getirmişti ta ki karnıma dolanan eller olmadan önce. Hiçbir tepki vermeden yalnızca başımı geriye yasladım.

“Hayret bu sefer korkmadın?” diye sorguladığında Mete, burun kıvırıp havayı kokladım.

“Burnum iyi koku alır yüzbaşı.”

Mete, hafifçe genzinden kıkırdadığında çıkan sese düştüm, valla düştüm. Hafifçe kollarımı yana doğru açıp gerinmek için göğsümü öne çıkarttım ama tahmin edemediğim bir şey olmuştu. Kalçam onun önüne sürtünmüştü. Mete, kendini bir anda geri çektiğinde tek kaşımı cilveyle kaldırıp ona baktım.

“Hayırdır yüzbaşı, korktun mu?”

Mete’nin alaşağı olmuş yüzüyle alt dudağımı ısırdım. Gergince ensesini sıvalayıp koltuğuna oturduğunda masasına yürüdüm ve kalçamı kenara yasladım. Postalımın ucuyla dizini okşadığımda büyümüş gözleriyle ayağımı ittirdi.

“Askeriyedeyiz.”

Kahkaha atarak masadaki kalçamı biraz yukarıya çektim ve oturdum. Ayaklarımı birbirine dolayıp hafifçe sallamaya başladım.

“Benim repliğimi bana satıyorsun?” dediğimde derin bir nefes verip önüne bir dosya çekti.

“Eyşan, yapma. Zorlandığımı biliyorsun ve üzerime gelmeye devam ediyorsun.” diye söylendiğinde keyifle dudaklarımı büzdüm ve elimi uzanabildiğim kadar ensesine götürdüm. Mete, ensesine sıcak bir şey dökülmüş gibi hızla kalktığında koyulaşmış mavileri gözlerimi buldu.

“Yapma yavrum, yapma.”

Yavrum mu dedi o?

Mu’su fazla iç sesim.

Düştük mü?

Hem de fazlasıyla.

Bacaklarımı beline dolayıp hızla kendime çektiğimde savunmasızca yakalandı ve bana yaklaşmak zorunda kaldı. Bacaklarımı kilitlediğimde çıkamayıp sinirle bana baktı. Bakışlarıyla uçurumun kenarındaki beni tutuyordu. Her an sarsılarak düşebilirmişim gibi ellerini bacaklarıma koydu ve yeniden çıkmayı denedi.

“Yavrum bıraksana.”

Yüzümü buruşturdum.

“Biraz önce öyle demiyordun ama.” dedim ve kendime biraz daha çekip kulağına yaklaştım. Nefesimi yavaşlatıp kulağına doğru onun kelimelerini akıttım. “Damağımda kalan başka tatlarda var’ diyen ben değildim.”

Mete, söylediğim cümleden sonra ellerini kalçalarıma koyup sertçe sıktı ve bu sefer o beni kendine doğru çekti. Kalbim depar atmışçasına koşarken gözlerim tutkudan buğulanmaya başlamıştı. Göğüslerimiz her nefes alışverişlerimizde birbirine yaslanırken yutkunmasını işittim.

“Sana ne yapacağımı duysaydın korkup kaçardın Eyşan.”

Nefeslenerek gülümsedim ve kurumuş dudaklarımı güçlükle yaladım.

“Ne yapardın?” diye sorduğumda sol eli yanağıma yaslandı ve arkaya kayarak enseme ulaştı. Ellerinin, boynumu nazikçe kavrayışı, bana kendimi bir adım daha teslim etmemi söylüyordu ama ben hala ne hissettiğimi tam olarak çözemiyordum. Ağzımın içi bile kurumuştu.

“Ne yapardın?” dedim, dudaklarımın arasından zorla çıkan kelimelerle. Sesim, içimdeki çalkantıyı taşıyordu. Mete, dudaklarını boynumda gezdirdiğinde nefesini duyumsadım. Yavaşça, beni kendine çekti, derin nefes alırken gözlerimden bir anlığına kaçtı. Zihnimdeki her düşünce, her ses sanki ona yöneliyordu. Bedenim, ona ne kadar yakın olursam o kadar istediğimi hissediyordu. Parmakları kadınlığımın üzerinde durakladığında gürültülü bir nefes bıraktım.

“Parmaklarım seni talan ederken, dudaklarımı teninden bir saniye bile ayırmazdım.” dediğinde sesinin boğuklaştığını fark ettim. İçli bir nefes verdiğimde alt dudağımı sertçe ısırdım. Beni dumura uğratıyordu. Beni alaşağı ediyordu. Boynuma ıslak bir öpücük bıraktığında titredim ve daha çok ona çekildim.

“Adım dudaklarından dökülürken parmaklarımı içine sokardım.”

Başım dönüyor, gözlerimin önündeki yoğunluk bir türlü azalmıyordu. Hazdan kapanan gözlerimi aralamaya çalışıp ona baktığımda elini fermuarımda hissettim. Usulca açıp elini iç çamaşırımın lastiğinde hissettiğimde karnımdaki sızıyla kıvrandım.

“Durdurmak istediğin zaman buna izin vermeyeceğim.” dediğinde parmaklarını tepe noktamda hissettim. Aralı dudaklarımı kapatıp üzerine elimi bastırdığımda inledim. Bacaklarımın içi titriyor ve sanki yere düşecekmiş gibi hissediyordum. Mete, bir anda durup elini hızla çekti ve fermuarımı kapatıp beni ayağa kaldırdı. Hızla sandalyesine oturduğunda tam ona dönmüştüm ki kapı açıldı.

Yüzümü basan sıcaklıkla arkama döndüm ve pencereye yürüdüm.

“İstediğiniz dosyalar yüzbaşım.”

Mete’nin öksürüğünü duydum.

“Tamam çıkabilirsin.”

Kapı kapandıktan sonra bakışlarımı ona çevirdim. Beynim uyuşmuş gibiydi ama Mete, tüm sakinliğiyle yutkundu ve bana baktı. Kendini tutuyor olması gözümden kaçıyordu. Onu daha da çok zorlamıştım. Patlamaya hazır bir bomba misali yalnızca zamanını bekliyordu.

“Tamamen iyileştiğinde Eyşan.” dedi ve ayağa kalkıp elini yanağıma bastırıp yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Gözlerindeki haz, başımı döndürüyordu. “Beni zorlamanın bedelini, adımı inleyerek söylettiğimde çekeceksin.”

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes verdiğimde önümden çekildi ve masasına yürüdü. Karnımda kaynayan hislerle masama geçip sandalyeme kurulduğumda ellerimi kenetledim. Mete, hiçbir şey olmamış gibi karşımdan gülümsediğinde kafamı iki yana sallayıp bakışlarımı masamın üzerindeki figüre çevirdim.

Şırnak’ın en güzel yerlerinden olan halk bahçesi figürü, bana yıllar önce annemin verdiği bir hediyeydi. Elimi uzatıp alacakken solumdaki pencere gürültüyle patladı ve kulağımda bir silah sesi çınladı.

“Eyşan!”

Mete, bana doğru koşarken benim bakışlarım, darmadağın olmuş figürde kalmıştı.

 

Yazar, Ağzından

Kar, gökyüzünden süzülen beyaz bir örtü gibi her şeyi sarar, her şeyi sessizleştirir. Soğuk insanın içine işlerken, her bir kar tanesi, parmak ucunda bir çiğ gibi eriyip kaybolur. Yalnızca soğuk değil, rüzgârın uğultusu da bir başka huzursuz eder, sanki doğa bir tür fısıldayarak kendi dilinde bir sır paylaşmak ister.

Hava, her nefeste içine çekilen bir donuklukla ağırlaşır, rüzgâr ise derin derin nefes alarak karları savurur, gizemli bir melodi gibi uğuldayarak taşkın bir nehir gibi akar. Karın soğukluğu, teni yakacak kadar keskin ama bir yandan da içinde gizli bir zarafet barındırır; bir tek hamleyle bedenin her köşesini dondurur ama sonra, o dondurucu soğuk bile insanı sarıp sarmalar, adeta bir düş gibi etrafını sarmalayan bembeyaz bir örtüye dönüşür.

Şehrin uzun çatısında, siyah bir peçe ile kamuflaj olan mavi gözler vardı. Bakışları, yalnızca dürbünündeki manzara kesilmişti. Kışlanın her noktasını taradı ve bir odada sabit kaldı. Gözleri titredi ve ağırca nefes bıraktı. Peçeye düşmüş karın soğukluğundan ziyade içini başka bir duygu üşüttü. Tuttuğu dürbünü ağırca bıraktı ve elindeki tüfeği aldı. Kurma kolunu çekip nişancı dürbünü yukarı döndürdü. Sol gözü otomatik olarak kapanırken sağ gözüyle uzaktan nişan aldı. İşaret parmağı ağırca tetiğe çevrildiğinde dudakları tek bir çizgi haline geldi.

“Her şey sizin için.” dedi ve tetiğe bastı. Hızla üzerindeki peçe kamuflajıyla çatıda yürümeye başladı. Yerini belli etmişti, artık Mümtaz Çalkun’un kiminle görüşeceğini öğreneceklerdi.

Eyşan’ın bakışları hâlâ elini uzatıp alamadığı o halk bahçesinde takılı kalmıştı. Odaya dolan timlere nazaran etrafta sinirlerine hâkim olamayan bir adet Mete Mert Çakır vardı.

“Kim bunlar Barkın? Neden sürekli Eyşan’ın peşindeler!” diye bağırdı ama boşunaydı. Çoktan bir grup askeri araştırmaları için göndermişlerdi. Mete, sinirle yüzünü sıvalayıp Eyşan’a baktı. Bu kaçıncı korkusuydu? Bu kaçıncı onu kaybetme durumuydu? Daha ne kadar korkacaktı?

‘Sikerler.’ diye ağzının içinde mırıldandı ve bir adım attı ama öylece durakladı. Ne yapabilirdi ki? Eve kilitlese, bulurlardı. Askeriyede güvende değildi. Yanındayken, karşısındayken bile güvende değildi. Yakıp yıkmak istedi dünyayı. Bir Eyşan için, dünyayı yok etmek istedi. Bakışları sinirle Selçuk’a çevrildi. Selçuk’un bakışları ise penceredeydi.

“Halk bahçesi.”

Bütün gözler Eyşan’a çevrilirken Mete, Eyşan’ın sesini duyduğu an ona baktı ama arkasından koşarak Caner odaya girdi.

