33. Bölüm

XXV - TEK KURŞUN SÖZÜ

Sultan Çakır
sultanakr

Helouu! Ben geldim, bölüm sonunda aşağıda buluşalım.

Oy ve yorumlarınızı lütfen eksik etmeyin, keyifli okumalar.

Bölüm Şarkıları;

No Time No Die, Billie Eilish

Rachmaninoff - 14 Romances, Op. 34: No. 14, Vocalise Nike Hutchisson, Çello

Wicked Game, Ursine Vulpine ft. Annaca

Skyfall, Adele

 

 

🕊️

XXV

 

13 Şubat 2022 / Şırnak

Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından

Zihin, ruhun parçasıdır.

Geçmiş ve gelecek orada, ruhta olan veya olmuşlardan karmaşık bir düşünce seli oluşturur. O sel, cümlelere dönüşerek zihinde toplanırken ortaya iki tercih sunar. Ya acıtarak konuşmayı ya da sonuna kadar susmanı ister. Konuştuğunda da sustuğunda da tek zararı kendine vereceksindir.

Çünkü her düşünce, yaradan bir iz taşır.

Söylesen de söylemesen de yara, her zaman kanamaya mecburdur.

Mete.

Hayatıma aldığım geçmişimden olan bu adam, her şeyden farklıydı. İçinde yarattığı geçmişiyle ve kendini bir türlü göremediği geleceğiyle bambaşka bir ruha sahipti.

“Evlenirim seninle.”

Bedenimin titremesi yavaş yavaş dinerken Mete’nin sıcak nefesi yüzümde dolandı. Bakışları, yüzümde gezindiği her yerde bir iz bırakıyormuş gibi ağır ve yoğundu. Gözleri benimkileri bulduğunda, içinde bir huzur ve aynı zamanda bir fırtına vardı.

“Ne dedin?” diye fısıldadı, sesi sanki sadece benim duyabileceğim bir tondaydı.

Nefesimi toparlamaya çalıştım ama dudaklarım hala o anın etkisiyle titriyordu. Ellerimi yüzüne uzattım, başparmaklarımı kaşlarının üzerinden geçirip yanaklarına indirdim.

“Evlenirim seninle,” diye tekrarladım, bu kez daha kararlı bir sesle. Gözlerimdeki bakışlarla bunu gerçekten istediğimi anlatmaya çalışıyordum.

Mete bir an olduğu yerde durdu, sanki söylediğim şeyi anlamlandırmaya çalışıyormuş gibiydi. Ardından yüzünde küçük ama giderek büyüyen bir gülümseme belirdi. Bu gülümseme, bir adamın savaş alanından galip çıkmış gibi hissettiği türden bir gülümsemeydi.

“Evlenirsin, öyle mi?” dedi, sesi yavaş ve tehlikeli bir tonda. Yüzünü biraz daha yaklaştırıp alnını alnıma yasladı. “Söz mü bu, Yüzbaşı Asena Eyşan Boduroğlu?”

“Evet,” dedim, nefesim onun nefesiyle karışırken. “Söz.”

Bir kahkaha attı ama bu kahkaha sanki içinde biriken tüm duyguların dışa vurumuydu. Ellerini yüzümün iki yanına koyup beni nazikçe öptü. Bu öpücük, öncekilerden farklıydı; içinde güven, bağlılık ve sevgi vardı.

Gözlerindeki mavi rengi sahiplenmek, benim o küçüklüğüme dönmeme sebep oluyordu. Fotoğraflarımdaki o asker çocuğa; biraz ağlak, disiplinli ve dediğim dedik halime çeviriyordu.

Derin bir nefes aldım. Hatırladığım terbiyesiz laflarımız, yüzümün yeniden kızarmasına neden oldu. Her birini utanmadan kulaklarıma fısıldamış ve beni daha çok büyük bir çıkmazın içine sürüklemişti. Pişman değildim, asla olmayacaktım.

Ve ben, sanırım affetmeye başladım.

Ee yuh ama! Üç post-

Kendi kendime kıkırdayıp elimdeki krep hamurunu daha hızlı çırpmaya başladım.

“Neye gülüyorsun bakayım?”

Mete, bir anda sessizce gelip ellerini karnıma bağladığında çenesini omzuma yasladı. Kabın dökülmemesi için biraz uzağa ittirdiğimde sağ omzuma baktım. Kaşları yukarıya yükselmiş, meraklı gözlerle yaptığım şeye bakıyordu. Tebessümüme engel olamazken önüme dönüp kabı yaklaştırdım. İçine düşürdüğün çırpıcıyı sol elimle tutup sağdaki unu aldım. Yavaş yavaş döküp kenara koydum ve çırpıcıyı sağ elime aldım.

