Merhabalar, merhabalar. Ben geldim, evet, ben. Aşağıda Eyşan ile bizi yalnız bırakmayın. Sizi orada küçük bir sürpriz bekliyor olacak.😁
Oy ve yorumlarınızı lütfen eksik etmeyin, keyifli okumalar.
Bölüm Şarkısı;
Let The World Burn, G-Eazy & Ari Abdul
🕊️
XXII
23 Ocak 2022 / Şırnak
Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından
Bazı anlar vardır. Gerçekte yalnızca birkaç saniye sürer ancak, insanın zihninde bir ömür yankılanır. Yankının izleri ruha yansır ve orayı kirletmeye başlar. Kendini bu durumdan çekip çıkartmak istersin ama olmaz, yapamazsın. Elin kolun bağlı kalır, zihnin ise sana hükmeder.
Ruhumun derinliklerinde bir koza vardı. Annem ve babam şehit olduklarında o koza olduğu yerde çürümeye başladı. Küf kokan zehri tüm ruhuma kirini bırakırken içimdeki hırs, beni sürekli intikama çağırdı. Güvercin’i arkamda bırakıp gittiğimde ise koza öldü.
Bir gün onu gördü gözlerim. İntikamımın içinde yer aldı. Bendendi, bizdendi. Üzerimizde gölgesini bırakan ay yıldızın altındaydı. Geçmişimden gelen, geleceğimi yansıtan biriydi. Ruhumda ölen kozayı farkında olmadan canlandırmaya başladı. Hayata yeniden dönen koza büyüdü ve kocaman bir kelebeğe dönüştü. Büyüyen kelebek ruhumun duvarlarına kanatlarını sürterek uçmaya başladı.
Kanatlarının değdiği her nokta, cennet bahçesine döndü.
Geçmişte yanmıştım, kül olmuştum. ‘Daha ne kadar yanabilirim’ diye düşünürken her şeyi bırakıp olacağına bakmıştım. Mete’yi sevmiştim. Ruhumda yarattığı kelebeği öldüreceğimi bile bile.
“HAYIR!”
Mete, şehit olmuştu.
Kader ise ruhumdaki kelebeğin kanatları kesmişti.
“Vatanı için şehit olmuş arkadaşlarının arkasından, yas tutmadan intikam peşinde koşan o kadına ne yaptın?”
Zihnimde dolaşan Osman’ın sesi, acımasızlığımı bir kez daha yüzüme vururken aynadaki bakışlarımla göz göze geldim. Ellerimde yitip giden her nefes için bir damla göz yaşı dökmeyen ben, Mete’yi kaybettiğim için askeriyenin ortasında ağlamıştım. Güçlü, sarsılmaz dedikleri kadın dizlerinin üzerine düşmüştü.
Aynanın önünde dururken elimi ağırca kaldırıp tokama götürdüm. Tokayı tutup yavaşça aşağıya çektiğimde bir sinsi sanrı zihnimi alt etti.
“Ne zaman görsem okşamak için can attığım saçların, her rüzgârda salınırken bir toka misali sarılasım geliyor sana. Burnumda tüten kokusuyla ölüp bitiyorum.”
Sol gözümden benden bağımsız bir yaş yanağıma aktığında silmedim. Çünkü bir daha ağlamayacaktım. Kurumuş dudaklarımı yaladım ve lavabonun yanındaki makası elime aldım. Sol elimle saçlarımı okşarken başımı yana doğru eğdim.
“Seni öldüren her şeyi yeniden öldürürüm.”
Dudağımdan dökülen cümle ile doğruldum ve elimdeki makası saçlarıma daldırdım. Yavaş yavaş kestiğim kumral saçlarım lavabonun içine dökülürken, sanki ruhumla birlikte akıyordu. Elimdeki cinayet aleti saçımı değil benliğimi de kesiyordu. Belime uzanan saçlarım omuz hizasında kaldığında biraz tutam ayırdım ve alnıma bir kakül bıraktım. Dudaklarımın arasından titrek bir nefes dökülürken, ruhumdaki kelebek son nefeslerini veriyordu.
Tamamen öldüğünde parmaklarımın arasındaki makas kayıp, saçlarımın üzerine düştü.
Zihnimde yankılanan bütün düşüncelerin kapılarını kapatıp büyük bir kilit vurdum. Adımlarım banyodan çekilirken bedenim dolabımın önünde durakladı. Siyah bir kazak, altıma ise mavi kot pantolonumu giyip kabanımı aldım ve odamdan çıktım.
“Eyşan?”
Zihnime kilitlediğim bir sanrı sızıp kulağıma yerleştiğinde kapının önünde kalıp sağıma doğru baktım. Koltukta uzanan, birbirlerine sarılmış Mete ve Eyşan sanrısını orada bırakıp evden çıktım. Kendimi apartmandan güçlükle atıp yağan karın altında yürümeye başladım.
Dünkü törende bayılmış ve ayıldığımda kendimi zorla eve bıraktırmıştım. Kendimle kalmam ve acıyı yaşamam gerekti. Acıyı gördüm, yaşadım ve sevmeye başladım. Her yaramda yaptığım gibi ona da alıştım. Askerdim ben, annemin beni yetiştirip vatanı emanet ettiği askerdim.
“Bu ilk yaram değil Alev, son da olmayacak.” dediğim, her kurşunun bana nişanesi olduğu vatanım, Rize’mi elimden almıştı. Hırçın denizlerine müptela olmaya başladığım adamın gözlerini benden mahrum etmişti.
“Ellerin silah tutamayacak kadar titriyor yüzbaşı!”
İç sesim, benimleydi. Onu öldürmek istedim ama onu öldürmem için benim de ölmem gerekirdi ama buna daha zaman vardı.
Kışlaya vardığımda kapıda duran asker ilk başta tanıyamadı ardından korkarak bana baktı. Sert bakışlarımla içeriye girip büyük avluda yürümeye başladım.
“Mete, Mete, Mete hayır, hayır!”
Binaya girdiğimde ağlayan kadın o büyük avluda kalmıştı. Güvercin ve Akça Timi önlerindeki Barkın’ı takip ederken Osman’ın gözleri beni buldu. Bakışları titrekçe saçlarımda gezinirken kaşları çatıldı. Elini yumruk yaptı ve gerisin geri yürümeye başladı.
Çünkü ben, bu zamana kadar, annem okşadı diye hiç saçlarımı kesmemiştim.
“Eyşan, biraz daha iyi misin?” diye sordu, Alev. İyi değildim. Ben, iyi değildim. Omuzlarıma dökülen toprak o kadar ağırdı ki ben, iyi değildim. Alev’in gözlerine bakıp çenemi dikleştirdim.
“İyiyim.”
Alev, gözlerime şüpheyle bakıp biraz orada kaldı. Anlamaması için kaşlarımı çattığımda çatılan kaşlarımı gördü ve hızla gözlerini benden çekti. Adımlarımı yatakhaneye çevirdiğim sırada Barkın’ın sesini duydum.
“Giyindikten sonra koordinasyon merkezine geç.”
Ona hiçbir cevap vermeden adımlarımı hızlandırdım. Kendimi odaya attığımda hızla kamuflajımı giydim. Aynadaki bakışlarım saçlarımda kalırken beremi apoletimin altına sıkıştırdım. Ayağımı sertçe yere vurduğumda elim alnımın yanına gitti.
Seni asla affetmeyeceğim Mete.
Elim alnımın yanından düştüğünde pencerenin yanında kalmış kızı yalnız bırakıp odadan çıktım. Adımlarım artık daha sertti, bakışlarım daha keskindi. Gören herkes saçlarıma ve yüzüme acıyarak bakıyordu. Ruhumdaki küçük kızın kahkaha sesini işittiğimde yarım ağız gülümsedim.
Baştan aşağı acı olmuştum.
Koordinasyon merkezine girdiğimde herkes çoktan yerine yerleşmişti. Masanın ucundaki sandalyeye oturduğumda bakışlarım istemsizce karşıma kaydı. Boş olan sandalyenin algılarımı yıkmaması için bakışlarımı Barkın’a çevirdim.
“Evet, son aldığımız haberlere göre Aliköse Köyü’nde yaptığınız plan işe yaramış Selçuk. Birçok terörist tuzağa yakalanmış ve bazıları kaçmış. Kaçanların isimleri elimize ulaştı.” diye söylendi ve arkasındaki ekrana baktı. Bakışlarım ekranda dolaşırken bütün yüzleri zihnime kazıdım.
“Mümtaz’ın babası zamanında annesinin öldürüldüğüne gözleriyle şahit oluyor. Köydeki bazı insanlara sorduk ve bize Seyyar’ın o asker görünümlü kişilerin içine girdiğini, oğlunu da orada yetiştirdiğini ve sonradan öldüğünü, bir daha da kimsenin Mümtaz Çalkun’u görmediğini söyledi.” diyen Selçuk’a bakıp gözlerimi kırpıştırdım.
Teröristlerin en alışık olduğumuz durumu, üniformamızı kirletip insanlarımızı öldürmeleridir ama onları bulduğumuzda, Allah şahit ki boğazlarına urganı kendi ellerimle bağlayacaktım. Ekranda bir kişinin fotoğrafı belirdiğinde kaşlarımı çattım. Altında Miran Zafir yazıyordu.
“Bu adam, Miran Zafir, Hayalet Çoban’da derler. Çünkü adamın yüzünü gören ya ölür ya da geri dönmez. Yeni dünya düzenini kuran adam budur.”
Yumruk yaptığım ellerimi açtığımda burnuma kan kokusu ulaştı. Daha önce yine ellerimdeydi ama bu sefer farklıydı. Üzerimde barut kokacaktı, yine farklı olacaktı. Bu, bütün davalardan bile farklıydı. Yüzünü iyice ezberledim. Zihnimde kapattığım o kapının üzerine yapıştırdım. Hayallerimi çalan o adamı gebertmeden bana nefes almak haramdı.
Bir boğaz temizleme sesi işittiğimde Selçuk ile göz göze geldim. Ne ara kaşlarımı çatarak öne eğildiğimi bilemeden doğruldum ve arkama yaslandım. Selçuk, ifadesiz gözlerle bana bakarken gözlerini güçlükle gözlerimden çekip ekrana baktı. Yanağının içini dişleyip ekrana baktığında kaşlarımı çattım. Bir şey vardı, bunu anlayabiliyordum.
Üstünde durmadım.
“Her bireyin kendine has bir halkası vardır.”
Evet, başlıyorduk. Parmaklarımı kütürdettiğim sırada bütün gözler bana çevrildi.
“Önünüze bakın!” diye sertçe bağırdığımda herkes ürkerek ekrana bakmaya başladı. Dirseklerimi masaya koyup ekrana bakmaya devam ettim.
“En yakınındaki Rojin Selim, 35 yaşında, kadın. Miran’ın sağ kolu ve eşi.”
“Desenize eşini öldürmek bana farz oldu.” diye söylendiğimde Selçuk bana kafasını iki yana salladı ve yeniden ekrana baktı. Ekranda bir fotoğraf daha belirdi ve altında Kawa yazdı.
“O kadar kolay değil, başına gelecekleri bildiği için gün yüzüne çıkartmıyor. Arka plandan işleri hallediyor ve Kawa’ya veriyor. Kawa ise bir mühendis. Miran’ın kontrol ettiği bölgelere cephane ve karargâh inşa ediyor ve oraların tek sorumlusu o.”
Osman, biraz öne eğildiğinde bakışlarım ona çevrildi.
“Plan nedir?”
Sorusuyla yeniden Selçuk’a baktım.
“Miran’a şu an için ulaşamayız. Yanında bir infazcı dolaşıyor. Öncelikle Kawa’yı etkisiz hâle getirip ardından Rojin’i indireceğiz.” dedi ve bakışlarını bana çevirdi. “Eşini kaybeden Miran, eninde sonunda infazcını gönderecektir.”
Barkın, elini ceplerinden çekip masaya yaslandığı bedenini doğrulttuğunda hepimiz ayağa kalktık. Sertleşmeye başlayan bakışlarımı gözlerinden hiç çekmediğimde bakışları beni buldu.
“İki timi de hazırla, yola çıkıyorsunuz.”
Ayağımı sertçe vurup hazır ol da durduğumda Osman’ın sözlerine kulak verdim.
“Koordinasyonumuz neresi?”
Barkın, Osman’ın sorusuyla Selçuk’a baktı ve masanın üzerinden büyük bir haritayı alıp masaya yaklaştı. Hepimiz bir noktaya toplandığımızda haritayı açtı ve parmağını bir noktanın üzerine koydu.
“Koordinasyonumuz Şemdinli sınır hattı. Oradan bölgeye sızacağız. İlk hedefimiz Kawa’nın üslerinden biri. O karargâhı düşürdüğümüzde Miran’ın lojistik ağı ciddi bir darbe alacak.”
Osman, bakışlarını haritada gezdirirken, “Bu Kawa’nın üslerine dair elimizde net bir bilgi var mı? Kadın herhalde saklanmayı iyi biliyordur.” diye söylendi. Selçuk, haritadaki parmağını çekmeden başka noktaya dokundu.
“Burada, Berivan Tepesi. Sözde terk edilmiş bir köy gibi görünüyor. Ancak içeriden aldığımız bilgiler, buranın Kawa’nın operasyon üssü olduğunu söylüyor. Yeraltına inşa ettikleri mühimmat depoları da var. Gireceksek tam bir koordinasyonla girmeliyiz. Yanlış bir hareket, elimizi zayıflatır.”
“Kawa’yı indireceğiz. Peki, Rojin? Rojin’i bulmamız ne kadar zaman alır?” diye sorduğumda Selçuk, parmaklarını haritadan kaldırıp doğruldu ve bana baktı.
“Rojin’in yerini şu an bilmiyoruz. Ancak Kawa’nın devrilmesiyle Rojin’in operasyonları sekteye uğrayacak. Muhtemelen o zaman kendini göstermek zorunda kalacak.”
Kafamı salladım ve Güvercin Timi’ne baktım.
“Rojin ortaya çıktığında yaşıyor olmayacak. Miran’ın halkalarını birer birer kıracağız. Şehidimizin, kanı yerde kalmayacak.” dediğimde herkes bakışlarını kaçırdı. Yalnızca Selçuk, bana bakmaya devam etti. Tek kaşımı hafifçe kaldırdığımda o ifadesizce kalmaya devam etti.
Bir şey vardı, bana söyleyemediği bir şey vardı.
Dişlerimi sıkıp gözlerimi kaçırdığımda Caner ile bakışlarımız buluştu. Gözlerindeki acıyı hâlâ görebiliyordum. Kafamı eğip haritaya baktım ve boğazımı temizledim.
“Bu gece yola çıkıyoruz.” dedim ve herkesi orada bırakarak koordinasyon merkezinden çıktım. Adımlarım bina dışına sürüklenirken elimi yüreğimin üzerine yasladım. Canım acıyordu. Titrememesi için dua ettiğim ellerle sigaramdan bir dal aldım ve çakmağımla yaktım. Derin bir nefes alıp üfledim. Bakışlarım sisli gökyüzünde dolanırken gri bulutlara odaklandım.
Herkes benden Mete’yi alıyordu.
Mavisini, sevgisini, gülüşünü, sesini benden çalıyordu.
“Gündüz, fazladan sigaran var mı?”
Selçuk’un sesiyle elimi cebime attım ve nerede olduğuna baktım. İki bayrak arasındaki duvarda yaslı bir şekilde duruyordu. Paketi çıkartıp ona attım. Tek eliyle paketi yakaladığında sigarasını aldı ve bana doğru yaklaşıp paketi verdi. Birkaç adım yana kaydığında kapı girişinin önünde duran korumalara dönüşmüştük.
Sigaramdan bir nefes alıp üflediğimde kulağımda yine sesler birikmeye başlayacaktı ki önceliğim kendi sesim oldu.
“Bana söylemek istediğin bir şey var mı?” dedim ve Selçuk’a baktım. Dudaklarına yaklaştırdığı sigarasıyla birkaç saniye durakladı ve kafasını iki yana sallayıp bir nefes çekti. Kendi sigaramdan çekip üfledim. Sessiz bir şekilde parmaklarımızın arasında yitip giden sigarayı küllüğe söndürdüm. Onu test etmek istedim ve zihnimin yalan kapılarını araladım.
“Bu iş bittiğinde istifamı isteyeceğim.” deyip Selçuk’a baktım. Selçuk, şaşkın ve sinirli bir şekilde bana baktığında kafasını iki yana salladı.
“Acına veriyorum ama bu dediğin benim tanıdığım Asena’ya hiç benzemiyor.”
Yarım ağız gülümsedim ama ruhsuzdu.
“Senin tanıdığın Asena yıllar önce öldü Selçuk. Eyşan’ı da kendi ellerimle toprağa gömdüm.” Sondaki cümlem dudaklarımın arasından fısıltıyla çıkmıştı.
Selçuk, gözlerini devirip konuşacağında ellerimi ceplerime soktum.
“Kimseye bu dediğimden bahsetme. Operasyona çıkılacak moralleri bozulmasın.” dedim ve ona bakmadan yürümeye başladım. Tabii ki de böyle bir şey yapmayacaktım. Nefes aldığım sürece o bayrağın gölgesinde soluklanacak, onun için savaşacaktım. Apoletimde, omuzlarımın üzerinde tuttuğum bereye asla sırtımı çevirmezdim.
Onun için ağlar, göz yaşı dökerdim ama yine de vazgeçmezdim.
Odamın önüne vardığımda omzumun üzerinde bir el hissettim. Elin sahibine döndüğümde Caner’in mavi gözleri beni karşıladı. Bakışlarımı kaçırıp kapı kulpuna elimi yasladım.