“Barkın, keskin nişancı tüfeği kullanılmış. Kurşunun geldiği yeri tespit ettik. Halk bahçesinin hemen önündeki binadan atış yapılmış.”

İşte şimdi ne olduğunu anlamışlardı. Birisi onlara bir tür mesaj bırakmıştı ama kimdi?

“Ne oluyor!” diye bağırarak içeriye giren Alparslan albay, tüm bakışları üzerine çekti.

“Herkes iyi mi?” diye sorduğunda bakışları Eyşan’ın baktığı yere çevrildi. Yanındaki Barkın, Alparslan Çakır’a olayın izahatını verirken Alparslan Çakır, figüre doğru adımladı. Elini titrememek için sıktı ve ceplerine soktu.

“Bu sana nereden geldi?” diye sorduğunda Eyşan, ona baktı.

“Annem vermişti.”

Alparslan Çakır, kafasını salladı. Aklını saran düşüncelere karşılık veremedi, anlam bulamadı. Bu mümkün değildi. Yalnızca onda ve karısında olan şeyin burada olması mantıksız geldi. Çünkü Alparslan Çakır, Rize’de onu bekleyen karısına bunu hediye etmişti. ‘Belki Yağmur’a vermiştir?’ diye düşündü ve bu düşünceyi zihninden kalıcı olarak sildi.

Hümeyra, ellerinin arasında şehit olmuştu.

Yaşamasının bir imkânı yoktu.

“Yarın Mümtaz Çalkun saat 10:00’da Halk bahçesinde biriyle buluşacak. Mete ve Barış, hazırlığınızı yapın.” dedi, Barkın elindeki not defterini karalarken. Caner ve Mücahit’i alıp odadan çıkarken Selçuk’ta peşlerine takıldı. Alparslan Çakır, sert adımlarıyla Eyşan’ın önünden ayrılırken odada yalnızca Mete ve Eyşan kaldı. Eyşan, titreyen gözleriyle Mete’ye baktığında Mete, düşünceli bir şekilde kafasını iki yana sallayıp Eyşan’ın arkasına geçti. Eyşan’ı oturduğu yerden kaldırıp sıkıca sarıldı. Sanki göğsüne sokmak istercesine kollarını kastı.

Göğüs kafesine sokmak ve orada saklamak istedi.

“Öldüm.” diye mırıldandı ama hiç kimse duymadı. “Her gün öldüğüm kadar bugün de öldüm.”

Saatler 21:56’yı gösterdiğinde Halk bahçesi, gecenin karanlığına bürünmüş, her bir ağacı ve çiçeğiyle sessizce bekleyen bir orman gibi görünüyordu. Yalnızca yer yer, sararmış yaprakların hışırtısı ve uzaktan gelen bir kedi miyavlaması, bu sessizliği bozan tek şeydi. Yumuşak adımlarla gezen rüzgâr, ağaç dallarını nazikçe sallıyor, yerin üstünde hafifçe dalgalanan gölgeler oluşturuyordu. Çiçeklerin solmuş kokuları, geceye karışırken, her adımda soğuyan toprak bir başka sır fısıldıyordu. Halk bahçesinin kenarında, bir huzur arayışı yoktu; burada, geceyi bekleyen karanlık bir avcı gibi, bir güç, bir tehdit gizleniyordu. Burada, doğanın sükûnetiyle birleşen gerilim, adeta her köşeye yerleşmişti.

Gölgeler içinde bekleyen iki silüet vardı: Mete ve Barış. Aralarındaki sessizlik, bir yırtıcı hayvanın avını izlerken ki sabırla örülüydü. Mete, sanki doğanın parçasıymışçasına, karanlıkla kaynaşmıştı. Gözleri, bir kurt gibi, etrafındaki her sese ve harekete keskin bir dikkatle odaklanmıştı. O an, avını bekleyen bir kurt gibi, her kası, her siniri, her damarındaki güçle tetikteydi. Vücudu, doğal bir avcı gibi gergin, ama bir o kadar da sabırlıydı. Havasında bir bekleyiş vardı; zamanın akışını hissedebiliyor, ama buna kayıtsız kalabiliyordu.

Bedeninin her hareketi, bir kurt sürüsünün derin ormanda avına yaklaşırken ki zarif ve ölümcül adımlarını andırıyordu. Gözlerindeki mavilik, karanlıkta bir yıldız gibi parlıyordu; bir bakışla her şeyi görebilecek keskinlikteydi. O, her saniyeyi bir avcı gibi yaşıyor, her sese tepki verirken, bir başka tehdit yaklaşmadan önce harekete geçmeye hazır bir şekilde duruyordu. Bir kurt gibi, her tüyüyle, her nefesiyle bu anı hissediyor, Mümtaz Çalkun’un yaklaşan adımlarını adeta karanlıkta hissettiği avını belirler gibi hissediyordu. Bir yırtıcı avcının sabırlı bekleyişi gibi, bu gece ona aitti; sessiz, kararlı ve amansız.

Her nefesinde, karanlıkla birleşmiş bir avcının gücü vardı; zaman geçtikçe, avının ona yaklaşacağını bilen bir kurt gibi, o da bir adım öndeydi. Sadece bir fırsat, bir anlık bir hareket ve o, avını yakalayacaktı.

Mümtaz Çalkun, sessiz bahçeye girip kendini bir banka yasladığında elindeki bastonunu sıktı. Bakışları bastonunun üzerindeki bileğine, saatine çevrildi.

Saat, 22:00’du.

Tüm sakinliğiyle onunla görüşmek isteyen kişiyi bekledi. Kim olduğunu bilmiyordu ama onu ‘Seyyar’ın sana bir mektubu vardı.’ diye kandırmıştı. Karanlığın içine doğru baktığında gözleri kısıldı. Ona doğru yaklaşan bedeni gördüğünde ayağa kalktı ve tek elini bastonunu aldı. Beyazlaşmış saçlarıyla bir kadın yaklaştı ve önünde durdu. Elindeki zarfı Mümtaz Çalkun’a uzattı ve ellerini siyah peçesinin içine soktu.

“Siz kimsiniz?” diye sordu Çalkun ama bir cevap alamadı. Mümtaz Çalkun, ona arkasını döndüğünde kadın hızla peçesini kaldırıp elindeki şırıngayı Mümtaz’ın boynuna enjekte etti.

“Ne oluyor lan?” diye fısıldadı Barış ve Mete’ye baktı. Mete, gözlerini avından ayırmıyordu. Hızla saçlarının üzerine örttüğü keçeyi savurdu ve silahını alıp kadına doğrulttu.

“Kaldır ellerini.”

Kadın, ellerini kaldırdığında bir elini indirdi ve peçesini işaret etti. Mete, gözlerini kadından ayırmadan yüzünü çevirdi.

“Kokarca, peçeyi aç.”

Barış, aldığı komutla hızla kadının peçesini açtı. Karanlık gece, şimdi bir adım daha yakından hissediliyordu. Yavaşça ortaya çıkan yüzü, zamanın ve gizliliğin katmanlarıyla şekillenmişti. Gözleri, derin bir boşluğu yansıtıyor, bir avcıyı andıran sert bir dikkatle etrafını izliyordu. Gözbebekleri, beklenmedik bir şekilde, karanlık bir ormanın derinliklerine bakan bir kurt gibi keskin ve soğuktu. Kırışıklıklar, yılların yarattığı izlerle belirginleşmişti, ancak bu izler bir zayıflığın değil, bir mücadeleyle kazanılmış gücün göstergesiydi.

Beyazlaşmış saçları, yüzünün etrafında döngüler yaparak, her hareketiyle bir önceki anı geride bırakıyordu. Yüzü, bir tür donmuş güzellik taşıyor; solgun teni, canlı bir kırmızı yerine gri ve beyazın tonlarında bir örtü gibiydi. Burnu, belirgin ama zarif hatlarla şekillenmiş, dudakları ise sanki uzun yıllar boyunca hiçbir kelime söylememiş gibi hareketsizdi. Ancak o dudaklarda, bir sır saklandığı belli olan bir gülümseme yoktu. Yalnızca boş bir ifade, kalbinin içindeki buz gibi soğukluğu yansıtan bir iz vardı.

Kadının bakışları, keskin ve sinsi, her adımda biraz daha derinleşen bir tehdit taşıyordu. Ellerindeki zarif ama ölümcül şırınga, tıpkı kadının karakterinin bir uzantısı gibiydi. Soğuk, keskin ve tek bir hareketle hayatı değiştirebilecek bir tehditti. Yüzü, öylesine bir maske gibiydi ki, kimse onun içindeki gerçek duyguyu çözemezdi ama herkes hissetmişti.

Bu kadının arkasında bir fırtına vardı ve kimse o fırtınanın içinde kaybolmak istemezdi.

“Siz kimsiniz?” diye sordu, Mete. Kadının gözleri, bir okyanusun derinliklerinden gelen soğuk bir fırtına gibi Mete'nin gözlerine doğru çekildi. Gözbebekleri, sanki her bir bakışında bir sırrı gizliyor, karanlık bir dünyayı yansıtıyordu. Gözleri, bir dağ zirvesinde sabırla bekleyen bir yırtıcı gibi, hiçbir hissiyat göstermeden, sadece soğuk bir analizle bakıyordu. Bir anda, zamanın durduğunu hissedebilecek kadar yoğun bir sessizlik yayıldı.

Mete, kadının bakışlarının içinde kaybolduğunu, bir an için ruhunun derinliklerine çekildiğini hissetti. O an, gözlerinde anlık bir çözülüş yaşanmıştı; sanki kadının bakışları, onun zayıf noktasını bulmuş ve derin bir boşluğa çekiyordu ama kadının gözlerinde hiçbir duygunun izi yoktu. Bütün o soğukluk, bir avcıyı andıran güvenle birleşmişti.

Kadın, tek bir cümleyle, hiç beklenmedik bir şekilde cevap verdi.

“Zamanı geldiğinde öğrenirsin.”

Sesindeki soğukluk, bir yokuşun en dik noktasında bekleyen bir yılanın sessizliğine benziyordu. Söyledikleri, bir tehditten çok, bir kaderin inşa edileceği anın habercisiydi. O an, Mete’nin kafasında, kadının kim olduğunu bilmemek, kendisini daha da bir tuhaflık içinde hissetmesine sebep olmuştu fakat aynı zamanda, kadının bu sessiz ve sakin cevabı, bir şeylerin çok daha büyük ve derin bir planın parçası olduğunu hissettiriyordu.