Mete, karnımdaki bir elini çekip bana gösterircesine havada karıştırıyormuş gibi yaptı.

“Karıştır, karıştır, karıştır.”

Gülmeye başladığımda yanağımı sömürerek öptü ve derin bir nefes verdi. Yanağını şakağıma yasladığında sırtımdaki sıcaklığa biraz daha kendimi yasladım.

“Ağrın var mı, çok zorladım seni?” diye sorguladığında kasıklarımda bir sızı yeniden varlığını ilan etti. Ona rağmen kafamı iki yana salladığımda gözlerini kıstığını anlamıştım. Mete, yanağını benden çekip sağ omzumdan yüzüme baktı.

“Yalancıyı?” deyip 32 diş sırıttığında dudağımı büktüm. Gözleri dudağıma indiğinde birden sağ üst dudağı titredi. Dudağını düzeltti ve kafasını iki yana sallayarak arkamdan çekildi.

“İlaç, almamız gerekebilir.” diye söylendiğinde kafamı salladım ve dudaklarımı ıslattım. Ondan bir parçayı taşımak bana bir hediye olabilirdi ama tehdit edilme gibi bir problemimiz vardı. Ayrıca sürekli olarak görevlere çıkıyorduk ve ayrı kalıyorduk. Bir süreliğine bunun olması imkansızdı.

“Dur bakayım.” dedi ve kalçasıyla beni sola itip elimdeki çırpıcıyı aldı. Sol elini kaba koyup hafifçe eğdi ve hızlı bir şekilde çırpmaya başladı. Bakışlarım ensesinden çıplak gövdesine baktım. Yer yer morluk ve tırnak izlerim vardı. Kollarının arkasında, sırtında, ensesinden başlayan ince çizikler nefes alamamamı sağlamıştı. Hızla kafamı iki yana sallayıp buzdolabını açtım ve kafamı içine soktum. Bütün bu izleri ben mi yaptım?

Yangın var, ben yanıyorum. Yetişin a dostlar tutuşuyorum.

“İlle de şaplak diyorsun.”

Kafamı sertçe rafa vurup geriye çekildiğimde Mete’ye baktım. Gülmemek için kendini zor tutar bir hali vardı. Burnumu buruşturup kafamı ovaladım ve dişlerimi sıktım. Mete’nin önündeki çekmeceye elimi uzattım.

“Çekilir misin?” diye söylendiğimde sol eli kaptan koptu, sağ eliyle kenara doğru çekti. Önüne geçip çekmeceyi açtım. Ona yaslanan sırtımda sıcaklığını hissederken sol elimi tezgâha yasladım. İki tane çatal alıp tezgâhın üzerine bıraktığımda göğsünün ritmi, sırtıma vurdu. Kasıklarıyla kalçama bastırıp çekmecenin kapanmasına neden olduğunda öne doğru yapıştım. Sağ elim krep kabına çarpıp elimin üzerine düşmesine sebep olduğunda gözlerimi devirdim.

“Yaptığını beğendin mi?” diye sorup ona baktığımda gözleri buğulaştı ve kafasını salladı.

“Daha güzel oldu bence.” deyip gülümsedi ve az kalmış krep kabını kenara çekti. Boşluğundan faydalanıp lavaboya geçtiğimde eli hızla bileğime sarıldı ve dudaklarını parmaklarıma yaklaştırdı. Gözlerini gözlerimden ayırmadan “İsraf günahtır.” dedi ve işaret parmağımı dudaklarına alıp hepsini sıyırdı. Dilinin parmaklarımdaki tüm krepi sıyırdığına şahit oldum. Karnıma yumruk yemiş gibi olduğumda kaşları onaylarcasına yukarıya yükseldi.

“Bu da bana günah oldu.” dedi ve alnıma bir öpücük kondurup krepi yapmaya koyuldu. Derin bir nefes bıraktığımda kalbimin kapısının aralandığını hissettim. Bütün iyi duygularımı içeriye alıp kötü olanları dışarı kovdum.

Ritmik bir telefon sesiyle Mete’nin bakışları beni buldu.

“Telefona baksana, montumun sağ cebinde.” dedi ve önüne döndü. Hızlı adımlarla koltuğa yaklaşıp montundan telefonu çıkarttım.

