31. Bölüm

XXIII - KORUN BIRAKTIĞI İZ

Sultan Çakır
sultanakr

Auuuuu. 🐺

Merhabalar, 1 haftalık aranın ardından biz geri döndük. Özlediniz mi? Bölüm sonu aşağıda biraz hasret giderelim.

Oy ve yorumlarınızı lütfen eksik etmeyin, keyifli okumalar.

Bölüm Şarkısı;

All For Us, Zendaya & Labrinth

İnkar Etme, Müslüm Gürses

Libertango, Bond Shine

İnsan İnsan, Fazıl Say

 

 

 

 

 

 

🕊️

XXIII

12 Aralık 2022 / 03:47

Eyşan, uykunun sisli perdesinden sıyrıldığında, çiseleyen yağmurun serin dokunuşunu yüzünde hissetti. İlk hissettiği şey, çıplak toprağın keskin, nemli kokusuydu; ikincisi ise derin bir yalnızlık. Gökyüzü, gri ve kurşuni bulutların tehditkâr dansıyla kapanmış, hafif bir şimşek parıltısı karanlığı kırıyordu. Üzerine serili kıyafetlerin yabancılığı, zihnine bir bıçak gibi saplandı. Ne üniforması ne de tanıdık bir eşyası vardı. Sadece basit, sıradan bir gömlek ve pantolondu.

Etrafını çevreleyen orman, sessizdi ama bu, huzurlu bir sessizlik değildi. Gökyüzüne doğru uzanan devasa ağaçlar, sarkan sarmaşıklarıyla gölgelerden yapılmış heykellere benziyordu. Toprak, yağmurla karışmıştı ve her adımda çamurun içine gömülecek gibi hissediliyordu. Gözleri karanlıkta anlamlı bir şey ararken kalbindeki huzursuzluk, nefesiyle yarışır hale geldi.

“Eyşan…”

Bir fısıltı ya da belki bir yanılgı. Sesin kaynağını bulmak için başını çevirdi. Karanlıkta bir siluet gördü; hareketsiz, soğuk toprakla bütünleşmiş gibi, Mete’nin silueti. Eyşan refleksle hareket etti, toprağın nemine aldırmadan dizlerinin üzerine çöktü. “Mete?” Sesinin yankısı yoktu. Bu orman, sesleri yutuyordu.

Mete’nin gözleri açıldığında, çelik mavisi bakışları üzerinde gezindi. Birkaç saniye, boşlukta dolanan bir yabancı gibi ona baktı. Sonra, bedenine yayılan farkındalıkla doğrulmaya çalıştı. Bakışları kendi üzerinde gezindiğinde “Neredeyiz?” dedi, sesi boğuk ve yorgun.

“Bilmiyorum,” dedi Eyşan, kendinden daha emin görünmeye çalışarak. Mete ellerini toprağa bastırıp doğrulurken, gözleri ormanın derinliklerinde bir noktaya odaklandı. Sessizliği yaran o ilk ses, Eyşan’ın kulaklarına bir bıçak gibi saplandı. Uzaktan gelen, boğuk ve ürkütücü bir ulumaydı. Doğanın değil, bir canavarın çıkardığı bir ses gibiydi.

Eyşan irkildi. “Bu neydi?” dedi, nefesini kontrol edemediğini fark ederek.

Mete, etrafını bir kurt gibi taradı ve kollarını iki yana açıp Eyşan’ı korumak istermişçesine önünde gerindi. “Burada yalnız olmadığımız kesin,” diye mırıldandı. Yerde bulduğu keskin bir taşı eline aldı, sanki bu basit cisim onu koruyacakmış gibi.

Tam o sırada, karanlıkta bir hareket oldu. Önce fark edilmesi imkânsız gibi duran bir gölge, ardından belirginleşen bir figür. İnsan ama bir o kadar da insandan uzak. Düzgün hatları ve hareketsiz duruşuyla, sanki canlı bir heykel gibi ağaçların arasından çıkmıştı.

Mete’nin kasları gerildi, Eyşan ise gözlerini kırpmadan figüre baktı. “Kim o?” diye fısıldadı, sesi artık daha keskin. Figür, birkaç adım yaklaştı. Yüzündeki ifadeden ziyade, gözlerindeki derinlik dikkat çekiyordu. Her adımda, Eyşan ve Mete’nin üzerine bir gölge gibi çöken bir varlık hissi vardı.

“Hoş geldiniz,” dedi figür, garip bir nezaketle. Sesi tıpkı orman gibi yankısızdı, sanki bu yerin bir parçasıydı.

Eyşan’ın kalbi hızlanırken, içindeki savaşçı kimlik bir kıvılcım gibi yandı. Korku, bu varlığın hükmü altındaydı ama gözleri Mete’yle buluştuğunda, kelimelere gerek yoktu. Bu, hayatta kalmanın başlangıcıydı.

 

10 Şubat 2022 / Şırnak

Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından

İçinde yaşadığımız dünya bize mesajlar veriyor ama biz o mesajları almıyoruz. Sadece yaşadığımız ana odaklanıp, geçmişi ve geleceği düşünmüyoruz. Dünya bizi, önümüze çıkardığı engellerle engellemeye çalışırken biz onları ustalıkla aşıp yolumuza devam ediyoruz. Ayağımıza batan bir dikeni umursamıyoruz.

Bir gün öyle bir şey oluyor ki işte o anda kafamızı kaldırıp etrafımıza bakıyoruz. Yaptığımız yanlışlar, çektiğimiz acılar ve yolda bıraktığımız izlerimiz bize yanlış yaptığımızı anlatıyor. Dönüp bir de bakıyoruz ki çok yanlış yollara girmişiz, işte o anda heyecanla başlayan her şey korkuyla sona eriyor.

Bir anlık hırsım, beni geri dönemeyeceğim bir yola itmişti. Yola bakmak için bir ateş yakmıştım ama o ateşin beni yakacağını hiç düşünmemiştim.

Güvercin, yanmıştı.

Kıvrılan dumanın alacakaranlıkta dans edişi gibi, ince ve zarif bir güvercin tüyü, alevlerin hışmına teslim olmuştu. Tüyün dip kısmından yayılan narin bir çatırdama sesi, zamanın durmuş gibi hissettirdiği anlara yankı oluyordu. Alev, tüyün beyaz saflığını öfkeyle yalayıp karaya çevirirken, tüyün kenarlarından incecik bir kül tabakası, büyülenmiş bir şekilde yere süzülüyordu. Ateşin turuncu ve altın rengi dilleri, tüyün damarlarına sızarak incecik kıvrımlarını silmeye çalışıyor fakat o desenler, ateşin ortasında bile varoluşunun izlerini koruyordu.

Yanık kokusu havayı doldururken, tüyün zayıf bedeninden geriye yalnızca bükülmüş bir gölge, siyahın en derin tonlarına bürünmüş bir is kalmıştı. Hafifçe savrulan kül, alevlerin yok edici dansına meydan okuyan son bir direniş gibiydi; sessiz ama etkili. Küllerin karanlığa karıştığı o an, tüy artık bir sembolden fazlası değildi.

Bir vedanın, bir hikâyenin son perdesiydi.

Bakışlarım, masamın üzerinde duran bayrağımda dolaştı, bana yıllardır verdiği huzuru bir kez daha hissettirdi. Gözlerim bayrağımın kenarındaki her kırışı, her rengin derinliğini taradı. Bir an için, yaralı ruhumu sevgiyle ve şefkatle okşar gibi hissettim. Bir tebessüm, acılarımı hafifletmeye yetmedi ama yine de dudaklarımda bir burukluk oluştu.

Her ne olursa olsun, yine vatanımı seçmiştim. Bu şekilde de düşünmeye devam edecektim. Bu yolu farkında olmadan kendim seçtim, sonunda ölecek bile olsam bir saniye bile pişman olmayacaktım.

Vatan sağ olsun.

Küllüğümün üzerine koyduğum dosyayı kaldırıp parmaklarımın arasındaki sigarayı söndürdüm. Bakışlarım boş odada gezinirken bordo beremi apoletimin altına sıkıştırdım ve iki kere omzumun üzerine vurdum. Dört adımda kapıya ilerleyip kulpu indirdim ve odadan çıktım.

Adımlarım yemekhaneye doğru sürüklenirken yanımda beliren Selçuk ile yürümeye devam ettim. Selçuk’un arkasına toparlanan diğer bedenler ile gülümsediğimde Lara’nın elini kolumda hissettim.

“Alışabildin mi?” diye sorduğunda kolumdaki elinin üzerine elimi yaslayıp kafamı salladım.

Yüzbaşı -Asena Eyşan BODUROĞLU

Kıdemli Üsteğmen, İstihbaratçı -Selçuk TURALI

Kıdemli üsteğmen -Alperen GÜNDÜZ

Kıdemli Üsteğmen -Lara AKMAN

Üsteğmen -Kartal AKMAN

Teğmen -Emir KORKMAZ

Asteğmen -Seda AYDIN

Astsubay Başçavuş -Ozan KAYA

Astsubay Üstçavuş -Serkan TÜYSÜZ

Akça Timi; benim arkadaşlarım olmuştu.

“Hem de çok.” dediğimde kıkırdayarak benden ayrıldı ve ciddileşti. Yemekhaneye girdik. Bakışlarım Güvercin Timi’nin oturduğu masaya çevrilirken bakışlarım Mete’nin sırtında kaldı. Kanlı bıçaklı bir düşman gibiydik. Birbirimizi gördüğümüz andan itibaren ilk kaçan o oluyordu.

Benim ona trip atmam gerekirken o bana trip atıyordu.

Pislik.

Selçuk, bir anda önümüze geçip yemek sırasına girdiğinde Alperen elini kaldırıp Selçuk’un ensesine vurdu.

“La bebe, çek şu ayı cüsseni de yemeği görelim.”

O tene vurulmuş şak sesi yemekhanede yankılandığında birçok kişinin, özellikle de Güvercin Timi’nin üzerimizde olduğunu biliyordum. Selçuk, büyümüş gözleriyle Alperen’e baktı ve elini havaya kaldırıp Alperen’e savurdu. Alperen, arkama saklanıp dirseklerimi tutarak geri çekiştirdiğinde gözlerimi devirdim.

“Beyler!” diye bağırdığımda dirseklerimi Alperen’den kurtarıp kaşlarımı çattım.

“Burası gazino değil, yemekhane.” dediğimde ise hiçbir şey olmamış gibi Alperen, yanağımdan bir makas alıp Selçuk’un koluna sarılmıştı. Gülerek kafamı iki yana salladığımda yeniden gözlerimi devirdim.

Kavgaları bitmiyordu arkadaş.

Ömrü hayatımda birbiriyle bu kadar uğraşan iki insan hiç görmemiştim.

Elime tabldotu aldığımda bakışlarımı yemeklerde gezdirdim. Gördüğüm pilavla en köşedeki çorba kasesini aldım ve üfleyerek tabldotun üzerine koyup Güvercin Timi’nin yanındaki masanın üzerine koydum. Alperen ve Selçuk hemen yanımdaki sandalyelere tabldotlarını koyduklarında diğerleri de onların yanlarına geçmişlerdi.

Tam karşıya baktım. “Afiyet olsun.”

“SAĞ OL!”

Gürültülü bir şekilde söylenip sertçe sandalyelerine oturduklarında herkesin bakışlarını üzerimizde hissediyordum. Nasıl ki Güvercin Timi’nden ayrılıp Akça Timi’ne geçtiysem, o günden beri nizami bir şekilde onları eğitmeye devam ediyordum. Her görevde başarılı bir şekilde geri dönüp, tebrikleri kabul ediyordum.

Akça Timi, çoğunlukla beni sinir etse de utandırmamak için elinden geleni yapıyordu.

Yerime oturup çorbamı içmeye başladığımda göz ucuyla Mete’ye baktım. Mete’de yalnızca çorbasını kaşıklıyordu. Gözlerimi devirdiğim sırada Mete’nin boğazını temizlediğini işittim.

“Eyşan yüzbaşı, bugün eğitim odasında biz olacağız. Bilginiz olsun.”

İnna sabirin.

Elimdeki kaşığı sertçe masaya bırakıp arkama yaslandım. Bir haftadan beri sıra bekliyorduk ve bugün benim sıramdı. Mete’ye bakmadan çorbamın içine baktım. Şeytan diyor ki al kaseyi, içindeki çorbayı yüzüne fırlat ama ben sakin bir yüzbaşıydım ve sadece düşünmekle yetindim.

“Bugün bizim sıramız Mete yüzbaşı.”

“Sıranızı sormadım yüzbaşı. Olacağız dedim. Güvercin Timi, kalk!”

Dişlerimi birbirine sürttüğümde tüylerimin ürpermesini umursamadım ve ayağa kalkıp ona döndüm. Ayakta bekleyen Güvercin Timi’ni görmezden gelerek yalnızca Mete’nin yüzüne baktım.

“Benimle düzgün konuş. Ben senin eğittiğin adamın değilim!” diye tısladığımda yerinden beni çıldırtacak sakinlikte kalktı ve gözlerini bana çevirdi. Tüm sakinliğini koruyordu ama hep sinirli bakan ben oluyordum.

“Olamazsın da zaten.”

Hah!

Haspam!

Siktir git!

Mete, arkasını dönüp yürümeye başladığında dişlerimi sıkıp bir adım attım ama bileğime dolanan el beni geri çekti.

“Boş ver uğraşma şununla.”

Selçuk’un sesiyle ateş püsküren bakışlarımı ona çevirdim. El birliğiyle beni delirtmeye devam ediyorlardı. Yumruklarımı sıkıp masaya geri döndüm. Oturmadan gözlerimi kırpıştırıp derin bir nefes verdim.

“Yemeklerinizi bitirin, ardından eğitim odasına geçip beni bekleyin.” deyip hızla yemekhaneden ayrıldığımda karnımın gurultusuyla kaldım. Şerefsiz, pislik yüzünden yemek de yiyememiştim. Ağzını burnunu kırmak istiyor, delicesine tokatlamak istiyordum. Bana yaşattıklarına rağmen hâlâ bakılacak bir yüzü olduğuna dua etmesi gerekirdi.

Odasına girdiğini gördüğümde elimi yumruk yaptım ve hızla peşinden kapıyı ittirip içeriye daldım. Dengesini güçlükle koruyup yanımda dikildiğinde kaşları çatıldı. Soğuk gözlerle bana bakarken dişlerimi sıktım. Etkilenmeyecek kadar gözlerine alışmıştım. Bakışlarını tanıyor ve içinde ne yaşadığını tahmin edebiliyordum. Bana soğuk davransa bile içinde hâlâ bana olan sevgisini taşıyordu.

Bunu birçok kez görmüştüm.

İşaret parmağımı havaya kaldırıp yüzüne salladığımda ifadesizce yüzüme bakmaya devam etti.

“Bir daha beni timlerin önünde küçük düşürürsen, seni mahvederim yüzbaşı.”