Kadın arkasını dönüp gideceği an, Mete, elindeki silahın sürgüsünü çekip indirdi.

“Kıpırdama. Sana kimsin diye bir soru sordum?” diye bağırdığında kadın dudaklarında ruhsuz bir tebessüm ile Mete’ye döndü.

“Sadece Mümtaz’ı al ve git.” dedi ve yeniden önüne döndü. Mete, sinirlenmeye başlayan her uzvunu kontrollü bir şekilde yönetti ve dişlerini sıktı.

“Olduğun yerde kal!” diye bağırdı. Halk bahçesinde sesi yankılandığında kadın yürümeye devam etti ama ona doğru elinde koşan silahlı adamlar vardı. Siyah kamuflaja sahip insanlardı. Kadının arkasına geçip silahlarını çapraz tuttular ve geri adımlarla yürürken kadının vurulmasını engellediler.

“Bunlar kim?” diye sorguladı Barış ama ne kendisi ne de Mete buna bir cevap bulabildi. Bakışları yerde baygınca yatan Çalkun’a çevrildi. Her şeyin sorumlusu bu adam artık ellerindeydi. Barış ile birlikte Mümtaz Çalkun’u sırtlayıp araca bindirdiler ve kışlanın yolunu tuttular.

Barış ve Mete, orada gördükleri kadından asla bahsetmediler. Alparslan albay, odasına çekilip her şey bitti diye seviniyorken, Güvercin Timi, koordinasyon merkezinde sevinç çığlıkları atıyordu.

Gecenin karanlığında arabadaki kadın askeriyenin önünde aracı durdurdu ve kapalı camın ardından içeriye baktı. Yanındaki genç adamın homurtusunu ve sesini işitti.

“Örgüt durmayacak. Mümtaz’ın bizimkilerin elinde olduğunu öğrenirlerse daha fazla sinirlenecekler. Bu arada kendini ne zaman onlara göstereceksin?”

Kadın, sinirle yanındaki adama baktı.

“Hiçbir zaman Çilingir.”

Çilingir, yarım ağız güldü.

“Mete’yi tanıyorsam seni gördüğünü söylememiştir ama kendi içinde araştırma yapmaya başlayacaktır.”

Kadın, gözlerini son kez kışlaya çevirdi.

“Bulacağı tek şey ölü bir kadının kimliği olur.” dedi ve öndeki şoföre baktı. “Gidelim.”

Araba öne atıldığında bakışlarını yanındaki adama çevirdi.

“Raşit ve Mezarcı’nın ölmesi hiç iyi olmadı Çilingir. Onları birliğe sağ ulaştırmamız gerekiyordu.”

Çilingir, dudaklarına gururlu bir tebessüm yerleştirdi.

“Akça Timi, onları bir böcek gibi ezip geçti. Onları tutmaya kıyamadım.”

Kadın, gözlerini kasvetle kıstı ve kafasını iki yana salladı.

“Bu iş ciddi Çilingir. Ortalık kan gölüne dönecek ve biz sadece izleyeceğiz.”

Çilingir’in dudaklarındaki tebessüm kayıplara karıştığında yanında duran tableti eline aldı ve ekranını kaydırdı. Yüzüne vuran beyaz ışıkla gözlerini kıstı. Parmakları seri hareketlerle bildirimleri kontrol ederken gelen mesaja tıkladı ve yanındaki kadına gösterdi.

“Mümtaz Çalkun’un kışlada olduğunu öğrenmişler bile.”

Kadın, hızla işaret parmağıyla tableti gösterdi.

“Hakan Koral’a haber gönder. Güvercin’i her an için hazırlıklı bekletsin.”

 

19 Ocak 2022 / Şırnak

Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından

Kana bürünmüş adımlarım, intikamımda bıraktı yankısını. Öfkeyle büyüttüğümde yüreğim, acının izleriyle uyuyan bedenimi sarmaladı. Dudaklarımdan hiç eksik olmayan ölüm, şimdi tam karşımdaydı.

Baygın gözleriyle etrafına bakıyor ve nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Karşısındaki Hakan ve Barkın Koral, onu bağladıkları makineleri kontrol ediyordu. Osman sol yanımda, Mete ise sağ yanımdaydı. Bizden çaldıkları hayatın çocuklarıydık ve bunun bir bedeli olmalıydı.

“Neredeyim ben?”

Mümtaz’ın sorgusuyla Hakan Koral ellerini masaya yasladı.

“Cehennemde Mümtaz. Raşit, Mezarcı, Zara, Aras ve Muhbir senden önce yandılar şimdi ise yanma sırası sende.” dedikten sonra sandalyesini çekip oturdu. Önündeki dosyanın kapağını açtı ve üzerinde elini kenetledi.

“Beni burada tutamazsın.”

Hakan Koral, sertçe Mümtaz’a baktı.

“Elimde, seni bitirecek bütün deliller var Çalkun. Yolun sonundasın, kabul et artık.”

Mümtaz Çalkun, gülmeye başladığında kaşları çatıldı ve ellerini ayırıp masaya vurdu.

“Ne gülüyorsun lan it herif? Ne gülüyorsun!”

Mümtaz, kafasını iki yana salladığında bakışlarını güçlükle Hakan Koral’a çevirdi.

“Beni yakaladığınızda her şeyin biteceğini mi düşünüyorsunuz? Bitmeyecek ahahahaha!”

Hakan Koral, Mümtaz’a vurmak için elini kaldırdı ama Barkın onu durdurdu.

“Ne demek istiyorsun!” diye bağırdığında Mümtaz, dişlerini gösterircesine güldü ve bir anda dudaklarını daha da aralayıp dişlerini birbirine vurdu. Bir anda masaya tükürdüğünde Barkın, hızla öne atıldı.

“Siktir ya!” diye bağırışının arasından Mümtaz’ın geriye yaslanan başını tuttu. Ağzından köpükler çıkıyordu. Korkuyla bir adım gerilediğimde Mete’nin elini belimde hissettim ve ona baktım. İfadesizce gözleri benimkilere çevrilmişti.

“Dişleri takma ise zehir yerleştirmiştir.” diye mırıldandı ve belimdeki elini omzuma çıkartıp yüzümü göğsüne gömdü. Konuşmamıştı, konuşturamamıştık. Elimizde yeterli deliller vardı ama bu kadar kolay ölmemeliydi.

“Mete, Eyşan’ı çıkart.”

Osman’ın cümlesiyle Mete, beni hiç bırakmadan sorgu odasından çıkarttı ve koordinasyon merkezine götürdü. Güvercin ve Akça Timi ile araştırma yapan Selçuk’a baktı.

“Selçuk, Mümtaz intihar etti.” dediğinde Selçuk, şaşırdı ve kaşlarını çatarak Mete’nin söylediklerini zihninde tarttı.

“Nasıl?” diye sorguladı ve bakışlarını bana çevirdi. Bize doğru yürüyüp Mete’nin yanından geçerken durakladı.

“Sorgudalar mı hâlâ?”

Mete kafasını salladığında Selçuk, hızla yürüdü. Ardından Caner ve Barış’ta ilerlerken Alev, yanıma yaklaştı. Elini yanağıma koyup okşadığında elindeki bandajı artık çıkarttığını fark etmiştim. Sağ elindeki hâlâ duruyordu.

“Alev, sen Eyşan ile kal. Ben geri dönüyorum.” dedikten sonra saçlarıma bir buse kondurup oda Selçuk’un peşinden koştu. Alev, beni masaya sürüklediğinde ona karşı direnmedim ve yönlendirmesine izin verdim. Bedenimi sandalyeye bıraktığımda bakışlarımı timde gezdirdim.

Her birinin yüzünde bariz bir şaşkınlık gizliydi.

Benim gibi.

Ne olduğunu anlayamadan Mümtaz Çalkun, kendini bir anda imha etmişti ve biz yine cevapsız kalmıştık. Mücahit, sıkıntıyla ayağa kalktığında eliyle ensesini ovaladı.

“Ya bu adam bunların ele başı değil mi? Niye kendirdi öldürdü bir anda?”

“Beni yakaladığınızda her şeyin biteceğini mi düşünüyorsunuz? Bitmeyecek ahahahaha!”

Çalkun’un kahkahası ruhumda kirli bir şekilde yankısını bırakırken yüzümü buruşturdum ve kafamı iki yana salladım.

“Bitmeyecek Mücahit. Ölmeden önce söylediği şey; ‘Beni yakaladığınızda her şeyin biteceğini mi düşünüyorsunuz?’ oldu. Ondan sonra da kendini infaz etti.”

Masadaki herkesten ağız dolusu küfürler dökülürken ellerimi açıp parmaklarımla oynamaya başladım. Yine elimiz bomboştu.

“Kim abi kim? Kim bunlar ve bizden ne istiyorlar?” diye bağırdığında Mücahit’in yanındaki asker hızla ayağa kalktı.

“Eyşan komutanım, sisteme biri sızmaya çalışıyor.”

Mücahit, hızla askerin yanına gidip bilgisayara baktığında parmaklarını klavyede gezdirmeye başladı.

“Diğer bilgisayara da girmeye çalışıyorlar.”

Elimi masaya vurup ayağa kalktım.

“Sakın erişime izin vermeyin! Alper, diğer bilgisayara bak.”

Alper, hızla kalkıp Mücahit’in arkasındaki bilgisayara baktığında karşımdaki ekran kararıp sönmeye başladı. Merkezin kapısı sertçe duvara vurulurken Barkın ve Selçuk koşarak aramızda durdu.

“Neler oluyor?” diye sorguladı Selçuk ve Mücahit’in baktığı bilgisayara baktı.

“Sisteme biri girmeye çalışıyor komutanım.” diye açıklama yaptı Mücahit ama Barkın, Selçuk’un omzuna dokunup onu birkaç saniye durdurdu.

“Sistem korumasını aktif edip beş dakikalığına ön bilgisayarı devre dışı bırak. Bakalım dertleri neymiş? O sırada Mücahit ve Alper, siz de bağlanmaya çalışan kişinin IP adresini almaya çalışın.”

Kararıp aydınlanan siyah ekranın üzerindeki kırmızı lamba dönerek yanmaya devam ediyordu. Bir anlığına durdu ve beyaz ışık yandı.

“Bağlandılar!”