“Biraz konuşabilir miyiz, Eyşan?” diye sorduğunda kapıyı açıp içeriye girdim ve cevap olarak kapıyı açık bıraktım. Masada doğru ilerlediğimde kapıyı kapattı ve karşımdaki koltuğa oturdu. Caner, Mete’nin ikiziydi. Birbirlerine benzemelerine rağmen onları ayıran fark bakışlarıydı.
Sahi Mete, bana nasıl bakardı?
“Eyşan.”
Bakışlarımı yüzüne çevirdiğimde yalnızca alnına baktım. Kaşları çatıldığında derin bir nefes aldım.
“Gözlerime bakmaktan çekiniyorsun.”
Dürüst oldum.
“Evet, Mete’yi hatırlatıyorsun.”
Bu cümlenin içimi kanatmasına izin verdim.
“Her neyse, benimle ne konuşacaksan söyle ve çık.” deyip kenardan bir dosya çektim. Ellerimi üzerinde bağlayıp yine alnına baktım. Elini bacağındaki cebe sokup çıkarttığında parmaklarının ucunda bir zarf vardı. Masamın üzerine bırakıp ayağa kalktığında istemsizce gözlerine baktım.
“Eğer bir gün şehit olursak diye Mete vermişti.” dedi ve ayağını sertçe sağ ayağının yanına vurup odadan çıktı. Beni, yokluğumla yalnız bıraktı. Vuruldum yerden yeniden kanattı. Ne yapacağımı bilemez bir halde zarfa bakarken şakağımı kaşıdım. Okursam ağlardım, biliyordum ama ben ağlamayacağıma yemin etmiştim.
Ya şehit olursan?
İç sesimle derin bir nefes alıp zarfı aldım Zarfın kenarını yırtarken ince bir hışırtı duyuldu, kâğıt parmaklarımın arasında hafifçe kaydı. Künyenin soğuk metali, avuç içime ağır bir taş gibi oturdu. Hızla parmaklarımın arasındaki kâğıdı masaya attım. Künyenin şıngırtısı zihnimde bir yankı bırakırken alnımı sıvazladım.
“Ne yapıyorum ben ya?”
Alnımı sıvazlamaya devam ederken künyeye baktım.
Mete Mert Çakır.
25.12.1993
İzmir.
Elimi alnımdan çekip dudaklarımın üzerine yasladım. Kaşlarım yukarıya künyeyi izlerken kafamı ağırca iki yana salladım. Ölmüş bir adamın kimliği bir nefes kadar yakınımdaydı. Bir yaranın daha ne kadar kanayabileceğini düşündükçe öfkem daha da damarlarımda geziniyordu.
Arkama yaslanıp ellerimi kolçağa yasladım ve parmaklarımla ritim tutarken bakışlarım karşıdaki masaya takıldı. Tarif edilemez bir duygunun içerisinde dolanıyordum. Sahip olduğum acı, hemen arkamda, ensemdeydi.
Künyeye baktıkça anılar zihnimde birer fotoğraf karesi gibi canlanıyordu. İlk gördüğüm günü hatırladım. Mavi gözlerinin okyanusuna kapılıp gittiğimi izledim. Mete hep güçlüydü, hep ama ben güçlü olabilir miydim?
Şimdi onun hatırası önümdeyken nasıl başaracaktım?
Yeniden dirseklerimi masaya yaslayıp ellerimi dudaklarımın üzerine kenetledim. Gözlerimi kapatıp elimi çenemin altına kaydırdım.
“Allah’ım sen bana dayanma sabrı ver.” deyip gözlerimi araladım ve alt dudağımı dişlerimin arasına alıp kâğıda uzandım. Kâğıdın kanatlarını açtığımda ise bakışlarım en tepesindeki cümleye kaydı.
Toprak Gözlü Kız’a;
Elimdeki kâğıdı bırakıp ayağa kalktım ve yumruklarımı sıkarak masanın önüne dolaştım. Kendimi koltuğa bırakıp dirseklerimi dizlerime yasladım. Bir cümle ile alaşağı olmuşken devamını nasıl okurdum?
Oku, ağla ve bitsin.
Kararlı bir şekilde masaya uzandım ve bırakmamak için parmaklarımı sertçe kâğıtta bastırdım.
Bu satırları yazarken seni düşünüyorum. Seni, gözlerindeki kararlılığı ve içindeki fırtınayı. Belki de bu mektup hiç açılmayacak, belki de her kelimesi seni biraz daha kanatacak ama bunu yazmak zorundaydım.
“Pislik.”
Önünde duran künye, yalnızca bir isim, bir rakam ve bir doğum yerinden ibaretmiş gibi görünebilir ama sen biliyorsun, Eyşan, bu künye benim en değerli mirasım. Çünkü o, hayatımı adadığım her şeyi temsil ediyor; vatana olan borcumu, kardeşlerimi ve seni.
“Hadi lan oradan.”
Seni aradığım zamanlar, savaşmak benim için sadece bir görevdi. Namlunun ucunda ne varsa, hedefim oydu. Ama seni buldum… Ve bana hedefin her zaman bir zafer değil, bazen bir insan olduğunu öğrettin. Eyşan, sen benim hayatımın en güzel savaşıydın ve inan, bir savaşı kaybetmekten daha çok seni kaybetmekten korktum.
Eğer bu dünyada artık yok olduğumu biliyorsan, senden bir şey isteyeceğim. Bu savaş seni değiştirmesin. Çünkü sen bu milletin görüp görebileceği en cesur kadınsın. Sert ama adil, korkusuz ama merhamet dolu. Sakın bu yanını kaybetme. Ben seni böyle sevdim. Böyle seviyorum.
Beni her özlediğinde gökyüzüne bak, Eyşan. Ben orada olacağım. Beni hatırladığında ağlamaktan korkma. Çünkü gözyaşların bile senin gücünün bir parçası. Sakın durma, Eyşan. Yürümeye devam et. Yalnız kaldığını hissettiğinde bu künyeyi tut ve hatırla. Senin arkanda bir adam vardı, seni sonsuz bir inançla seven bir adam.
Seni her şeyden çok seven,
Mete
Mektubu bitirdiğimde, içimdeki tüm hisler birbirine karıştı. Her kelime, her satır bir bıçak gibi kalbime saplanıyordu. Mete’nin her sözünü, her nefesini hissetmek, onu yeniden yakalamak istedim ama o yoktu, her şey sadece bir hayaldi ve ben hala onunla savaşıyor gibiydim.
“Bunu kabul etmiyorum.” diye fısıldadım, sesim titrek ama kararlıydı. Gözlerim yeniden dolarken, derin bir nefes alıp mektubu masaya sertçe attım. Başımı iki elimin arasına alıp, “Gitmek zorunda mıydın?” diye haykırdım.
Birden bir öfke dalgası içinde boğuldum. O kadar büyük bir boşluk vardı ki içimde, her şeyin anlamı kaybolmuştu. Yalnızdım. Terk edilmiştim. Onun bu mektubu yazarken bana olan sevgisini, umudunu gönderdiğini bilerek, bir adım daha ileri gitmeye karar verdiğini düşünmek... Bir acıydı ama kabullenemediğim bir acıydı.
“Mektup yazmışsın. Her şeyin sonu böyle mi olmalıydı?” diye bağırdım, boğazımda düğümlenen kelimeleri zorla çıkartarak. Sesim, boş odada yankılandı ama bir an bile rahatlamadım. İçimde bir yerlerde bir şey kırılıyordu, parçalanıyordu. “Beni böyle bırakıp gitmek zorunda mıydın, Mete?”
23 Ocak 2022 / Şırnak
Yazar, Ağzından
Ellerini cebine gömmüş, büyük camın önünde duran Mete, dışarıda yağan karın her bir tanesinin yavaşça yere düşüşünü izliyordu. Bir kurt gibi soğuk ve yalnız bir duruşu vardı. Etrafındaki dünya ne kadar sessiz ne kadar huzurlu olursa olsun, o içindeki öfke ve pişmanlıkla bambaşka bir savaşı veriyordu.
Her bir kar tanesi, adeta onun içindeki buhranı simgeliyor, beyaz örtüye düşerken, gözlerinde karanlık bir geçmişin izlerini barındırıyordu. Kendine bu yüzden "Bozkurt," demişti. Mete, Bozkurt’a büründüğü an adeta bir kimlik değil, bir yük taşıyor gibiydi. O lakap, ona güç ve asalet vermişti ama aynı zamanda yalnızlığı, sorumlulukları ve yapamadığı her şeyi de omuzlarına yüklemişti.
Şimdi ise arkasında darmadağın bıraktığı kadını düşlüyordu.
Eyşan’ı.
Mete’nin omzuna değen eller, düşüncelerinin derinliklerinden koparıp onu gerçekliğin soğuk yüzüne döndürdü. Sert bir hareketle arkasına dönmek zorunda kaldı, ellerini ceplerinden çıkarırken karşısında keyifle sırıtan Çilingir’in yüzüne dikti bakışlarını. Gözlerindeki öfke, kaynayan bir volkan gibi yüzeye vurdu.
“Ne gülüyorsun, amcık?” diye bağırdı Mete, sesindeki sinir her kelimeye ayrı bir keskinlik ekliyordu. Çilingir’in kahkahası daha da yükseldi, adeta Mete’nin öfkesiyle besleniyor gibiydi. Kahkaha atan adam, Mete’nin ayağını kaldırıp vurmak için hamle yapmasını fırsat bilerek geriye sıçradı ve ellerini karnına bastırdı.
“Oh oy! Gel, gel,” dedi, gülüşünü bastırmaya çalışarak. “Sizinkiler operasyona gidecekmiş, ayrıntılara bakalım.”
Bu sözler Mete’nin kalbine bir hançer gibi saplandı. Yüreği kasıldı, sanki biri içindeki tüm huzuru çekip almıştı. Gözlerini kısarak düşündü. “Operasyona gideceklerse, Eyşan yalnız kalacak.” Bu düşünce, içini hem korku hem de öfkeyle doldurdu. Çilingir’in peşinden ağır adımlarla içeri girdi.
Koltukta yan yana oturan Alparslan ve Hümeyra Çakır’a gözleri takıldı. On dokuz yıl sonra yan yana gelen bu çift, sanki hiç ayrılmamış gibiydi. Mete’nin içine ağır bir hüzün çöktü. Onların yanındaki boşluğu hissetmek, Eyşan’ın yanında olamamak gibiydi. Bu düşünceler yüreğini daha da daralttı. Sessizce tekli koltuğa çöktüğünde, Çilingir tableti açarak görüntülü bağlantıyı başlattı.
Ekranda beliren Barkın, karşı tarafta derin bir nefes alırken ekrandan gelen sesi test etti. “Sesim geliyor mu?”
Çilingir kafasını sallayarak cevap verirken, Mete koltuğun kolçağına yaslanan Çilingir’i fark etmeden gözlerini Barkın’dan ayırmadı. Bacak bacak üstüne attı, bedenindeki gerginliği dizginlemeye çalışarak sordu. “Operasyonu kim yönetecek?”
Barkın, bir anlık tereddütle, sessizce Eyşan’ın ismini fısıldadı.
“Eyşan…”
Bu kelime, Mete’nin içinde duran patlamayı ateşledi. Sinirle kaşlarını çatarak bacaklarını yere sertçe bastı, dirseklerini dizlerine yasladı ve odayı dolduran bir sesle haykırdı.
“SEN KAFAYI MI YEDİN!”
Alparslan Çakır, oğlunun sinirine sakin bir müdahale ile karşılık verdi.
“Mete, sesini alçalt.”
Mete, babasının sözlerini duydu ama öfkesinin önüne geçemedi. Gözleri, sanki Barkın’ın üzerine bir hançer gibi saplanıyordu. Bozkurt’un gözleri öfkeden kan çanağına dönmüş, sanki her an ekrandan uzanıp Barkın’ı yakalayacakmış gibi karanlık bir enerji yayıyordu.
“Ben ne için buradayım o zaman? Eyşan operasyonlara gidemesin diye değil mi?” Sesi ilk başta sakin bir tonda yükseldi ama kelimelerinin sonuna doğru kükreme halini aldı. Öfkesi bütün odayı kaplamıştı. “Onu operasyondan çekeceksin. Aksi takdirde bütün işi sonlandırırım!”
Barkın’ın korkuyla kafasını belli belirsiz sallaması Mete’nin içindeki fırtınayı yatıştırmaya yetmedi. Burnunda Eyşan’ın kokusu tüterken, şimdi onu tehlikeye atacaklarını öğrenmek Mete’nin içinde yeni bir volkan daha patlatmıştı. Elini yumruk yaparak dizine vurdu, sanki biriken bu öfkeyi boşaltacak başka bir yol bulamıyordu. İçindeki en büyük yangın, Eyşan’a duyduğu özlemdi ve o yangın, hiçbir operasyonun, hiçbir savaşın bastıramayacağı kadar güçlüydü.
Hümeyra Çakır, “Barkın, göreve ne zaman çıkacaklar?” diye sorduğunda Barkın, Hümeyra Çakır’ın görüntüsüne baktı. “Bu gece yarısı Berivan Tepesi’ne gidecekler.”
Hümeyra Çakır, hızla kafasını salladığında Barkın konuşmasına devam etti.
“Sistemleri geçen gün yaptığımız gibi sizinle paylaşacağız. Böylece operasyon sürecini dinleyebileceksiniz. Alparslan albayım, sizin de verdiğiniz izin dilekçesi onaylandı. İki gün izinli olarak gözükeceksiniz.”
“Sağ ol Barkın.” dedi, Alparslan Çakır. O sırada Caner, Barkın’ın arkasında belirdi.
“Bensiz toplantı he?” deyip güldüğünde Mete, derin bir nefes alıp ikizine baktı. Caner, Mete’nin yüzünü gördüğünde baş parmağını ona gösterdi. Mete, ne demek istediğini anlamıştı. Ona verdiği emaneti, ait olduğu yere götürmüştü.
“Nasıldı?” diye sorguladı, Mete. Caner sadece bakmakla yetindi. Mete, hüzünle gözlerini kapatıp arkasına yaslandığında Hümeyra Çakır, Mete’yi izledi. Dudakları buruk bir tebessümle burkuldu.
“Hümeyra, tekme attı!”
Gözleri, aklına düşen anıda, Yağmur’un karnına dokunan küçük Mete gezindi.
Hümeyra, gülerek Mete’ye baktığında elini kaldırdı ve oğlunun saçlarını okşadı.
“Gelin adayımız belli oldu, hadi yine iyisin.”
Mete, şaşkın bakışlarla Hümeyra’nın gözlerine baktığında Hümeyra yavaşça Yağmur’un kalkmasına yardımcı oldu.
“Valla daha bir hafta önce cinsiyeti belli oldu, tekme atar dediler, konuştuk ama hiç bize tepki vermemişti.” deyip güldü Yağmur. Hümeyra, burnunu çekti.
“Ee, bizim çocuğu hissetti annesi.”
İki kadın gülüşürken Mete, eli Yağmur’un karnından düştüğü anda ağlamaya başladı. Hümeyra, elini alnına koyup daha çok gülmeye başladı.
Oğlu, yine aynı bakışlarla Hümeyra’ya bakıyordu. Onları ayırdığı için yüreği burkuldu ama ‘Bu onları daha da birleştirecek.’ diye düşündü ve yanında duran eşine baktı. İki oğluna da iyi yetiştirmişti. Sevdiklerine bağlı, onları alana ise öfkeyle bakmalarını öğretmişti. Kıkırdamadan edemedi. Alparslan Çakır, ona bakarak kıkırdayan kadına bakıp iç çekti. Bu nefesler artık boş değildi; hayata yeniden karıştığını, sevdiği insanların yanında olmanın tadını çıkarıyordu. Yemeğin tadı, nefesin kıymeti, sevginin sıcaklığı hepsi yeniden yerine oturmuştu.
Görüntülü konuşma Caner’in öğle yemeğine gitmesi gerek olduğu için kapanmış ve geride sıkıntıyla soluklanan Mete kalmıştı. Odanın havası ağır, sessizlik yoğun bir şekilde üzerindeydi. Hümeyra Çakır, bu durumu fark etmişti. Bakışlarını duvar saatine çevirdi ve derin bir nefes alarak ayağa kalktı.
“Hadi, biz de bir şeyler yiyelim,” dedi nazik bir ses tonuyla.
Aile, ağır bir sessizlik içinde yemek masasına toplanırken, Mete de onların arasına oturdu. Ancak iştahı yerinde değildi; içi almayacağını bilse de tabağı önüne çekti. Pilav ve nohutlu ete baktığında, göğsüne saplanan görünmez bir bıçak gibi hissetti. Yutkunmaya çalıştı ama boğazında büyüyen yumru inatla orada kaldı.
“Ellerine sağlık Hümeyra, çok güzel olmuş,” dedi babası, yemeğin hakkını vererek. Bu sözler Mete’yi harekete geçirmek zorunda bırakmış gibiydi. İstemeyerek de olsa kaşığını pilava uzattı ve bir lokma aldı. Ancak ağzındaki lokma büyüdükçe büyüdü; çiğnemek, sanki duvar kemirmek kadar zor bir hale geldi.
“Ustanın gücüne gitmesin ama senin yaptığın pilavın tadı hâlâ damağımda.”