Mete, gözlerini devirip arkasını döndüğünde ellerimi sırtına koyup sertçe ittirdim. Dengesini kurmak için ellerini sertçe masaya yaslayıp omzunun üzerinden bana baktı. Ateş püsküren bakışlarıyla doğrulup hızla bana yaklaştığında elleri kısa saçlarımın içine girdi.

“Saçımı bırak!” deyip elimi hızla yukarıya yükselttim ve parmaklarımı saçlarına bıraktım. O beni sağa, bende onu sola doğru çekiştiriyordum.

“Eyşan, saçımı bırak.”

Mete, dişlerinin arasından tısladığında saçlarımın acıyacağını bildiğim halde ona sırtımı çevirdim ve göğsüne yasladım. Elim ensesine gittiğinde hızla omzumun üzerinden onu yere çevirdim. Mete’nin koca cüssesi gürültüyle yere uzanırken saçlarımı bırakmadığı için bende üzerinde yerimi almıştım.

“Eeeh! Yeter be.”

Bir elini sırtıma atıp üniformamı kavradı ve saniyelik hızla üzerime çıktı. Sırtım parkeye değdiğinde saçındaki elim düştü. Ellerimi başımın üzerinde birleştirip tek eliyle tutmaya devam ettiğinde yeniden saçlarımı kavradı ve canımı acıtarak yüzüme eğildi. Bacağımı kaldırıp dizimi kasıklarına geçirdiğimde saçlarımı bırakmadan üzerime devrilip boştaki eliyle acıyan yerine bastırdı. Saç diplerim, bir acının ve kırılmanın izlerini taşıyordu.

“Saçımı bırak artık!” diye bağırdığımda eş zamanlı olarak Mete’de “Dizini sikeyim senin!” diye gür bir sesle kükredi. Kulağım yüksek ses uyarısı verip çınlamaya başladığında elim kaldırıp yanağına tokat attım. Başı yana düşerken daha da çok saçlarıma asıldı. Mete’nin yanağı şakağımdan hâlâ ayrılmamıştı.

“Senin elini sikerim!” diye bağırdığında acıyla inledim. Canım, gerçekten acımaya başlamıştı. Elimi kaldırıp saçlarına daldırdım ve dudaklarımı kulağına yaklaştırdım.

“Bağırma bana!” dediğim sıra diğer elini de saçlarıma daldırdı. Yeniden orasına vuracakken dizini kaldırıp bacaklarımın arasına girdi ve ayaklarını baldırlarıma dolayıp beni kucağına aldı.

Aman aman, neler oluyor?

İç sesim? Sen nereden çıktın amına koyayım?

Elimi kaldırıp yanağına tokat atacakken ellerimi tuttu ama dengesini kaybedip kalçasının üzerine düştü. Kadınlığımın üzerinde erkekliğini hissettiğimde dişlerini sıktı ve dudaklarını boynuma gömdü.

“Hayır.”

Sertçe dişlediğinde çırpınarak omuzlarına vurmaya başladım. Aptal herif, biz ne yapıyoruz Allah aşkına? Bu çok yanlıştı ama her seferinde ve özellikle birkaç gündür bu şekilde birbirimizi dövüp duruyorduk.

Savaşmayın, sev-.

Sus lan, bir sen eksiktin zaten.

Mete’ye bir kez daha elimi kaldırıp tokat attığımda boynumdaki dudakları koptu. Sızlayan boynuma elimi yasladığımda üzerinden kalkmak için hareketlendim.

“Siktir, hareket etme.” dediğinde kafası saçlarımla birlikte öne geldi. Korkuyla durup endişeyle ona bakmaya çalıştım. Ellerini belime koyup dizlerine bastırdı.

“Hareket etme, saçın künyeme dolandı.”

Dişlerimi gıcırdattığımda dişlerini gıcırdattı.

“Yapma şu sikik sesi.” derken elimi boynuna götürüp künyenin açıldığı yeri bulmaya çalıştım. Olduğum yerde doğrulurken başımı eğdim. Nefesini alnımda hissettiğimde yutkunmamak için kendimi sıkıyordum. Elimi ensesinde gezdirmeye başladığımda omuzlarıyla ellerimi sıkıştırdı.

“Yapma.”

Elimi omuzlarına bastırıp indirdim ve olduğum yerde öne doğru kaydım. Nefesini kulağımda hissettiğimde belimdeki ellerini sıktı.

“Eyşan!” diye kükrediğinde altımda büyüyen organı hissettim. Allah’ım rezillik üstüne rezillik yaşıyoruz. Yemin ediyorum ağlamak istiyorum. Utanarak geri çekileceğim sıra Mete’nin boğazı da benimle geldi ve sitemlince ağlak bir mırıltı çıkartıp belimdeki ellerini daha ne kadar sıkabilirse sıktı. Sertçe kendine çektiğinde o noktayı artık tamamen hissetmiş ve biraz daha büyüdüğüne şahit olmuştum. Sanki kalbi orada atıyormuşçasına kadınlığıma çarpıyordu.

Yavaş, sakin ve fısıldayan bir ses tonuyla “Sikeceğim, kurtar artık şu saçı.” dedi. Titreyen ellerime küfür ederek biraz doğrulup ensesine doğru eğildim. Kilidi bulduğumda hızla çıkartıp kendimi üzerinden devirdim. İki saniye soluklanıp ayağa kalktığımda eliyle yerden destek aldı ve ayağa kalktı. Laciverte dönmüş bakışları saçlarımdan sarkan künyeye takıldığında bana adımladı.

Elimi künyeye götürüp sertçe çektiğimde saçlarımdan kopan tutamlar ile künye avuçlarımın arasında kaldı. Göğsüne sertçe vurup künyesini bıraktığımda üç adımda kapıya yaklaştım ve arkamı döndüm.

“Eğitim salonuna biz gidiyoruz.” dedim ve kapıdan çıkıp çarptım.

Hayvan herif.

Elimi enseme götürüp sıvazlamaya başladığımda diğer elimle de boynumu tutuyordum. Öküz, ne olacaktı? Canımı yakmaktan zevk aldığı yetmiyormuş gibi halleniyor. Sapık herif. Oflayarak ensemdeki elimi saçlarıma götürüp saç derimi ovaladım. Birkaç günden beri anlamsızca dövüşüyor ve kendimizi o halde buluyorduk.

Birbirinize aşıksınız, itiraf et artık.

Nereden tüydüğünü bilmediğim iç sesim beni 26 Ocak’tan beri hiç rahatsız etmiyordu. Nedenini bilmediğim bir şekilde bugün yeniden duymaya başlamıştım. Bir an için gözlerimi kapattım. İçimdeki fırtına, kalbimi daha hızlı atmaya zorladı. Kafamın içinde yankılanan sesle boğuluyordum. Bu bambaşka bir şeydi, bir yanda savaş, öbür yanda bir tutam huzur ama bu huzur, belki de en çok acıtan yanımdı.

Ne yapıyoruz? Birbirimizi yok ediyoruz ama bir yandan da aynı şeyi arzuluyoruz. Bu korkutucu ve karmaşık bir oyundu ve ikimiz de bu oyunun içinde kaybolmuş gibiydik.

Mete.

Bu adamı anlamak, bir bulmacayı çözmeye çalışmak gibiydi. Her hamlesi, her bakışı başka bir anlam taşıyor ve bunu bilerek yapıyordu. Duygularımızı birbirine bağlayan bir ip var ve o ip her an daha da geriliyor. Bir an kopacak gibi, bir an daha dayanacak gibi.

Belirsizdi.

Kendimi eğitim salonuna attığımda Akça Timi’nin çalıştığını fark ettim. Lara’nın bakışları beni bulurken elimi kaldırıp onu yanıma çağırdım. Koşarak yanıma geldiğinde bakışları boynuma indi.

“Kızarmış.”

Kafamı sallayıp ellerimi ceplerime soktuğumda önümde durarak gülmeye başladı. Ayağımı kaldırıp ona savurduğumda geri geri koşarak egzersizine devam etti. Üniformanın eteklerini pantolonumdan çıkartıp düğmelerini açmaya başladım. Üzerimden çıkartıp kenara bıraktığımda yeşil kısa kollu atletimle timin arasına katıldım ve kum torbasına sertçe yumruklarımı vurmaya başladım.

“Hayda, Mete yüzbaşı bunları göndermiş ya buraya?” diyen Selçuk’un sesiyle dişlerimi sıktım ve bir yumruk daha attım.

“Bırakın çalışsınlar.” dedikten sonra ardı arkası kesilmeyen yumruklar atmaya başladım.

“Tim, karşıma geçin.”

Mete’nin sesini duyduğumda daha da sert vurmaya başladım. O kadar sert vuruyordum ki bir an için Alperen’in sesini işittim.

“Karşında bir insan olsaydı bitmişti.”

Elim havada kalırken sola doğru yürüdüm ve sertçe yumruğumu ona savurdum. Geriye kaçınıp gardını aldığında ofladı ve bana doğru yumruk salladı. Yumruğundan kaçamadan burnuma yumruk yedim ve yere düştüm. Önceki düşüşlerimde bu kadar canımın acımamıştı. Gözlerimin dolduğunu fark ettiğimde hızla gözlerimi kırpıştırdım.

“Tripkolik, iyi misin?” diye sitemle bana eğildiğinde kafamı iki yana salladım. Ellerim yere yaslı kalırken burnumdan akan kanla doğruldum. Lara, burnuma havlu koyduğunda elinin üzerinden havluyu tuttum. Göz pınarımda bekleyen yaş usulca burnumdan akan kana karıştı.

Selçuk, endişeyle burnuma bakıp “Elinin ayarını sikeyim Alperen!” diye bağırdı ve Alperen’e döndü. Alperen’in korkulu gözleri burnuma bakmaya çalışıyordu.

“Lan Eyşan, iyi misin?” diye sorduğunda elimi ensesine götürüp burnumdaki havluyu çektim ve burnuna kafa attım. Lara’nın çığlığı ile ortamın atmosferi boka sarılmaya başlamıştı. Alperen elini kanayan burnuna götürdüğünde kaşlarımı çattım. Öfkeye yenik düşüyordum. Ben, böyle biri değildim. Alperen’in boştaki eli bana doğru savrulmak üzereyken bir el bileğine sarıldı ve geriye büktü.

“Yavaş.”

Mete, elindeki havluyu Alperen’in burnuna bastırıp ittirdiğinde bakışları burnuma çevrildi.

“Lara, komutanınızı revire götür.”

Lara, koluma girip bana eşlik etmeye başladığında farkında olmadan ruhumun kapısının kilitleri gürültüyle düştü ve oradaki adını bilmediğim bir duyguyu serbest bıraktı. Kalp atışlarımın seslerini zihnimde hissettiğimde artık hiçbir şey, eskisi gibi olmayacaktı.

 

Mete Mert Çakır, Ağzından

Zihindeki yorgun cümleler, en ağır düşüncelerdir.

O düşünceler, ruhumda hiç yerini kaybetmemiş aksine iyice karmaşık bir yola sapmıştı. Ne yapsam geçtiğim yollardan yeniden geçmek zorunda kalmış ve yine başlangıç noktasına geri dönmüştüm. Ben, çıkmaz bir sokaktaydım. Zamanın içinde bir yerlerdeydim.

Bir hata yaptım.

Sevdiğim kadının yarasından vurup belki de hiç kapanmayacak yaranın kabuğunu söküp attım. Attığım yanlış adımın bir karşılığı vardı ve bu karşılık bana o kadar ağır gelmişti ki geri alamıyordum.

Eyşan bana düşman gözleriyle bakıyor, karşımda dikilen o kinli bakışlarıyla yüreğimi paramparça ediyordu. Bunu hak ettim, biliyorum. Onunla geçirdiğimiz her an, her kavga, her anlık öfke, birikerek büyük bir boşluğa dönüştü. O boşluğu doldurmak mümkün değildi.

Çünkü siktiğimin kafası mantıklı karar veremiyordu.

Dilimi kessem elim, elimi tutsam gözlerim bir şekilde ona ulaşıyordu. Baktığı her yerde karşısına çıkıyor ama asla onunla adam akıllı konuşamıyordum. Yanımdan sessizce geçip gidiyordu. Ona karşı duygularımı göstermemeye çalışıp kendimi üzmemek istiyordum ama en çok üzülen yine o oluyordu. Ben ne kadar inatla mücadele etsem de her hatam, bir şekilde aramızdaki duvarı büyütüyordu. O duvarı yıkmaya çalıştıkça daha da güçlü hale geliyordum ama o duvarı aşmanın imkânsız olduğunu bir kez daha yüzüme haykırıyordu.

“Eğitim salonuna biz gidiyoruz.”

Zihnimde çınlayan kadının sesiyle göz kapaklarımı gözlerimin önüne devirdim.

Bu kadının, gerçekten canıma kastı vardı. Son dört gün boyunca her gün, aralıksız bir şekilde bana ya tokat atıyor ya vuruyor ya da saldırmaya çalışıyordu. Resmen evire çevire dövüyordu ve her seferinde farkında olmadan ya ben onun üzerinde oluyordum ya da o benim kucağımda oluyordu.

Ondan uzak durmaya ne kadar çalışırsam çalışayım aramızdaki o görünmez bağ, bizi sürekli bir araya getiriyordu. Yere düşen künyeyi alıp doğrulduğumda künyede kalan saç tutamlarına baktım. Oflayarak masanın üstüne bırakıp alt dudağımı dişledim.

Kadının yine ve yine canını yakmıştım.

Sızlayan parçamla ellerimi üzerine yasladım. Deli kadın, ilerideki çocuklarımızın katili olmak istiyordu. İnleyerek eğildiğimde kapı açıldı ve Caner, hızla kapıyı kapatıp içeriye girdi. Şaşırmış bir şekilde bana bakarken bakışları bir saniyeliğine elimi yasladığım yerde dolandı.

“Ne oldu lan, yine mi kavga ettiniz?”

Dişlerimi sıkıp kafamı salladığımda gülmemek için dudaklarını içe kıvırdı.

“Caner.” diye sitem ettiğimde hafifçe kıkırdadı ve ellerini ceplerine soktu. Yanımdaki koltuğa oturduğunda doğrulmaya çalıştım.

“Oğlum gidip eğitime katılsana.” dediğimde yüzünü buruşturdu. Yüzünde hâlâ alaycı bir tebessüm vardı.

“Eyşanlar kapmış salonu.”

Adını duymamla elimin altındaki Jr. kasıldı. Hızla yayılan bir yanma, sıkışan bir baskı hissettiğimde gözlerimi devirip Caner’e baktım. Şerefsiz, ağlanacak halime otuz diş gülüyordu birde, piç! İki arka dişini ben kırmıştım, ehe. Bu önemsiz anıyla çenemle kapıyı gösterdim; “Ya git, çalışın bir şey olmaz. Hadi çık.” diye bağırdığımda gülerek ayağa kalktı ve kapıyı açıp bana döndü.