Selçuk, askerin kalktığı koltuğa oturup parmaklarını klavyede gezdirirken bakışlarını ekrandan ayırmıyordu. Ekrana yeniden geri dönmek üzereyken burnuma yükselen kokunun sahibine baktım. Mete, yanımdaydı ve sorgularcasına ekrana bakıyordu. Ekrana döndüğümde siyah renk kayboldu ve bir harita çıktı. Üzerinde ise büyük harflerle TÜRKİYE yazıyordu.

“Tarihte güçlükle kazanılmış toprakları parçalayıp yeni bir düzen kurmaya çalışıyorlar.”

Ekrandan gelen mekanik ses, bir kadının boğuklaştırılmış sesine benziyordu. Her kelime, bir tehdit gibi yankılanıyordu. Sesin derinliği, arkasındaki karanlık amacı hissettiriyordu. Sanki, yıllarca süren emekle kazanılmış bir vatanın, içten içe çürütülmeye çalıştığını anlatıyordu.

“Kim bu?” diye seslendi Selçuk, gözleri ekranda sabit. Klavye üzerinden parmaklarını hızlıca hareket ettirerek, bu kadının kimliğini çözmeye çalışıyordu. Ancak, sesin boğukluğu, her şeyi engelliyordu.

“Mekanizmadan gelen bir sıkıntı olabilir,” dedi Barkın, kafasını sallayarak. “Fakat, her halükârda bu kadar net bir mesaj, sıradan bir hack saldırısından öte bir şey.”

Mücahit, monitörün yanındaki ekrandan IP adresini almayı başardı. “Bu kadının sesi, bir tehditten daha fazlasını ifade ediyor. Bizi uyarmaya çalışıyorlar, bu bir hack değil. Yeni düzeni, birilerinin hayalini kurduğu şeyi, bizim toprağımızı bölmeyi amaçlayan bir gerçekliği anlatıyor olabilir.”

Ses, bir an sessizliğe büründü, sonra tekrar devreye girdi. “Zamanınız yok. Onların düzenine karşı, her şeyin kontrolünü kaybetmeden müdahale etmelisiniz.”

Bütün odadaki atmosfer, bir anda gerildi. Bu bir tehditten öte, bir çağrıydı. Birilerinin, bir planı hayata geçirmek üzere olduğu ve bizim buna engel olmak zorunda olduğumuz bir çağrıydı. Ekrandaki Türkiye haritası kaybolduğunda bugüne kadar yakaladığımız isimler ve fotoğraflar belirdi. Zara’dan tut Mümtaz’a kadar herkes vardı.

“Bu kişiler, devletin açtığı kucakta büyütülmüş hainlerdir fakat arkalarında daha büyük biri vardır. Yıllar önce Mümtaz Çalkun’un devlete sızmasının en büyük amacını, 10 Aralık 1955 tarihini araştırın ve Iğdır’a gidin. Aliköse Köyü, sizin bütün sorularınızı cevaplayacaktır.”

Ses ve ekran eş zamanlı olarak kapandığında ekranın üstündeki beyaz ışık kırmızı renge döndü.

“Bilmece bildirmece, düşeceğiz yollara bir gece.” Kubilay, ellerini kafasının yanlarına koyup iki yana salladı ve kollarını esnetip Yonca’yı kolunun altına almak istedi ama bütün bakışların onda olduğunu fark edince çekinerek kolunu indirdi. Onlardaki bakışlarımı çekip Barkın’a baktım.

“Ne yapmayı düşünüyorsunuz Başkanım?” diye sorduğumda bakışlarını üzerimizde gezdirip iç çekti.

“Akça ve Güvercin Timi, hazırlanın, Iğdır’a gidiyorsunuz.”

Mete, tereddütle yanımdan bir adım öne çıktı.

“Eyşan’ı burada bırakıyorum.”

Delirmişti herhalde?

Mete’ye inat, bir adım öne çıkıp çenemi dikleştirdim.

“Bende geleceğim.”

Mete, bakışlarını Barkın’dan çekmeden, “Hayır, gelmeyeceksin Eyşan.” dedi. Sinirle Barkın’a baktığımda tek kaşı yukarıya tırmandı.

“Bazen bir kişi, bin adama bedeldir yüzbaşı. Mete haklı, sen gitmeyeceksin.”

İki adım gerilediğimde kaşlarımı çattım. Ben asker değil miydim? Ben senelerimi bu vatanı korumak için heba etmişken nasıl olur da Iğdır’a gelemezdim?

“Asker olduğumu unutuyorsun sanırım Barkın?”

Sinirden kafayı yemek üzereydim.

Barkın, bakışlarını bana çevirdi ve ellerini arkasında bağladı.

“Sende karşında kimin olduğunu yüzbaşı.”

Bu kadarına dayanamazdım. Ayağımı sertçe vurup selam vermeden merkezden çıkıp yatakhaneye ilerlemeye başladım. Onlar gidiyorsa, bende gidecektim. Buna hiçbir kuvvet engel olamazdı. Odama girip kapıyı sertçe kapattım ve dolabımı açıp kendime küçük bir çanta hazırlamaya başladım. Odamın kapısı açılıp kapandığında çantamın üzerine büyük bir el kapandı.

“Eyşan, üsteleme gelmiyorsun.”

Çantamı Mete’nin elinden kurtarıp çektiğimde gerilen çenesiyle çantayı aldı ve arkasına fırlattı. Sinirle aramızdaki yatağı aşıp arkasındaki çantaya uzandım ama kolumdan sertçe tutup kendine çekti.

“Yaralasın lan, yaralı, yaralı! Tehdit altındasın, gelmeyeceksin anla şunu artık!”

Bu sözler, içimdeki öfkeyi biraz olsun bastırsa da gururumun incindiğini hissettim ama bir şey vardı. Bu karar, bir emirden çok bir koruma isteğiydi.

Beni tutan kolumu sertçe elinden kurtarıp çenemi dikleştirdim.

“Yiğitte yara eksik olmaz tabirini duymadın mı?” dedim alayla ve çantaya eğildim. Mete, bu sefer iki eliyle kolumu tuttu ve beni kendine çekti.

“Gelmeyeceksin!” diye haykırdığında naneli nefesi yüzümü yalayıp geçti. Algılarımı kaybetmemek için ellerimi göğsüne koyup kendimden uzaklaştırdım. Çıldırmış olmalılardı çünkü bunun akıllı bir açıklaması yoktu. İşaret parmağımı göğsüne batırırcasına vurdum. Parmağımın acımasını bile önemsemek istemiyordum.

“Ben senelerdir bu topraklar için mücadele eden bir askerim ve sen bana gelmeyeceğimi mi söylüyorsun?”

Mete, sabırla eliyle yüzünü sıvazladı ve kararan mavilerini bana çevirdi.

“Eyşan.”

Elimi kaldırıp susturdum.

“Mete, ben askerim," dedim, sesim daha da yükselerek. "Sahada olmazsam, başkalarının hayatını riske atıyorum. Bunun sorumluluğunu alabilir misin?"

Mete, ifadesini bozmadı.

“Sorumluluğu almak zorundayım. Çünkü senin varlığın, sadece bir askerden ibaret değil. Senin bu sahadaki yokluğun, daha büyük bir tehlikeden kaçınmamızı sağlıyor.”

Bu sözleri duyduğumda içimde bir şeyler kırıldı. Görev bilincimle, yılların verdiği tecrübeyle hareket etmiştim hep ama şimdi, bana durmam gerektiği söyleniyordu. Öfkem, adeta damarlarımda yankılanıyordu. Karşımdaki adam aklımla dalga geçiyordu. Ellerimi sinirle saçlarıma daldırıp çekiştirdim.

“Bu kararı almak sizin elinizde değil! Ben yönlendirebileceğiniz sıradan bir asker değilim! İki sene boyunca o adamların leş kokusunun içinde tünedim. Yediği yemekleri yedim.” dedikten sonra kalbinin üzerine iki kere işaret parmağımı vurdum. “Bana karışamazsın!”

Mete, elini kaldırıp çenemi kavradığında geri çekilmek istedim ama belimi kavrayıp kaçmamı engelledi. Sinirli nefesi yüzümde yerini alırken gözleri gözlerime mıhlandı.

“Savunmasızsın! Hassan Şabi’nin elindeki silahtan çıkan kurşun beş santim yanına gelseydi ölecektin!” diye bağırdı, yüzümde tükürük damlacıklarını bırakırken. Ondan iğrenecek değildim ama öfkemden dolayı midem bulanıyordu. Çenemi tutan parmaklarından kurtulmak isteyip kendime çekmeye çalıştım ama izin vermedi.

“Asker olduğumu anla, gör!” diye bağırdığımda belimdeki elini sıktı. Yüzüm ona daha da yaklaşırken elim farkında olmadan kasılan pazılarına yaslanmıştı. Kalbinin vücuduna dağılan ritmi avucumun altında da atıyordu.

“Ben ömrüm hayatım boyunca senden başka; vatanına aşık, sevdiklerine merhametli ama onlardan başka kimseye eyvallahı olmayan birini görmedim. O küçük kızın gözlerinde gördüm ben senin asker olduğunu. Küçük yaşta anladım kafa tuttuğunu ama şu an benim karşımda asker değilsin Eyşan. Sen şu an benim askerim değilsin, koruyup kollamak istediğim Eyşan’sın. Seni kaybetme riskini göze alamam.”

Sesi sonlara doğru alçaldığında birden benden ayrıldı ve odanın kapısına ilerledi. Elleri kapı kulpunda kaldığında sinirle burnumu çektim. Sırtımı ona çevirip kollarımı bağladım.

“Özür dilerim.” dediğinde kaşlarımı çatıp Mete’ye baktım. Kapının önüne anahtarı takıp hızla kapıyı kapattı.

“Mete!”

Hızla kapıyı koşup aralamaya çalıştım ama hayvan herif güçlüydü ve kapıyı açamıyordum. Tekme ve yumruklarımı kapıya indirdim.

“Aç şu kapıyı! Aç şunu! Mete!”

“BU KAPIYI AÇANIN ASKERLİKTEN İHRACINI VERİR, ALTINA DA İMZAMI ATIP ANA KUCAĞINA GERİ GÖNDERİRİM!”

Hah?

Hah!