Zihni, onun algılarını yıkarak ruhuna sızdığında Mete’nin elindeki kaşık tabağın içine gürültüyle düştü. Mide sıvısı yukarıya doğru yükselirken büyük eli ağzına kondu ve sandalyeyi devirerek kendini banyoya attı. Ne varsa çıkartmaya başladığında gözleri doldu. Gözyaşları birer sizim misali yanaklarını ıslatırken titreyen eliyle sifona bastı.
Ellerini klozetin kenarından çekip koca cüssesini fayans duvara yasladı. Göz kapakları gözlerinin üzerine kapandığında omuzlarını düşürdü.
“Şimdi ne sen kaldın ne de damağımda tadım.”
Mete saplandığı düşüncelerin içinde kalırken yemekhane sırasında bekleyen Lara, elindeki tabldota sıkıntıyla ağır ağır vurdu. Bakışları kapıya bakıyor ve Eyşan’ın gelmesini bekliyordu. Tam umudunu kaybedecekti ki gelen kadını gördü. Dudaklarının kenarı küçük bir şekilde tebessüme kaydı ve önüne dönüp yemeğini aldı. Sıraya giren Eyşan, kaşığını ve tabldotunu aldı. Sırası geldiğinde bir çorba alıp masaya geçti.
Artık timde kalan tek yüzbaşı oydu ama ona rağmen ilk sandalyeye oturmayıp yanındakine oturdu. Sessizce yemeğe başladığında timde yemeğe başladı. Osman, arada bir kadını izliyor ve içini saran hüzne engel olamıyordu. İçinden ‘Siktir et, söyleyeceğim.’ diye düşünüyor ama sonuçlarının nasıl olacağını kestiremiyordu.
Caner hem Lara’yı hem de Eyşan’ı izliyor, Lara’nın zamanında yaşadığı anıları Eyşan’da yeniden görmesine dayanamıyordu. Lara’nın ona yaklaşıp sevgisini kabul ettiği zamandan beri kadın, kaybetmekten korkmuyordu ama şimdi, o duygular yeniden kalbinin bir köşesine yerleşmişti.
Tüm tim, Eyşan’a gerçeği söyleyip söylememe arasında kalmış ve yine sır gibi saklamaya yemin etmişlerdi. Eyşan, çorbasını bitirip arkasına yaslandığında tek kaşını yorgunlukla kaldırdı ve masaya baktı. Herkes daha yemeğini yemeğe devam ediyordu. ‘Kalkarsam onlarda kalkar, aç kalırlar.’ diye düşündü ve ellerini göğsünde bağlayıp beklemeye başladı.
Beklemek, insanı etkileyen en büyük zehirdi. Olur olmadık bir anda zihne saplanmış düşünceleri ve anıları yeniden tetiklerdi, öyle de oldu. Eyşan, kulağına dolan Mete’nin cümleleriyle birden kalktı ve kimseye bir şey demeden yemekhaneden ayrıldı. Odasına gitti ve kapıyı kapatıp koltuğa oturdu. Ayaklarını sehpaya uzatıp derin bir nefes aldı. Odayı dolduran sessizlik, Eyşan’ın zihnindeki kargaşanın tam aksiydi ama bu, onu daha fazla rahatsız ediyordu.
Timdekiler yemeklerini bitirdiklerinde gece yola çıkacakları için odalarına çekildi. Yalnız bir kişi herkes odasına çekildikten sonra eline GoPro’yu aldı ve odadan sinsice çıktı. Kamerayı cebine koyduğunda adımları artık Eyşan’ın odasına yönelmişti.
Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından
İnsan birini unutabilir mi gerçekten? Yüzünü, sesini, dokunuşunu...
Öyle olduğunu sanır ama aslında zihninin bir köşesinde, ince ince sızlayan bir yara gibi hep oradadır, değil mi?
Mete...
Ah, Mete...
Kaç kere kendime yemin ettim, ‘Onu düşünmeyeceğim’, diye ama insan, kendinden kaçabilir mi?
Kaçamaz. Kendimi ne kadar avutmaya çalışsam da içimdeki boşluk her seferinde daha derin bir yarık gibi açılıyor. Bugün yemekhanede bile zihnimde onun sesi yankılandı. O kahrolası cümleleri, içime saplanıp kalmıştı.
“Akça ve Güvercin Timi, hazırlanın, Iğdır’a gidiyorsunuz.”
Mete, tereddütle yanımdan bir adım öne çıktı.
“Eyşan’ı burada bırakıyorum.”
“Eyşan’ı burada bırakıyorum.” cümlesinin acı yansıması yüzüme sertçe vurmuştu. Şansıma, bahtıma tüküreyim tamam mı? Şansıma, bahtıma tüküreyim. Bir cümle ile başlayan kavgadan sonra şehit olmayı nasıl başardın? Bir cümle ile nasıl bütün zihnimi alaşağı etmeyi başardın be adam! Şimdi içimde onarılamayan bir savaş alanı bıraktın.
Ne zaman onu düşünsem, o bakışları geliyor aklıma. Bir şeyler anlatmaya çalışan ama aynı anda her şeyi saklayan o gözler. Gidişiyle beni nasıl mahvettiğinin farkında mıydı, Mete? Kendimi onun bıraktığı bayrağın gölgenin altında yaşamaya mahkûm ettim. Ne kadar uzağa gitsem de ne kadar kaçmaya çalışsam da o hep buradaydı.
Kapı aniden çaldığında, düşüncelerim kaldığım yerden savruldu. İçimde bir çığ gibi büyüyen anılar yavaşça sessizliğe gömülürken, sanki üzerime bir gölge düştü. Ayaklarımı sehpadan indirip koltuğun ucuna oturdum.
“Gel.” dedim kısık bir sesle, kapıyı çalanın kim olduğunu tahmin etmeye çalışarak.
Kapı aralandı ve Lara içeriye girdi. Bakışları tedirgin, neredeyse korkulu görünüyordu. Ona işaret ederek karşımdaki koltuğa oturmasını söyledim. Oturmadı. Olduğu yerde durup gözlerimin içine baktı.
“Eyşan,” dedi, sesi hafif titriyordu. “Benim sana bir şeyi itiraf etmem gerekiyor.”
Kaşlarımı çattım. İçimde bir sıkıntı büyüyordu ama belli etmemeye alışkındım. Lara’nın eli cebine gitti. Elindeki GoPro’yu çıkarıp bana uzattığında kalbim istemsizce daha hızlı atmaya başladı.
“Bu nedir?” diye sordum ama Lara’nın yüzündeki ifade, kelimelerimin ötesinde bir yanıt taşıyordu.
Elim, sanki başka birine aitmiş gibi ağır ve yavaş bir hareketle GoPro’ya uzandı. Parmaklarımın arasında tuttuğum bu küçük cihaz, nedense bir atom bombası gibi hissettiriyordu. Sessiz, ama patlamaya hazır.
Düşüncelerim dalgalanıyordu. Ne olabilir ki? Korkuları bu kadar büyüten neydi? Belki de bilmek istemiyorum. Bazı şeyler, duyulmadığında daha az can yakar. Elimde tuttuğum bu cihaz, gerçeğin ta kendisi gibiydi. Her ne ise, içine gömüldüğüm karanlığa başka bir katman ekleyecek.
Gözlerimi Lara’nın gözlerinden çekmeden sordum. “Ne var bunun içinde, Lara?” diye bağırdığımda sessiz kaldı, sadece gözlerini yere indirdi. Bu suskunluk beni olduğum yere mıhladı. Artık geri dönüş yoktu. Bu küçük cihazın içinde, belki de tüm dünyamı yıkacak bir gerçek saklıydı. Ama neydi? Lara’nın sessizliği, bu cihazın içindeki gerçeği bile geçmişti.
Bir an nefes almayı unuttuğumu fark ettim. GoPro’yu elimde sıkıca tutarken, düşünceler beynimde düğüm düğüm oldu. Mete’yle mi ilgili? Yoksa timle? Belki de... Hayır, söyleme Eyşan. İçindeki en karanlık korkuları seslendirme ama içimde bir his var. Bu his... Bu cihaz, benim hayatımın bir parçasını daha alıp götürecek.
Yutkundum, gözlerimi Lara’ya diktim. “Bunda şehit olduğunun görüntüleri var, değil mi?”
O an, sanki cevabını zaten bildiğim bir soruyu sormuş gibi hissettim ama yine de cevap bekledim. Lara’nın titreyen dudakları, yalnızca bir fırtınanın öncesindeki sessizlikti. Kafamı iki yana salladım ve beni kanatmasına izin verdim.
“Hepiniz amıma koyun tamam mı? Hepiniz amıma koyun!” diye bağırırken ayağa kalkıp masama geçerken dizüstünü açtım. Kırılıp döküldüğüm yetmiyormuş gibi bana Mete’nin şehit olma görüntülerini izleteceklerdi. Hassiktir lan oradan!
Dışarıdan belli etmeyecektim. Sessiz ve soğukkanlı görünmek, yıllarca inşa ettiğim duvarların bir parçasıydı. İçimde bir fırtına koparken dışımda hiçbir şey yokmuş gibi davranmayı iyi bilirdim.
Elim titrememiş gibi, sakin bir şekilde GoPro’yu masanın üzerine koydum. Lara’nın gözleri hâlâ bana odaklanmıştı, korkusu daha da büyümüş gibiydi. Derin bir nefes aldım, derinliği boğazıma bir düğüm gibi saplanan bir nefesti.
Sakince kayda tıkladım.
O an, bir insanın kalbinin durup yeniden başlaması gibiydi. Ekrandaki görüntüler belirmeye başladığında zihnimde bir alarm çaldı. Gördüklerimi reddetmek istedim ama gözlerim kaçmıyordu.
Mete…
Kalabalık bir grup önlerine gelmişti. Arabadan inen bir adam Mete’nin önünde durduğunda Lara’nın göğsüne bağlı GoPro titredi. Kartal o adama yumruk attı.
“Bundan sonrasında ses kaydı başlıyor.”
Lara’nın açıklaması bittiği an bir kadın arabadan indi ve Mete’ye doğru yürümeye başladı. Kadın bana çok tanıdık geliyordu. Geçmişten bir anı gibiydi.
“Mete.” diye mırıldanan kadının sesiyle kaşlarımı çattım. Adını nereden biliyordu bu gudubet karısı! Sinirle ellerimi masaya vurduğumda elimi yumruk yaptım. Caner, Lara’nın önünden geçip yürüdü ve Mete’nin yanında durdu.
“Anne?”
Anne mi?
Elim hızla durdurma tuşuna gittiğinde kaşlarımı çattım ve ayağa kalktım. Mete’nin masasından ailesinin olduğu çerçeveyi aldım ve yerime geri geçtim. Kaydı biraz geri sarıp kadının yüzünün ayrıntılı bir olduğumu kısmı buldum. Elimdeki çerçeveyi havaya kaldırıp monitöre yaklaştırdım.
Hepsi, bir oyun muydu?
Yapacağınız işi sikeyim. Bu nasıl bir oyundu?
Sinir beynime baskı yaparken sağ gözümdeki titreme arttı. Hızla Lara’ya baktım ve elimdeki çerçeveyi ona fırlatmak için kaldırdım ama son anda vazgeçtim. Lara, o korku dolu bakışlarıyla bir adım geriye attı. İşaret parmağım önümdeki koltuğa sabitlendi, soğuk bir sesle söyledim. “Otur şuraya.”
Lara, ürkek gözlerle oturduğunda elimdeki çerçeveyi masaya koydum ve kaydı kaldığım yere alıp devam tuşuna bastım.
“Yalan söylüyor inanma Caner.” diyen Mete’nin sesini duydum ama karşısındaki kadın Mete’ye bir adım daha yaklaştı.
“Sana annen olduğumu ispatlarsam benimle gelir misin?” dedi ve bakışlarını aşağıya çekti. “İkinizin de sağ ayağının altında doğum lekesi var.”
Valla ben bile inandım, kayınvalidene merhaba de Eyşan.
İç sesimi bir süreliğine duymamazlıktan gelerek olayı kavramaya çalıştım. Mete’nin gerçekten bir doğum lekesi vardı, biliyordum bana söylemişti. Bu zamana kadar neredeydi? Alparslan albay bana, ‘Hümeyra Çakır şehit oldu.’ demişti.
“Bunca zaman neredeydin?” diye sorguladığında Caner, öne doğru eğilip iyice sesi duymaya çalıştım.
“Ferhat albay, siz daha 10 yaşındaydınız, Mümtaz’ın hain olduğunu öğrendiğimi bildiği için bu şekilde bir saklama kararı aldı. Bir süre kaçıp saklandım ama hep sizi izledim. Birkaç yıl sonra Çilingir ile olan bağınızı öğrendim ve Hakkari’ye tayin verdirip ardından yanıma transfer ettim.”
Yanındaki adam saate bakıp kadına baktı.
“Hızlı olmamız gerek. Her an gelebilirler.”
Kim gelecekti? Ne oluyordu? Bu kadar büyük bir karışıklıkta, neler gizleniyordu? Elimi dudaklarımın üzerine yaslayıp izlemeye devam ettim. Kaşlarım alnımın ortasının büzülmesine neden olduğunda iç çektim. Hümeyra Çakır olduğuna artık emin olduğum Mete’nin annesi, hızla Mete’ye döndü.
“Eyşan Boduroğlu tehlikede. Bu adamlar, Raşit’in yanında çalıştığını biliyor ve bir şeyler bulmuştur düşüncesiyle sürekli olarak suikast düzenlemeye çalışacaklar,” dediği an, her şeyin bittiğini düşündüm. İçimdeki şüpheyi ve korkuyu derinlere gömüp, kayıtsız bir şekilde izlemeye devam ettim. Eyşan’a ne olacaktı? Bu, sadece bir oyun muydu? Hem de benim üzerimden.
“O yüzden Eyşan’dan uzak durmalısın. Seni şehit oldu olarak göstereceğiz. Eyşan, üzülecektir ama bu onun belki de yıkımına sebep olacaktır. En azından göreve çıkartmazlar ve askeriyeden asla ama asla ayrılmaz.”
Gözlerim ağırca kapandığında sol elim bağımsız bir şekilde kaydı durdurdu. Sinirim her bir kasımı yakalayıp sıkıştırıyordu. Oynanmış bir oyunun içinde olduğumu, bu kadar büyük bir yalanın parçası olduğumu bilmek içimi kemiriyordu. Her şey bir araya gelmişti; herkes bir şekilde birbirini manipüle ediyordu.
Lara’ya sessizce döndüm. Gözlerim, öfke ve hayal kırıklığıyla doluydu. Kızgınlığımı kusmam gerekti ama kimse duymasın diye sesimi alçaltarak söyledim. “Bu nasıl bir oyun?” dedim, kelimeler ağızımdan zor çıkıyordu.
Lara, ellerini havaya kaldırıp bana uzatacaktı ki dudaklarımın üzerindeki elimi ona uzattım.
“Hepiniz mi biliyorsunuz?”
Lara, sessiz kaldığında elimi masaya vurdum. İrkildiğinde sorumu tekrarladım.
“Bu zamana kadar ikiletilmekten hoşlanmadım. Bana soruyu tekrar sordurma.” diye dişlerimin arasından tısladığımda Lara, kafasını sağladı. Delirmişçesine gülmeye başladığımda ellerimi alnıma yasladım. Gülmem ağlamama dönüştüğünde Lara’nın koltuktan kalktığını hissettim. Hızla alnımdaki elimi çekip işaret parmağımı ona salladım, gözlerim dolu olmasına rağmen bir damla yaş bile akmamıştı.
“Bir adım daha atayım deme!” dedikten sonra kafamı iki yana salladım. Yumruk yaptığım elim dudaklarımın üzerine kapandı. “Hepiniz bana yalan söylediniz. Gözümün içine baka baka ağlamamı izlediniz.”
Elimin içine kustuğum kelimeler gerisin geriye dönüp beni zehirlediği sıra Lara, artık yüzündeki korkusunun yerine öfkesini büründü.
“Evet, sana yalan söyledik ama hâlâ söylemeye devam ediyormuş gibi davranacağım. Kimseye ama kimseye bundan bahsetmeyeceksin, duydun mu?” diye söylendiğinde gözlerimi devirip ayağa kalktım.
“Tabii ki de bahsetmeyeceğim ama intikamım hepinizi yakacak.”
Lara, gözlerini devirdi ve kafasını iki yana salladı. “Ben bu zaman kadar bütün sevdiklerimi kaybettim Eyşan. Senin bu acıyı yaşamana izin veremezdim. Sinirlenmek bir çözüm değil, yaşıyor olduğuna sevin ve dua et.” dedi ve odadan çıktı.
Lara’nın gidişiyle, içimdeki hınç ve öfke daha da büyüdü. Her şeyin bir araya gelişinin anlamı vardı ve bu anlamı ben bulmalıydım. Gözlerim tavana kaydı, düşüncelerim bir araya gelip birleşirken, her bir hareketimde başka bir yarayı açıyordum. İçimden, ‘Hepinizin oyununu kendi ellerimle bozacağım.’ diye geçirdim ama dışarıya vurmadan önce, o anki karmaşanın içinde kendimi tekrar toparlamaya çalıştım.
Sinirlerimden geçirecek bir yol yoktu artık. Lara’nın söyledikleri, belki de bir nebze doğruydu ama ne olursa olsun, bu kadarını hak etmiyordum. Bu kadar yalan, bu kadar acı, bu kadar hayal kırıklığı… Hepsinin hesabını soracaktım.
Hayırlı olsun Mete yaşıyor, civanımız yaşıyor! Bu arada kayınvalidene gudubet karı dedin, elime düştün.