“İşe, işe. Ağrısını azaltıyor.”

Bakışlarımı yüzüne çevirdim.

“Denedin mi lan?” diye sorduğumda gözlerinden bir özlem geçti.

“Ah, ah aynısını Lara’da yapmıştı.” diye söylendiğinde kafasını iki yana salladı ve gözlerini uzağa dikti. Sonra bir anda yapmacık bir sinire bürünüp bana baktı.

“Ya üf! Oyalama beni, git işe işte.” dedi ve kapıyı çarpıp çıktı. Sancım kesilmiyor ve zonkluyordu. Ah ulan Eyşan! Resmen gel beni sev diyorsun. Beni affetmesi için canımı bile verirdim ama benimde canım bir yerde acıyordu. Çekip öpsem, ondan sonra dövse eyvallah diyeceğim ama yok.

Kendimi toparlayıp odadan çıktığımda kendimi tuvalete atıp Caner’in dediğini yaptım. Bir nebze gerçekten işe yaramıştı. Ellerimi yıkayıp eğitim salonuna geçtiğimde timin önünde durdum. Kenarda duran havluyu omzuma astığımda ellerimi ceplerime soktum.

“Tim, karşıma geçin.” dediğimde Eyşan, karşısındaki kum torbasına ardı arkası kesilmeyen yumruklarını vurmaya başladı. Bu hayatta Eyşan’ın dokunduğu her şeyi olmak isterdim ama şu an kum torbasının yerinde olmak istemezdim. Alperen dedikleri şu kodumun tipsizi, sürekli olarak Eyşan’ın dibinde bitip duruyordu.

“Karşında bir insan olsaydı bitmişti.” dediğini işittiğimde yumruklarımı sıktım. Sinirle onları izlerken Eyşan, elini ona savurdu. Eyşan’ın yüzüne oflayarak bir yumruk salladığında dişlerimi sıktım. Elini götüne sokmanın zamanı gelmiş. Tam adım atacakken koluma sarılan elle durdum.

“Bırak.” diye usulca Caner’e bakmadan fısıldadığımda Eyşan yere düştü. Yüzü bize dönük değildi ama Lara, omuzlarına bıraktığı havluyu hızla kalkan Eyşan’ın yüzüne bastırdı. Selçuk, endişeyle Eyşan’a baktığında daha çok yumruğumu sıktım.

“Elinin ayarını sikeyim Alperen!”

Alperen, oğlum sikeceğim seni bekle. Kolumu Caner’in elinden kurtardım ve yürümeye başladığımda Eyşan, Alperen’e kafa attı. İçimden zafer nidaları atarken o çocuğun elini kaldırdığını gördüm. Omzumdaki havluyu alıp elim bileğine yapıştığında dişlerimi sıkıp elini geriye yasladım.

“Yavaş.”

Sen kimsin oğlum?

Benim kadınıma el kaldırıyorsun?

Elimdeki havluyu çocuğun burnuna bastırıp ittirdim ve bakışlarımı Eyşan’ın burnuna çevirdim. Soğukkanlılığımı korumaya çalışarak derin bir nefes verdim.

“Lara, komutanınızı revire götür.”

Lara, Eyşan’ın koluna sarılıp götürdüğünde kaşlarımı çattım ve onlar çıkana kadar Eyşan’ın sırtına baktım. Neden sürekli yaralanıyordu? Kalbim ona her zarar geldiğinde duracak gibi oluyordu. Ben bu kadını seviyordum. Ölene kadar da sevecektim. Bedenleri gözden kaybolduğunda kaşlarımı çattım ve Alperen’e dönüp ellerimi yakalarına koydum.

“Komutanına düzgün davran çocuk.” diye tısladığımda gözleri beni buldu. Yeşil gözlerine şöyle iki parmağımı soksam, ‘Ne olabilir ki?’ diye düşündüm. Gözlerine soktuğum parmakları yukarıya doğru ittirip, kafatasındaki olmayan beyninin yerine göndersem?

Güzel olurdu bence.

Caner ve Selçuk, kollarıma girdiğinde Alperen burnuna yaslı havluyu ayaklarımın dibine bıraktı. Tişörtünün yakasına burnundan akan kanı silip bir adım bana yaklaştığında çenesi gerildi.

“Ben çocuk değilim ve bu, onunla benim aramda yüzbaşım.” dedi ve yanımdan ayrıldı. Arkama dönecektim ki Caner ve Selçuk’un elleri yüzünden dönememiştim. Ne dedi, o? ‘Onunla Eyşan arasında?’ Laflara bak sen.

Kimse kusura bakmasın ama öyle aranın amına koyardım.

Böyle bir dünya yoktu. Zaten o çocuğa ayrı bir sinirim vardı. Kaçırıldığını sandığımız gün meğerse oyun oynamışlardı. Yüreğime serptikleri korkunun hesabına soracaktım ama işte özrüm kabahatimden daha büyüktü. Kolumu Caner ve Selçuk’tan ayırdığımda derin bir nefes verdim ve odama doğru ilerlemeye başladım.

Bana doğru yaklaşan Lara’yı gördüğümde kaşlarımı çattım ve yönümü değiştirip karşısına geçtim. Geldiğimi gördüğünde durakladı ve bana baktı.

“Komutanın nasıl?” diye sorduğumda gözlerini devirdi ve gülümsedi.

“Çok kan kaybetmiş yüzbaşım.” dediğinde ifadesiz kaldım ve arkamı ona dönüp odama geçtim. Aklınca benimle taşak geçiyorlardı. Tamam, haklılardı ama ona olan düşkünlüğümün hepsi farkındaydı. Buna engel değildim ama herkes aramızdaki soğukluğu hissedebiliyordu.

Odama girip kapıyı kapattım ve üç adımda sandalyeme yerleştim. Dirseklerim masada yerini aldığında derin bir nefes aldım. Yalnızlığım, beni ürkütüyor ve içimdeki Bozkurt ile baş başa bırakıyordu. Eyşan ile odalarımız ayrılmıştı, yerlerimiz uzaklaşmıştı. Yemekhanede, eğitimlerde ve dışarıya çıktığım zaman onu görebiliyordum. Öbür türlü uzaktık.

Yokluğun içine düşmüş, iki ayrı güçtük.

Oflayarak arkamı yaslandığım sırada kapı çaldı. ‘Gel.’ deyip parmaklarımı kolçağa vururken nöbetçi asker içeriye girdi.

“Yüzbaşım, Barkın Koral, sizi koordinasyon merkezinde bekliyor.”

Kafamı salladığımda asker odadan çıkarken ayaklanıp odadan ayrıldım. Adımlarım merkeze sürüklenirken Eyşan’ın odasından çıktığını gördüm. Göz ucuyla burnuna bakıp çenemi dikleştirdim ve derin bir nefes verirken içeriye girdim. Akça Timi’ni gördüğümde tek kaşım sorgularcasına kıvrıldı. Bunlar neden buradaydı?

Sandalyeme geçip oturduğumda kapı açılıp kapandı. Bakışlarım kapıya çevrildiğinde Eyşan, burnuna takılan peçetelerle karşıma oturup Barkın’a baktı.

“Geçmiş olsun Eyşan, burnuna ne oldu?”

Eyşan, aralı dudaklarının arasından nefes aldığında dişlerimi sıkıp Alperen’e baktım.

“Kapı çarptı.”

Alperen’in bakışları Eyşan’ı bulduğunda kaşlarım alnımın ortasında birleşti. Bakma lan, bakma. Gözlerini oymama çok az kalmıştı. Yanağımın içini dişleyip Barkın’a baktığımda Barkın, kafasını iki yana salladı ve arkasındaki ekrana döndü.

“Evet, artık güncel konularımıza dönme zamanımız geldi.” dediği an ekranda Miran Zafir’in fotoğrafı yansıdı.

“Şahsi meseleler yüzünden bir kenara kaldırdığımız Miran Zafir, sınır dışına kaçtı.” dedikten sonra Eyşan’a baktı. “Çünkü gittik cephanesini patlattık.”

Yüzünde bir sinir kırıntısı vardı. Eyşan’da fazla kalmadan yeniden ekrana baktı ve görüntüyü değiştirdi. Oragon Plazası’nın olduğu bir görseldi ve büyük salonun arkasına bir çaput bağlanmıştı.

“Bu gece Şırnak’ta bir plazada davet organizasyonu var ve sanki kendi topraklarındaymış gibi eğlenecekler. Fransa’dan katılan davetliler, Miran’ın iş yaptığı insanlardan oluşuyor. Hepsini paketleyip etkisiz hâle getirmenizi istiyorum. Hepinize sakinleştirici iğne dağıtılacak.”

“Peki, kimler bu davete katılacak?” diye sorduğunda Eyşan, Barkın’ın bakışları hepimizin üzerinde gezindi.

“Hepiniz aynı anda yola çıkacaksınız ama Güvercin Timi önden girecek. Fazla kalabalık göze batar. Ardından Akça Timi giriş yapacak. Akça Timi, herkesin dikkatini çekecek bir şey yapmalı ve ardından bağladıkları çaputun üzerinden Türk Bayrağımızı dalgalandırmalı.”

Bakışlarım Eyşan’ın gözlerine kaydığında onurla Barkın’a bakıyordu.

“Hiç şüphen olmasın, en iyisini yaparız.” dedi ve ayağa kalktı. Peşinden Akça Timi kalktığında selamını verdi ve bana hiç bakmadan yürümeye başladı. Merkezden ayrıldıklarında küçük bir soluk verip ayağa kalktım.

“Kıyafetlerimizi nereden ayarlayacağız?”

Barkın, gözlerini devirdi. “Hallettim bile. Herkesin odasında hazır bir şekilde bekliyor.”

Kafamı belli belirsiz salladığımda ellerimi masaya yasladım ve ayağa kalktım.

“Hazırlanalım gençler.” dedim ve kapıya yürüdüm. Dışarıya çıkıp yatakhaneye doğru adımlarımı sürükledim. Koridoru döndüğümde Eyşan, odasına giriyordu. Kapıyı açık bırakıp yatakta oturan Alev’in yanına ilerlediğinde odamın kapısını açıp içeriye girdim. Dolabımın üzerine asılmış takım elbiseyi gördüğümde gözlerimi devirdim.

Lacivert takımın içindeki gömleği alıp yatağın üzerine bıraktım. Üzerimdeki üniformayı çıkarttığımda katlayıp kenara koydum ve gömleği aldım. Kollarımdan geçirip önünü iliklediğimde ilk üç düğmesini açık bıraktım. Ceketi üzerime geçirip duvarda asılı olan aynaya baktım. Biraz eğilip saçlarıma şekil verdim ve kapıya ilerleyip kapıyı açtım. Eli havada kalmış Eyşan’ı fark ettiğimde farkında olmadan tek kaşım yukarıya yükseldi.

Gözleri açık olan göğsümde takılı kalırken gözlerini şaşkınca kırpıştırdı. Gülmemek için kendimi zor tutarken hızla hasret kaldığım topraklarını bana çevirdi. Şeytan ‘Çek öp.’ dedi ama atacağı tokatları düşününce bu fikirden hızla uzaklaştım.

“Bir şey mi oldu yüzbaşı?” diye sorguladığımda dolgun dudaklarını yalayıp araladı ama kelimeler akmadı. Kaşları çatıldı ve kafasını yana çevirdi. Dudaklarının arasından mırıldandığında ne dediğini hızla anlayabilmiştim.

“Ne için geldim lan ben?” demiş ve hızla arkasını dönüp odasına girmişti. Yarım ağız gülümsedim. Kalbimin ritmini duyduğumda derin bir iç çektim. Dudaklarım öne büzülürken ıslık çalmaya başladım ve kapıyı kapatıp ellerimi ceplerime soktum. Zihnimde yalnızca tek mısra dilleniyordu.

“İnkâr etme, yalvarırım
Sen de sevdin beni bir zamanlar”

Sevdiğini görebiliyor, hâlâ algılarının ufak bir temas ve bir hareketle dağıldığını biliyordum. Affetmesi için elimden geleni yapacaktım. Odamın önüne vardığımda içeriye girip masama yaklaştım. Silahımı belime yerleştirip telefonumu da sol cebime attığımda derin bir nefes aldım. Araba anahtarını alıp elimde sıktım.

Son kez omuzlarımın üzerini silktim ve kapıya yürüdüm. Kapıyı açtığımda Selçuk’u da eli havada yakaladım. Acaba oda beni gördüğünde diyeceği şeyi unutacak mıydı? Gözlerimi devirip kafamı iki yana salladım. Algılarını kaybeden bir Eyşan olmamıştı. Sağ olsun ki benim aklımı da alıp gitmişti.

“Dinliyorum?” diye mırıldandığımda solumdan bir ses geldi.

“Selçuk, şunu taksana.”

Alperen benimle aynı takımı giymişti ve benim yaptığım gibi üstten üç düğmesini açmıştı. O kadar cüsseli biri değildi. Tek yumruğumda yeri boylardı. Kapıyı kapattığımda elindeki gümüş zinciri Selçuk’a uzattı ve kafasını hafifçe sağa eğdi. Ben niye bu görüntüye maruz kalıyordum arkadaş? Alperen’in gözleri uzağa odaklanıp dudaklarında sinsi bir gülümseme olduğunda baktığı yere baktım.

Ama cidden sikerler.

Eyşan’ın üzerine giydiği lacivert elbisesi, onun her hareketine uyum sağlıyor, göz alıcı bir zarafetle etrafa parıltılar saçıyordu. Bu beni rahatsız ederken dişlerimi sıktım. Etek kısmındaki yırtmaç, her adımında bacaklarını açıkça sergiliyordu. Elbise fazlasıyla cesur ve fazlasıyla dikkat çekiciydi. Sanki bütün dünyanın dikkatini üzerine çekmek için tasarlanmış gibiydi.

Kulağıma gelen bir ıslık sesi tokat misali yüzüme çarptığında gözlerimi Alperen’e çevirdim. Ellerim yumruk yaptım. Seni dövmezsem benim adım da Mete değil oğlum. Sağ gözüm seğirirken Selçuk, Alperen’i geriye çekti.

“Ee, Mete senin araçta bir kişilik boş yer var mı? Eyşan’da seninle birlikte gelecek.”

Kafamı belli belirsiz salladığımda bakışlarım hâlâ Alperen’in gözü üzerindeydi. Avıma kilitlenmiş Bozkurt gibiydim. Ağırlaşmış nefeslerim, burnumu ve genzimi yakarcasına gürültüsünü bedenime bırakıyordu. Sinirim, etimi yakan bir ateşe dönüşmüştü; her bir kasım, her bir damarım gerildi. Her an üzerine atlayabilirdim. Alperen’e bir adım çekildiğimi fark ettiğimde kolumda bir el hissettim.

“Yüzbaşım, geç kalacağız.”