Çığlık atarak kapıya vurmaya devam ederken sinirle dilimi ısırdım. Dalga mı geçiyorsunuz lan! Kriz geçirmeme ramak kalmıştı. Vücudum yeterince ısınmış ve bana geliyorlardı. Ağzım dilim sinirimden kurumuştu. Bedenim zangır zangır titriyordu.

“Aç! Arkasında kim varsa açsın yoksa ben buradan çıkmadan sizin evraklarınızı imzalarım! Aç ulan, aç!”

Ne kadar vurduğumu hatırlamıyordum ama kapıda yumruklarımdan dolayı göçmeler meydana gelmişti. Yanağıma düşen ıslaklıkla ağladığımı fark edebilmiştim. Hızlı adımlarla odadaki pencereye yürüdüm. Üzerlerini giyinmiş gidiyorlardı. Gerçekten beni burada bırakmışlardı. Arkalarında bıraktıkları Alev, eli cebinde bekliyordu. Eninde sonunda bu kapı açılacak ve ben buradan çıkıp gidecektim.

Helikoptere binen Mete’yi fark ettiğimde acıyla yutkundum.

Seni asla affetmeyeceğim Mete.

 

Yazar, Ağzından

Her ipucu, diğer bir bağlantının kapısı aralar. Güvercin Timi büyük bir sırrın daha kapılarını aldıkları ipucu ile aralamıştı. Bu sefer yalnız değillerdi. Yanlarında Akça Timi’nin üyeleri de bulunuyordu. Helikoptere sürüklenen bedenler ağırca yerlerine yerleşirken uğultudan herkes bağırarak konuşmaya çalışıyordu.

Selçuk, en son binen Mete’ye baktığında öne eğildi ve bağırarak “Eyşan’ı odaya mı kilitledin?” diye sordu. Mete, ona bakıp aynı şekilde öne eğildi.

“Valla döndüğümde canımı okuyacak!” diye bağırdı. Selçuk, gülerek karnını tuttuğunda kafasını iki yana salladı. “Çılgın aşıklar sizi!”

Mete, eyvallah dercesine kafasını salladı ama bir yanı buruk kalmıştı. Onu o halde bırakmamalıydı ama mecburdu. Zarar görmemesi için elinden gelenin en iyisini yapardı, zor kullanmak zorunda kalsa bile pes etmezdi. ‘Döndüğümde.’ dedi. ‘Nasıl olsa özleyip affeder.’

Helikopter yükseldi ve eli cebinde Alev, aşağıdan hüzünle izledi. “Keşke şimdi onu kullanan ben olsaydım.” diye mırıldandı. Gerisin geri dönüp askeriyeyi birbirine katan kadının sesine doğru ilerledi.

“Kafanızı sikerim, aç lan!”

Alev’in geldiğini gören askerler ona baktığında Alev, başıyla gitmeleri için işaret verdi. Askerler koşarak uzaklaştığında derin bir nefes bıraktı ve kilidi çevirdi. Eyşan, sertçe kapıyı açıp geçmek istediğinde Alev, pervaza elini yasladı.

“Eyşan, lütfen gel biraz konuşalım.”

Eyşan, alayla gülerek Alev’e baktı.

“Ne konuşacağız Allah aşkına Alev? Sen yaralısın diyeceksin ben sana askerim diyeceğim! Başka ne konuşacağız!” diye bağırdığında Alev, tüm sakinliğiyle sağ elini havaya kaldırdı. Kırılan parmaklarının acısı ilk günkü kadar tazeydi. Eyşan, birden Alev’in elini gördüğünde ne diyeceğini unuttu ve gözleri sargıda kaldı.

“Peki, ben neyim Eyşan?” dedikten sonra sargılı elini indirip Eyşan’ın ona bakmasına neden oldu. “Sen askersen bende askeri havacıyım. Sen nasıl gitmek için kendini parçalıyorsan bende o helikopteri süren olmak için.”

Alev, cümlesini bitiremeden hıçkırdı.

Eyşan, elini Alev’e uzatacaktı ki Alev, kendini geriye çekti.

“Ben nasıl susuyorsam sen de susacaksın Boduroğlu. Acı çeken bir sen değilsin.” dedi ve Eyşan’ın yanından geçip yatağına uzandı. Gözyaşları birer kurşun misali yastığına dökülürken içlice bir nefes bıraktı. Hıçkırıkları içine aktı. Ruhu paramparça oldu.

Eyşan, ağlayan kadının yanına yavaşça yürüdü ve yanına yattı. Beline sarılıp alnını sırtına yasladı. Alev, o dakikadan sonra haykırarak hıçkırdı. Gözlerinden düşen her damla bir kor gibi yaktı içini.

Güvercin ve Akça Timi, Iğdır’ın Aliköse Köyü’nden biraz uzakta durup helikopterden indiklerinde onları karşılayan Jandarma grubuna baktı. Mete ve Selçuk birkaç adımda Jandarma komutanının önünde durdu.

“Hoş geldiniz, bizler sizin güvenliğiniz için buradayız.” dedi ve eliyle ufuktaki köyü gösterdi. “Buyurun sizlere köye kadar eşlik edelim.”

Hep birlikte yürümeye başladıklarında Mete’nin bakışları bir avcı misali etrafta gezinmeye başladı. Köy, buram buram kan ve barut kokuyordu. Geçmişten gelen yanmış bir ağaç gözüne takıldı. Kulaklarına farkında olmadan çığlık sesleri yankılandı. Jandarma komutanı köyün girişinde durduğunda tim, durmak zorunda kaldı.

Komutan, “Bu köyün hikayesi çok eskilere dayanır.” diye söylendi ve biraz önce Mete’nin baktığı ağacı gösterdi.

“10 Aralık 1955 gecesi, sınırdan giren hain bir terörist grubu köye saldırmış. O grubun birkaç üyesinin bu zamana kadar yaşadığı bilinmekte ve eğitim için içlerine aldıkları insanlar arada gelip bu kötü yeniden ve ısrarla talan ediyorlar.”

Mete, bakışlarını ağaçtan alıp köye baktı.

“Köyün nüfusu ne kadar?”

Jandarma komutanı gözlerini kısıp kafasını sağa sola eğdi.

“150-200 civarında yüzbaşı.”

Mete, kafasında oturtamadığı düşüncelerle bakışlarını komutana çevirdi.

“Sivilleri civar köylere dağıtıp köyü boşaltalım. Sessiz bir şekilde olması işimize gelir. Daha fazla ekip takviyesi isteyip evlere yerleşelim. O grup geldiğinde ise yakalamamız bizim için daha kolay olur.”

Jandarma komutanı kafasını sallayıp arkasındaki ekiplere durumu izah etmek için ayrılırken Selçuk, Mete’ye baktı.

“Yüzbaşı, is kokusunu alıyor musun?” diye sorduğunda Mete şüpheyle Selçuk’a baktı. Selçuk, gözlerini devirip evleri gösterdi.

“Her biri yakılmış ve yeniden onarılmış. Bu evlere askerleri soktuğumuzda oluşabilecek faciayı düşünüyor musun?”

Mete, bir saniyeliğine bakışlarını evlere çevirip durakladı, Selçuk haklıydı. Ağaçlara saklansak diye düşündü ama ağaçlar çok seyrekti. Aklına hiçbir fikir gelmediğinde Selçuk’a baktı ve tek kaşını kaldırdı.

“Ne yapmamızı önerirsin?”

Selçuk, gülümseyerek Mete’ye baktı. Yüzündeki gülümseme, bir planı olduğunu belli ediyordu. Elleriyle evleri işaret etti ve ardından çevredeki araziye bakarak konuşmaya başladı.

“Yüzbaşı, evleri tamamen kullanmaktan vazgeçmek zorunda değiliz ama onları tuzağa çevirebiliriz,” dedi sakin ama alaycı bir tonda. “Bu kadar yakılmış ve yeniden onarılmış yapının içi, düşmanın şüphelenmeyeceği bir saklanma yeri gibi görünebilir. Eğer biraz yaratıcılık katarsak, onların bizim nerede olduğumuzu düşünmelerini sağlayabiliriz.”

Mete, Selçuk’un ne demek istediğini anlamaya çalışıyordu. “Tuzak mı?” diye sordu kaşlarını çatarak.

“Evet, tuzak,” diye tekrarladı Selçuk, gözleriyle çevreyi tararken. “Evlere asker koymak yerine, boşmuş gibi gösteririz. İçerisine hareket algılayan düzenekler yerleştirip, belirli bir sinyalde patlayıcıları aktif hale getirebiliriz. Hem savunma hattı oluşturmuş oluruz hem de onların düzenini bozabiliriz.”

Mete, bir an düşüncelere daldı. Bu planın tehlikeli olduğu aşikardı ama Selçuk’un sözlerinde bir mantık da vardı.

“Peki ya siviller?” diye sordu Mete, Selçuk’un gözlerine bakarak.

“Sivilleri zaten köy dışına çıkaracağız. Onları korumamız önceliğimiz ama düşmanı içeri çekmek ve bir adım öne geçmek için riski yönetmemiz gerek,” dedi Selçuk. Ardından küçük bir nefes alarak devam etti. “Tabii bu planın bir alternatifi varsa, dinlemek isterim.”

Mete, çevresine bir kez daha baktı. Selçuk’un önerisi, şimdilik en iyi seçenek gibi görünüyordu.

“Peki,” dedi Mete, sert bir ifadeyle. “Planını uygulayacağız ama hiçbir şeyin yanlış gitmesine izin veremeyiz. Bunu aklından çıkarma.”

Selçuk, başını sallayıp gülümsedi. “Merak etme, yüzbaşı. Her şey kontrol altında olacak.”

Bu sırada Jandarma komutanı geri döndü ve Mete’ye yaklaşıp durumu özetledi. Mete, güneşin battığını gördüğünde ekibine baktı ve emri ilk emri verdi.

“Evleri birer tuzak haline getirin. Hızlı ve sessiz olun. Bu iş burada bitmeli.”

Mete'nin kararlılığı, ekibe enerji vermişti. Herkes hemen harekete geçti, görevlerini yerine getirmek için sessiz ama hızlı bir şekilde hareket ediyorlardı. Selçuk, birkaç askerle birlikte evlerin içini kontrol ederken, yanındaki Mücahit'e döndü.

“Hareket algılayıcıları buraya ve şuraya yerleştireceğiz,” dedi, elindeki cihazları göstererek. “Patlayıcılar da kapıların hemen altına. Böylece içeri girenler fark etmeden tetiklenecek.”