Yorgunca sandalyeye oturup sigaramdan bir dalı dudaklarıma koydum, yaktım. Pislik herifler, aklı sıra bana oyun oynamışlardı. Lan ağladım lan, kendimi yırttım şerefsizler. Kafamı iki yana salladım. Elimi ahizeye götürüp yukarı kaldırdım.
“Nöbetçi Astsubay Emre-.”
Askerin cümlesini bile bitirmeden “Selçuk Turalı’yı odama çağır!” deyip ahizeyi kapattım. Parmaklarımın arasındaki sigaradan büyükçe bir nefes alıp üfledim. Arkama yaslanıp külünü kenardaki küllüğe çırptım. Kapı aralandı ve hızla kapandı. Selçuk, koltuğa oturduğunda kaşlarımı çattım.
“Sana otur diyen oldu mu? Kalk lan ayağa!”
Selçuk, şaşırmış bakışlarla ayağa kalktığında sigaramdan bir nefes sömürdüm ve ayağa kalktım. Mete’nin masasına ilerleyip sandalyeyi çekip oturdum. Parmaklarımın arasındaki sigaradan bir nefes daha çekip öksürerek karşımdaki koltuğu gösterdim.
“Şimdi otur.”
Parmaklarımın arasındaki sigarayı Mete’nin masasına bastırarak söndürdüğümde kırılmış hali üzerinde kaldı. Selçuk’un bakışları bir bana bir de masanın üzerinde kalan izmarite baktığında ayağa kalktım ve karşısındaki koltuğa oturdum. Yüzündeki şaşkınlık giderek artıyordu. Bundan keyif alarak bacak bacak üstüne attım. Ellerimi kolçağa koyup ritim tutmaya başladım.
“Eyşan, sen iyi misin?” deyip öne eğildi.
Kafamı iki yana salladım.
“Eğlediniz mi?” dediğimde kaşları çatıldı ama benim ciddi olduğumu gördüğünde gözlerini devirip arkasına yaslandı ve bıyık altı güldü. Kendimi gülmemek için zor tutarken işaret parmağımı ona salladım.
“Gülme sikerim belanı, kodumun beyinsizi.”
Selçuk, elini dudağına yaslayıp kıkırdadığında sağ gözümü kastım.
“Sen kimden öğrendin?”
Sinirle bacağımı çözüp öne eğildim.
“Sana ne lan? Kimden öğrendiysem öğrendim, sana ne.” diye bağırdığımda kafasını iki yana sallayarak elini dudaklarından çekti.
“Sana söyleyecektim.”
Elimi hızla havaya kaldırdım.
“Söyleyecekmiş, bababaah. Neyi söyleyecektin lan, neyi söyleyecektin oğlum!” dedikten sonra ellerimi birbirine yaklaştırdım. “Eyşan, aslında Mete şehit olmadı, biz senin güvenliğin için bir oyun oynadık mı diyecektin?”
Selçuk, bakışlarını kaçırdığında biraz daha koltuğun ucuna yaklaştım ve işaret parmağımı sehpanın üzerine vurduğumda bakışları önce parmağıma sonra da yeniden bana çevrildi.
“Allah şahidim olsun ki.” dedikten sonra tek kaşı şüpheyle kıvrıldı. “Bu yapılanı cezasız bırakmayacağım ve sen, bana yardım edeceksin.”
Selçuk, kafasını salladığında ayağa kalkıp saatime baktım ve kendi masama yürüdüm. Sandalyeye oturduğumda telefonumu çıkarttım.
“Siktir git şimdi. Benden haber bekle ve kimseye söyleme.”
Selçuk, boynu bükük bir garip gibi hızla odadan çıktığında rehberimdeki numarayı tuşladım ve kulağıma yasladım. Dördüncü çalışta kulağıma yükselen ‘Alo.’ sesiyle gülümsedim.
“Merhabalar Nazmiye teyzecim. Ben Yüzbaşı Eyşan Boduroğlu, nasılsınız?”
Telefonun ucundan kıkırtı yükseldi.
“Aa! Eyşancığım iyiyim sen nasılsın?”
Boğazımı temizleyip gülümsemeye devam ettim.
“Bende iyiyim Nazmiye teyzecim ama senden bir istirhamım olacaktı.” dediğimde cevap gecikmedi. “Dinliyorum yavrum.”
Bazı durumların açıklaması yoktur. O an akla gelir ve gerçekleşmek için zamanı bekler. Ben, o zamanı kendim yaratacaktım. “Bu gece operasyona gideceğim ama gitmeden önce bir tabak çorbanı içmeye gelebilir miyim?”
24 Ocak 2022’ye Bağlanmış Gece / Şırnak
Mete Mert çakır, Ağzından
Sessizliği hissedebiliyordum.
Zihnimde birbirinden farklı hikayeler dönüp dururken, olasılıkları düşünmek yorucu olmaya başlamıştı. Parmaklarımın arasına sıkışmış sigarayı küllüğe bastırıp sandalyeyi arkama çevirdim. Sık ağaçların olduğu manzara gözlerime çarparken orada kaldım.
Sabır ve sükûnet nedense bana göre değildi.
Annem ortaya çıkmış ve ölmediğini söylemişti. Üstüne Eyşan’ın tehdit altında olduğunu ve beni bir şehide dönüştürüp önüne atmışlardı. Kanlı başlangıç, her şeyin sonunu getirebilecek bir anı kucaklayacaktı.
O sonun arkasında büyük bedeller vardı ve ben bunun bilincindeydim. Ne yaparsam yapayım o kadının güvenliğini sağlamakla yükümlü olan ben; şimdi eli kolu bağlı, ne yapacağını bilmeyen bir haldeydim. Gözlerim ağaçların üzerine inmeye başlamış sise çevrilirken derin bir nefes aldım. Koca bir günü devirmiş olan gündüz, yavaşça şehrin üzerine geçici bir gece bırakıyordu. Aldığım nefesi yavaşça bıraktım.
Bu gece, en uzunu olacaktı.
“Mete.”
Arkamdan gelen sesle gözlerimi araladığımda konumumu bozmadım.
“Evet?”
“Başlıyorlar.”
Ağırca ayağa kalkıp bakışlarımı Çilingir’e çevirdim. Kafamı salladığımda arkasını bana dönüp aşağıya gittiğinde ellerimi sıkıntıyla ceplerime soktum. Peşinden yürüyüp kapıyı kapattım ve merdivenden aşağıya indim. Annem ve babam birlikte koltuğa yerleşmiş bir şekilde ekrana bakarken yutkunup kenardaki tekli koltuğa oturdum.
“Dağlar denize paralel uzanır. Benim sevgim ömrünü uzatır.”
Salonda yankılanan Kubilay’ın sesiyle istemeden gülüp kafamı iki yana salladım. Dirseklerimi dizlerime yaslayıp gülerek babama baktım. Babam şaşkın bir şekilde ekrana bakıyordu.
“Kubilay ya, Güvercin Timi’nden.” dediğimde annem babama bakarak gülmeye başladı. İç çekerek dudaklarımı yaladım ve ekrana döndüm. Barkın, elleri ceplerinde ekrandaki haritayı izliyorken bizde ne duyuyorsa onu duyuyorduk. Ah, şu an orada olmak için nelerimi vermezdim.
“Akça 500 metre uzaklıkta paralel kalın.”
Selçuk’un sesiyle derin bir nefes daha aldım. Çok karmaşık durumlar yaşamıştık kendisiyle ama neyse ki yanlış anlaşılmayı halledebilmiştik. Bir dost daha kazanmıştım.
“Herkes mevziisini korusun, Güvercin sende.”
Güvercin derken? Kaşlarım şüpheyle çatıldığı an Barkın, ellerini cebinden çıkarttı.
“Barkın, Eyşan oraya mı gitti?” diye sorduğumda kafasını salladı. Sinirle ellerimle yüzümü sıvazladım ve ayağa kalkıp elimi enseme kaydırdım.
“Sen benimle ta-babamın öksürüğünü işittim-dalgamı geçiyorsun Barkın?”
“Hayır Mete. Emri bizzat Tuğgeneral Fikret Yıldırım gelip verdi. O yüzden gitmesini engelleyemedim. Şimdi sorgun bittiyse operasyonu izleyeceğim.”
Sikerler.
Dişlerim yanağımın içini didiklerken yavaşça kalktığım koltuğa oturdum. Haritadaki belirmeye başlayan kırmızı noktaları izlemeye başladığımda salonun içinde silah sesleri yankılanmaya başladı. Telaşla ayağa kalktığım sırada bir inleme sesi salonda yankısını bıraktı.
“Götüüüm! Götümden vuruldum! Gitti götüüüğm!” diye bağırdı, Kubilay.
“Sus lan! Sana öne çık mı diyen oldu?”
Eyşan.
“Götüm acıyo ağağağğağağa!”
“Lan sus, sus. Yakalatacaksın hepimizi. Kokarca, git bak şuna.”
Eyşan’ın kızgın olduğu sesinden bariz belliydi. Kalbim sıkıntıyla göğsümü döverken dişlerimi sıktım.
“Güvercin dikkat et.”
“Ne old-.”
Kurşun sesi geldiği an bağlantı koptu.
“LAN!”
Sesimden önce bedenim ayaklanırken hızla sehpanın üzerindeki telefona uzandım. Babamın kendi telefonuna sarıldığını gördüğümde gözlerimi telefona indirdim. Barkın’ın numarasına tıklayıp kulağıma yasladım.
“Aç şunu Barkın.”
Göz kapaklarım titreyerek gözlerimin üzerine kapandı. Telefonun zil sesi, her geçen saniyede daha fazla sabrımı zorluyordu. Birinci çalınış, ikinci… derde düştüm, beynimde yankılanan sesler bir yığın halini aldı. Gözlerim, çalan her tondan sonra kararmaya devam etti. Her şey bir kayıptan ibaretti ve ben, ne olursa olsun Eyşan’ı kaybetmeyecek kadar güçlü olmam gerektiğini biliyordum.
“Sikeceğim.”
Bu kadar korku kalbe zarardı. Telefonu kulağımdan çekip yere sertçe çarptım. Yanımdan ufak bir irkilme gelirken sehpanın üzerinde duran vazoyu televizyona atmak için kavradım.
“Güvercin, iyi misiniz?”
“İyiyiz Akar.”
Elimdeki vazo avucumun arasından ayrılırken bağlantı yeniden bağlanmış ve Eyşan’ın sesi kulaklarıma ulaşmıştı.
“Barkın mesaj atmış, Tuğgeneral bağlandığı için birkaç saniye düşürmek zorunda kalmışlar.”
Sikerim Tuğunu da generalini de. Öfkeyle kalktığım koltuğa ilerleyip sertçe kendimi bıraktım ve ellerimi dizlerimin üzerine yasladım. Amına kodumun yerinde neden ben hep korkuyla dolduruluyordum? Neden korumam gereken kadının yanında değildim?
Neden?
“Güvercin, geri çekil.” diyen Selçuk’un sesini işittiğimde çenemi kastım.
“Az kaldı.” Gülerek koşan kadını sesini duyduğumda gözlerimin önündeki siyah noktaları gördüm. Kadına bir şey olacak korkusundan bayılacaktım ama Eyşan orada gülüyordu.
“Geri bas sikerim belanı.”
Yeniden Eyşan’ın sesini duyduğumda elimi burun kemiği yaslayıp doğruldum.
Bu kadının benim canıma kastı vardı.
“Eyşan, bir delilik yapma.”
“Barkın, orada neler oluyor?” diye bir ses araya kaynadı. Barkın, “Tuğgeneralim Eyşan yüzbaşı, Kawa’yı yakaladı fakat esir aldı.”
“Söyleyin ona emre itaatsizlik yapmasın. O kadın bize sağ lazım.”
“Eyşan, beni duyuyor musun?”
“Duyuyorum Akar.”
Ekrandaki Barkın’ın elleri bellerine koyuldu.
“Eğer emre itaatsizlik yaparsan rütben düşürülecek.”
Ne? Rütbesi mi düşürülecek?
Korkuyla babama baktığımda çatık kaşlarıyla ekrana bakıyordu. Tuğgeneralin olduğu yerde onun sözü geçmezdi ama tanıdığıydı. Bir şekilde hallederdi.
Hallederdi, değil mi?
Eyşan, bir kaybı daha kaldıramazdı.
“Eyşan, sana sesleniyorum.” diyen Barkın’ın sesine Selçuk’un ki karıştı. “Eyşan, bir delilik yapma.”
Barkın, hızla soluklandı. “Selçuk delil!” diye bağırdığı anda kamera açıldı. Ekranda Eyşan, dizlerinin üzerine çöktürdüğü kadının ağzına silahı yaslayıp ona doğru eğildi.
“Sen benim canımı aldın, şimdi ben senin canını alacağım.”
Kurşun sesiyle irkilip ekrana bakakaldığımda Eyşan, maskesine sıçrayan kanlarla kadını geriye doğru ittirdi. Salonda yalnızca Caner’in sesi yankılandı. “Hassiktir, hassiktir Kokarca!”
Barış, koşarak Eyşan’ın yanına giderken bağlantı yeniden Barkın’a çevrildi.
“Eyşan yüzbaşı, kışlaya dönmenizi sabırla bekliyorum.”
Tuğgeneralin sesi salonda yankılandığında bağlantı koptu. Donmuş bir şekilde kalmıştım. Hiçbir uzvum hareket edemiyordu. Eyşan, resmen rütbesini benim için feda etmişti. Ne demişti? ‘Canımı aldın, canını alacağım.’ demişti. Üzülsem mi ağlasam mı bilemedim. Omuzlarım çöktüğünde bakışlarım anneme kaydı. Gözleri dolu bir şekilde halime baktığını fark ettiğimde yutkunup elinde telefon olan babama baktım.
“Alo!”
Sinirliydi.
“Alo Tuğgeneralim nasılsınız?”
“Tabiri caizse bok gibiyim Çakır. Ethem’in kızı dedik, aynı babası çıktı. Yav, emre itaatsizlik bunların genlerinde mi var?” diye telefondaki bağırışını işittiğimde gözlerimi yumdum. Gülmek istiyordum ama gülemiyordum. Eyşan’ın durumu nasıldı, onu da bilmiyordum.
Bir boşlukta savruluyordum.
“Mete’yi geri çağır, albay! Eyşan’ın da bugünden itibaren rütbesini Kıdemli’ye düşürdüm. Hadi iyi geceler!”
Gözlerimi şaşkınlıkla açıp babama baktığımda babam kapanan telefona bakıyordu.
“Bu nasıl öğrendi?” diye anneme bakıp sorduğunda annem, “Ben söyledim Alparslan. Sonuçta haberleri olacaktı, değil mi?”
Babam, gözlerini devirip telefonu sehpaya bıraktı ve oflayarak şakaklarını sıvazladı. Salonda çıt çıkmazken bakışları beni buldu ve elini havada savurdu.
“Kalk, git hazırlan. İki saat sonra kışlada olacağız.” dedi ve gömleğinin üst düğmelerini açıp koltuğa oturdu. Ellerimi dizlerime koyup sakince merdivenleri tırmanmaya başladım. Ruhum, her adımda biraz daha yanıyordu. Zihnim, o saplandığım boşlukta savruluyordu.
“Yaptığınız plan götümüzde patladı. Daha dün Eyşan, bu çocuk için kışlanın ortasında ağlarken şimdi nasıl ben onun karşısına Mete’yi çıkaracağım Hümeyra!”
Babamın sesi ben merdivenleri tırmanıp köşeyi döndüğümde boğuklaşmaya başladı. Odaya girip elimi enseme atıp sertçe kazağı çekiştirdim. Gözyaşlarım benden bağımsız düşmeye başladığında kapıyı kapatıp sırtımı yasladım.
Kanlı başlangıcın kucakladığı son, buydu.
Peki, şimdi ne olacaktı?
24 Ocak 2022 / Şırnak
Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından
Sıklıkla kullandığım bir söz vardır.
Yazın yediğin hurmalar, kışın kıçını tırmalar.
Mete’nin bana oynamış olduğu oyunda hiçbir kabahatinin bulunmadığını biliyorum ama yine de onun için ağladığımı değiştirmiyordu. Ben, sırf o bir daha saçlarımın kokusunu alamayacak diye saçlarımı keserken, annemin mezarında ters döndüğünü hissettim ya!
“Eyşan, tuğgeneral gerçekten de rütbeni senden alır mı?”
Osman’ın sesiyle tüm sinirimi ondan çıkartmak istedim. Sağ elimi kaldırıp ensesine vurdum.
“Sana ne lan, sana ne!”
Deniz sol kanattan bana yaklaştığında elimi havaya kaldırıp ona da savurdum.
“Yaklaşmayın ebenizi tersten görürsünüz. Bir kelime daha edenin dilini keserim.” diye bağırdığımda kendimi kirpiye atıp en sona oturdum. Yavaştan tim toplandığında bakışlarımı tam karşımdaki Selçuk’a çevirdim. Bakışlarını gördüğümde gözlerimi kıstım.
“Ne bakıyorsun lan it?”
Selçuk, dudağını birbirine bastırıp bakışlarını kaçırdığında Kubilay’ın inleyen sesini işittim. Salak, önüme atlayacağı sırada sağ yanağından vurulmuştu. Sinirle dudaklarımı yaladım ve yüzümdeki kanlı maskeyi çıkartıp ayaklarımın dibine attım.
“Hay sikeyim ya!” diye mırıldandım ama içim soğumuyordu. Sol elimi yumruk yapıp sertçe solumdaki zırha vurdum. ‘çin’ sesi ile kirpiyi yankılandığında bir kez daha küfür ettim.
“Anasını avradını sikeyim!”