Eyşan’ın sesiyle başımı salladığımda Selçuk, Alperen’i çekiştirmeye başladı. Arkasından bile gözlerim onu kestiğinde burnumdan sinirli bir soluk verdim. İt herif, şansını çok fazla zorluyordu. Birden Eyşan’ın gözlerini gözlerimde gördüğümde çatık kaşlarımı düzelttim. Gözlerimi kırpıştırıp yutkundum.

“Mete, geç kalıyoruz.”

Boğazımı temizleyip elimle ileriyi gösterdim. Ne aklım kalmıştı ne de sabrım. Bütün hepsi beni çıldırtmak için yapıyordu, biliyorum. Çünkü aklı sıra Alperen denen o it herif, benim sabrımı sınıyordu. Eyşan’la aralarında yaş farkı olmasına rağmen bir ara ‘gardaşım’ bile dediğini duymuştum. Allah’ın Ankaralı bebesi, suratının ortasına yumruğumu çaktığımda ne yapacak acaba?

Eyşan, yürümeye başladığında sırtına gözüm kaydı. Sakin ol oğlum, sakin Mete. Lan bu elbisenin sırtı nerede!

Sakinleş ve derin bir nefes bırak.

Hrr.

Eyşan, dışarıya çıktığında üfleyerek elimdeki anahtarın varlığını hatırladım ve uzaktan kilidi açtım. Arabanın farları yanıp söndüğünde ön kapıyı açtım ve Eyşan’ın binmesi için kapıyı açtım. Gözlerimin önünde serilen göğüsleriyle yanağımın içini dişledim. Allah’ım daha ne kadar sinirleneceğim?

Eyşan, arabaya bindiğinde kapıyı kırarcasına ittirdim. Dört büyük adımla kendi tarafıma geçip kapıyı kapattım. Anahtarı yuvaya takıp el frenini indirdim. Bu geceyi kazasız belasız bitirirsem bir o kadar iyi olacaktım. Sağ elimi yandaki kolçağa yaslayıp sol elimle arabayı park yerinden çıkarttım.

“Kemerini tak.”

Sikeyim sesim bile sinirli çıkmıştı.

Sakin ol oğlum.

Sakin ol, Bozkurt.

Hrr.

Göz ucuyla Eyşan’ı izledim. Hayret, dediğimi ikiletmeden yerine getirmişti. Zaten aklı varsa dediğimi yapardı yoksa cinnet geçirmeme az kalmıştı. Bakışlarımı yola çektiğimde oflayarak gergince alt dudağımı ısırdım. Camın önündeki sigara paketinden bir dalı sürükleyip paketi dudaklarıma yaklaştırdım. Dişlerimle dalı dudaklarımın arasına sıkıştırıp paketi öne fırlattım. Sağ kolumun altındaki kolçağı kaldırıp zippomu aldım ve yakıp yerine koydum.

Ciğerlerime dolan zehirli duman bile sinirimin geçmesine engel olamıyordu. Sağ elimin parmakları arasında tutmaya devam ederken sol elimle direksiyonu sıktım. Bir hata ya, bir hatanın nelere sebep açtığı, yanımdaki kadını benden nasıl uzaklaştırdığını hâlâ kabul edemiyordum.

Gergince gaza basarken bedenimi öne kaydırıp dudaklarımı sağ elimdeki sigaraya yaklaştırdım. Eyşan’ın beni izlediğini adım kadar iyi biliyordum ama ona bakacak olursam Allah şahidimdi ki bedenini bedenime yapıştırıp bırakmazdım.

Sigaranın külü elimin üzerine devrilip herhangi bir yere savrulurken sigarayı dudaklarıma sıkıştırıp sağ elimle direksiyonu tutmaya başladım. Yanımdaki cam, silik bir şekilde açılırken sigarayı fırlattım. Cam yeniden yukarıya tırmandığında sol dizimi direksiyona bastırdım. Hızla torpidoya uzanıp kendime çektim. İçindeki parfümü alıp doğruldum. Hâlâ direksiyon kontrolü bendeyken parfümden üç fıs sıkıp yerine fırlattım ve torpidoyu sertçe kapattım.

Oflayarak ellerimi direksiyona uzattım ve sertçe sıktım. Oraya ne kadar hızlı bir şekilde varabilirsek benim iyi bir o kadar iyi olacaktı.

 

Yazar, Ağzından

Davetin düzenlendiği plaza, Şırnak’ın en yüksek binasıydı. Katıldığı yerel geleneklerin ve savaşın ortasında modern bir ada gibi yükseliyordu. Girişte uzun süren güvenlik kontrollerine rağmen içeri adım atan herkes, zengin bir ihtişamla karşılaşıyordu. Kristal avizelerin altında yankılanan klasik Fransız müziği, Miran’ın Fransa’dan gelen iş ortaklarını etkilemek için seçilmiş gibiydi.

Mete ve Güvercin Timi, otoparktan sessizce sızarken kulaklıklarındaki iletişim sesi dikkatlerini topladı. Üst katlardan yükselen kahkahalar ve bardakların şıngırtısı kulaklarına kadar ulaşıyordu. Eyşan, durduğu köşeden yukarı baktı. Perdeler yarı açık, ışıklar davetlileri bir sahne oyuncusu gibi ortaya koyuyordu. Görevden önce bir an için bu ironiyi düşündü. Bir gün Türk topraklarında, kimsenin bu kadar rahat olmayacağını kanıtlamaları gerekiyordu.

Davet salonunun köşelerinde yer alan iki uzun masa, birbirine paralel bir şekilde konumlandırılmıştı. Masalardan biri, Miran’ın iş ortaklarının yer aldığı görkemli bir ziyafeti andırıyordu. Masa, kristal kadehler, altın yaldızlı tabaklar ve özenle yerleştirilmiş çiçek aranjmanlarıyla ışıldıyordu.

Yuvarlak masaya konumlanan Güvercin Timi ile Mete, gergince şakağını kaşıdı ve sol elini masanın üzerine koydu.

“Görüntü net mi?” diye sordu Mete. Kulaklıktaki sesler, operasyona hazır olduklarını bildiriyordu. Akça Timi henüz içeri girmemişti; planın dikkat dağıtıcı kısmını onlara bırakmışlardı. Eyşan, derin bir nefes alıp güvenlik kameralarını kontrol etmekle görevli Caner’e sinyal gönderdi.

Üst katlarda, Miran’ın iş ortaklarından biri, bir kadeh şarap eşliğinde konuşuyordu.

“Buralar ne kadar tehlikeli görünse de iş potansiyeli inanılmaz. Miran sayesinde buranın altın madenleri gibi bir gelir kaynağı var.”

“Evet,” diye cevapladı diğer davetli, “Ama bu kadar rahat olmamız biraz şüpheli değil mi? Miran her zaman temkinlidir.”

Lara’nın sesi kulaklıktan Eyşan’a yankılandı. “Türk Bayrağı hazır, artık çıkabiliriz.”

Eyşan, gergince ellerini sıvazladı ve soldan gelen Kartal ve Lara’yı izledi. Kol kola önlerine geçtiklerinde yanındaki Alperen’e baktı. Gülümsemeden edemediğinde kafasını iki yana salladı. “Valla Selçuk seni götürmeseydi Mete üzerine atlayacaktı, biliyorsun değil mi?” diye fısıldadı. Eyşan’ın bu dediğine Alperen, gülerek ona baktı.

“Altıma sıçtım kızım. Adamın alnındaki damardan yumruk yedim lan! Zaten sinirlenmesi için yapmıştım ama hakkı vermem lazım, Peygamber sabrı varmış Mete’de. Sana soğuk baksa da davransa da hâlâ seni seviyor. Sen de bunu biliyorsun değil mi kardeşim?”

Eyşan, bir an için iç çekti. Sözlerin ağırlığı kalbinde bir yere saplanmış gibiydi. Önde yürüyen Lara ve Kartal’a baktı.

“Bilmez olur muyum Alperen. Sevgimiz yüzünden bu hallere düşmedik mi zaten?” dedi ve Alperen’in uzattığı kola girdi. Yürümeye başladıklarında artık operasyon başlamıştı. Salonun içindeki hava, kristal avizelerin parlaklığına rağmen karanlık bir gerginlik taşıyordu.

Bu sırada Mete, gözlerini masanın etrafındaki her ayrıntıya odaklamıştı. Kahkahalar ve çatal-bıçak seslerinin altındaki ince tehditleri sezinliyordu. Kaçış noktalarını, olası riskleri ve acil durumlarda yapılması gerekenleri zihninde bir bir sıralıyordu. Onun için bu yalnızca bir görev değil, aynı zamanda Eyşan’ı ve timi sağ salim çıkarmanın sorumluluğuydu.

Eyşan, Alperen’in kolunda salona adım attığında, Mete’nin gözleri anında onlara kaydı. O an her şey bir anlığına durdu. Lara ve Kartal’ın sahte tebessümleriyle yürüyüşlerini, davet masalarından yükselen kahkahaları duymuyordu artık. Tek gördüğü şey, Eyşan’ın Alperen’e koluna girmiş halde ona doğru yaklaşmasıydı.

Mete’nin gözleri istemsizce kısıldı. İçinde bir yerde kıskançlık, sessiz bir öfke gibi yükseliyordu. Alperen’in Eyşan’a bu kadar yakın olması sinirlerini geriyor, zihnindeki planların üzerine bir gölge gibi düşüyordu. Oysa biliyordu, bunun bir görev gereği olduğunu ama mantığı bu durumu kabul etse de kalbi başka türlü hissediyordu.

“Derin bir nefes al,” diye kendi kendine fısıldadı ancak göğsüne oturan baskı, bu kadar kolay gitmeyecekti. Karşısındaki yuvarlak masaya yaklaştıklarında Alperen, sandalyeyi çekti ve Eyşan’ın oturmasını bekledi. Alperen, Eyşan sandalyeye oturduğunda sol elini cebine soktu ve çaprazında beliren garsonu yanına çağırdı. Cebindeki banknotu garsonun cebine sıkıştırdı.

“Bond Shine'dan, Libertango.” dedi ve gülerek garsonun omzuna vurup geri çekildi. Mete, Alperen’in Eyşan’a eğilerek bir şeyler fısıldamasını gördüğünde, Mete’nin çenesindeki kaslar istemsizce sıkıldı. ‘Ne konuşuyorlar? Neden gülüyorlar?’ diye düşündü.

O sırada ise Alperen, “Eyşan, müzik birazdan başlayacak.” dedi ve Eyşan’ın yanındaki sandalyeyi yan çevirip ona bakacak şekilde oturdu. Alperen için Eyşan, kız kardeşten öte değildi ve olamazdı. Bu koca oğlanın eline ipleri vermeye çalışıyordu ve yolun sonunda dövüleceğini bile bile bu hareketlerinden vazgeçmeyecekti.

Mete gözlerini kaçırmaya çalıştı ama kaçış yoktu. Zihni, istemsizce geçmişe gidiyordu. Eyşan’la birlikte oldukları günlerde, onun kendisine baktığı o yumuşak bakışları hatırlıyordu. Şimdi ise bu bakışların Alperen’e çevrildiğini görmek, onu bir an için savunmasız hissettirmişti.

Tam bu sırada Alperen’le göz göze geldi. Alperen’in yüzündeki hafif gülümseme, Mete’nin kıskançlık ateşine biraz daha odun attı. Mete, ‘Bilerek yapıyor, aptal değilim.’ diye düşünmesine rağmen elleri istemsizce sıkıldı ancak hemen ardından, derin bir nefes alarak yüzünü ifadesiz bir hale getirdi.

Eyşan, Mete’ye kısa bir bakış attı. Bakışları, Alperen’le paylaştıkları hafif tebessümden uzak, sert ve kararlıydı. Bu, Mete’nin içindeki karışık hisleri daha da artırdı. Bir an için ona adım atmak, bir şey söylemek istedi ancak zamanın ve yerin yanlış olduğunu biliyordu. Şu an tüm duygularını bir kenara bırakması gerekiyordu.

(Lütfen ne olursa olsun, şarkıyı açarak okumaya devam edin.)

Balo salonunun büyüleyici ışıkları altında Bond Shine'ın, Libertango parçası yankılanmaya başladı. Alperen, boğazını temizledi ve Eyşan’ın elini tutup masadan kaldırdı, etrafında döndürerek sahnenin ortasına çekti.

Görev için buradaydılar ve bu dans, sahte bir zarafetin maskesi altında bir dikkat dağıtma hamlesiydi. Selçuk’un talimatıyla Akça Timi'nden Lara ve Kartal da onlara eşlik etmek üzere piste çıktı. Onlar dans ederken spot ışıkları yalnızca onların üzerinde kalmıştı. Selçuk ve diğerleri masalarda biriken davetlilere belli belirsiz bir şekilde bayıltıcı etkili kokteyller sunuyorlardı.

Eyşan ve Alperen’in adımları kusursuzdu; birbirine temas eden ellerde soğuk bir profesyonellik vardı. Ne samimiyet ne de duygu; sadece görev bilinci. Eyşan, Alperen’in yönlendirmesiyle dönüyor, sert dönüşlerde dengesini kolayca sağlıyordu. Yüzünde bir poker oyuncusunun maskesi vardı. Alperen ise gözlerini çevredeki tehdit unsurlarından ayırmadan adımlarını belirliyordu.

Pistin diğer ucunda Lara ve Kartal, enerjik ve uyumlu bir şekilde dans ederek dikkatleri üzerlerine çekiyordu. Lara, sahte bir kahkahayla Kartal’ın kulağına eğilip bir şeyler fısıldadı; bu, masadaki davetlilerin ilgisini tamamen onlara yöneltti.

Bir köşede, Mete sıkılmış yumruklarıyla oturuyordu. Gözleri, dans pistinde kusursuz bir uyum içinde hareket eden Eyşan ve Alperen’deydi. Eyşan’ın Alperen’in elinde dönerken ki hali, Mete’nin dişlerini sıkmasına neden olmuştu.

Tam yerinden kalkmaya niyetlendiğinde, Selçuk bir anda kolunu tuttu. Gözleri keskin ve uyarıcıydı.

"Ne yapıyorsun?" diye alçak bir sesle sordu.

"Bu saçmalığa daha fazla katlanamayacağım," dedi Mete, çenesini sıkarken.

Selçuk, gözlerini kısarak karşılık verdi. "Görevdeyiz. Otur yerine Mete.”

Mete’nin nefesi hiddetle kabarıp indi ama Selçuk’un otoriter bakışları, daha fazla ileri gitmesini engelledi. Gergin bir şekilde sandalyesine geri oturdu, elleri hâlâ titriyordu.

Bu sırada müzik zirveye çıkmış, Eyşan ve Alperen dansın finaline yaklaşmıştı. Alperen, Eyşan’ı bir kez daha döndürüp aniden kendisine doğru çekti. Aralarındaki mesafe neredeyse yok olmuştu ama yüzlerindeki ifade taş gibiydi.