Mücahit başını salladı ve dikkatle çalışmaya başladı. O sırada Mete, dışarıda durup hem çevreyi hem de askerlerin ilerleyişini izliyordu. Selçuk'un planı mantıklıydı, ama içinde hâlâ bir tedirginlik vardı. Düşman her zaman bir adım önde olabilirdi.

Barış, yanına gelip sessizce sordu, “Başka bir yol düşünmedin mi, Mete?”

Mete, gözlerini evlerden ayırmadan cevap verdi: “Düşman bizi bir tuzağa çekmeyi planlıyorsa, onlara kendi tuzaklarını yaşatmamız gerek. Bu plan riskli, ama başka bir şansımız yok.”

Barış bir süre sustu, ardından sessizce, “Sana güveniyorum, yüzbaşı,” dedi.

O sırada Selçuk’un sesi telsizden yankılandı

“Yüzbaşı, ilk iki ev hazır. Şimdi üçüncüye geçiyoruz. Durum stabil.”

Mete, telsizi alıp hızlıca cevap verdi. “Devam edin. Ancak her şeyi iki kez kontrol edin. En ufak bir hata istemiyorum.”

Köydeki evler tuzaklarla donatılırken, Jandarma komutanı geri döndü. “Köydeki tüm siviller tahliye edildi,” dedi. “Civar köylerde güvenli bir şekilde yerleştirildiler.”

Mete, rahat bir nefes aldı. En azından sivillerin güvenliğini sağladıklarından emin olmuştu. Şimdi sıra, düşmanı beklemekteydi.

Gecenin karanlığı köyün üzerine çökmeye başladığında, tuzaklar tamamlanmış, tüm ekipler pozisyonlarını almıştı. Selçuk, Mete’nin yanına geldi ve hafif bir tebessümle, “Artık tek yapmamız gereken, onları davet etmek,” dedi.

Mete, kaşlarını çattı. “Bu gece kolay olmayacak, Selçuk. Herkes hazır olsun.”

Selçuk’un ifadesi ciddileşti. “Haklısın ama merak etme, yüzbaşı. Onları gafil avlayacağız.”

Mete, gözlerini karanlık yola dikti. Düşman, bir an önce karşılarına çıkmalıydı. Bekleyiş uzadıkça, gerilim artıyordu. Uzaklardan gelen motor sesleri duyuldu.

“Geliyorlar,” diye fısıldadı Barış. Herkes, nefesini tutarak köyün girişine odaklandı.

Artık her şey başlamıştı.

 

22 Ocak 2022 / Şırnak

Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından

Yüreğimde dipsiz bir kuyu vardı. O kuyunun derinliklerinden yükselen korku, damarlarımda dolaşan kan kadar gerçek, nefesim kadar yakındı. Gözümün önünde canlanan olasılıklar, zihnimde ürpertici bir senfoni çalıyordu. Her düşünce, ruhuma zehirli bir hançer gibi saplanıyordu.

“Bir haber yok mu?” diye soran Alparslan Çakır’ın sesini işittiğimde ellerimi yumruk yaparak dizlerime bastırdım. Tırnaklarımın avuçlarımda bıraktığı izler bile, içimde kopan fırtınaları susturacak bir acı getirmiyordu. Ben ki sertlikle yoğrulmuş bir askerdim ama şimdi küçük bir çocuk gibi savunmasızdım.

Savunmasızsın!

Mete’nin kulağımda çınlayan sesiyle kafamı iki yana salladım. İçimde bir sıkıntı vardı ve ben bunun ne olduğunu çok iyi biliyordum. Ayın 19’undan beri onlardan ne sinyal ne de bir bağlantı alabilmiştik. Üstüne gönderdiğimiz ekipler, onları bulamadıklarını söylediklerinde yıkılmıştık.

Ailem, timim benim için bir varoluşun özüydü.

İçimi kemiren en büyük korku ise onları bir daha görememekti. O anlarda zihnimde yankılanan tek cümle, kaybetmenin onarılmaz yıkımına dair o tanıdık kabusumdu.

“Eyşan ya dönemezlerse?” diye fısıldadı Alev.

Bu sorunun ağırlığı, hâlâ göğsümde bir kurşun gibi oturuyordu.

Barkın, “Hâlâ bir iz yok albayım.” diye açıklama yaptığında derin bir nefes verdim. Zaman, acımasız bir cellat gibi adımlarını yavaşlatmıştı. Bir türlü geçmiyor ve bizi bulunduğumuz durumdan çekip kurtarmak için hiçbir şey yapmıyordu.

“Bir iz buldum.”

Köşedeki askerin bağırışıyla Alev’e sarılıp ayaklandım. İçimden bir ses, bana güvenmemi söylüyor ama o ses, korkunun iniltileri arasında kaybolup gidiyordu. Güvende olacaklar. Beni bir kez daha gururlandıracaklar. Kendime yedirdiğim bu sözler bir türlü içimi ısıtamıyordu. Göğsümdeki bu ağırlık ne yaparsam yapayım kalkmıyordu.

“Şu an askeriyeye beş dakikalık uzaklıktalar.”

Barkın, hızla yanındaki askerin önündeki bilgisayarı gösterdi.

“Beni Kule 1’e bağla, çabuk!”

Alparslan albay, elini babacan tavırla omzuma koydu.

“Gelin, dışarıda onları karşılayalım.” dediğinde yürümeye başladı. Alev ile peşine takılıp koordinasyon merkezinden ayrıldık. Her adımım sanki çıkışın daha da uzaklaşmasına neden oluyordu. Omuzlarımdaki yük sanki her adımda biraz daha ağırlaşıyordu. Alev bile artık sessizdi. Hepimiz kendi korkularımıza sarılmış, o kapının ardında neyle karşılaşacağımızı hayal ediyorduk.

Dışarıdaki soğuk hava bedenlerimizi kucakladığında gökyüzündeki helikopter sesiyle gülümsedim. Elim heyecanla kalbime yaslanırken boştaki elimle Alev’in elini tuttum.

“Geldiler.”

Bana bakıp söylendi ve yeniden bakışlarını helikoptere çevirdi. Helikopter, etrafındaki tüm karları bir anda savurtarak yere konduğunda Alev, koşmaya başladı. Helikopterin kapısı aralandı ve Kubilay ile Yonca göründü. Kenara çekilip beklerken Akça Timi indi ve bize doğru yürümeye başladı. Gülerek koşmaya devam ederken Kartal, kollarını açtı ve önümüzde durup geçmemize engel oldu.

“Çekilsene oğlum,” dedim hafifçe gülerek, Kartal’ın önümü tıkayan duruşuna takılarak ama neşem, onun gözlerindeki o garip ifadeyi fark ettiğimde bir anda buharlaşıp uçtu. Bakışlarım omzunun üzerinden, arkasında uzanan alana kaydı. Dudaklarımdaki gülümseme ağır ve sessiz bir şekilde yüzümden silinirken, adımlarım yavaşladı. Kalbim bir an durdu, ardından göğsümü delip geçecek kadar sert bir şekilde atmaya başladı.

Bir adım gerileyip Kartal’ın yüzüne baktım ama o bana bakamıyordu. Gözleri yere mıhlanmış, dudakları mühürlenmişti. Derin bir nefes aldım, nefesimin titrediğini fark etmemek için çabalayarak. İçimde yükselen o korkunç hissi susturmak istercesine hızla yanından geçip helikoptere yürüdüm ama adımlarım beni değil, beni bekleyen gerçeği çekiyordu peşinden.

Osman ve Deniz’i gördüm önce. Yavaşça helikopterden iniyorlardı. Arkalarında Barış ve Mücahit vardı. Hepsinin yüzü birer taş gibi, duygusuz ve katıydı ama gözlerim, onların arasında taşıdıkları tuluma takılıp kaldı. Üzerinde benim bayrağım vardı. Ayına yıldızına ölüp bittiğim, rengi için canımı vereceğim bayrağım.

Bayrak.

Benim bayrağım.

Adımlarım beni taşıyamaz hale gelmişti. Gözlerim, bayrağın altındaki bedeni tararken, içimdeki sessizlik kulaklarımı çınlatıyordu. Çığlık atmak, belki de haykırarak nefes almayı yeniden öğrenmek istedim ama tek yapabildiğim, olduğum yerde durup nefessiz kalmaktı. Osman, beni gördüğünde gözlerinin titremesine engel olamadı.

Bakışlarım helikoptere çevrildi.

Mete, neredeydi?

Uğruna can vereceğin bayrağın altında Eyşan.

İç sesimi duymamam gerekliydi.

İç sesimi duymamam gerekliydi.

Caner, neredeydi?

Caner, onun ikiziydi. Ona bir şey olursa Caner yaşayamazdı.

Onu gördüm, Caner’i. Helikopterden indi ama ikinci adımını atmadan, ayakları onu taşımaktan vazgeçti. Dizlerinin üstüne çöktü, ardından yere kapaklandı. Omuzları, ağırlığı taşıyamayacak kadar çökmüştü. Sonra gözleri beni buldu. Titrek, çaresiz bir bakışla bana baktığında, kendi acısını da bana yüklemişti sanki. O anda, her şey sustu. İçimde yankılanan tek şey, çaresizliğin ezici sessizliğiydi.

Ona doğru yaklaşıp önünde eğildim.

“Mete, nerede, Caner?” titrek çıkan sesime lanet olsundu. Gözler yalan söylemez Caner, gözler yalan söylemez. Lütfen oraya bakma, lütfen ama beni dinlemedi, baktı. Arkama doğru bir adım atım ama gücüm yoktu. Ellerim titriyordu, bedenim soğuyordu. Her bir kasım sanki ölüydü. İçimde bir boşluk vardı, her şeyin içinde kaybolmuş bir boşluk. O, en yakın arkadaşım, ruh ikizim olan Mete, yoktu.

Bir anlık bir hatırlama geldi aklıma. Mete’nin gülümsemesi, her zaman güvendiğim o bakışları. Her şeyin bir öncesi vardı, ama şimdi… Şimdi sadece bir son vardı. O son, her şeyin bitişiydi ama bu sonun, içimi yakıp yıkan, her tarafımı paramparça eden bir acısı vardı.

Onunla birlikte ölmüş gibi hissediyordum. Bir adım daha attım ama kalbim her geçen saniye biraz daha ağırlaştı. Ellerim titrekçe bayrağa uzandı. Kaldırdım ama fermuarı açmaya cesaret edemedim.