Bakışlarımı zırha takıp orada kaldığımda bana bakan yüzleri hissedebiliyordum. Üzülüyorlar mıydı? Çokta sikimdeydi. Üzülsünler, bunlar daha hiçbir şeydi. Çünkü onları öyle bir yerde vuracaktım ki ömrü hayatları boyunca kafalarını kaldıramayacaklardı.
Kirpi ilerlemeye başladığında gözlerimi kapatıp başımı geriye yasladım.
“Allah’ım sen bana sabır ver.” diye mırıldandım. Kulağıma âmin sesleri kısıkça ulaşırken gülmemek için yanağımın içini dişledim.
“Aııı.”
Kubilay’dan çıkan sesle gözlerimi açıp ona baktım. Yonca, ağlayarak Kubilay’a bakıyordu. Lan niye ağlıyorsun kızım? Tam dudaklarımı aralayacakken Osman benden önce atladı.
“Kız niye ağlıyorsun? Önemli bir şeyi yok.” dedi ama çok geçmeden gülerek yanındaki Deniz’e baktı. “Sadece sağ yanağı gitti.”
Herkes gülmeye başladığında kaşlarımı çattım.
Yalancı köpekler.
“Kesin!”
Hepsi bana bakıp anında gülümsemeyi durdurduklarında acıyla gülümsedim.
“Ne çabuk unuttunuz şehidinizi?” diye söylendiğimde hepsi başlarını yere eğdi. Ya işte böyle olursunuz. Ahmak herifler sizi. Aklınca bana oyun oynamayı düşünüyordunuz ha? Alın sana Eyşan Yüzbaşı, Osman üsteğmen, al sana o kadın! Bakışlarımı üzerlerinde son bir kez gezdirip Selçuk’a baktım. Dudaklarımda belirsiz bir tebessüm kırıntısı oluşurken aynı iz onda da vardı. Başını kaldırdığında gözlerimi kıstım.
“Ellerine sağlık Nazmiye teyzecim, şahane olmuş.” dedim ve katladığım peçeteyi tabağımın yanına sıkıştırıp Fikret amcaya baktım. Fikret amca, benim babamın çok yakın bir tanıdığıydı. Ben okulda okurken o Şırnak’ta yarbaydı.
“Tuğgeneralim.” diye mırıldandığımda çatalın altındaki peçeteyi aldı ve dudaklarını silip bana baktı. “Fikret amcaya ne oldu zilli?”
Gülerek kafamı sağa eğdim ve Nazmiye teyzeye baktım. Nazmiye teyze sofradan kalkmadan eşine baktı.
“Hadi siz salona geçin, bende bize kahve yapayım.”
Firet amca kafasını salladığında ayağa kalktı. Onunla birlikte kalkıp dikildiğimde eliyle salonu gösterdi. Beş adımda salona geçtiğimizde eliyle koltuğu gösterdi. Jest yapıp elimi koltuğa uzattığımda eliyle koluma hafifçe vurup tekli koltuğa oturdu.
“Çıkar bakalım baklayı yüzbaşı?”
Gülümsemem donduğunda gülerek kafasını iki yana salladı.
“Ethem’in kızı derken boşuna demiyorum, bir bildiğim var herhalde.” dediğinde dudaklarımı büktüm ve ellerimi dizlerime yaslayıp arkamdaki koltuğa oturdum.
“Fikret amca, Mete yüzbaşı nerede?”
Bakışları donarak bende takılı kaldığında derin bir nefes aldı ve arkasına yaslanıp çenesini dikleştirdi. “Annesinin yanında.”
Kafamı ağırca eğip kaldırdım.
“Peki sizden bir şey istesem yapabilir misiniz?”
Hafifçe gülümsedi.
“Ethem’e canım, kızına cümlem. Söyle seni dinliyorum.”
Dizlerimdeki ellerimi kenetleyip dişlerimi sıktım ve bıraktım.
“Mete yüzbaşıyı seviyorum Fikret amca ve gözümün içine bakılarak yalan söylenildiğini anladım. Törende bayıldığıma sizde şahit olmuşsunuz, o yüzden buraya geldim. Sizden; gittiğim bu operasyona dahil olmanızı, o operasyonda emre itaatsizlik yaptığımı söyleyerek rütbemi düşürmenizi ve Mete yüzbaşıyı yeniden Güvercin Timi’nin başına geçirmenizi istiyorum.”
Fikret amca, tek kaşını kaldırdığında ellerini kolçağa yasladı.
“Kabul ama benden intikam olarak seni öldürmemi isteme.” dediğinde tebessüm ettim.
“Onun için farklı planlarım var tuğgeneralim.”
Fikret amca korkuyla bana baktığında 32 diş sırıttım.
Aklıma dolan anıdan tek kaşımla ayrıldığımda bakışlarımın odağında olan Selçuk’a baktım. Ben bu işleri hallederken Barkın’a bu olaylardan haberdar etmiş ve Barkın’da Hakan Koral’ı karşısına alıp durumu izah etmişti. Benim Fikret amcayı kullandığımı duyduklarında ise bana bir anda korkuyla yapacaklarımı kabul etmişlerdi.
Planım tıkır tıkırdı.
Kirpi sarsılarak durduğunda kapı açıldı ve kışlanın avlusu göründü. Derin bir nefes verdiğimde Osman ve Deniz, Kubilay’ı yüz üstü tutup içeriye götürmeye başladılar. Arkalarından sinirle bakarken bir anda bir beden bana sarıldı. Boynumdaki kollar yüzünden neredeyse nefesimi götümden verecektim.
“Alev, boğuluyorum.” diye fısıldadığımda Alev, bir anda benden ayrıldı. Korkulu gözlerle boynumu sıvazlayıp Alev’e baktım.
“Öldürmeye garezin mi var?” diye sorduğumda kafasını iki yana salladı. Gözlerimi devirip içeriye girdiğimde Osman, koşarak bana geliyordu. Koluma girip beni gerisin geri koşturmaya başladığında kaşlarımı çattım ve kolumu elinden kurtardım.
“Ne yapıyorsun oğlum?”
Osman, korkuyla bana bakıyordu. Mete mi gelmişti?
Dişlerimi sıkıp elimi havaya kaldırdığımda Selçuk’un sesini işittim.
“Tuğgeneral seni çağırıyor Gündüz.”
Osman, kafasını iki yana salladığında neden korktuğunu anlamıştım. Boynumu bükerek yanlarından yürümeye başladığımda Osman’ın hıçkırıklarını işittim ama arkama asla dönmedim.
“İnadını simmmm!”
Büyük ihtimalle biri ağzını küfretmemesi için hızla kapatmıştı. Benim içinde iyi olurdu yoksa dönüp dövebilirdim. Ağır adımlarla Hakan Koral’ın odasına girdiğimde masasının önünde oturan Fikret amca ve Alparslan albay ayağa kalktı. Fikret amca, Alparslan albayın karşısında oturmuş olduğu için ona sırtını dönerek bana döndü.
“Bende seni bekliyordum yüzbaşı.” diye tısladığında ifadesizce durdum. Fikret amcayla konuşmamış olsam gerçekten altıma edebilirdim ama her şey planladığım gibi gidiyordu. Selçuk, kapının önünde bekleyecekti ve yalnızca Mete geldiğinde kapının açılmasına izin verecekti. Esas duruşa geçip selam verdiğimde elini sertçe kaldırdı.
“Senin selamına gelmedim. Sana bir emir verdim ve ona itaatsizlik ettin.”
Kapı tıklatıldığında bakışları kapıya çevrildi.
“Nedenini öğrenebilir miyim?”
Derin bir nefes aldığımda kapı aralandı. Burnuma baharatlı bir koku ulaştığında yutkundum.
“Çünkü benden canımı aldılar komutanım!” diye haykırdığımda Fikret amcanın gözleri titreyerek kısıldı. Sağ gözünün altı seğirdi.
“Bundan sonra kariyerine yüzbaşı olarak değil, kıdemli üsteğmen olarak devam edeceksin. Şimdi çıkabilirsin.”
Esas duruşa geçip selam verdiğimde gözlerimin dolmasına engel olamadım. Arkamı döndüğüm an onun bakışlarıyla karşılaşacaktım. Gözlerimi yere eğdiğimde ağırca arkama döndüm. Önce ayaklarını gördüm. Gözlerimi kırpıştırdığımda gözlerimdeki yaşlar döküldü. Odağım açılırken biraz daha yukarıya çıktım. Mete’nin gözleri gözlerime değdiğinde bir adım geriledim.
Karşımdaydı.
Sarılamıyor, öpüp koklayamıyordum. Damarlarımda gezinen intikam zehri giderek bütün bedenimi işgal ediyordu. Mete’nin gözleri yavaşça saçlarımda gezinirken derin bir yutkunma sesi duydum. Dudakları aralandı fakat kelimeler havada asılı kaldı. Kalbim delicesine çarpmaya başladığında elimi bacağıma götürüp fermuarı açtım. İçinden çıkarttığım kâğıdı Fikret amcaya verdiğimde tuttu ve Hakan Koral’a verdi. Bedenimi tamamen Fikret amcaya çevirdiğimde sağ elini bana uzattı.
Önce bacağımdaki kasatura ipini çözüp Fikret amcaya verdim. O da Hakan Koral’a uzattı. Sessizlik odada yankılanırken Osman’ın sesi bu sessizliği paramparça etti.
“Ne oluyor burada?”
Herkesten mırıltılar dökülürken hepsi, Mete’nin geldiğinden bahsediyordu. Derin bir nefes verip boğazımı temizledim. Alparslan albayın elini kolumda hissettiğimde çenemi dikleştirip ona baktım. Vücudumu saran ayrılık acısıydım ve o acıyı kusmaya başladım. Alparslan albay, “Ne oluyor kızım?” diye sorguladığında derin bir nefes alıp Fikret amcaya elimi uzattım.
“Teşekkür ederim Tuğgeneralim.”
Fikret amca, elimi tutup sıktı.
“Yolun açık olsun kızım.”
Alparslan albay, yeniden “Eyşan, neler oluyor?” diye sorduğunda bende kalan son emaneti vermek için elimi silaha götürdüm. Silahımı kabzadan çıkartıp Fikret amcaya teslim ettim ve geriye çekilip kustuğum acının tebessümüne büründüm.
“Bu zamana kadar ahlaklı, dürüst, vatansever ve merhametli bir tim yetiştirdiğimi düşünmüştüm ama bugün gördüm ki.” dedikten sonra bakışlarımı bana bakan timin birer birer gözlerinde gezdirdim. “Gözlerimin içine bakarak yalan söyleyen bir tim yetiştirmişim.”
Bir adım daha gerilediğimde ruhumdaki kelebek öldü.
“Ben böyle bir timin komutanı olmak istemiyorum.” deyip kapıya bir adım attığımda Mete, önümü kesti.
“Mete yüzbaşı çekil. Hepiniz kapının önünden çekilin!”
Fikret amcanın sesiyle ikiye ayrılıp bir koridor oluşturduklarında hızla adımlarımı dışarıya sürükledim.
“Şaka mısınız siz?” diye bağıran Alev’in sesiyle durduğumda arkamı dönüp onlara baktım. “Bu konuda nasıl bu kadar kırıcı olabilirsiniz? Öldü lan kız öldü, öldü!”
“Sessizlik!”
Gözlerimi devirip yürümeye devam ettim. Alev’in tabii ki de haberi olmadığını biliyordum. Bilseydi bile Lara’dan önce beni çeker uyarırdı. Değer verdiğim insanın ondan önce tanıdığım insanlardan daha merhametli olduğunu anladığımda gözlerime yeniden yaşlar hücum etmişti. Yatakhaneye sürüklenip eşyalarımı aldım ve elimdeki el bavulu ile binadan ayrıldım.
Bu, geçici bir ayrılığımdı. Çünkü daha planlarım bitmemişti. Daha çok canlarını yakacaktım, özellikle Mete’nin. Askeriyenin önünde durup beklemeye başladığımda önümde ani frenle duran araca baktım. Bagaja yürüyüp açtım bavulu attım ve sertçe kapattım. Adımlarımı ön sağ kapıya yönelttim ve ön koltuğa oturdum.
“Güzeldi.”
“Sus ve sür Selçuk.” Selçuk’a gözlerimi devirip dirseğimi cama koyup elimi yanağıma yasladım. Selçuk gülerek sürmeye başladığında derin bir nefes bıraktım.
Keşke bir kere daha kokusunu alabilseydik.
Tamam, kabul ediyorum. Kendine has kokusu burnuma dolduğu an bayılacak kadar olmuştum. Parmak uçlarım saçlarına dalmak ve karıştırmak için delicesine kaşınmıştı. Tamı tamına kokusuna 120 saat 15 dakika hasret kalmıştım.
Yuh, saydın mı?
Şafak sayar gibi saymıştım.
Evin önüne vardığımızda arabadan inip içeriye yürümeye başladım. Kapıyı açıp içeriye girdiğimde arkamdaki Selçuk ile gelen bir adım sesi daha işittim. Kendimi koltuğa sertçe attığımda kaşlarımı çattım.
“Selamlar!”
Duyduğum ses ile gözlerimi devirip kapıya baktım.
Alperen Gündüz.
Namı değer; Avcı. Asena Gündüz zamanında tanıştığım ve canımdan öte dostum. Eski birliklerden bozma insanlardan biriydi ve bana destek olmak için buraya gelmişti. Selçuk, kapının önünde dikildiğini fark ettiğinde ensesine vurdu ve öne doğru ittirdi.
“Lan gambuk ne vuruyun?”
Kendisi tam bir Ankara bebesiydi. Bir sene boyunca birlikte Anıtkabir’de görev yaptığımızda sağ olsun ki kelime dağarcığıma çok fazla yardımcı(!) olmuştu. Gambuk da bunlardan biriydi. Onun tabirinde küfürdü.
Selçuk, elindeki valizi kenara koyduğunda kapıyı kapattı ve Alperen’in omzuna vurarak koltuğa çekti. İkisi de karşıma geçtiklerinde Alperen ciddileşti ve bakışlarını bana çevirdi. Kafasını iki yana salladığında kollarını göğsünde bağladı.
“Ee tripkolik Asena, ne istiyorsun bakalım benden?”
Tripkolik demesiyle gülümsemiş ve ardından sorusuyla tebessüme evrilmiştim.
“Olayları zaten sana Selçuk anlattı ama üzerinden kısaca bende geçmek istiyorum. Benim şehidime ve özellikle değer verdiğim insanlara olan tavrımı biliyorsun.”
Alperen kafasını salladığında yüzüm düştü. Kollarımı göğsümde bağlayıp çenemi dikleştirdim. Hiç kendimi bu kadar yalnız hissetmemiştim. Askeriyenin ortasında ağlayan o kadının çığlığı kulağımda yankılandığında yutkundum.
“Canları için canımı feda edebileceğim timim, gözlerimin içine baka baka bana yalan söyledi. Beni şehidimle vurdular. Askeriyenin ortasında ağlattılar.” Sonlara doğru sesim titrediğinde elini kaldırdı ve sertçe Selçuk’a vurdu.
“Be gavurun tohumu, falanfik mi vardı lan ağzında? 2012’den bu yana koruduğun kızı neden üzdürdün be gortoz!”
Selçuk’un bakışları yere eğildiğinde titrek bir nefes alıp kaşlarımı çattım.
“Buna gerek yok Alperen. Her ne yaparlarsa yapsınlar, bugün ateş altında olsalar yine canımı seve seve feda ederim ama intikamımı almam gerek.”
Alperen, hızla öne doğru eğildi ve ellerini iki yana açıp göğsüne vurdu.
“Söyle gardaşım, söyle! Ne istersen yaparım.”
Kurduğu cümle ile gözlerimin karardığını hissettim. Bir ateş tüm parmaklarımın ucuna yayıldığında yutkundum. Ona açıklamak için daha zamanım vardı. Bakışlarımı Selçuk’a çevirdiğimde tek kaşını kaldırdı.
“Cemile’nin tayinini buraya aldıralım. Zaten askeriye ile şu an işim yok, Rize’ye gidip geleceğim. Alperen’i de yanımda götüreceğim. Cemile’yi buraya getirdiğimiz gün bir kafeye gideceğiz ve sende Alperen’i Miran Zafir’in adamıymış gibi time tanıştıracaksın.” deyip gülümsediğimde Selçuk’un gözleri büyüdü. Kafasını iki yana salladığında elimi kaldırıp onu durdurdum.
“Dur daha bitmedi.” dedim ve ayağa kalkıp kollarımı göğsümde bağladım. “Yalnızca Güvercin Timi’ne bilgisini geçip, o kafeye göndereceksin. İrtibatı bozmadan geldiklerinde kulak içinden birbirimizi dinliyor olacağız.”
Onlara detaylarını ince eleyip sık dokuyarak anlattığımda bakışlarımı yeniden Selçuk’a çevirdim. Telefonun ekranını bana çevirdiğinde kafamı salladım.
“Bileti bana gönder, bizde hızlıca çıkalım.”
Cebimdeki telefona bildirim sesi düştüğünde valize ilerleyip çömeldim. Siyah bir kazak alıp doğrulduğumda kenardaki çantama uzandım. Çantanın içine koyup bir tane de pantolon koydum ve doğruldum.
“Bir şey olursa ararım, ev sana emanet.” dedikten sonra Selçuk’un cevap vermesine izin vermeden hızla evden çıktım. Havaya yükselen elim köşede bekleyen taksiyi çevirirken Alperen ile çoktan benliğimiz, birkaç saat içinde Şırnak’tan silinmişti.