Son nota çaldığında herkesin gözleri onların üzerindeydi. Arkalarında duran çaputun üzerine gürültülü bir kumaş savrulması duyuldu. Alperen, Eyşan’ı döndürüp yere doğru eğdiğinde Eyşan’ın bacağı Alperen’in bacağının yanında asılı kaldı. Arkalarında çaputun üzerine inen Türk Bayrağı ile doğruldular.

Işıklar yandığında gerçekler göründü. Mete’nin oturduğu masa haricindeki herkesin kafası masaya yaslanmış bir şekilde bayıltılmışlardı. Selçuk, belindeki silahı çıkartıp Mete’nin arkasında oturan kişilere doğrulttu.

“Qu'est-ce qui se passe!” (Ne oluyor!)

Mete, ağırca ayağa kalktığında eli belindeki silaha uzandı. Bu şerefsizler yüzünden kadını, başka kollarda dans etmek zorunda kalmıştı. Bunun hıncıyla arkası dönük adamın ensesine namluyu bastırdı. Tam ateşlemek istedi ki ondan önce başka bir silah sesi duyuldu.

“Adam sizi vuracaktı!” diye bağırdı, Osman. Mete, dişlerini sıkıp elindeki silahın dipçiğini önündeki adamın kafasına geçirdi.

“Vay, vay, vay!”

Bir anda arka planda yüksek bir ses duydular.

“Demek, Türklerde burada? Peki, ya komutanınız, o nerede?”

Miran Zafir, Hayalet Çoban lakabının anlamı onlara göstermişti. O, burada olmasa bile sesiyle konuya dahil olmayı başarmıştı.

“Eyşan yüzbaşıyı göremiyorum çocuklar, bana onu bulun.” dediğinde Mete, Selçuk’un koluna konmuş eliyle ona döndü.

“Eyşan’ı götür buradan. Çatışma çıkarsa onu koruyamayız.” dedi ve Mete’nin arkasına baktı. Alperen, Eyşan’ın arkasından herhangi bir tehdide karşı silahıyla tetikte beklemeye başladığında Mete, Eyşan’a eliyle karşıdaki ara boşluğu gösterdi. Alperen, iki adımla Mete’nin yanına geldi.

“Yürüyün, sizi koruyacağım.” dediği an Mete sol elini Eyşan’ın beline koydu ve yürütmeye başladı. Üçü birlikte karşıdaki ara kapıdan geçtiler. Karşısına koşarak biri çıktığında Mete, silahını kaldırdı ve bir el ateş etti. Büyük adımlarla devrilen adamın yanından geçip otoparka indiler.

Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından

Kulağımda şeytanın sesi dolaşıyordu. Söylediği her sözcük beynime işliyor ve beni yönlendiriyordu. Bir masal kitabının görüntüsü, zihnimin en ücra köşesinde açıldı. Sayfaları kendiliğinde çevrildiğinde bir el yazısıyla yazılmış yazı ortaya çıktı. Havaya yükselen kan kokusu ciğerlerimi doldurdu.

Kan kokusu...

Sayamadığım kez ölümü tatmış bir kadının, bedenindeki ağır kokuydu. Ruhundaki izlerin bedene vurmuş haliydi. İnsanın ciğerlerini solduracak kadar ağırdı. Her nefes alışımda kokusu ruhuma kazınıyordu. İçimde birikmiş yılanın zehrine, o kadının kanı panzehir olmuştu. İçimdeki şeytan 'Onun için üzülme.' cümlesini ruhumun duvarlarına kazıdı. Eskiden orada yaşayan kadının bedenini artık yazılar esir almıştı.

Eyşan.

Ruhunda ölen bir kadının yasını tutamayacak kadar aciz ama bir o kadar cesur kadının adı şimdi buydu.

Tehdit altındayım. Sürekli olarak tehdit ediliyorum. Akça Timi’ne geçme sebeplerimden en büyüğü ise de bununla yetersiz kalıyordu. Tek istediğim adımın dosyalardan silinmesi ve canım için bir başkasının canı yanmamasıydı. Beni bulsalar bile kimseye zarar vermemeleriydi.

“Bin.”

Mete’nin kapıyı açmasıyla arabaya geçtim. Sert bir şekilde kapıyı suratıma çarpar gibi kapatıp kendi tarafına koşturdu. Sinirliydi ve bunu saklamaktan hiç çekinmiyordu. Onun bu hali beni hem öfkelendiriyor hem de aklımı karıştırıyordu. Bazen, özellikle dans ederken, göz ucuyla baktığımda Selçuk olmasaydı aramızdaki gerginliği herkesin fark edeceğinden korkuyordum. Mete’nin bakışları o kadar tehditkârdı ki, Alperen’i oracıkta yok etmeye karar verecekmiş gibi hissediyordum.

Motor homurtusuyla birlikte hızlanmaya başladık. Geriye takılan arabayla sırtım koltuğa yapışınca hemen emniyet kemerine uzandım. “Aptal adam, başkası değil, sen öldüreceksin beni,” diye kendi kendime mırıldandım.

“Biraz yavaş olur musun?” dedim, sabrımı zorlayan bir sesle.

O ise bir anlık bakışıyla beni susturdu. Çenesini sıkmış, gözlerinden adeta alevler fışkırıyordu. Gözlerini yoldan çekip dikiz aynasına çevirdiği anda daha büyük bir gerginlik hissettim.

“Takip ediliyoruz,” dedi, sesi bir buzdolabı kadar soğuktu.

Hemen sağ aynaya eğildim ve arkadaki aracın plakasına göz attım ama ne olduğunu anlayamadan, “Sıkı tutun,” dedi. O an bedenim, emniyet kemerine rağmen sağa savruldu. Güçlükle kapının üstündeki tutamağa yapıştım.

“Mete, bizi öldürmeye mi çalışıyorsun?” diye bağırdım, korku içindeydim.

“Hayır,” dedi, gözleri hâlâ yolda. Ellerini direksiyonda sıkarak, “Kurtarmaya çalışıyorum,” diye ekledi.

Birdenbire direksiyonu tek eliyle kavradı ve diğer eliyle camın önündeki silahını aldı. Cam yanımda hızla aşağı inerken beni hiç beklemediğim bir şekilde enseme bastırıp kendine doğru eğdi. Yanağım istemsizce bacağına yaslanmıştı. Gözlerim kocaman açılmıştı ama ne olduğunu anlamaya fırsat bulamadan bir silah sesi kulaklarımı sağır etti.

Mete’nin eli bu kez sertçe gerdanıma bastırdı ve koltuğuma geri itti. Nefes almaya çalışırken bir yandan da neden bu kadar sert olduğunu anlamaya çalışıyordum. Ani bir hareketle emniyet kemerini önüme doğru çekti ve bağladı. Gözlerim yanımdaki cama kaydı. Sağdaki araç bir ağaca çarpmıştı.

“Nereye gidiyoruz? Bu yol askeriye yolu değil,” dedim, daha fazla dayanamayarak.

Mete, sol eliyle direksiyona daha sıkı tutundu. Çenesini sıkarken, “Seni bana götürüyorum yavrum,” dedi.

Beynime bir ateş düşmüş gibi hissettim. Ne demekti bu?

“Saçmalama. Hemen geri dön,” diye emrettim ama o, tüm sakinliğiyle sigarasını çıkarıp dudaklarına yerleştirdi. Ateşlediği sigaradan ilk nefesi alırken sanki olan biten hiçbir şey umurunda değilmiş gibi davrandı. Dumanı yüzüme doğru üflediğinde ise dayanamayarak sinirle homurdandım.

“Askeriyeye gidiyoruz dedim!”

Gözlerini yoldan bir saniyeliğine çekti, yanımdaki camdan sigarasını dışarı fırlattı ve “Hayır,” dedi, aynı sakinlikte.

Dişlerimi sıkarak sustum, içimdeki her cümle, boğazımda birikip kaldı. Bu anı uzatmak, ona karşı bir şeyler söylemek hiç fayda etmeyecekti. Patika bir yola saptığımızda araba daha fazla sarsılmaya başladı. Ellerim istemsizce kapının koluna yapıştı.

Direksiyon başındaki o gerginliğini hissedebiliyordum. Öfkesi, yer yer bir korkuya dönüşüyor ama daha çok onu gizlemeye çalışıyordu. Öfkeli sakinliği, her geçen saniye beni daha çok çıldırtıyordu. Ona karşı hissettiklerime karşı, onun saklamaya çalıştığı korkuyu hissedebiliyordum. Her şeye hâkim olan o soğuk duruşum da beni zorlayıp duruyordu.

“İn.”

Yanımdaki camın kapanmasıyla birlikte, aniden arabadan fırladım ve kapıyı sertçe çarptım. Derin bir nefes alıp, bakışlarımı karşımda duran eve çevirdim. Bu ev, bir şekilde her şeyin kökünü, her bir karanlık sırrı saklıyordu ve o eve yaklaşırken bir an bile geri adım atmak istemedim.

Ayaklarımdaki topukluya hiç ama hiç güvenemiyordum. Arabaya tutunarak birkaç adım attım. Kaputun önüne gelince, yere bastığımda bir adım daha attım ama Mete hızla öne doğru eğilip, belimden kavrayarak beni omzuna attı. Dudaklarımdan kopan çığlık, ormanın derinliklerine yankılandı, sanki her şeyin bir yankısı vardı. Yumruklarımı sırtına geçirdiğimde, sarsıntılarla boğuşan bu yolculukta, her şeyin kontrolden çıkmak üzere olduğunu hissettim.

Mete, "Bağırma." diye tısladığında, kalçama şaplak attı. Gözlerim irice açıldı, bir an bile daha fazla dayanamayacakmışım gibi hissettim. Gözlerim, şoktan sonra keskin bir şekilde büyüdü. Kalçama yaptığı o şaplak, sadece vücudumu değil, kafamı da sarsmıştı. İçimdeki tüm duygular bir anda patlayacak gibi oldu ama bir şekilde kendimi tutmaya çalıştım. İçimden bağırmak istedim ama sesimi çıkaramadım. Diğer tarafta ormanın derinliklerinden gelen rüzgârın uğuldaması dışında hiçbir şey yoktu, sadece Mete'nin soğuk, keskin tavrı vardı.

Kıskandığını ve soğukluğunu belli ederken asla ama asla bana olan sevgisini belli etmiyordu. Alperen, beni gördüğünde gülümsediğinde üzerimde gezdirdiği bakışları ve Alperen’e geri döndüğümde ise kaş göz yapıp ıslık çalışındaki bakışı asla unutamayacaktım.

Resmen alnında bir damar belirmiş ve Alperen’i hayallerinde dövmüştü.

Ona karşı çıkmak, ona karşı durmak ne kadar anlamsızdı ne kadar boşunaydı ama işte, o da farkındaydı. Zayıf olduğumu biliyordu. Her adımda, her saniyede bana olan gücünü biraz daha hissettiriyordu. Sadece ondan kaçmak, uzaklaşmak istiyordum ama aynı zamanda tam tersi bir şey vardı içimde. Onu daha çok görmek, her hareketini anlamak, her tavrını çözmek…

Bunu kabul etmek, kendime bile itiraf edemediğim bir karmaşaydı.

Mete, kapıyı açıp belimi sıkıca kavrayarak beni yere doğru çektiğinde, nefesim bir anlığına kesildi. Yalnızca göğsümün derinliklerinden gelen hızlı nefes alıp vermem duyuluyordu. "İçeri gir," dedi, sesi sert ve netti.

Gözlerim, eve doğru kayarak, adım atmamı engelleyen bir tür boşluk yaratıyordu ama aynı zamanda, bir adım atmam gerektiğini biliyordum. Bu ne kadar zor olursa olsun ne kadar direnmeye çalışırsam çalışayım, girmek zorundaydım. İçeriye girip adımladığımda anahtarı çıkartıp kapıyı kapattı.

Bir yandan içimdeki bu karmaşa beni yavaşlatıyor, bir yandan da her şeyin bu karanlık evde çözülecekmiş gibi hissettirmesi bana başka bir çıkış yolu bırakmıyordu.

Evde loş bir parlaklık saklıydı. Yanındaki düğmeyi döndürdüğünde loş parlaklık daha da evin içini aydınlatmaya başladı. İlk fark ettiğim şey, içeriye yayılan sıcaklık ve huzurdu. Soğuk hava dışarıda kalmıştı; burası, sanki zamanın yavaşça aktığı bir dünya gibiydi. Etrafıma baktığımda, her şey düzenli ve özenle yerleştirilmişti. O kadar derli topluydu ki, sanki burada bir yaşam vardı ama o yaşamın izleri de tamamen sakin ve huzurluydu.

Gözlerim, önce duvarda asılı olan fotoğraf çerçevelerine takıldı. Çerçeveler zarif bir şekilde yerleştirilmişti ve içlerinde güler yüzlü insanların olduğu, sıcak anıların yer aldığı fotoğraflar vardı. Çerçevelerin metalik yapıları, ışığın altında parlıyor, her bir fotoğrafın arkasındaki anı çağrıştırıyordu. Her bir yüz, bir hikâye fısıldıyordu; bunlar buraya ait, bu evin sahiplerinin izleri gibiydi. İçimden, her bir fotoğrafın bir parça hayat taşıdığını düşündüm.

Birkaç adım attıktan sonra, dikkatimi çeken bir diğer şey de şaraplık oldu. Raflarda sıralanmış şarap şişeleri, düzenli ve tertemizdi. Etiketleri netti, şişeler üzerindeki toz zerrecikleri dahi yoktu. Bir köşede, ışığın hafifçe vurduğu bir şişe şarap dikkatimi çekti; kapağının altı neredeyse hiç dokunulmamıştı. Burası, yıllarca süren bir özen ve düzenin yeriydi.

Önümde büyük bir şömine vardı. Taşlardan yapılmış bu şömine, hiç kullanılmamış gibi duruyordu ama bir o kadar da davetkar bir havası vardı. Her şey, o anki sessizliğin içinde huzurlu bir şekilde yerli yerine oturmuştu. Odada hala, belki de bir zamanlar yakılmış ateşin izleri vardı ama şu an, sadece soğuk taşlar ve sabırla bekleyen odunlar vardı. Her şey yerli yerindeydi.

Mete, yanımdan geçerken üzerindeki ceketi hızla çıkarıp koltuğa bırakmıştı. O hareketin ardından, hiç vakit kaybetmeden şömineye yöneldi. Dizdiği odunları dikkatle yerleştirirken, yüzündeki soğuk ifade, evin havasıyla bir nebze yumuşamış gibiydi. Kibrit kutusunu aldı ve dikkatlice, metal kenara sürtüp ateşi yakmak için harekete geçti. Alev, kutudaki dalı aydınlatınca, bir an gözleri gözlerimle buluştu. Hiçbir şey söylemeden kutuyu olduğu yere fırlattı ve köşedeki çıra ile ateşi büyütmek için son bir hamle yaptı. Odunların arasına bırakıp doğrulurken, tek bir bakışla sakinleştiğini fark ettim.