Caner

Yutkundum.

“Mete, Caner arıyor.”

“Aç yavrum.”

Yeniden yutkundum ve aramayı cevapladım.

“Alo?” dediğimde gözlerimi kapattım.

“METE NEREDE?”

Boğazımdaki bir yumru olurken telefon kulağımdan sertçe çekildi. Gözlerimi korkuyla açıp Mete’ye baktım.

“Lan it, ne bağırıyorsun kıza!” diye bağırdığında sırtı bana çevrildi. Dizlerimin titrediğini hissettim. Caner’in ne dediğini duymuyordum ama bakışları bir anda bana çevrildiğinde gözleri boynuma indi. Hadi ama! Sağ göz altı seğirmeye başladığında yeniden bana sırtını döndü ve sırtını gerdi.

“Boynunu sen mi sıktın?” diye sakince sorduğunda yutkundum. Kafasını salladı ve telefonu kulağından çekip hoparlörü dudaklarına yaklaştırdı.

“SENİN ELİNİ KIRICAM CENK!” diye kükredi. İrkilerek bir adım geriye gittiğimde telefonu kapattı ve koltuğun üzerine attı. Bir adım öne atıp hızla ellerimi karnında bağladım ve yanağımı sırtına bastırdım. Derin bir nefes aldığını hissettiğimde daha çok yanağımı sırtına bastırdım. Aldığı nefesi titrekçe bıraktı.

“Ölsem, emanet edebileceğim kimsem yok.”

Kalbim, korkuyla yandı.

“Deme öyle.” dedim hızla. Mete, titrek bir nefes bıraktığında burnuma yanık kokusu geldi. “Lan!” dedi sitemle ve ellerimden ayrılıp ocaktaki kreplere koştu. Ocağın altını kapatıp elini havada salladığında bakışları bana çevrildi. Lacivert bakışları, mavilere yavaş yavaş evriliyor ve zamanın kirli tozları üzerimize savuruluyordu. Mete, Bozkurt’a dönüşmeye devam ediyordu.

“Hazırlan, kışlaya geçiyoruz.”

 

Mete Mert Çakır, Ağzından

İnsanların soruları kayıp bir madalyon gibidir. Madalyonun kendisi bir soru, iki farklı yüzü ise cevapları olurdu.

Khaos ve Erebos.

İçinde bulunduğumuz durumun adı, buydu.

Bir yanda düzensizlik, her şeyin darmadağın olduğu bir karmaşa, diğer yanda, karanlık vardı. Önümüzü göremediğimiz, adım atarken hangi uçuruma yuvarlanacağımızı bilmediğimiz bir boşluktu. Karanlık her yanı sarmıştı ama bu sadece geceyle ilgili değildi. Zihinlerimiz de aynı kaosun içinde, aynı karanlıkla boğuşuyordu.

“Yaşam nereden gelmiştir?” diye bir ses yankılandı, zihnimin dört bir yanında. Cam kenarında oturan 16 yaşında bir genç gördüm. Mavi gözleri parlak değildi, rengini kaybetmişti. Elindeki duran kalemi parmaklarının arasında çeviriyor ve bakışları dışarıya yağan kara odaklanmıştı.

“Sana soruyorum oğlum, cevap versene?” diyen öğretmenin sesiyle bakışları ağırca öğretmene döndü.

“Khaos.”

Öğretmen aldığı cevapla kalçasını masaya yasladı ve kollarını göğsünde bağladı.

“Khaos olduğunu neden düşünüyorsun? Dersimiz din, Yunan Mitolojisi değil?”

Öğretmen haklıydı ama o gençliğim bunu umursamadı. Arkasına yaslanarak çevirdiği kalemi avucunun içinde sakladı.

“Yaşam, inanışlara göre tek bir Tanrı’dan ibaret değildir öğretmenim. İnsanoğlunun veya o zamanlarda yaşayan kişilerin farklı görünüşlere ibadeti vardır. Bizlerden önce gelmiş olan insanlığın çok tanrılı inanışlara sahip olduğu din dersinde bize anlatılıyor ve bizler, her farklı derste bambaşka çağlarda yaşamış olan insanların inançlarını öğreniyoruz.” dedi.