Yazar, Ağzından
Eyşan ve Alperen, evden çıkıp taksiye bindikten beş dakika sonra gri bir araç apartmanın önünde acı bir frenle durdu. Egzozdan çıkan duman henüz dağılmadan, kapısı hızla açıldı ve içeriden telaşla inen Mete, elindeki anahtarları cebine atarken koşar adımlarla apartmanın kapısını geçti. Ayakkabı tabanlarının mermer zeminde yankılanan sesi apartmanda bir siren gibi duyuluyordu.
Evin kapısına vardığında nefes nefese bir halde durdu. Yumruğunu kapıya vurduktan sonra, sesi öfkeden ve endişeden titriyordu. “Eyşan! Aç kapıyı, konuşmamız lazım!” diye bağırdı. Sessizliğin içinde yankılanan sesi, iki saniye sonra açılan kapıyla kesildi.
Karşısında Selçuk vardı. Selçuk’un yüzündeki soğukkanlı ifade, Mete’nin öfkesini daha da alevlendirdi. Kaşlarını çatıp gözlerini Selçuk’a dikti. Bir an bile beklemeden omzundan tutup onu kenara itti ve içeriye daldı.
Gözleri odada hızla gezindi. Her köşeyi tararken sesi keskin bir emir tonuyla yükseldi.
“Eyşan, nerede?”
Selçuk, hiç acele etmiyormuş gibi, omzunu duvara yasladı ve kollarını göğsünde bağladı. Gözlerini Mete’ye dikerek sakin bir nefes aldı. “Gitti.”
Bu tek kelime, Mete’nin tüm dengesini alt üst etti. Gözlerindeki öfke yerini, hızla büyüyen bir korkuya ve çaresizliğe bıraktı. Kafasını iki yana salladı, bir adım geri çekildi. “Hayır... Nereye gitti? Selçuk, nereye?”
Selçuk, bir süre sessiz kaldı, bakışlarını yere çevirdi. Sözü sakin ama anlam doluydu. “Bilmiyorum.”
Mete’nin yumrukları istemsizce sıkıldı. Derin bir nefes aldı ama ciğerlerine dolan hava göğsündeki ağırlığı hafifletmedi. “Selçuk. Onu yalnız bırakmamam gerekiyordu, biliyorum. O bana ihtiyaç duyduğunda yanında olmalıydım ama şimdi...” Sözlerini tamamlayamadan yere baktı.
Selçuk, omzunu duvardan kaldırıp ona doğru birkaç adım attı. “Kendini suçlama, Mete. Eyşan’ı tanıyorsun. O yalnız kalmak istediğinde, kimseyi yanında istemez ama merak etme, o güçlüdür. Bunu da atlatacak.”
Mete, Selçuk’un sözlerine inanmak istiyordu, ama içindeki korku ve suçluluk buna izin vermiyordu. Ellerini saçlarının arasına götürdü, çaresizlikle gözlerini kapattı. “Nereye gittiğini bilmek zorundayım. Selçuk, lütfen söyle.”
Selçuk, Mete’nin bu hali karşısında ilk kez bakışlarını sertleştirdi. “Bazı soruların cevabını almayı hak etmiyorsun Mete ama emin ol, Eyşan doğru olanı yapıyor.”
Mete, Selçuk'un yüzündeki sükunete inanmayı reddediyordu. Kafasını iki yana salladı ve dişlerinin arasından sertçe sızdırdı. “Saklanıyor, değil mi? Sen de beni burada oyalıyorsun.”
Bu sözleriyle aniden harekete geçti. Hiç düşünmeden odalara doğru yöneldi. Adımları aceleci, bakışları telaşlıydı. Her bir kapıyı açarken, içeriyi hızla taradı. Yatak odasının kapısını açtığında içeri girdi, dolap kapaklarını çekip baktı. Hiçbir şey bulamayınca içindeki gerilim daha da arttı.
Sonunda banyonun kapısını açtı ve içeri daldı. O anda gözleri lavabonun içindeki Eyşan’ın kestiği saçlarda takıldı. Donup kaldı. Bir an için nefesini tuttu, bakışları o saçlarda kilitlendi. Doğru ya kadın saçlarını kesmişti sırf o öldü diye. Mete, titrek bir nefes aldığında Selçuk, arkasından yaklaşmıştı. Mete’nin omzunun üzerinden lavaboya baktı ve başını hafifçe yana eğerek derin bir nefes aldı. Sesi, sakin ama kelimeleri keskin bir bıçak gibiydi. “Eyşan gitti Mete ama ruhu burada kaldı. Tıpkı senin yaptığın gibi; sen nasıl yaşadığın halde ölü rolü yaptıysan, o da yaşıyor rolü yaptı.”
Mete, bu sözlerle adeta yere mıhlanmış gibiydi. Gözlerini lavabodan ayıramıyordu. Yutkunmaya çalıştı ama boğazındaki düğüm çözülmüyordu. Ellerini lavabonun kenarına dayadı ve başını öne eğdi. İçindeki karmaşa dışına taşmış gibiydi. Gözlerini kapatıp kafasını iki yana salladı. Gözlerinden akan damlalar, lavabonun yüzeyine düşerek Eyşan’ın bıraktığı izlere karıştı.
Beş saatlik bir yolculuk sonunda Şırnak’tan Çamlıhemşin’e varan Eyşan ile Alperen’i, Cemile karşıladı. Eyşan, yolda gelirken neler olup bittiyse Cemile’ye anlatmış ve Cemile, onu şu an bağrına basarcasına sarılıyordu. Eyşan, saymayı unuttuğu ama evi olan yaylada hıçkırarak ağlamaya başladı. Sevdiklerinin olduğu her yer onun eviydi ama timinin ona yaptıklarını unutamıyordu.
Benlikleri sıcak bir sobanın kenarına çekildiğinde Eyşan, boş gözlerle ibriği izlemeye başladı. Alperen, ibriği alıp leğene döktü ve abdestini almaya gitti. Eyşan, kendine gelen bir üşümeyle titreyip kollarını göğsünde bağladı. Cemile ise kadının içi ısınması için getirdiği çayları onun önüne bıraktı.
“Hadi iç gülüm, için ısınsın biraz.”
Eyşan, titreyen elleriyle bardağı alıp dudaklarına yasladı. Küçük bir yudum büyük bir lava dönüştü ve ağzını yakarak boğazına oturdu. Bardağı altlığına geri koyduğunda Cemile elini Eyşan’ın omzuna koydu.
“Timi’ni değiştirmek istediğine emin misin Eyşan?” diye sorduğunda Eyşan, düşünceli bakışlarla Cemile’ye bakıp kafasını iki yana salladı.
“Bilmiyorum Cemile. Bir anlık hırsın beni, geri dönülmez bir yola sokmasından o kadar çok korkuyorum ki. Bir yanımda ellerimde büyümüş bir tim, her ne yapmış olurlarsa olsunlar, bir yanımda da masum bir Akça. Güvercin Timi’ni bırakıp Akça’ya geçersem herhangi bir görevde birden kendimi Hakkari’de bulabilirim.” dedi ve arkasına yaslanıp bakışlarını tavana dikti.
“Yurdumun her toprağı benim evimdir ama sevdiklerimin yanı benim için daha değerli, her ne yapmış olurlarsa olsunlar.”
Eyşan, yüreğindeki onca rağmen hâlâ timini seviyordu. Ellerinde olmayan bir durum yüzünden, kendisiyle tehdit edildiği için buna mecbur kalmışlardı ama yine de ona bir işaret bırakmaları gerekirdi. Mete’nin şehit yüzünü hatırladığı an yeniden vücudundan bir titreme geçti.
“Ay bismillah.” dediğinde Cemile’ye baktı.
“Kız titreme öyle, geceleri yalnız korkuyorum ben sonra.”
Eyşan, ilk defa gözleri kısılarak güldüğünde elini kaldırıp Cemile’nin eline koydu.
“Seni, Şırnak’a götürmek istiyorum Cemile.” derken doğruldu ve yüzündeki gülümsemeyi sildi. Cemile, kalbinin artan hızıyla ne yapacağını şaşırdı ve elini çaya uzattı. Çay bardağı gerisin geri devrildiğinde Eyşan, artık daha çok gülüyordu.
“Ay, Cemile öldüreceksin beni.”
Cemile, Eyşan’ın dizine vurup işaret parmağını dudağına yasladı.
“Sus kız, bağırma. Arkadaşın içeride namaz kılıyor.”
Eyşan, gözlerini devirdiğinde Alperen kafasını sallayıp en köşeye, divana oturdu. Cemile, tepsinin içindeki bardağı kaldırdığında boştaki çayı Alperen’e uzatacaktı ama sonradan vazgeçip direkt tepsiyi aldı.
“Şunları mutfağa bırakayım. Çaydanlıkla birlikte getiririm.” dedi ve salondan çıktı. Alperen’in bakışları Eyşan’a çevrilirken sağ gözünü kırparak kafasını sorgularcasına salladı. Eyşan, gülümsedi ve kaşlarını kaldırıp indirdi.
“Aşık abisi dokunma, yakar.” dedi ve gülümsemesini genişletti. Alperen, içinden onlar içinde duasını geçirirken dudakları içinde dua okuyan diliyle esnermişçesine ayrıldı. Dudakları arasından ‘Elelelem’ diye bir sözcük fırlarken hızla ağzını kapattı.
“Ayı, ağzını kapat.”
Alperen, “Nazar, nazar.” dedi ve bir kere daha esnedi. Eyşan, gözlerini devirip yirmi saatlik yolu çekmiş adamı süzdü ama alışkın olduğunu hatırladı ve cidden nazarı düşündü. Olabilirdi.
“Ne demişler.” Cemile, elindeki çaydanlığı sobanın üzerine koyup diğer elindeki tepsiyi de sehpaya bıraktı. Elini dua edermişçesine arşa çıkardı. “Elem tere fiş, kem gözlere şiş.” deyip elini yüzüne sürdü.
“Allah’ım sen çarpma ya rabbim!” diye bağıran Alperen’in haykırışlarıyla iki kadında gülmeye başladı.
Çamlıhemşin’de durumlar iyiyken Şırnak, o kadar da iyi değildi. Ortalığı yakıp kavuran bir adet Mete Mert Çakır vardı. Saatin gece yarısı olmasını umursamadan sert adımlarla bir yerlere çekiliyor ve sürekli önlerine çıkan insanlara bağırarak emir veriyordu. Caner, yanındaki Barış’a baktı ve ardından yeniden volta atan Mete’ye döndü.
“Acaba dönmese miydi? Pimi çekilmiş el bombası gibi her an patlayabilir.” dediğinde Barış, kollarını göğsünde bağladı. “Valla badi, el bombası değil de C-4 gibi sanki ya.” dediği an Mete’nin gözleri onları buldu.
“Gelin lan buraya!”
Barış, kollarını göğsünden hızla çözdü.
“Hassiktir roket geliyor, kaç!” diye tek nefeste bağırdığında Caner sağa Barış’ta sola doğru koşmaya başlamışlardı. Mete, ellerini saçlarına götürüp çekiştirdiğinde arkasından geçen nöbetçi askeri yakaladı.
“Adın ne senin?”
“Nöbetçi Astsubay Emre-.”
Askerin ismini tamamlamasına izin vermeden “Bana Mücahit’i çağır.” diye bağırdı ve hızla askerin yanından ayrıldı. Asker kafasını iki yana salladı. “Allah’ım benim bu yüzbaşılardan çektiğim nedir ya? Gündüz Eyşan yüzbaşı, gece Mete yüzbaşı, hasbin Allah.” dedikten sonra hızla görev yerine döndü.
Mete, sertçe odasına girdiğinde kapıyı çarparak kapattı. Askeriye gürültüsü kopan kapının pervazından bir tahta parçası düşmüştü. Ayağının ucuyla savurduğunda hızını alamadı ve kapıya da vurdu.
“Sikeyim böyle işi.” derken masasına yürüdü. Masasının üzerinde duran izmariti gördüğünde titreyen elini hışımla saçına götürdü. Karıştırdı ve haykırdı.
“AH!”
Masanın üzerindekileri eğilip bir hışımla yere savurduğunda yalnızca izmarit kalmıştı. Bedeninin her uzvu sinirden titriyordu. Ciğerleri nefes alamıyor ve göğsü şiddetlice inip kalkıyordu. Gözlerini kapatıp dişlerinin arasından sığ bir nefes çekti. Göz kapaklarının arkasındaki o karanlıkta Eyşan’ı gördü, izledi.
“Eyşan, şehide saygısızlık ediyorsun.”
“Sus.”
“Şehit.”
Kadının o halinin seslerini duydu, hatırladı.
“Yere bırakın.”
“Eyşan.”
“Yere bırak dedim!”
“HAYIR!”
Mete’nin vücudundan bir titreme geçtiğinde gözleri aralandı ve izmarite baktı.
“Hayır, hayır, hayır. METE!”
“Mete, Mete, Mete, Mete hayır, hayır, hayır!”
“AH!”
Kulaklarında yankılanmaya devam eden kadını çığlıklarıyla güçlükle iki adım attı ve sandalyesine oturdu. Ellerini şakaklarına yasladığında bakışları izmaritte takılı kaldı. ‘Nasıl affedecek beni?’ diye sordu kendine ama bir cevap bulamadı. Mete, omuzlarına çöken yükün ağırlığını yeniden hissetti.
Göğsündeki sıkışma dayanılmaz bir hale geliyordu. O izmarit sadece bir sigara kalıntısı değildi. O, Eyşan’ın güvendiği bir anın külleri gibiydi. Gece boyu o boşluğa, izmarite bakarak cevap aradı ama hiçbir şey bulamadı. İzmarit, Eyşan’ın hatırasıyla zihninde daha da büyürken, Mete'nin içindeki suçluluk hissi de katlanarak arttı.
Sabahın ilk ışıkları, Şırnak’ın üzerindeki gri bulutları aralarken, toprak ve karın birleştiği o tanıdık kokuyu havaya salıyordu. Kar yağışı durmuş, yerini sakin bir soğuğa bırakmıştı. Güneş, bulutların arasından utangaçça yüzünü göstermeye çalışıyor, ufukta kızılın solgun bir tonu belirmeye başlıyordu. Kar, gece boyu yağan soğuğun izlerini beyaza boyamış ama rüzgârla savrulan tozlar ve tekerlek izleri bu saflığı çoktan bozmuştu.
Dağların zirvesinde kar hala bir tablo gibi duruyor, ancak aşağıya doğru indikçe toprak kendini göstermeye başlıyordu. Bazı çatılar karın ağırlığına dayanamayıp hafif eğilmiş, baca dumanları soğuğa rağmen bir yaşam belirtisi olarak gökyüzüne yükseliyordu. Sabahın dinginliğinde, uzaktan gelen birkaç köpek havlaması ve rüzgârın uğultusu dışında her şey sessizdi.
Oda, dışarının o berrak soğuğunun aksine havasız ve ağır bir duygu yüklüydü. Perdelerin arasından sızan ince bir ışık, kararmış sigara izmaritin ve devrilmiş eşyaların gölgelerini duvarlara vuruyordu. Hâlâ oturduğu sandalyesinde, Mete hareketsizdi. Gözleri kıpkırmızıydı; uykusuzluğun ve zihninde dolaşan düşüncelerin izleri yüzünden okunuyordu.
Saçları darmadağınık, gözaltları çökmüş ve elleri şakaklarında sabitlenmiş haldeydi. Zihni, dışarıdaki berraklığın aksine bulanıktı. İzmarit hala masanın kenarında, kendisi kadar sabırla bekliyordu. Küllerin kokusu odaya sinmişti; tıpkı Mete’nin zihnindeki pişmanlık gibi.
Göğsü hala düzensiz bir ritimde inip kalkıyordu. Bütün gece düşündüğü sorular birer yankı gibi zihninde dolanıyordu. O sabah, Şırnak’ta güneş doğmuştu ama Mete’nin karanlığı henüz dağılmamıştı.
Çamlıhemşin, sabahın ilk saatlerinde tıpkı bir masal diyarı gibiydi. Dağların zirvelerinden süzülen ince sis, vadilere yayılarak yavaşça kayboluyordu. Yağmurdan arta kalan toprak kokusu, ahşap evlerin tahtalarına sinmişti. Gökyüzü, geceyi arkasında bırakıp günün soluk mavi ışığına teslim olmuştu.
Dere, sabahın sessizliğinde bile duyulacak kadar canlıydı; suyunun berrak sesi, vadide yankılanıyordu. Kuşlar dalların arasından uyanıp ötüşmeye başlamış, sabahın sakinliği, doğanın uyanışıyla yer değiştirmişti.
Eyşan, ahşap evin kapısının önünde duruyordu. Elinde tuttuğu sigaradan yükselen duman, soğuk havayla buluşup hemen dağılıyordu. Kış sabahının keskin havası, ciğerlerine dolarken tenini hafifçe üşütüyordu ama Eyşan bunu fark etmeyecek kadar düşüncelere dalmıştı.
Üzerindeki kalın montun yakasını boynuna kadar çekmiş, başını hafifçe eğerek sigarasından bir nefes aldı. Gözleri, önündeki manzaraya boş bir ifadeyle bakıyordu. Çamlıhemşin’in büyüleyici güzelliği, Eyşan’ın içinde kopan fırtınaya ulaşamıyordu.
Sigarasından derin bir nefes çekti, duman ciğerlerini yakarken bir süre sonra yavaşça dışarı verdi. Parçalanmış bulutlar arasından süzülen güneş ışığı, yüzüne hafifçe vuruyordu. Gözleri kahverenginin derin bir tonunda, geçmişin yükünü taşıyordu. Elindeki sigara, bir ritüel gibiydi; her nefes bir anıydı, her duman bir suçluluk ya da pişmanlık iziydi.