Yorgun bir şekilde koltuğa doğru yöneldi, krem rengi koltuk ona alıştığı bir sığınak gibi görünüyordu. Kendini rahatça yere bıraktı, ellerini uyluğunun üzerine yasladı ve gözlerini kapadı. Birkaç saniye boyunca sessizlik içinde, sadece şöminenin çıtırtıları duyuluyordu. Geriye doğru yaslanarak kafasını koltuğa koydu, sanki tüm dünyadan kopmuş gibiydi.

Bir süre sonra, sessizliği bozan sesiyle beni tekrar geriye çekti. "Otur," dedi ama bu seferki ton yorgunluktan başka bir şeydi. Öfkesi, sanki o anın içinde erimişti. Duyduğum ses, kulağımda sadece bir rahatlama ve huzur bırakıyordu. Bu kez, bana seslendiğinde içinde bir çeşit sakinlik vardı.

Birkaç adım geri atıp, odanın kenarındaki diğer koltuğa yerleşirken, kalbimde bir tuhaflık vardı. Gözlerim, onun yorgun ama huzurlu haline kaydı ve ben de onun etrafındaki sıcaklık gibi, biraz olsun rahatlamaya başladım. Ayaklarımdaki topuklu ayakkabıyı çıkarttığımda bakışlarım istemsizce Mete’ye çevrildi.

Yaslandığı yerde sürekli ağzının içini dişler bir hali vardı.

Kudur köpek.

Boğazımı temizleyip bacak üstüne attım ve kollarımı göğsümde bağladım.

“Bizi buraya getirdin ama ben ne giyeceğim?” diye mırıldandığımda rahatını bozmadan gözlerini açtı ve ardından kafasını iki yana sallayıp koltuktan kalktı. Bakışlarını bana çevirmeden kapının yanındaki merdivenden yukarıya çıkmaya başladı. Bedeni kaybolduğunda gözlerimi devirdim.

“Hödük.”

Karnımın guruldamasıyla dişlerimi sıktım ve yanaklarımı şişirdim. Salak adamın peşinden gideceğim diye aç kalmıştım. Damağımı şıklatıp açık mutfağa ilerledim. Elim buzdolabının kulpunda asılı kalırken düzenli olması şaşırtıcıydı. Acaba burayı kendileri mi temizliyorlardı?

Gözlerimi devirdim.

“Bana ne canım?” deyip buzdolabını açtım. Gördüğüm et, tavuk ve peynirlerle karnımın bir kez daha guruldamasını işittim. Yanağımın içini dişleyip paketlenmiş eti aldım ve arkamdaki tezgâha bıraktım.

“Aç köpek.”

İç sesimle istemsizce gülümsediğimde arkamda bir sıcaklık hissettim.

“Dolaba bakarak niye gülüyorsun?”

Mete’nin sesiyle irkilerek elimi arkaya savurduğumda bileğim hızla kavrandı.

“Elini sevdirtme bana, çekil. Git, çıkarttığın etleri hazırla.” dedi ve tezgâhın önüne çekiştirdi. Ellerim tezgâha yaslı bir şekilde kalırken gözlerimi kırpıştırdım. Sakin oluyoruz ve düzgünce yemeğimizi yiyoruz.

“Ondan sonra da sev-.”

Paketi açmaya başladım.

“Tavalar nerede?” diye sorup Mete’ye baktım. Eliyle üst dolabı gösterdiğinde paketi kenara kaydırıp arkamı döndüm. Dolabı açıp tavayı aldım ve geri döndüm. Mete, hâlâ buzdolabının içinden salata malzemesi çıkartmaya çalışıyordu. Ellerindeki malzemeleri bırakmadan buzdolabını kapatıp öne atıldı. Arkamdan sert bir çarpma sesi geldiğinde omzumun üstünden arkama baktım.

Mete, benim açık bıraktığım dolaba kafasını vurmuştu.

“Eyşan!” diye kükrediğinde gülmemek için dudaklarımı yalayıp önüme döndüm. Isırarak dudaklarımı içe yuvarladığımda başımı eğip etleri soslamaya başladım. Yaa, öyle kafanı vurursun işte, salak. Hiçbir şey söylemeden hazırladığım etleri tavaya koyup arkamı döndüm ve ocağa yürüdüm. Altını kısık açıp tavayı üzerine bıraktığımda elimi yana yaslayıp yüzüne baktım. Alnının köşesi hafifçe kızarmış ve şişmişti.

“Yazık değil mi adama?”

“Beter olsun.”

Bakışları bana çevrildiğinde sinirle gülmeye başladı. Kahkaha attığında kaşlarımı çattım ve yüzünü izledim. Bu manyak niye gülüyordu? Elindeki salata malzemelerini tahtanın üzerine bıraktığında yumruğunu dudaklarına götürdü ve ısırdı.

“Ah!” diye bağırdı ve sol elini sertçe tezgâha yaslayıp yumruk yaptığı elini çekmeceye götürdü. Açıp içinden bıçağı çıkartıp tahtanın üzerine koydu ve kaşlarını çatıp sağ elini tahtanın yanına yasladı. Çekmeceyi kasıklarıyla ittirip tezgâha yaklaştı.

“O hareket, Allah’ım ölüyorum.”

Tüm vücudumdan bir titreme geçtiğinde boğazımdaki yumruyla dondum. Gözlerimi kırpıştırıp yutkunmaya çalıştım ve önüme dönüp küçük bir nefes çektim.

“Ben bakarım ocağa, yukarıya çık, üzerini değiştir.” dedi, sesindeki yoğun bir boğuklukla. Hiçbir şey demeden ellerimi elbisemin eteklerine götürüp hafifçe yukarıya kaldırdım ve merdivenlerden çıkmaya başladım. Yukarı kata çıktığımda iki oda gördüm. Bir odanın kapısı kapalı diğer odanın ise kapısı açıktı. Açık olan kapıya adımladığımda yatağın üzerindeki kıyafeti gördüm. Üzerimdeki elbisenin yanındaki fermuara uzandım ve aşağıya doğru indirdim.

Elbise ayaklarıma düştüğünde hızla uzun kollu, bol kapüşonlu kazağı üzerime geçirdim. Giydiğim elbisenin kendine ait pedi var diye içime sütyen giymemiştim. Allah’tan, göğüslerim kazağın içinden belli olmuyordu. Altıma kamuflaj desenli eşofmanı geçirdiğimde belimden kaymaması için lastiğini sıktım. Tam arkamı dönüp gidecekken göz ucuyla odaya baktım. Sadece yatak, çalışma masası ve dolabı vardı. İstem dışı adımlarım çalışma masasına gittiğinde masanın üzerindeki deftere baktım. Defterin kapağını çevirdiğimde el yazısıyla Asena Gündüz yazıyordu.

“Raşit’in istediği defterde senin hakkında bilgiler var.”

Bu defter, Mete’nin beni bulmaya çalışırken Raşit’ten sakladığı defterdi. Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken kaşlarımda nasibini alarak yukarıya çekilmişti. Bir sayfa çevirip bakışlarımı yazılarda gezdirdim.

Asena Gündüz.

Rize doğumlu, doğum tarihi 6 Ekim 1996.

Anne Adı: Yağmur Boduroğlu

Baba Adı: Ethem Boduroğlu

15 Ekim 2014 – KHO mezun oldu. İlk görev yeri Anıtkabir, Ankara.

2014-2016 arası Kıdemli Astsubaya yükseldi.

16 Ocak 2016 – ‘Alpay’ operasyonu için hududa çıktı. Kıdemli üsteğmen olarak rütbesi değişti.

28 Şubat 2016 – Güvercin Timi kuruldu. Yüzbaşı oldu.

Ellerim aralı dudaklarımın üzerine kapandığında yutkunup bir sayfa daha çevirdim. Neredeyse bütün sayfalarda görev yerlerim yazıyordu. Son bir sayfa daha çevirdiğimde kalbimde bir kırgınlık oldu.

Onu buldum.

Artık benimle.

“Eyşan, hadi yemekler soğuyacak!”

Mete’nin sesiyle yutkunmaya çalışıp defteri kapattım ve hızla odadan çıktım. Demek ki o yüzden bu defteri gözü gibi saklamış ve korumuştu. İçinde benim bile unuttuğum ayrıntılar varken sonuna bıraktığı ince detayı aklımı karıştırmaya yetmişti. Merdivenlerden indiğimde elindeki tabağı şöminenin önüne koyduğu küçük yer sehpasının üzerine bıraktı.

“Sen başla, geliyorum.”

Yüzüme bakmadan mutfağa yürüdüğünde ağır adımlarla şömineye yaklaştım ve oturdum. Sağ tarafım yangın yerine dönerken sol tarafım üşümeye başlamıştı. Soğuk, kalbimi her ne kadar üşütmeye çalışsa da biraz önce gördüklerim zihnimi darmadağın etmişti. Ağırca derin bir nefes verip bakışlarımı önümdeki tabağa çevirdim.

Unutma, onlar seni ağlattı.

Bir sussana sen!

Sinirle bakışlarımı ateşe çevirip kaşlarımı çattım. Dilim dişlerimin arkasında gezinirken içimdeki o buz tutmuş duyguyu atamıyordum. Kalbimin dört bir yanını sarmış buz kütlesinin erimesine izin veremezdim. Başladığım yoldan geri dönemezdim. Bu hem bana hem de yıllar önce büründüğüm Asena’ya ihanet olurdu. Kaşlarımı eski haline getirip ifadesizce önüme döndüğümde Mete, su bardaklarını önümüze koyup yere oturdu.

Sessiz bir şekilde benim tabağıma bakarak beklemeye başladığında yutkunup elime çatalımı aldım ve önümdeki eti kesip ağzıma attım. Çiğnediğimde o da eline çatalını alıp yemeğini yemeye başladı. Yanı başımızdan gelen odun çıtırdamalarından ve çatal sesimizden başka ses yoktu. Etrafımı sarmış kasvetle yemeklerimi bitirdiğimizde elimi karnıma yaslayıp arkamdaki koltuğa yaslandım.

“Kesene bereket.” deyip yüzüne baktığımda kafasını eğip kaldırdı ve elindeki suyu içti. Tek dikişte bitirip derin bir nefes aldı ve ayaklandı. Onunla birlikte ayaklanacağım sırada hazırladığı küçük ayaklı, yuvarlak masayı kucaklayıp açık mutfağın tezgâhına koydu. Yerimden kalkmadan ayaklarımı karşıya doğru uzattım ve koltuğa biraz daha yaslandım.

Mete’de çaprazıma oturup ayaklarını şömineye uzattığında benim ayaklarım, onun dizlerinin hemen yanında kalmıştı. Yanan odunların arasında dans eden alevlerin ışığı, gözlerinde kısa kısa yansıyordu. O titrek alevler, bir an için onun karanlık bakışlarını bile yumuşatıyor gibiydi.

Huzurlu ve yorgundu. Şöminenin etrafındaki havaya sinmiş o sessiz rahatlık, bir şekilde beni de sarmalıyordu. Bulunduğum durumun da farkındaydım. Her şeyin çok yakın olduğu, aynı zamanda da çok uzak hissettirdiği bir andaydık. Kirpikleri titrek bir şekilde kapandığında göz altlarına kısa süreliğine bir gölge bırakıyordu.

Hadi, öpelim.

İç sesimi duymamazlıktan gelirken derin bir nefes aldım ve bakışlarımı aleve çevirdim. Ateşin ışıkları, karanlık köşelerde hareket eden gölgelerle birleşiyor, bir yandan da düşüncelerimi karıştırıyordu. Şöminenin sıcaklığı, tenime dokunan her hava akımında daha da yoğunlaşıyor gibiydi. Mete’ye baktığım an, ona yaklaşmak, ellerimi uzatmak, bu uzak mesafeyi daha da yakınlaştırmak istedim ama bunu yapmak, kalbimin hızlı atmasına neden oluyordu.

Bir daha gözlerim ondan kaçtı ama sonra tekrar baktım. Derin bir iç çekişle, bir adım atıp o mesafeyi kapatmanın ne kadar zor olduğunu hatırladım. Ölmüş bir kadının ruhu, yeniden ayaklanamayacak kadar yorgundu.

“Ben böyle olsun istemedim.” dedi ve ellerini arkasından getirip cebine soktu. Sigara paketini çıkartıp bir dal çıkarttı ve paketi açık bir şekilde yanıma bıraktığında bende bir dalı aldım ve dudaklarımın arasına bıraktım. Kenardaki kibriti alıp kutunun yanına sürttüğümde kibriti aramıza aldım. Sigaranın ucunu yaklaştırdığımda Mete’de eğilip sigaranın ucunu kibrite yaklaştırdı.

Gözlerimiz birbirine odaklıyken sigarasından bir nefes çekip bıraktı. Yüzümü yalayıp geçen dumanla geri çekildiğimde elimdeki kibriti şöminenin içine savurdum. Sigaramı dudaklarımın arasından çektiğimde yanımızdaki boşluğa küllüğü bıraktı ve bakışlarını ateşe çevirdi.

“Aliköse Köyü’nde karşımda annemi gördüm Eyşan. On yaşımda, ay yıldızlı bir bayrağın altında bıraktığım kadını gördüm.”

Dudaklarının arasından çıkan sözler, şöminedeki ateşe karışıyor ve sanki odanın içini daha da sıcaklaştırıyordu. Yutkunup sigaramdan bir nefes daha çektiğimde şömineye baktım.

“On yaşımda, tehdit edildiği için giden beden, o gün geldi ve senin tehdit altında olduğunu söyledi.” diye devam ettiğinde zihnim bana ihanet etti ve o kışlanın ortasında bağıran kadının siluetini ateşe yansıttı.

“HAYIR!”

Gözlerimin dolacağını anladığımda kırpıştırdım ve sinirle Mete’ye baktım.

“Bunları bana niye anlatıyorsun?”

Mete, tüm sakinliğiyle duraklayıp bana baktığında parmaklarımın arasındaki sigarayı küllüğe bastırıp ayağa kalktım. O yerde, konumunu bozmadan kaldığında dişlerimi sıktım. Ben sinirliyken onun bu kadar sakin kalmasına artık dayanamıyordum.

“Çektiğim acıları yeniden yüzüme mi vurmak istiyorsun?” diye bağırdığımda gözlerini kapattı ve elindeki sigaradan bir nefes çekti. Dudaklarına yaslı sigarayı bir hışımla alıp şöminenin içine attığımda öylece kaldı.

“Dediğim gibi, ben böyle olmasını istemedim.” diye sakince fısıldadığında sinirle ellerimi kısa saçlarıma geçirdim ve arkasına doğru adımladım.

“Mete, Mete, Mete, hayır!”

Kulaklarıma yansıyan sesle dişlerimi sıktım.

“Ama oldu!” diye kükrediğimde sinirle arkamı ona döndüm. Sol köşedeki masaya bir tekme savurup işaret parmağımı yerde oturan bedenine çevirdim.

“Neler çektim ben biliyor musun!”