Bakmazsan, inanmazsın.

İç sesime ilk defa hak verdim.

“Eyşan, şehide saygısızlık ediyorsun.” diyen Osman’a karşılık gözlerimi sıkıca yumdum.

“Sus.” diye tısladım, gözlerimden akan yaşlar yanaklarıma akarken.

“Şehit.” Yutkundum.

“Yere bırakın.”

“Eyşan.”

“Yere bırak dedim!”

Dördü beni dinleyip tulumu yere bıraktıklarında Osman, fermuarı hızla açtı. Gördüğüm yüze ağırca baktığımda kollarıma birisi sarıldı.

“HAYIR!”

Çığlıklarım askeriyede yankılandığında kalbim amansız bir savaşın ortasında yenik düşmüştü. Beni tutan eller ona dokunmama izin vermezken Osman, hızla gözlerini sildi ve fermuarı kapattı.

“Hayır, hayır, hayır. METE!”

Bir kez daha haykırdım ama bu sefer, içinde bulunduğum bu felakette sesim boğuluyordu. Her şey, her şey acı verici bir sonla sona ermişti. İçimde bir boşluk, bir kaybolmuşluk ve büyük bir kayıp vardı. Her şey silindi. Zihnim, bir anlık acıyı unutmaya çalışıyordu ama yapamadım. Çünkü Mete, o bedende kaybolmuştu.

“Mete, Mete, Mete, Mete hayır, hayır, hayır!”

Bedenimi sarmalayan ellerle yere yıkıldığımda ellerimi sertçe yere vurdum.

“AH!”

Ölüyordum.

Nefeslerim yetmiyordu, nefes alamıyordum, ben ölüyordum.

“Senin için ölüyorum diyorum, anlamıyorsun.”

Onun dediğiyle bir elimi sırtına götürdüm.

“Benim için yaşa.”

Bedenimi kaldırmaya çalışan kollar tarafından sürüklenmeye başladığında gözlerim karardı ama bayılmadım.

“Mete.” mırıltılarımın karşısına Alparslan Çakır, geçti ve kaşlarını çatıp titrek gözlerle bana baktı.

“Kendine gel.”

Kafamı iki yana salladım. Oğlun öldü lan senin, diye yüzüne bağırmak istedim ama sadece bakmakla yetindim. Arkamdaki bedene bakıp çenesiyle beni işaret etti. Kolumu tutan eller bir anda yok olduğunda parçalanmış dizlerimin üzerine düştüm. Alparslan albay, kolumdan sertçe tuttu ve ben havaya kaldırıp salladı.

“Kendine gel yüzbaşı, kendine gel! Mete’nin kanını yerde mi bırakacaksın!”

Tabi ki de bırakılmayacaktı ama benim gücüm yoktu. Çenemi dikleştirip ayakta durmaya çalıştım. Vücudum şoktaymışçasına titriyor ve beni, benliğimden ediyordu. Alparslan albay, sertçe elinin tersiyle omzuma vurduğunda dengemi koruyamayıp arkama düştüm. Bana işaret parmağını salladı.

“Kendine gel yüzbaşı! Kendine gelmezsen seni ihraç ederim!” diye bağırdı.

“BU KAPIYI AÇANIN ASKERLİKTEN İHRACINI VERİR ALTINA DA İMZAMI ATIP ANA KUCAĞINA GERİ GÖNDERİRİM!”

Karşımdaki albayı önemsemeden ağlamaya başladığımda kafasını iki yana salladı ve sırtını dönüp gitti. Ne kadar orada ağladığımı açıkçası bilmiyordum. Gözlerim her şeyi görüyordu ama zihnim, algılayamayacak kadar kapalıydı. Alev, altımdaki, dizlerimin yırtıldığı kamuflajı değiştirmiş ve pansuman yapmıştı.

Bedenim bir hayalet gibi askeriyenin içinden dışarıya doğru sürüklenmiş ve kalabalık avluya atılmıştı. Arkamdaki timde bir kişi eksikti. Hemen arkamda, sıcaklığını bırakan adam, artık yoktu.

“Kalbine yerleşmiş o korku tohumlarını, bir gün sevgimle dolduracağımı söylemiştim. Seni seviyorum Mete Mert Çakır. Seni, bir gün öleceğimi bile bile seviyorum. Dün sevmiştim, bugün seviyorum ve yarında sevmeye devam edeceğim. Seni her daim seveceğim.”

Mete, kafasını iki yana sallayıp elleriyle yanaklarımı avuçladığında dudaklarını alnıma yasladı. Küçük bir buse yerleştirip yüzünü yüzüme eşitledi.

“Seni bir gün öleceğini bile bile değil, her gün yaşatacağımı bile bile seviyorum. O küçük çocuğu sevdiğim gibi seviyorum. İnciterek değil, incindiğin yerden öperek seviyorum. Seni çok seviyorum Eyşan ama öyle böyle değil.”

Ama öldüm Mete.

Beni kendi ellerinle toprağa gömdün.

“Dikkat!”

Rap, rap, rap.

Uzaklardan yaklaşan adım sesleriyle yutkundum ve tam karşıma baktım.

Seni asla affetmeyeceğim, Mete.

Sağ elim titreyerek başımdaki bordo berenin yanına saklandı.

Rap, rap, rap.

Adımların her biri, her geçen saniye kalbimdeki boşluğu daha da büyütüyordu. O adımlar, sanki içimdeki tüm korkuları haykırarak yeniden doğuruyordu. Her adımda, geçmişin karanlık köşelerinde kaybolmuş bir anı buluyordum. O adımlar bana bir şey hatırlatıyordu. Mete. Bir zamanlar bir adım bile atması, bir bakışı bile dünyamı aydınlatırdı. Şimdi, o adımlar sanki bana ölümün ne kadar yakın olduğunu hatırlatıyordu.

“Sağa sola dön!”

Gözlerimi sımsıkı kapattım. Yutkundum, boğazım kurumuştu.

“Şehit bırak!”

Her nefesimde sanki bir şey daha kayboluyordu. İçimde, o anı reddetmek için bir çığlık vardı ama sesi çıkmıyordu. O anda sadece, her şeyin gözlerimin önünde kararması, her şeyin kaybolması vardı.

Rap, rap, rap.

Rap, rap, rap. O ses, şimdi her şeyin sonuymuş gibi kulaklarımda çınlıyordu. Artık adımlar, beni eskiye götürmüyor, sadece bir sona, bir sonuca doğru sürüklüyordu. Geçmişim, içimde yankılandıkça kayboluyordu. O kaybolan her anın içinde ise sadece bir şey vardı: Mete.

Gözlerimi açtığımda gülümseyerek karşımdaki tabuta baktım. Ona doğru bir adım atmak istedim ama arkamdaki bedenler izin vermedi. Yerimde öylece kalakaldım.

“Sevgilim.”

Dudaklarımdan bağımsızca çıkan sözcük, buydu.

“Hiç yakışmamış.”

Gözlerimden eş zamanlı düşen yaşlar yanaklarımı ıslatıp içimi dağladı.

“Türk Silahlı Kuvvetleri’nin onurlu evladı; Yüzbaşı Mete Mert Çakır, 19 Ocak 2022 tarihinde çıktıkları Düzen operasyonunda şehit olmuştur.”

O kelimeler, adeta içime kazındı. O an, her şeyin bir anlamı vardı. Onun için, bu savaş için, bu bayrak için verdiklerinden, bir bedel ödediklerinden hiçbir şey kalmamıştı.

Şehit olmuştu.

İçimde bir boşluk büyüdü, o boşluk her geçen saniye biraz daha karardı. Her şey, her zaman bildiğim şey, artık gerçek olamayacak kadar uzaktı. Bu, gerçek değildi. Bu, ona yakışan bir son değildi. Onun gülümsemesi, onun gözleri, hala içimde parlayan o ışık, bu karanlıkla boğulamazdı.

Gözlerim, her geçen saniye daha da kararıyordu. Gözlerimle tabutun üzerine serili bayrağa baktıkça, bir şeyler içimde kırılıyor, yerle bir oluyordu. Hissettiğim boşluk, beni her geçen an biraz daha içine çekiyordu. Soluk almayı unuttum. Kalbim çırpınırken, göğsümdeki o sıkışan acı her geçen saniye derinleşti. Sesler kulağımda yankı yapıyor, her şeyin uzaktan gelmesine engel oluyordu.

“Hayır, bu olamaz...” diye fısıldadım ama sesim titrek, kendim bile duymayacak kadar zayıftı. Sanki vücudum bir bilinç kaybına doğru sürükleniyordu. Adımlarım, sanki yerçekimine karşı koyarak daha da ağırlaşıyor, her an bir adım daha atmak beni biraz daha zorlayıp daha da uzaklaştırıyordu.

O an, gözlerim iyice karardı. Her şeyin silikleştiği, sadece karanlıkların iç içe geçtiği bir boşlukta kayboldum. Başım dönüyordu, ellerim soğuyordu ve içim titriyordu. Gözlerimdeki bulanıklık, bir damla daha gözyaşımı bıraktı. Nefesim giderek daha da zorlaşırken, dudaklarımın arasından son bir kelime çıkmak istedi ama kelimelerim boğazımda düğümlenmişti.

Vücudum, daha fazla taşıyamaz hale geldi. Başım birden ağırlığını hissettirdi, gözlerim tamamen karardı. Gözlerim kapanmadan önce son bir kez o tanıdık gülümsemeyi hayal ettim ama o anın ardından her şey kayboldu. Gözlerim, tüm dünyayı karartarak, her şeyi sessizce terk etti ve karanlık, her yeri sardı.

 

Yazar, Ağzından

Askeriyenin geniş meydanında, kar taneleri sessizce yere düşüyordu. Hava soğuk fakat bir o kadar da yoğun bir duygu yüklüydü. Tören, düzenli bir şekilde devam ediyordu. Askerler sıralanmış, bayraklar dalgalanıyor, komutanlar ve üst kademe memurları dikkatle töreni izliyordu. Ancak, her şeyin içinde, bir kayıp vardı; kaybolmuş bir umut, eksik bir parça.

Eyşan, bir an için yere düşecek gibi hissetti. Vücudu istemsizce titrerken, başını sertçe salladı ama bir adım bile atmaya cesaret edemedi. Gözleri karardı, yavaşça yıkılmaya başladı. Bir çığlık, kalbinin derinliklerinden yükseldi ama sesi boğulmuştu. Vücudu, içindeki acıya karşı koyamaz şekilde yere düştü. Arkasında dizilen tim hızla etrafını sardı fakat zaman durmuş gibiydi.