Dere sesini duyar gibi oldu; ne kadar uzak, bir o kadar da tanıdıktı. Mete’yi düşünüyordu. “Şimdi ne yapıyorsun?” diye mırıldandı kendine. Sigarayı dudaklarının arasından çekip bir süre parmaklarının arasında çevirdi. Gözleri, dumanın yükselip dağılmasını izlerken “Gittiğimi öğrendi mi acaba?” diye düşündü.
Eyşan, sigarasını yere attı ve botunun ucuyla söndürdü. Güneş, Çamlıhemşin’in sabahını tamamen aydınlatırken, Eyşan’ın gözlerindeki gölge yerinden kıpırdamadı. Zihnindeki karmaşa ile kapıdan içeri döndü ama geride bıraktığı duman gibi, içindeki sıkıntı dağılmaya hiç niyetli değildi.
Evin salonunda yere serilen kilim, kahvaltı için hazırlanmıştı. Ortadaki küçük sofrada peynir, zeytin, bal ve taze pişmiş köy ekmeği duruyordu. Cemile, sabahın canlı enerjisiyle hareket ediyor, Eyşan ise hâlâ sessiz ve düşünceliydi. Alperen, küçük elleriyle ekmek sepetini çekiştirirken gözlerini büyük bir ciddiyetle peynire dikmişti.
Cemile, “Eyşan, bu ekmekten bir tane daha yapayım mı? Alperen doymuyor valla.”
Eyşan, gülümseyerek “Gerek yok, Cemile. Zaten iki lokmayı zor yiyor ama hep masayı karıştırıyor.” dedi. Alperen, Eyşan’ın bu sözlerine hafif bir homurdanmayla cevap verdi ve eline bir dilim ekmek aldı.
“Yemiyorum ama bakıyorum. Gözümle doyuyorum.”
Cemile’nin kahkahası odanın sıcak havasını doldurdu. Gülümseyerek Eyşan’ın yanına çöktü. “Evet, Eyşan senin de gözlerin doysun ama mideni de unutma. Peynir yiyecek misin?” diye sordu. Bu sırada Eyşan, çayından bir yudum alırken dışarıya kısa bir bakış attı. Güneş artık iyice yükselmiş, vadinin üzerinde ışık oyunları yapıyordu. Cemile’nin sesi, onu düşüncelerinden kopardı.
“Eyşan?”
Eyşan, parmaklarının arasındaki bardağı bıraktı ve bakışlarını Cemile’ye çekti.
“Yola çıkalım. Daha fazla askeriyeden uzak kalmak istemiyorum. Benimle gelecek misin Cemile?” diye sorduğunda Cemile, derin bir nefes bıraktı ve kafasını salladı. Eyşan’ın düşünceli gözlerinden bir parıltı yansıdığında Alperen ayağa kalktı. Hep birlikte sofrayı topladılar. Cemile, onlar uyurken hazırladığı valizi aldığında Alperen destek oldu. Cemile, Osman’dan dolayı gitmek istiyordu. Canına minnetti ama kalacak bir yere ihtiyacı vardı.
“Bana orada bir yer ayarlayabilir miyiz?” diye sorduğunda Eyşan, gözlerini devirdi.
“Benim evde kalırsın. Askeriyede kalıyorum ben zaten.”
Cemile kafasını salladığında hep birlikte Rize otogarına geçtiler. Bu sefer uçakla gideceklerdi. Ankara, oradan da Şırnak’a geçecek ve planlarını faaliyete geçireceklerdi.
25 Ocak 2022 / Şırnak
Selçuk Turalı, Ağzından
Hayat denilen şey, neden bizleri sevdiklerimizle sınar, diye hep düşünmüşümdür. Nefes alıp veriyorsun, yaşıyorsun ama bir bakıyorsun dün öpüp koklayıp sarıldığın insanlar bugün yok. İsyan ediyorsun ama boşa, seni dinleyen yok. İşte o zaman anlıyorsun.
Her bir imtihan, Allah yolunda vereceğin hesaba yol açıyor.
Susuyorsun.
Katlanıyorsun.
Yaran kanıyor, yaşamaya devam ediyorsun.
Ruhumun karanlık duvarında, bacaklarını kendine çekmiş yerde oturan, 16 yaşında bir kız çocuğu vardı. Bana yalvaran gözlerle bakarken duvardan gelen soğukluk, kız çocuğunun üşümesine neden oluyordu. Kız çocuğunun titreyen bedeni, benim içindeki yangını daha çok alevlendiriyordu.
“AH!”
Kulaklarımda yankılanan, kollarını tutarken beni de kendiyle yere düşürüp ‘ah’ çeken kadın, bana, kendi eşimi kaybettiğimdeki durumumu hatırlatmıştı. Yıkıldığı yerde, gitmemesi için tutarken, karşısındaki evini kaybettiğini hissettirmişti. Ruhumda ölmüş bir kadının silueti dolaşırken yüzüme suçlayıcı bakışlarını atıyordu.
Yaralandığın yerin acısını, bir başkasına çektirmekten utanmadın mı?
Zihnim, eşimin sesiyle kendine geldiğinde bir adım attım. Yavaşça kapıya doğru yürürken arkamdan Mete’nin bana seslendiğini duydum.
Kız kardeşimi üzmesine neden engel olmamıştım?
Onu takmadan yürümeye devam edip koordinasyon merkezine girdim. Oturan Güvercin Timi hızla ayağa kalktığında büyük adımlarla ekranın önüne geçtim ve ellerimi ceplerime sokup telefonuma baktım.
Biz yola çıktık.
Planı işle…
Üzülmesine engel olamamıştım ama ayağa kalkmasına yardım edecektim. Telefonu sıkarak cebime koyduğumda sert bakışlarımı timde gezdirdim. ‘Sizin için ölecek bir kadına niye bunu yaptınız?’ diye bağırmak istedim ama diyemedim. Onun yerine yanımdaki bilgisayardaki görüntüyü ekrana yansıttım.
“Bu kim?” diye soran Caner’e baktım ve yeniden ellerimi ceplerime soktum.
“Kod adı Reşat, kimse gerçek ismini bilmiyor.” dedikten sonra Mete’ye baktım. “Eyşan’ın bir şeyler bildiğini söyleyen adam bu.”
Yüzü sinirden kızarmaya başladığında ellerini yumruk yaptı. İçindeki öfkeyi tanıyordum. İnsanın içini harlayan, bakışlarını körleştiren o hissi yaşamıştım. Kimseyi duymaz, itaat etmez, bildiğini okurdu o öfke. En sonunda kendi kendini yer ve bitirirdi. Geride hiçbir şey kalmazdı.
“Bugün Kamelya kafesinde olacağı bilgisini aldım. Kalabalık bir ekiple gitmeyeceğiz. Yalnızca Güvercin Timi’yle çalışacağım.” dedim ve ellerimi ceplerimden çıkartıp masaya yaklaştım. Ellerim sandalyenin sırtına yaslanırken derin bir nefes verdim.
“Kalabalık bir kafe olduğunu duydum. Çocuk, kadın, sevgili, herkes orada olacak. O yüzden dikkatli olun ve hemen silahlarınıza sarılmayın. Önce adamı izleyin, çıktığında ise takip edin. Şimdi, sivil kıyafetlerini giyin ve yeniden buraya gelin. Püf noktaları anlatacağım.”
Güvercin Timi, kalkıp merkezden çıktıklarında Mete’nin bakışları gözlerimde kalmıştı. Tek kaşımı kaldırdığımda gözlerini yere çekti ve ayağa kalkıp kapıya ilerledi. Kapıyı sertçe çektiğinde gülümsedim. Kırıp dökme isteği de bedeninde salgılanan öfkesi yüzündendi.
Elleri kolları bağlı, ne yapacağını bilemiyordu.
Telefonumu cebimden çıkartıp Eyşan’ın numarasını tuşladım ve kulağıma yasladım.
“Alo?”
Gülümsedim.
“Neredesiniz kız?”
“Ankara’dayız. İki saate de Şırnak’ta oluruz. Timi hemen gönderme. Biz Kamelya’ya geçtiğimizde siz de geçersiniz.” dedi ve telefonu suratıma kapattı. Gözlerimi devirerek telefonu yeniden cebime soktum. Ellerim ceplerimde kalırken derin bir nefes verdim. Büyük adımlarla kapıya yürüyecekken kapı açıldı ve Barkın içeriye girdi. Kapıyı kapatıp karşımda durduğunda gülümseyerek gözlerini bana çevirdi.
“Akça Timi’nin Hakkari’ye gönderilme talep yazısını oluşturdum. Tabii ki de gönderilmeyecek ama nerede saklamayı düşünüyorsun?”
Barkın, gibi gülümsedim.
“Eyşan’ın evinde duracaklar.”
Barkın, uzaylıymışım gibi bana baktığında kahkaha attım. Gözlerini devirerek kafasını iki yana salladığında ellerimi ceplerimden çıkarttım.
“Bu kız her şeyi kendisi mi düşündü?”
Bilinçsizce kafamı salladım. Her şeyi kendi düşünmüş ve bazı noktalara uzanmak için boyumu kullanmıştı. Zehir gibi aklı bana, Asena Gündüz zamanını hatırlatıyordu. Cesur, yıkılmaz kızın siluetini zihnim, askeriyenin ortasında yıkıldığını gösteren bir anıya çevirdiğinde dişlerimi sıktım. Suçluluğum hiç yakamı bırakmayacaktı.
“Selçuk, ikna etsek? Akça’ya geçtiği an o timin yüzbaşısı olacak. Akça bir gün Hakkari’ye gönderileceğinde ne olacak?”
Çenemi dikleştirdim.
“Hudut namustur, geri çevirmez ve gider. Eyşan Boduroğlu, bu zamana kadar görüp görebileceğimiz en kıymetli askerdir.”
Barkın, hüzün düşmüş gözlerini kırpıştırdığında kapı tıklatıldı ve içeriye Lara girdi. Kapıyı kapatıp selam verdi ve bakışlarını Barkın ile bana çevirdi.
“Biz ne zaman geçeceğiz?” diye sorguladığında kol saatime baktım.
“İki saat sonra Eyşanlar burada olur.” dedim ve bakışlarımı ekrandaki Alperen’in yüzüne çevirdim. “Umarım bir terslik çıkmadan bugünü bitiririz.”
25 Ocak 2022 / Kamelya Kafe
Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından
Merhamet, vicdandan gelir.
Onlar benim vicdanımı öldürmüştü.
Gözümün içine bakarak ellerinin arasına alıp kalbimi sıkmışlardı. Yere yıkıldığım dizlerimin altında ezilmişlerdi. Şimdi, bugün, burada, onları bu yaptıklarına pişman edecektim. Önüme bırakılan kahve ile Cemile’ye bakıp gülümsedim. Gözlerinde saf bir mutluluk vardı. Her şeyi ince detayıyla hazırlamış ve sadece onları bekliyorduk. Timi.
Onlar senin ailendi?
İç sesime gülmek istedim ama durumum ona müsait değildi. Evet, onlar benim ailemdi ama bana yalan söylemeden önce.
Sen onlara hiç yalan söylemedin mi?
Pekâlâ söylemiştim ama şehitle vurmamıştım. Kanayan yaramızla değil, bedenimi kaçırarak saklanmıştım. Onların bu vicdansızlığını çekemezdim. Yaptıkları her şeyin bedelini çatır çatır çekecekler.
“Eyşan, geliyorlar. Bende uzaktan yaklaşıyorum.”
Kalbim, nedensizce gürültüyle çarpmaya başladığımda yumruğumu sıktım. Lan niye heyecanlanıyorum? Nefes alışverişlerim sıklaştığında yutkundum ve dirseklerimi masaya yasladım. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Kapının tepesindeki rüzgâr çanı çaldığında gözlerimi açtım ve Cemile’ye baktım.
“Onları görmemiş gibi yapacağız.”
Cemile, konuya hakimdi ve iyi bir oyuncuydu.
“Lan?”
Kulağımdaki kulaklığın içinde Osman’ın sesi yankılandı. Selçuk sağ olsun, bize, onların kulaklık bağlantılarını vermişti. Gülmemek için yanağımın içini dişlediğimde Cemile, bana bakarak elini elimin üzerine yasladı.
“Ee, anlat bakalım?”
Gülümseyerek ona saçma cümleler söylemeye başladığımda kulağıma ses ulaştı.
“Bunların burada ne işi var?” diye sordu Mete.
“Kimin?” dedi, Selçuk. Onlarla konuşuyor ve operasyonu yönetiyordu.
“Eyşan’ın!” diye tısladığında kahvemden bir yudum alıp geri koydum ve Cemile’ye bakarak gülümsemeye devam ettim.
“Hassiktir, ne ara döndü?” diye söylendiğinde Selçuk, Osman’ın sesini işittim. “Karşısında Cemile var.” dedi ve sinirlendiğini belli etti. Gözlerimi kıstığımda kırpıştırıp ellerimi kenetledim.
“İçeride çatışma istemiyorum. Sivil kaynıyor.” dedi Selçuk. O sırada kapı açıldı ve içeriye biri girdi.
“Adam geldi.”
Alperen namı değer Reşat gelmişti. Arkamdaki sandalye çekildiği sırada çatık kaşlarımla sağ omzumun üzerine baktım.
“Oğlum Eyşan’ın arkasında oturdu adam?” Osman’ın sesine Kubilay’ın sesi karıştı. “Sanırım bayılacağım. Komutanım ne yapacağız?”
“Neler oluyor orada?” diye Selçuk, konuştuğunda birkaç saniye bekledim. Rol yaparak Cemile’ye baktığımda Cemile, onları gördü ve dudakları aralandı.
“Cemile, bizi gördü.”
Kaşlarımı çatıp ağırca sandalyemde dikleştim ve sol dirseğimi masaya yasladım. Sağ elimi masanın üzerine koyup yavaşça gözlerini takip ettim. Bizimkileri gördüğümde gözlerimi rol yaparak öfkeyle yumdum ve Cemile’ye baktım. İşaret parmağımı dudaklarımın üzerine koyup elimi iç cebime attım. Cüzdanımı alıp 200’lük banknotu bardağın altına sıkıştırdım ve gülümsedim.
“Hadi, kalkalım artık.” dediğimde arkamdaki sandalye sırtıma çarptı ve Alperen boynuma kolunu sarıp hızla beni ayağa kaldırdı. Mete, silahını çıkarttığı sırada Alperen silahını şakağıma dayayıp horozu indirdi.
“Yaklaşma vururum.”
Kolunu biraz daha sıktığında acıyla yutkundum. Elim hızla belime giderken gözlerimi rol icabı çaresizlikle yumdum.
“Ne oldu yüzbaşı, istifa ettiğini mi unuttun?”
“Seni bir elime geçirirsem, o şakağa yasladığın namluyu senin götüne sokucam.”
Mete, dişlerinin arasından tısladığında bir adım daha attı. Alperen beni biraz daha geriye çektiğinde namluyu biraz daha bastırdı.
“Bir adım daha atarsan bu kadının beynini dağıtırım.”
“Mete, gitme. Şakası yok, vuracak Eyşan’ı.” Mete’nin silah tutan elinin titrediğine şahit olduğumda Alperen, kolunu sıktı.
“Geri bas, kadını alıp gideceğim.”
Mete’nin gerginleşen çenesi fark ettim. Gözlerinin etrafını bir kan bürüdü.
“Seni onunla gönderir miyim, piç?” dediğinde ne gördüyse gözleri büyüdü ve elindeki silah yeniden titredi.
“Parmağını tetikten çek, parmağını çek!” diye haykırdığında yutkunup derin bir nefes aldım. Artık sıra bendeydi.
“Öldürecek beni görmüyor musun, indir artık silahını!” diye kükrediğimde biraz daha boynuma asıldı Alperen. Mete’nin gözleri korkuyla bana çevrildiğinde dişlerimi sıktım. Mavileri suyunu kaybetmiş gibi soluk bir hâle bürünmüştü. Yüzü beyazladığında silah ellerinden kayıp yere gürültülü bir şekilde düştü. Elleri iki yana indiğinde dudakları titrekçe aralandı ve sağ omzuna baktı.
“İndirin silahlarınızı.” dedi, sesi bile titremişti.
Ya, ne oldu yarr.
İç sesime okkalı bir tokat atıp onu kısa süreliğine susturduğumda Alperen ile dışarıya doğru adımlamaya başladık.
“Komutanım, gidiyorlar.” dedi, Osman.
“Mete, kendine gel.” dedi, Caner.
Alperen beni hızla arabaya bindirip gittiğimizde bir haykırış sesi duydum. Alperen kulaklığı çıkarttığında gülerek bana baktı ama ben, hissiz bir şekilde camdan dışarıyı izlemeye başladım.
Yazar, Ağzından
“Komutanım, gidiyorlar.” diyen Osman, çaresizce ürken Cemile’nin yanına ağır ağır ilerledi. Caner, Mete’nin beline elini çaktırmadan koyup “Mete, kendine gel.” dedi ama Mete, bunların hiçbirini duysa bile hareket edemiyordu. Bakışları biraz önce kadını durduğu yerde mıhlanıp kalmıştı.
“METE GİTTİLER!” diye bağırdığında Barış, Mete ellerini kulaklarına bastırdı.
“AH!”
Kükremesi, herkesin içinde bir titreme bırakırken elleri kulaklarından düştü ve hızla masayı kavradı. Tek hamlede arkasındaki duvara fırlattığında sandalyeyi cama fırlattı.
“YETER LAN YETER!”