Sessiz kaldığında kafamı iki yana salladım. Öfkem, içimde birikmiş bir yangın gibiydi. Sakin olmaya çalıştım.

“Bilmiyorsun. Her gece ama her gece, geri dönmene rağmen o askeriyedeki kadını görüyorum ben! HER GECE!” Cümleme sakince başlamıştım ama öfkenin tohumları sonlara doğru patladı. Ellerimle yüzümü kapatıp bedenimi koltuğa bıraktım. Dirseklerimi dizlerime yaslayıp bana dönük sırtına baktım.

“Sen o gün yalnızca kendini değil, beni de o tabutun içine koydun, Mete.” dediğimde ayağa kalktı ve ellerini ceplerine soktu. Bakışları kararmış, mavileri lacivert rengine doğru değişmeye başlamıştı.

Gözlerimdeki öfkeyi, her geçen saniye daha çok hissediyordum. Her şeyin ne kadar anlamsızlaştığını ne kadar karmaşıklaştığını hissetmek, ruhumun her köşesinde yankı buluyordu. O, her zamanki gibi sessizdi ama içimdeki fırtına, yavaşça dışa vuruyordu.

“Saçma salak konuşma,” dedi fakat sesindeki titreme, saklamaya çalıştığı bir gerilimi ortaya koyuyordu. Ayağa kalktım ve elimi sıkıp omzuna vurdum. Cevap vermedi. Sadece gözlerinde o hep tanıdık sakinliği gördüm. O an ne kadar soğuk ne kadar katı olduğunu düşündüm. Yine de bir kez daha vurdum, daha sert, daha belirgin.

“Saçma salak konuşmaymış! Sizin yaptığınızdan daha iyi benim konuşmalarım,” dedim. Gözlerimden akan duyguların o an öfke ve acıdan başka bir şey olmadığını hissettim. O kadar çok şey birikmişti ki içimde, bir patlama yaşamak üzereydim.

Her sözümde bir yara daha açılıyordu. Her söyledikçe, ruhumdaki eski izler kanıyordu.

“Böyle olmasını istememişmiş de annesi söylemişmiş de ben tehdit ediliyormuş muşum da…” Kelimeler ağzımdan dökülürken, her biri ağır bir yük gibi vardı içimde. Sonra onu, onun sesini tekrar ettim, her bir sözcüğü ve melodiyi bir kez daha ağzımda hissettim. O sakin, huzurlu ses tonu benim içimde bir kırılma noktasına dönüşüyordu.

Taklit ederek “Sana bir şey olacak diye korkuyorum Eyşan.” diye söylediğimde, kalbimde bir boşluk oluştu. Bu cümlesi, yavaşça sızan bir acı gibi etkisini gösterdi. Kanayan bir yara daha vardı. Hıçkırmak istedim ama kendimi durduruyordum.

Her şey, her şey birbirine girmişti. Sözleriyle benden bir şeyler alıyor gibiydi ama kendisini de vermiyordu.

“Her, seferinde, bunu, bana, söyleyen, işleyen sendin! O zaman niye bana oyun oynadın! Madem, korkuyorsun, niye, gittin!” diye bağırdım, her kelimemde daha da hırçınlaşarak. Elleri, bileklerimi sımsıkı sardığında, bana ne kadar güçlü olduğunu gösterdiğini düşündüm fakat bir o kadar da zayıftı. Ne kadar az şey ifade ediyordu o sakin bakışlar, ne kadar küçüktü.

Bileklerimi kendime doğru çekiştirdiğimde bırakmadı.

“Yeter.” diye sakince fısıldadı.

Yetmez.

“Bırak beni.” diye kükrediğimde göz bebekleri titredi ve kafasını iki yana salladı.

“BIRAK METE, BIRAK!”

Tükürüklerim yüzünde küçük baloncuklar halinde kaldığında göz kapakları titreyerek gözlerine devrildi. Bağırmaktan boğazım acıyordu. Kendimi sertçe çektiğimde elimi boğazıma götürdüm. Geri geri adımlayıp yavaşça koltuğa oturdum.

Sakin ol şampiyon.

Kafamı iki yana salladım ve bakışlarımı kapalı gözlerine çevirdim.

“Benim sonum, senin elinden olacak.”

Bedeninin titrediğine tüm algılarımla şahit olurken gözlerini açmadan soluna döndü ve karşıya bakıp açık mutfağa ilerledi. Kollarını sıyırıp biraz önce yediğimiz yemek bulaşıklarını alıp lavabonun içine bıraktığında ellerini yana yaslayıp kafasını eğdi. Geniş omuzları her saniyede bir yükselip alçalıyordu. Elini sertçe ankastreye vurduğunda açık, turuncu ışığı patlayarak söndü.

Kudur.

Gözlerimi kapatıp kollarımı göğsümde bağladım ve bedenimi yana devirdim. Su sesi kulağıma ulaştığında zihnimin içindeki karanlığa kendimi hapsettim. Saat ve zaman kavramını yitirdiğim anda savrulurken kulağıma ulaşan seslerle gözlerim aralandı. Salon, loş ışığa bürünmüştü. Karşımdaki koltukta üzeri örtüsüz, cenin pozisyonunda yatan Mete’yi gördüm. Bakışlarım üzerimde gezindiğinde pikeyi hafifçe kaldırdım.

“Ne olur, bırak.”

Mete’ye baktığımda yüzü ağlamaklı bir ifadeye bürünmüştü. Aralı dudaklarının arasından sıklıkla alıp verdiği nefesle yutkunurken yavaşça doğruldum.

“Bırak.”

Küçük ve sessiz adımlarla ona çekilirken kafası iki yana sallandı ve daha çok küçüldü koltukta. Koca cüssesi, küçük bir çocuk gibi kaldı. Omuzları sarsıldı ve hıçkırdı. Yüzüm içimdeki acıyla buruşurken yeniden yutkundum. Gözleri kapalı olmasına rağmen sol gözünden bir yaş burnuna aktığında dudaklarımı aralayıp elimi omzuna koydum.

Acı çekmesine dayanamıyorsun, değil mi?

“Mete, uyan.” diyerek omzunu hafifçe sarstım. Sol elimle burnunun üzerine akan gözyaşını sildim. Parmağımın ucunda kalmış nemle titrek bir nefes verdim.

“Hayır!” diye kükrediğinde bir anda el bileğimi kavradı ve sıktı. Olduğu yerde doğrulurken mavi gözleri korkuyla beni buldu. Göz bebekleri, adeta karanlıkta kaybolmuş bir ışık gibi parlıyordu. Bakışları, bir anlığına hüsranla donmuş, sonra hızla geri çekilmişti. Gözlerinin etrafındaki ince çizgiler, yaşadığı gerilimle daha belirgin hale gelmişti, her kırışıklık bir yük gibi hissettiriyordu. Mavi, artık sadece bir renk değil, içinde kaybolmuş bir korkunun taşıdığı anlamla dolmuştu.

Her anın, bir tehlikenin tam ortasında geçtiği hissiyle, gözleri bana bağlı kalmıştı. Bakışları, bir çözüm arayan ama bulamayan bir çocuğun bakışları gibi, çaresizce odaklanmıştı. Gözlerinin içindeki titreyen ışık, bir anda yavaşça parlayıp sönüyor gibiydi, korku ve belirsizlik arasında gidip gelen bir dengeyle. O an, her şeyin değiştiğini anlamış gibi, gözleriyle bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu ama kelimeler çıkamıyordu.

Bakışlarımı bileğime çevirdiğimde sıktığı elini anında gevşetti ama bırakmadı. Alnında birikmiş terler, şakağından aktığında bileğimi bıraktı ve çenesi titredi. Belime sarılıp bir anda koltukla kendi arasına sıkıştırdı.

Dudaklarımın arasından bir çığlık koparken elimi kaldırıp ona vurmak istedim ama dolmuş gözlerinin üzerini kapattı ve elini başımın arkasına koyup gövdesine çekti. Hıçkırarak ağlamaya başladığında tepki veremedim. O an, her şeyin sanki bir anda bir bütün olduğunu hissettim. Bedeninin zelzelesi ikimizin de koltukta titremesine neden olmuştu.

Mete, hıçkırıklarının arasından “Beni affet. Ne olur beni affet.” dedi ama dilim şokta kalmıştı ve hiçbir söyleyememiştim. Gözlerini açıp nemli bakışlarıyla bana baktığında öylece ona baktım. Mavilerinde yer edinmiş siyah bebekler küçüldüğünde ellerini belimden çekti ve bir hışımla ayağa kalkıp merdivenlere adımladı. Merdivenlere takılıp düşecek gibi olduğunda hafifçe doğruldum ama o ellerini basamağa tutunup adımlamaya devam etti. Gözden kaybolduğunda derin bir nefes verip gözlerimi tavana diktim. O anda zaman durdu; her şeyin sesi, birden kayboldu.

Sadece onun gidişi ve kendi içimdeki yankı kaldı.

Kalbim, her atışında acı veriyor, her nefeste, onunla geçirdiğim o sessiz anları hatırlatıyordu. Her şey yeniden canlanıyordu. Her şey çok gerçek ama bir o kadar da uzaktı. Mete’nin ardında bıraktığı boşluk, içimdeki en derin yarayla birleşmişti.

Kendime bir kez daha kızdım. Onu savunmadım. Kendi kararsızlığımın ve korkularımın kölesi oldum. Ne kadar güçlü olmaya çalışsam da ona karşı hissettiklerim her zaman bir adım öndeydi. Bir anda, sadece bir kez daha onun gücüne sığınmak istedim ama sığındığımda kaybolacaktım ve ben kaybolmaya hazır değildim.

Mete, bir daha hiç aşağıya inmediğinde sabaha kadar o koltukta öylece uzandım. Güneş doğup salona kırıntılarını bıraktığında bakışlarım sönmek üzere olan şömineye takıldı. Kalbimin her bir yanına sarılmış soğukluk vücudumdan bir titreme geçirdiğinde merdivende takırtılar duydum.

Mete’ye baktığımda üzerine geçirdiği gömlekle aşağıya iniyordu. Elindeki lacivert takımı tezgâhın üzerine bırakıp gömleğin önünü iliklemeye başladı. Ayağa kalktığımda merdivene doğru ilerledim.

“Üzerini değiştirmeye uğraşma, çıkmamız lazım.” dedi ve bana dönmeden kapının yanındaki ayakkabılığa döndü. Spor ayakkabıyı ayaklarımın ucuna bıraktı ve kapıyı açıp dışarıya çıktı. Bakışlarım üzerimde gezinirken bir yanda da spor ayakkabıyı giydim. Açık bıraktığı kapıyı kapatıp yürümeye başladığımda arabasının arkasında bir araç belirdi. Mete’nin arabasına doğru adımlarken elini arabanın üzerine vurdu ve çenesiyle arkasındaki aracı gösterdi.

“Ona geç.” dedi ve kapısını açıp arabaya bindi.

Yumruklarımı sıkarak arkasındaki araca yürüdüm ve kapıyı açıp bindim. Selçuk, aracı geriye takıp bizi Mete’nin arkasından uzaklaştırmaya başladığında Mete’nin arabası çalıştı. Selçuk, köşeye çekildiğinde Mete, sert hamleyle arkaya geldi ve araçtan acı fren sesi duyuldu. Tekerlekler toprak zeminde tozu dumana katıp dönerken hızla döndü ve uzaklaştı.

“Aptal herif!” diye bağırıp elimi torpido gözüne vurduğumda Selçuk, gaza bastı.

“Ne yaşadınız da bu adam beni gecenin bir yarısı arayıp buraya çağırdı?” diye söylendiğinde dişlerimi sıktım.

“Sus Selçuk!”

Selçuk, sessizce direksiyonu yavaşça kavradı ve sürmeye devam etti.

“Birbirinizi kırıp dökmekten vazgeçin. Yarın ne olacağınızı bilmiyorsunuz.” dedi ve sol elindeki alyansı okşadı. Gözlerimi devirip dirseğimi kapıya yasladım. Elimi yanağıma yaslayıp derin bir iç çektim. Dolan gözlerimi kırpıştırdığımda usulca yanağıma akmasına izin verdim.

Neden tepki vermedin salak!

İç sesime kulaklarımı tıkayıp hıçkırdığımda gözlerimi yumdum. Arabanın teybinden yüksek bir ses çalmaya başladığında hıçkırarak Selçuk’a baktım. Çatık kaşlarıyla sesi biraz daha yükselttiğinde bacaklarımı kendime çekebildiğim kadar çektim ve ona sırtımı dönüp kapıya baktım.

 

11 Şubat 2022 / Şırnak

Yazar, ağzından

Mete, sağ eliyle direksiyonu tutarken sol dirseği cama yaslanmış, eli ise dudaklarına yaslanmıştı. Bakışları dikiz aynasına çevrildiğinde aralarındaki uzaklığa rağmen, Eyşan’ın sağa doğru döndüğünü görebilmişti. Bakışları yola çevrildiğinde sıkıntıyla dudaklarını yaladı ve sağ elinin altındaki tuşa bastı, hoparlörden yükselen tanıdık ezgiler arabayı doldurdu.

“Koyverdun gittun beni oy
Koyverdun gittun beni”

Şarkının ilk sözleri yankılanırken, Mete’nin bakışlarına bir sis indi. Duygularını yutkunarak bastırmaya çalıştı ama şarkının sözleri, içinde büyüyen boşluğu daha da derinleştiriyordu. Yeniden yoldan birkaç saniyeliğine dikiz aynasına baktı ve kadının sarsılan bedenini fark etti. Gözlerini yola çevirdiğinde sağ eli direksiyonu sıktı.

“Sevdiğum senun aşkın
Ciğerlerumi dağlar”

Elinin altındaki tuşa basılı tuttuğunda arabanın içindeki yankılanan ses gürültüsünü kulaklarına çarptı.

“Hiç mi düşünmedun sen?
Hiç mi düşünmedun sen? Oy”

Eyşan, gözlerini kapatıp dudaklarını araladığında Mete’de farkında olmadan dudaklarını araladı. İkisinin de gözlerinden yaşlar süzüldü.

“Sevdiğun böyle ağlar.” diye fısıldadı Mete.

“Sevdiğun böyle ağlar.” dedi ve hıçkırdı Eyşan.

Aralarındaki kalbin görünmez bağı, acılarını onlar farkında değilken bile paylaştırdı.

İki araba kışlanın önünde yavaşlarken sürgülü kapı açıldı ve önce Mete’nin arabasını ardından da Selçuk’un arabasını içeriye kabul etti. Mete, araçtan inip kapıları kilitledi ve büyük adımlarla askeriye binasına yürüdü. Selçuk, arabayı park ederken Eyşan, gözlerini silip sırtını koltuğa yasladı.