O anın derin sessizliğine, sadece karın toprağa düşerken çıkardığı uğultu eşlik ediyordu. Gözlerinde donmuş bir boşluk vardı ama gözleri başka bir dünyaya takılı kalmıştı. Ne zaman yeniden gözlerini açtıysa, yerinden kalkmaya cesaret edemedi. Zihninde bir tür kargaşa vardı; kalbi, şehit olan Mete’nin anısını ve onun kaybını dondurmuş gibiydi.

Tören bitti ama kimse siyah C200’ü görmedi. Çilingir, ciddi bir şekilde yanındaki kadına baktı.

“Bu biraz fazla olmadı mı?” diye tereddütle sorguladığında kadın kafasını iki yana salladı. Sıkıntıyla üfledi ve tören alanından götürdükleri kadını izledi. Yaralı dizlerini gördüğü andan beri kadının nasıl olduğunu merak ediyordu.

“Yapacak bir şey yok, alışacak.” diye söylendiğinde bakışları ön koltuğa kaydı.

“Değil mi, Mete?”

Mete, arkasındaki kadına kısa bir bakış attı ama o bakış, kaybolmuş bir zamanı, eksik bir duyguyu hissettiriyordu. Kadın, oğlunun ona hüzünle bakmasını anlayabilmişti ama o bakışın, içindeki derin boşluğun sahibinin kim olduğunu gösteriyordu. Biraz önce kadın bayıldığında neredeyse dışarıya fırlayıp ben buradayım diye bağıracaktı.

“Evet, alışacağız.” dedi Mete. Çoğul konuşmuş, yüreğindeki Eyşan’ı konuya dahil etmişti. İşaret parmağı baş parmağının yanındaki etlere ızdırap çektirirken derin bir nefes alıp dağılan törenden kafasını çevirdi. Kadın elini Mete’nin omzuna koyduğunda Mete, dağılmış kalbinin bozuk ritmiyle kadının elini tuttu ve baş parmağıyla okşadı.

“Bunların hepsi sizin için oğlum. Sen Eyşan’ı nasıl koruyorsan ben de seni koruyorum.”

 

19 Ocak 2022 / Aliköse Köyü, Iğdır

“Geliyorlar,” diye fısıldadı Barış. Herkes, nefesini tutarak köyün girişine odaklandı.

Artık her şey başlamıştı.

Motor sesleri gittikçe yaklaşıyordu. Karanlık gece, gelen tehdidi daha da ürkütücü hale getiriyordu. Mete’nin kalbi hızla çarpmaya başladı. Gözleri, köyün girişine odaklanmıştı. Bekleyişin sonunda, motorların sesi kesildi ve sessizlik çöktü. Bir an, her şey durdu gibi hissetti.

Selçuk, hemen yanına yaklaşarak düşük bir sesle, "Gözlerini dört aç, yüzbaşı," dedi. "Düşman burada ama bir tuzağa düşmeleri için her şey hazır."

Mete, derin bir nefes alarak, "Herkes pozisyonunda mı?" diye sordu.

Barış, komutanın yanına gelip, "Evet, hepsi yerinde ama bu geceyi kazanıp kazanmamak bizlere bağlı," dedi.

Gecenin sessizliğinde, bir adım bile atılmayan köydeki gerilim artmıştı. Birkaç dakika daha geçti ve nihayet, uzaklardan yavaşça ilerleyen silüetler göründü ama bekledikleri kişiler bunlar değildi. Önde yürüyen kadının arkasındaki Çilingir’i gördüler.

“Yok artık!”

Lara ve Kartal’ın sesine Caner’in ki karıştı.

“Şaka?”

Mete, içindeki şüpheyi atamadı ama adımlarını onlara doğru yöneltti. Çilingir’in karşısında durduğunda dişlerini sıktı.

“N’aber Bozkurt?”

Mete, duyduğu lakapla şaşırmasına engel olamadı. Çilingir’in omzuna hafifçe vurduğu sırada Çilingir, sol gözünün üzerine bir yumruk yedi. Bir adet “Ağladık lan! Üzüldük senin için! Hıyar!” diye bağıran Kartal vardı. Çilingir, her şeye rağmen yüzündeki tebessümü kaybetmeden bakışlarını herkeste çevirdi ve en son Mete’de durakladı.

“Mete.”

Çilingir’in arkasından kadın çıktı. Kadını hatırlamıştı Mete, Mümtaz Çalkun’u onlara getiren kadındı. Caner, kadını gördüğünde bilinçsizce Mete’nin yanına yürüdü ve onun da önüne geçti.

“Anne?”

Herkes şaşkınca birbirine bakarken Mete, kafasını iki yana salladı. Bunun mümkünatı yoktu, olamazdı. Babaları kendi elleriyle toprağın içine bırakmıştı annelerinin bedenini.

Yok, yok.

Olamazdı.

Kadın, Mete ve Caner’in karşısında durdu ve ellerini arkasına yasladı.

“Yalan söylüyor inanma Caner.” diye mırıldandı Mete ama kadının gülümsemesi gerçekti. Mavi gözleri hiç olmayacak kadar sakindi. Kadın derin bir nefes alıp Mete’ye biraz daha yaklaştı.

“Sana annen olduğumu ispatlarsam benimle gelir misin?” diye sorduğunda Mete, şüpheyle kadına baktı. Kadın oğlunu iyi tanıyordu ve bakışlarını ikizlerinin ayakkabılarına indirdi.

“İkinizin de sağ ayağının altında doğum lekesi var.”

Mete, duyduğu şey ile yıkılacak gibi oldu ve Caner’e tutundu. Gözlerinin önünde uçuşan parıltıları gözlerini kırpıştırarak savuştururken yutkunma isteğinde bulundu. Mete’nin dünyası, bir an için tamamen kararmıştı. Kalbi hızla çarpmaya başladı, bir anda vücudu donmuş gibiydi. Kadın, gözlerinin içine bakarken, her kelimesi içini boşaltıyor, ona sadece şüphe ve karışıklık bırakıyordu.

Caner de aynı şekilde donmuştu. Bir anlık sessizlik, tüm etrafı sarmıştı. Caner’in gözlerinde beliren karmaşa, Mete’nin içindeki boşluğu yansıttı.

“Bunca zaman neredeydin?” diye sorguladı Caner. Kadının bakışları oğlunu buldu.

“Ferhat albay, siz daha 10 yaşındaydınız, Mümtaz’ın hain olduğunu öğrendiğimi bildiği için bu şekilde bir saklama kararı aldı. Bir süre kaçıp saklandım ama hep sizi izledim. Birkaç yıl sonra Çilingir ile olan bağınızı öğrendim ve Hakkari’ye tayin verdirip ardından yanıma transfer ettim.” diye söylendi kadın, mavi gözlerinde bir hüzünle.

Çilingir, kadına baktı ve saatini gösterdi.

“Hızlı olmamız gerek. Her an gelebilirler.”

Kadın, heyecanla boğazını temizledi ve bakışlarını herkeste gezdirdi.

“Eyşan Boduroğlu tehlikede. Bu adamlar, Raşit’in yanında çalıştığını biliyor ve bir şeyler bulmuştur düşüncesiyle sürekli olarak suikast düzenlemeye çalışacaklar.” dedi ve Mete’ye baktı. “O yüzden Eyşan’dan uzak durmalısın. Seni şehit oldu olarak göstereceğiz. Eyşan, üzülecektir ama bu onun belki de yıkımına sebep olacaktır. En azından göreve çıkartmazlar ve askeriyeden asla ama asla ayrılmaz.”

Mete, kaşlarını çattı.

Hep ne diyordu?

Eyşan için canımı bile veririm ama bu sefer konu farklıydı. Kadın ölürdü, dayanamazdı. Şüpheyle kadına baktı. “Nasıl olacakmış bu?” dedi ve kollarını göğsünde bağladı.

“Babanda dahil olmak üzere artık kendimi göstereceğim ama o helikopterden senin ilaçlı bedenin inecek. Caner, rol yapacak. Herkes rolüne sadık kalacak. Ta ki bu iş bitene kadar.”

Dedikleri gibi oldu. İlaçlı bedeni ile bir gün boyunca saklandı Mete. Kadının ona dokunmasına izin vermeyeceklerdi ama yüzü ölmüş gibi görünecekti. 21 Ocak’ta Hümeyra Çakır, kendini bir şekilde içeriye sokturup Alparslan Çakır’ın karşısına çıktı. Neredeyse kalp krizi geçirecek adam, sevdiği kadının ayakları dibinde hıçkırarak ağladı.

Mete, 22 Ocak günü askeriyeye varmadan önce tuluma girdi ve nefesini dizginledi. Sevdiği kadının sesini duydu, gözlerini açmamak için direndi. Sarsıldı ve bir süre sonra sırtını soğuk vurdu. Yere konulduğunu anladığında nefesini tuttu.

“HAYIR!”

Duyduğu çığlık o kadar kuvvetliydi ki bir anda için titreyeceğini sandı ama hızla Osman tarafından üzeri kapandı. Bedeni askeriyeye taşındıktan sonra askeriyenin arkasına ilerletildi. Kimseye yakalanmadan Barkın tarafından, dışarıdaki arabaya bindirildi. Gözlerinden yaşlar akarken hiç kimse ona ağlama demedi.

Eyşan, acısıyla yalnız kaldı.

Mete ise ruhunu, askeriyede bıraktı.

-

 

 

BÖLÜM SONU

BÖLÜM SONU MEDYALARI

Instagram: _jupiterdebirokur

Tiktok: jr.napolita

X: sultanakr9

Wattpad: sultanakr

Uf, buralar alev alacak vaziyet alın. Merhaba, nasılsınız? Umarım sağsınızdır :)))

Bunu yapmam şarttı tamam mı! Mete'yi şehit olarak göstermem gerek. Çünkü gerçekten ilerleyen bölümlerde durumun ciddiyetini anlayacaksınız. Eyşan'ı daha da zor günler bekliyor, peki Eyşan'ın bundan haberi var mı? Tabii ki de yohh.

Her neyse; bölüm hakkındaki düşünceleriniz buraya alayım.

Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle

Sultan Çakır

on aralık iki bin yirmi dört

Bölüm : 10.12.2024 19:05 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...