Bir hışımla Mücahit’in kolundan tuttu ve kapıya ittirdi.
“Takip etsenize!” dedi, ardından Caner’i savurdu. “Peşinden gitsenize, ne duruyorsunuz!”
Elleri saçlarının arasına karıştı.
“GİDİN!”
Dizlerinin üzerine yıkıldığında avuçları çaresizce açık kaldı. Gözlerinden akan yaşların her biri ruhuna aktı ve oradaki kadını boğmaya başladı.
“Engel olamadım.” deyip ellerini sertçe yere vurmaya başladı. “GÖZLERİMİN – ÖNÜNDE- GİTMESİNE – İZİN VERDİM!”
Haykırarak ellerini parke zemine vurdu. Onu tutmaya çalışan Osman’ı yakalarından tutup burnuna kafa attığında Cemile’nin çığlığını işitti.
“Siktir git!”
Mete, hışımla dışarıya fırladığında araba bindi ve doğruca kendini askeriyeye attı. Selçuk, bütün telaşıyla onun önüne çıktığında Mete, ellerini yakasına koydu ve kafasını uzattı. Selçuk, bu hamleden ustalıkla kurtulup Mete’nin ellerini tuttu. Sırtını onun göğsüne yaslayıp sertçe omzunun üzerinden yere çarptı.
“Sen kimsin lan bana vurmaya kalkıyorsun?” diye bağırdığında Alparslan albay ve Hakan Koral ikiliyi fark etti. Yerde yatan Mete, saniyesinde kalkıp Selçuk’a yumruk atacaktı ki Selçuk, elini kaldırdı ve Osmanlı tokadını Mete’nin yüzüne yapıştırdı. Mete, yeniden yere yıkıldığında Alparslan albay, Selçuk’un önünde koşarak yetişen Barkın ise Mete’nin önünde duraklamıştı.
Mete, Barkın’ın tutan kollarına rağmen “Senin hayatını sikerim!” diye Selçuk’a bağırdığında Selçuk, önce Alparslan Çakır’a sonra da Mete’ye baktı.
“Sen önce kendi sikilmiş hayatına bak. Daha sevdiğin kadını bile koruyamıyorsun.” dedi ve arkasına bile bakmadan askeriye binasından çıktı.
“Gel lan buraya, gel!” diye bağırdığında Alparslan Çakır, sinirle Mete’ye bakıp yakalarından tuttu.
“Sus artık, sus lan sus! Eyşan kayıp, susun.”
Mete, titreyerek yıkılacaktı ama Barkın’ın kolları buna müsaade etmedi. Mete’yi bir paçavra gibi sürüklemeye başladığında Mete, ona engel olamadı. Mete’yi yatakhaneye bırakıp kapıyı kilitledi ve hızlı adımlarla yürümeye başladı.
“Bu odayı ne olursa olsun, kimse açmayacak.” deyip yürümeye devam ederken Mete, ne olduğunu şaşırdı ve kapı kulpuna uzandı.
“Açın.” diye mırıldandı güçsüzlükle. Kapı kulpunu zorlayarak sarstığında elinde kalan kolla çıldırdı. Kolu arkasındaki pencereye fırlatıp kapıyı yumruklamaya başladı.
“Yedi ceddiniz sikerim lan açın şu kapıyı!” diye kükredi. Ortalık yangın yeriydi. Ruhu, darmadağın olmuş ve parçaları öfkeyle dört bir yana savruluyordu. Titreyen elleriyle odayı talan etmeye başladı. Her yeri yumrukladı ama yine o içinde öfke dinmiyordu. Kül edene kadar da devam edecekti.
Aynadaki görüntüsüne gözü çarptığında Bozkurt’u gördü. Gözlerini kan bürümüş Bozkurt, artık çaresizdi.
“Öldürecek beni görmüyor musun, indir artık silahını!”
Gözlerini kıstı.
“Sus.” dedi, içinde yankılanan sese.
“Sen önce kendi sikilmiş hayatına bak.”
Aynadaki bakışları titredi.
“Sus.” dedi, yeniden. Yankılar son alevini bir noktanın üzerinde tuttu.
“Daha sevdiğin kadını bile koruyamıyorsun.”
Mete, elini kaldırıp sertçe aynaya vurduğunda gürültüyle on dokuz parçaya ayrıldı. Kimi parçalar ayaklarının ucuna dökülürken kemiklerindeki kan tanecikleri yangına aktı. Göz yaşları yanaklarından usulca döküldüğünde aynadaki kırık yansımada yüzü göründü. Artık, öfkesi dinmişti.
Kanlı başlangıcın sonu asıl, buydu.
Kanayan eline öylesine bir bandaj sarıp yine o eliyle kapının düşen kol kısmına yumruk attı. Ardından bir adım geriye gidip ayağındaki postalı sertçe vurdu. Kapı, pervazından kırıldığında karşısındaki askerler ürkerek kaçıştı. Mete, sakin adımlarla askeriyenin dışına yürümeye başladığında kimse onu durdurmadı.
Tüm bağlantılarını kullanarak Eyşan’ı aramaya başladı. Cebindeki sigara paketi çoktan bitmişti. Yenisini alıp cebine koymuş ve bir saat içinde onu da bitirmişti. Arabanın kaputu üzerinde durmaya başladığında gökyüzündeki havada değişmişti. İsyanın başlangıcı bulutlar geceyi yağmura hazırlamak için semada birleşmeye başlamıştı.
Saatler 17:00’i gösteriyordu.
Eli telefona gitti ve geçmişi deşti. Bozkurt’u bir anlığına kenara bıraktı ve Mert’e dönüştü. Telefonu kulağına yasladığında burnunu çekti ve yutkundu.
“Alo?”
Kulağına bariton bir erkek sesi ulaştığında gözlerini sis bürüdü.
“Asena Eyşan Boduroğlu. Bu akşam, 21:30. Bana onun nerede olduğunu bul.”
Mete, Mert’e dönüşerek hayatının en büyük yanlışını yapmıştı. Kadının adını düşmanını tanıyamadığı bir adamın ellerine bırakmıştı. Bu zamana kadar yaptığı tüm hatalarında Mert’i kullanmış ve pişman olmuştu. Yine aynı şekilde yasaklı olan ismi düşmanın eline kendisi vermişti ve o bunu, çok sonra anlayacaktı.
Tarih, o günü yazdı.
25 Ocak 2022 / 21:30
İki sinsi bulut birbirine çarparak gökyüzünü aydınlattı. Gecenin karanlığına düşen ışık süzmesi kısa süreli bile olsa gözlerini kamaştırmıştı. Koyulaşmış mavi gözleri yağmurdan kaçan insanları tararken sırtını yasladığı ağaca biraz daha sindi. Karşısında bir araç durduğunda hareleri küçüldü ve durduğu yerden çıktı. Arka koltuğu kendine mezar edindi ve beklemeden oturdu. Kısılmış gözleri yanındaki adamın kirli bakışlarını süzerken sol elini yaşlı adama uzattı. Yüreği rahat hissederken ruhu, amansız bir şekilde iyi değildi. Birbirlerini bıraksalar öldürecek olan iki mavi gözlü adamlar, kendilerini çok hafife alıyordu.
Şeytan, cebinden çıkardığı siyah renge sahip cinayet silahını genç adamın avuçlarına bıraktı. Genç, kıvrak bir hareketle cinayet silahını parmaklarının arasına sabitledi. Önden uzatılan sarı kapaklı dosyayı ördüğü an sıkıntıyla iç çekti. Artık ruhundaki his, yüreğine sıçramıştı. Uzatılmış dosyayı alacakken yaşlı adam elini araya koydu.
“Geri dönüşü yok.” dedi, acımasızca.
Genç adam, gözlerini kıstı. Elinin tersiyle yaşlı parmakları ittirdi ve dosyayı yırtarcasına uzatıldığı yerden aldı. Bakışları beş kâğıda işlenmiş yazılarda dolanırken bir ismin geçtiğini fark etti. Yüreğinden akan kan, sanki yerini zehirli bir sıvıya bırakmış gibiydi. Kalemi tutan eli titredi ve dosyanın içine düştü. Boşta kalan eli saniyeler içinde belindeki silaha tutuldu ve arabada üç el silah sesi yankılandı.
“Şerefsiz, aklı sıra Eyşan’ın adını kullanıp bana dosya imzalatacaktın. Yer miyim sence bunu?”
Sözleri ölmüş adamların bedenlerine çarpıp ona geri döndü. Yüzüne sıçramış kan taneciklerini siyah kabanıyla kamufle edip bir hışımla araçtan indi. Üzerine yağan sağanak yağmur onu dövermişçesine hızını daha da arttırmıştı. Parmaklarını kırarcasına avucunda sıkarken adımları yağmura eşlik etti. Bir saat boyunca yürüdü ve kendini evine attı.
Uzun zamandan beri intikam almak istiyordu. Mert isminin hatalarla dolu olmasına sebep olan o adamı öldürmek istiyordu ama yalnızca doğru zamanı kolluyordu. Asena Gündüz zamanında işlediği bütün cezaların bedelini bugün kesmişti.
Ezbere bildiği odalarda birkaç tur atıp banyoya girdi. Beyaz, geniş küvetin tıpasını takıp musluğu açtı. Soğuk su küveti doldurmaya başlarken üzerindeki ıslak ve kan kokulu kıyafetleri çamaşır makinesine attı. Ayaklarının dibindeki suyu hissettiğinde eğilip musluğu kapattı. Küvetin içine girdiğinde ayak tabanlarından vücudunu saran soğukluk, içindeki yangını söndürmeye yetmemişti.
İntikamını almıştı ama Eyşan’ı bulamamıştı.
Dizlerini yavaşça kırdı, suyun içine yüzünü gömdü. Sırtındaki kemikler bir yay gibi dışa gerildiğinde dudaklarını açtı. Suyun içinde yankılanan sesi, ruhundaki acının suya yansımasıydı. Birbirine yapışık kirpiklerine rağmen gözyaşları suyla buluştu, sırtının titrediğini hissetti. Kemikli parmakları küvetin kenarlarını sıkıca kavrarken bir kez daha dudakları aralandı ve içindeki pisliği suya akıtmaya devam etti. Genç adamın ciğerleri, oksijensizlikten dolayı diyaframını zorlamaya başlamıştı. Ruhsuz bir şekilde başını küvetin boşluğuna dayadı.
Benliği ve ruhu ölmüş bir kadının siluetine teslim olurken, varlığı yalnızlığa teslim oldu.
26 Ocak 2022 / Şırnak
Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından
Hiç korkularınızla yüzleştiniz mi?
Yüksekten, böceklerden ve birçok korku...
Korkularınızla yüzleşmekten kaçtığınızda sizi seven insanlar bu korkunuzu yenmeniz için size iyilik yaparlar. Sizlerde onlar sayesinde korkularınızı yenersiniz. Peki ya kaybetme korkusu olanlar? Onlara kim yardım eder?
O korku, siz ölünceye kadar hep yakanızda kalır.
Mete’nin gözlerindeki o korkuyu sanırım hiçbir zaman aklımdan silemeyecektim. Mavi gözlerinde beliren o tohum sanki köklerini benim ruhuma bağlamış ve kalbimin etrafına sarılmıştı. Kulaklarımdaki yankısı bir kez daha kendini belli ettiğinde çenemi dikleştirdim. Unutmamalıydım, aynısını o da bana yapmıştı.
Bakışlarım Akça Timi’nde ve Alperen de gezinirken derin bir nefes aldım. Bugünden itibaren artık geri dönülmez bir yola girecektim. Avuçlarım terliyor, soluklarım hızlanıyor ve korkuyla kendimle yüzleşmeye çalışıyordum. Lara, önce ekibini eve yollamış ve ardından kendisi de bana ait olan üniformam ve beremle gelmişti. Sehpanın üzerindeki silahı ait olduğu yere soktuğumda bordo bereyi saçlarıma taktım. Kaküllerimi düzeltip alt dudağımı ısırdım ve onlara döndüm.
“Çıkabiliriz.”
Alperen, heyecanla ellerini çırptığında Kartal, üzerindeki üniformayı düzeltti. Hep birlikte evden çıktığımızda kapının önünde bekleyen Vito’ya doluştuk. Ön koltuğa oturduğumda bakışlarımı arkaya çevirdim. Herkesin dudaklarında heyecanlı bir tebessüm vardı. Gözleri parıldıyordu. Sakince yanımda oturan Selçuk’a baktım.
“Zamanı geldi.”
Selçuk, bordo beresini düzeltip aracı sürmeye başladığında nefesimi hafifçe tuttum ve bıraktım. Sakin olmalıydım, bugün sakin olmalıydım. Yaptığım her şeyin boşa gitmemesi için kendime hâkim olmalıydım. Zihnimden geçen yasaklı kelimeleri susturdum ve bir süreliğine iç sesime kulaklarımı kapattım. Selçuk, Alparslan albaya her şeyi anlatmış ve bir güzelde dayak yemişti ama karşısına ben dikildiğimde suskunca başını eğmişti.
“Güvercin Timi’ne yeni birlik kurulacağını söyleyeceksiniz ve ben, yarından itibaren Akça Timi’nin yüzbaşısı olarak karşılarına dikileceğim.”
Vito ile kışlaya girdiğimizde Güvercin Timi’ni hazır ol da gördüm. Karşılarında Alparslan albay, elleri arkasında bize bakıyordu. O an camların filmli olmasına şükredeceğimi hiç düşünmezdim.
“Akça Timi, in. Alperen sen kal, Selçuk ile birlikte ineceğiz.”
Lara önde olmak üzere araçtan indiğinde Alparslan albayın ‘Sessizlik.’ diye bağırdığını işittim.
“İyi misin Gündüz?” diye soran Selçuk’a kafamı iki yana salladım. “İyi değilim, çok heyecanlıyım.”
Dürüstçe sıraladığım cümleden sonra Akça Timi, üç kişi eksiğiyle Güvercin Timi’nin karşısına geçti. Elimi kulpa attığımda Alperen kapıya yaklaşıp indi. Selçuk, kapıda kalan elimi fark ettiğinde araçtan indi ve kapıma dolaştı. Elimi yumruk yapıp derin bir nefes verdim ve elimi kulptan çektim. Gözüme gözlüğümü taktığım sırada kapı inmem için aralandı. Kapının kapılarını kapattığında ortada ben solumda Selçuk ve sağımda Alperen ile yürümeye başladım.
Attığım her adımda uzaktan beni izleyen timin bakışlarını görüyordum. Gözlüğümün arkasına sığınarak bakışlarımı Mete’de tutsak ettim. Düşmemek için gözlerine tutundum ama o bunu fark etmedi.
“Sevgilim.” dedi iç sesim, ruhumdaki ölen kelebeğe.
Adımlarım Akça Timi’nin yanında durakladığında elimi titremeden alnımın yanına yerleştirdim.
“Yüzbaşı Asena Eyşan Boduroğlu, Rize!” diye bağırdım.
“Sen ki yanıp tutuşan bu yüreği, zehirli sarmaşıklarla sarıp gittin. Bir kar tanesi gibi gelip, bir çığ tanesi gibi düştün ruhumun ta en derinlerine.” diye devam etti, iç sesim.
Alparslan albay, arkasında bağladığı ellerini çözmeden Güvercin Timi’ne baktı.
“Boduroğlu, şu dakikadan itibaren Akça Timi’nden sorumlu yüzbaşıdır.” dedi. Elim alnımın yanında durduğunda bakışlarım birer birer üzerlerinde gezindi ve en son Mete’de durakladı.
“Senin varlığınla can bulan bedenim, senin yokluğunla sessiz bir çığlığa büründü. Dilimden düşmeyen adın zehir oldu, susturdu bütün cümlelerimi.”
Mete’nin kafası iki yana sallandığında çenemi dikleştirip ellerimi arkamda bağladım ve Akça Timi’ne baktım.
“Dikkat!”
Hepsi esas duruşa geçtiğinde ‘Selam ver!’ diye bağırdım. Her biri göğsünü gererek selamını verdiğinde derin bir nefes verdim. Alparslan albay, yanımızdan ayrıldığında Güvercin Timi, şaşkın nidalarıyla yanımıza yaklaştı.
“Eyşan, bunu neden yaptın?” diye söylenen Osman’a inat elimi Alperen’in koluna vurup çenemle içeriyi gösterdim. Arkamı onlara dönüp yürümeye başladığımda arkamda bir gürültü koptu.
Caner’in “Mete!” demesini işittim.
Arkama dönmedim.
Barış’ın “Tutsana salak, bayıldı.” demesini işittim.
Yine dönmedim.
“Susturulan cümleler bir volkan misali büyüdü hep içimde, haykırdım, kimse duymadı.”
İç sesim, son sözlerini kelebeğe fısıldadığında sonsuza kadar onu da susturdum. Ruhumda birikmiş cesetler, varlığımı artık daha yukarıya taşıyacaktı. Her anımda onların kabuslarının sesi olacaktım. Her adımımda öfkesini taşıyacaktım.
Ben, Asena Eyşan Boduroğlu.
Merhametin bana artık yasak olduğunu, arkamda yıkılmış bir adam bıraktığımda anlamıştım.
-
1. KİTABIN SONU
Bum.
Dhjkshdjk
Eyşan’ın size bir mesajı var;
“Sizleri çok seviyoruz.” - Asena Eyşan Boduroğlu
“Sezon tanımında görüşmek üzere. Birazcık dinlenip geri döneceğim.”
Sultan Çakır.
On iki aralık iki bin yirmi dört
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.04k Okunma |
285 Oy |
0 Takip |
41 Bölümlü Kitap |