Selçuk, ellerini direksiyondan çekmeden “Güvercin Timi birazdan göreve gidecek.” dediğinde Eyşan, güçlükle yutkundu ve Selçuk’a döndü. Selçuk, elini kulpa atıp arabadan inerken Eyşan, titrekçe nefes aldı. Kalbine yerleşmiş korku tohumlarını hissederek arabadan indi. Ağır adımlarla askeriye binasına yürürken ona doğru gelen Güvercin Timi’ni gördü.

Hepsinin üzerinde askeri kamuflajları vardı ve yüzleri yer yer kahverengi bir renge boyanmıştı. Osman’ın bakışları Eyşan’ın üzerinde mıhlandığında Eyşan, titrek bir nefes bıraktı. Binanın içinden lacivert takımıyla geri dönen Mete’yi fark ettiğinde kalbinin teklemesine engel olamadı.

Mete, Güvercin Timi’nin açtığı aradan “Yürüyün.” deyip Eyşan’a bakmadan yanından geçti. Unimog’un arka alanını açıp Güvercin Timi’nin binmesini bekledi. Herkes Unimog’a doluştuğunda arkasındaki demir yığınını yukarıya ittirip köşelerini kapattı ve sağ kapıya yürüdü. Kapısını açıp bindiğinde araba askeriyenin kapısına doğru gitmeye başladı. Eyşan’ın yüzü acıyla buruşurken omuzları düştü ve yine ağladı.

Onlar giderken ağlamıştı.

Yine ağladı.

Eli kalbinin üzerine yaslandı. Kalbi Allah’ın dua katına açıldı.

Lütfen, onlara bir şey olmasın. Lütfen O’na bir şey olmasın.

“Ağlamış yine.” diye mırıldandı Osman, sarsılan aracın içinde tam karşısına bakarken. Herkesin başı yere doğru eğildiğinde farkında olmadan sallandı bedenleri. Hepsinin aklında aynı düşünce ve hisler vardı. Hepsi onu üzdükleri için pişmandı ve çaresizlikle affedileceği günü bekliyordu.

“Alalım karşımıza, konuşmayı deneyelim.” diye söylendiğinde Kubilay, Deniz ona baktı.

“Denedik ya oğlum, hele o bakışı ayy.” Deniz cümlesini ürperdiği için bitiremedi. “O bakışları asla unutamıyorum. Bize bokmuş baktı.”

Osman, Deniz’e baktı. “Bok bile bizden daha kıymetli, bize yabancıymışız gibi baktı.”

Herkes yine sustu.

Sessizlik içinde görev yerlerine varmak için beklediler. Sınırda küçük bir köy vardı ve ihbar üzerine oraya intikal edeceklerdi. Mete, camın önüne koyulmuş kamuflajı üzerine geçirmekle meşgulken zihni yalnızca kadınını düşünüyordu. Gördüğü rüyada korkmuştu çünkü, kadınını esir almışlardı. Eyşan’a onu affetmesi için yalvardığında da kadın öylece bakmıştı. Mete, zorlamadı.

Gördüğü gözler, olmaz diye haykırmıştı.

Kalbi kasıldı.

Araç köyün sınırında durduğunda kapıyı açıp indi. Adımları arkaya ilerleyip durduğunda demir köşeleri aşağıya çekti ve kapağı gürültüyle bıraktı. Güvercin Timi, inip Mete’nin karşısında durduğunda Mete, Caner’in uzattığı silahını göğsüne yakın tuttu.

“Köyün şikayetini dinleyelim.” dedikten sonra her biri ikili gruba ayrılıp köylülerin kapısını çalmaya başladı. Bazıları çay ikramında bulunurken kimse kabul etmedi. Görevde asla bir şey alınmayacağını biliyorlardı. Mete ve Caner, bir kapının önünde durduklarında Caner, elini kaldırdı ve kapıyı çaldı. Yaşlı adam, korkulu gözlerle Caner’e baktı.

“Hoş geldiniz. Bizde sizi bekliyorduk.” dediğinde Mete, dişlerini sıkıp Caner’i bir adım geri çekti. Caner, yaşlı adamın kollarından tutarak kendiyle çekti. Hareketliliği fark eden Osman ve Deniz onlara doğru koştuğunda namluyu eve doğru çevirdiler. Mete, kapının arkasında beliren namludan omzuna bir kurşun yediğinde parmağının ucundaki tetiğe bastı.

“Bozkurt!” Barış, bağırarak onlara doğru koştuğunda Caner, Mete’yi geriye çekti. Osman, kapıya tekme attığında arkasına yığılan beden kapının açılmasını zorladı. Deniz ve Osman, dikkatli bir şekilde içeriye girerken Mete’nin eli omzuna kondu. Caner, korkulu gözlerle ikizine bakarken, yüzü beyaz kesti.

“İyi misin?”

Mete, omzundaki yangınla kafasını salladı.

“Önemli bir şey değil, sıyırdı sadece.”

Caner, kafasını iki yana sallayıp etrafına bakmaya başladı. Köylülerin bazı evlerinde gizlenmiş teröristleri indirdiklerinde sarı torbalara koydular. Alınması için ekip çağırdıktan sonra Caner’in eli telsize gitti. Etrafına toplaşan Güvercin Timi’ne bakan Mete, elini Caner’in eline koydu.

“Yaralandığımı belli etme.” dedi ve ardından bakışlarını timde gezdirdi. “Kimse bilmeyecek.”

Caner, derin bir nefes verip elindeki telsizi Mete’nin göğsüne vurdu ve Unimog’a bindi. Mete, boğazını temizleyip telsizin düğmesine bastı ve dudaklarını araladı.

“Görev başarıyla tamamlandı, Güvercin yuvaya dönüyor.”

 

Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından

Yara. 

İki hece, dört harfle yazılan bu kelimenin anlamı neydi? Sağlıkçılara göre, bir travma sonucu deri ya da mukozanın bütünlüğünün bozulmasıdır. Bana göre ise görülmeyen ruhtaki sanrıdır. Peki önemli olan anlamı mıdır yoksa bıraktığı etki mi?

Bazı izler, insan bedeninde kalıcı olarak sonsuza kadar durur ama görülmeyen izler yaradır. Ben, yaralıydım. Sevdiğim adam ruhuma bile bile izlerini bırakmıştı.

Mete.

O artık, benim için derin bir yaraydı.

“Görev başarıyla tamamlandı, Güvercin yuvaya dönüyor.”

Bakışlarımı telsizden çekip, santral odasından ayrıldım. Ellerimi ceplerime sokup ilerlemeye başladığımda dişlerimi birbirine sürttüm. Göreve gittiklerinden beri santral odasında bir haber bekliyordum. Kalbim can çekişe çekişe bir cevap dinlemeye çalışmıştım. Aldığım cevapla da yüreğime su serpildiğini fark etmiştim.

Her ne olursa olsun, korkuyordum.

Hakkı olmamasına rağmen kırılmış bir adam için korkuyordum.

Hakkım olmasına rağmen gülemiyordum.

Darmadağın ettikleri bedenimi kantine sürüklediğimde oturan Akça Timi, beni gördüğünde ayağa kalktı. Yanlarına ilerleyip elimle sandalyelerini gösterip oturdum. Selçuk, “Kartal, bir çay kap gel.” diye söylendiğinde Kartal, kalktı ve büyük semaverin yanına yürüdü. Bardağa çay doldurup önüme bıraktığında kafamı eğip bakışlarımı çaya çektim.

“Neyiniz var komutanım?” diye sorulduğunda bakışlarımı Emir’e çevirdim. Sonuçta artık onlar benim timimdi ve kendi meselelerim için onları üzmeye hakkım yoktu. Herkesin her şeye hakkı vardı ama benim, yoktu.

Kafamı iki yana sallayıp gülümsemeye çalıştım.

“Bir şeyim yok. Uykusuz kaldım sadece.” deyip çaya uzandım. Elimin titremesine engel olamayıp çayın dökülmesine neden olduğumda bardak şangırtıyla yere düştü. Sıçrayarak herkes ayağa kalktığında hızla ayağa kalktım.

“Komutanım.”

“İyi misin Eyşan?”

Ardı arkasına sıralanan sorularla dişlerimi sıktım.

“Size bir şeyim yok dedim!” diye kükrediğimde büyük bir sessizlik çınladı. Arkamı döndüğümde Mete, üzerini değiştirmiş bir şekilde Güvercin Timi’yle kapının önünde bekliyorlardı. Bakışları ayaklarımın altındaki cam kırıklarına çevrildi.

“Fahri abi, herkese benden çay.” diye bağırdı ve tim ile birlikte sol köşeye yerleşti. Selçuk, arkamdaki devrilen sandalyeyi kaldırdı ve omzuma bastırdı. Selçuk’a dönük oturduğumda bakışları Kartal’a kaydı. Çenesiyle semaveri gösterdiğinde Selçuk, ayağının içiyle ayaklarımın ucundaki kırık camları kendine doğru çekiştirdi. Kantinde bulunan asker grubundan birisi bakışlarını Güvercin Timi’ne çevirip elindeki çayı gösterdi.

“Kesenize bereket komutanım.”

Mete, ifadesiz yüzüyle kafasını eğip kaldırdı. Başka masadan biri de aynı şekilde Güvercin Timi’ne döndü.

“Sağ salim döndünüz komutanım, kesenize bereket.”

Mete, kafasını bir kez daha eğip kaldırdığında bakışları bana dönmeden önüne koyulan çaya mıhlandı. Kartal, yeniden çayı önüme koyduğunda bu sefer çaya dokunmadım. Bakışlarımı Selçuk’a çevirdiğimde telefonumun zil sesi kulağımda yankılandı. Elimi cebime attım ama yoktu. Arkama döndüğüm sırada Alperen, elindeki telefonu bana uzattı.

“Dün çantanın içinde unutmuşsun.” diye bir açıklama yaptığında kayıtsız olan aramayı cevaplayıp kulağıma yasladım.

“Alo?”

Ses gelmedi. Boğazıma yerleşen huzursuzlukla tekrar sordum.

“Alo?” sorusunu bir kez daha yenilediğimde ahizeden bir kahkaha sesi yankılandı. Damarlarımda bir soğukluk dolaştı.

“Nasılsın Güvercin?”

Miran. İt herif.

“Nereden buldun lan numaramı?” dedim, sesimin titremesine izin vermeden.

Selçuk’un ayaklandığını fark ettiğimde elimden telefonu almak için elini uzattı ama hızla ayağa kalkıp ona elimi uzattım. Kaşlarımı çatıp ona baktığımda telefonu daha çok kulağıma bastırdım.

“Söyle lan!”

Kahkahası bir kez daha yankılandı. Bu kez dişlerim kenetlendi.

“Aaa! Ama Güvercin hiç uysal değilsin.”

Bu cümle yalnızca kulağıma yaslı telefondan değil, bütün askeriyede yankılanmıştı. Bakışlarım Güvercin Timi’ne çevrildiğinde hepsi çatık kaşlarıyla bana bakıyordu.

“Neyse ki ben senin kadar gaddar biri değilim. Sana güllerle dolu bir hediye gönderdim. Beni düşünerek aç, tamam mı?”

Cümlesi tamamlandığında, dışarıdan bir silah sesi yankılandı. Donmuş gibi hissederken bedenim harekete geçti. Telefonu elimden fırlatıp kapıya doğru koştum.

“Eyşan!” diye seslendi Osman ama onu umursayacak durumda değildim. Koşmaya devam ettim. Bina dışına çıktığımda gözlerim kışlanın kapısına yöneldi. Orada, yerde ay yıldızlı bir tabut duruyordu. Ayaklarım hızlandı. Arkamdan gelenlerin ayak sesleri kafamın içinde çınlıyordu.

“Açın kapıyı!” diye kükrediğimde kapıdaki sürgü süratle kenara çekildi. Tabuta ulaşmam bir saniyeden bile kısa sürdü. Elimi kapağına koymaya çalıştığım anda güçlü eller kollarımı sardı.

“Bırak!” diye inledim. Kaçmaya çalışırken Selçuk’un beni tuttuğunu fark ettim. Sanki bir demir mengene gibi sarılmıştı. O sırada Mete, Caner ve Osman tabutun üzerindeki bayrağı kaldırdı. Kapağı açtıklarında gördüğüm şey ciğerimi bıçak gibi deldi.

Gülhatun.

Ağzı bağlı, gözleri dolmuş ve bitkin haliyle tabutun içinde yatıyordu. Gözleri bana kilitlenmişti. Çaresizlik ve korku dolu bakışları ruhumu delip geçti.

“Hassiktir.” dedi, kulağımın hemen yanındaki ses.

Kollarımı saran baskı bir anda hafifledi. Hareketsiz kalmıştım. Osman’ın Gülhatun’u tabuttan çıkarmaya çalıştığını fark ederken zihnim yavaş yavaş geçmişin karanlık köşelerine sürükleniyordu.

Aynı acı, aynı görüntüler.

Farklı bedenlerde yeniden yaşanıyordu.

Gözlerim dolmuştu. Ağır adımlarla geriye çekildim. Dudaklarım aralıydı, nefes almayı bile unutmuştum. Geriye dönüp onlara baktığımda Mete, büyümüş gözleriyle bana bakıyordu.

“Mete!”

Zihnim, bir kez daha o kadının çığlığını ruhuma kazıdığında kabuğu kopmuş yaranın sızıntısı burnumdan süzüldü. Duyguların ağırlığı bedenimi yere çekti.

“Eyşan!”

Mete’nin korkuyla bana atıldığını fark ettiğimde bedenim geriye devrildi. Sanki her şey ağır çekimdeydi. Ayaklarımın altındaki zemin kaybolmuş, dünya tersine dönmüştü. Göz kapaklarım gözlerimin üzerine yıkıldığında, karanlık beni kucakladı. Ruhuma gömdüğüm, küllerinden yeniden doğmaya çalıştığım Eyşan, bir kez daha parçalanarak öldürüldü ve bu kez, onu toparlayabilecek gücüm yoktu.

Acı, sinsice yaklaşıp yakaladığı bedenime sarıldı. Soğuk bir zincir gibi her yanımı sardı; nefesimi kesti, beni kendi içimdeki derinliklere çekti. Her şey o kadar tanıdıktı ki, yeniden yaşamanın ağırlığı beni daha da derine itti.

Acının adı, Mete’ydi.

-

 

 

 

 

 

 

BÖLÜM SONU

Auuuuv! Biz geri döndük. Bozkurtları göreyim. Nasılsınız? Umarım iyisinizdir.

Bomba gibi döneceğim demiştim, değil mi? Daha her şey yeni başlıyor demiştim, değil mi? DEDİM, DEĞİL Mİ!

Her neyse; Bu bölümden itibaren iki bölüm hızlı ama yoğun geçecek, bilginiz olsun...

Bölüm hakkındaki düşüncelerinizi alayım?

Bir sonraki bölümde peçete ve dil altı haplarınızı almayı unutmayın 😉

 

 

 

 

 

 

Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle.

 

 

 

 

 

 

Sultan Çakır

 

 

on dokuz aralık iki bin yirmi dört

 

Bölüm : 19.12.2024 11:59 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...