Öğretmenin sinirlendiğini görmüştüm. Aralı dudaklarını kızgınca kapattı ve göğsünde bağlı olan kollarını çözdü. Kalçasını yasladığı masadan ayrılıp yavaş adımlarla bana doğru ilerlemeye başladı. Ayağındaki topuklu ayakkabılar attığı her adımda sınıftaki sessizliği bir bomba misali düşüyordu.

Oturduğum sıraya vardığında ellerini masaya yasladı ve kaşlarını yukarıya doğru çekti.

“Peki sen, Khaos’un neden ilk önce Erebos’u yarattığını biliyor musun?” diye sorguladığında 16 yaşındaki gençliğim tepkisiz kalarak bakışlarını öğretmende tutmaya devam etti. Öğretmenin gözlerindeki sinir daha da yükselirken bakışları yanımdaki Caner’e kaydı. Gözleri kısılırken yeniden beni buldu ve doğruldu.

“Çünkü Erebos, Khaos’un yarattığı karanlıktır. Khaos, her şeyi yaratırken karanlığın insanoğlunu yutacağını bilemedi.”

Gözlerimin önünde anı, bir toz bulutu misali dağıldı ve aynadaki görüntümü bana yansıttı. Khaos’un yarattığı Erebos, benim Caner ile aramdaki karanlığın sebebiydi. Kayıp madalyonun yüzü orada can buldu ve iki farklı cevaplar, bir yaşamda toplandı. Aynadaki bakışlarım arkamda giyinmiş, beni izleyen kadına çevrildiğinde boynundaki parmak izlerine baktım.

Kayıp bir madalyon, şimdi boynunda gizlenmiş bir iz gibiydi.

Gözlerimi ağırca aynaya yansıttığı gözlerine çevirdim. “Çıkalım.” dedim ve arkamı dönüp odadan çıktım. Merdivenden inip kapıyı açtığımda arabamın arkasındaki araçla durdum. İçinden Selçuk çıktığında elini kaldırdı ve bize ‘Gelin.’ işareti yaptı. Yana doğru kayıp Eyşan’ın geçmesi için bekledim. Geçtiği an kapıyı kapatıp peşinden ilerledim. Arka kapıyı açıp binerken bende ön kapıyı açıp arabaya bindim.

“Sakinleştin mi, Mete?” diye sorguladığında Selçuk’a çevirdim.

“Caner’i neden durdurmadın?” diye sorusuna sorusuyla cevap verdiğimde direksiyondaki elleri kasıldı. Bakışlarını bir saniyeliğini yoldan çekip bana baktı ve ardından geri yola döndü.

“Benimde haberim yoktu. Bağırışlara koştum.” diye bir açıklama yaptığında bir şey demeden gözlerimi ondan çekip yola baktım.

“Beyler, benim burada olduğumu unutuyorsunuz?”

Eyşan’ın sesiyle sol omzumun arkasından ona baktım. Onun varlığını unutmak ne mümkündü? Her saniye zihnimin içinde olan bir kadını unutmam, mümkün değildi. Yeniden yola baktığımda yaşadığımız bir ton şeyi düşündüm. Gitmemem için yaptığı şeyi düşündüğümde yüzümü sağa doğru çevirdim, gözlerimi kapattım.

Bizi sakinleştiriyor Bozkurt.

İç sesime hak verdiğim nadir anlarımdı ama ben sakinleşmek istemiyordum. Gözlerim açılırken akıp giden ağaçları izledim. Caner’in yaptığı şeyi kendime hâlâ yediremiyordum.

“Neredesin sen? Sabah bir baktım-”

“Boynunu sen mi sıktın?”

“Masanda istifanı görünce-.”

Açıklama buydu.

Kafamı iki yana salladığımda gözlerimin önünde bir parmak şıklatıldı. Selçuk’a baktığımda bir saniyeliğine bana bakıp yola döndü.

“Kendi içinde neler düşünüyorsun?” diye sorduğunda yarım ağız gülümsedim ve derin bir nefes bıraktım.

“Caner’e neler yapacağımı.”

Eyşan, “Mete.” diyerek söze başladığında Selçuk’un sesi onu bastırdı. “Saçmalama Mete. İnsanlar hata yapar ve Caner’de bir anlık sinirle hata yaptı, tıpkı senin gibi.” dediğinde bakışlarımı ona çevirdim. Selçuk, ona nasıl baktıysam güldü ve kafasını iki yana salladı. Direksiyonu dizlerine sıkıştırıp sigara paketine uzandı.

“Senin sinirin bana sökmez, kurt.” dedi ve paketten bir dal çekip bana uzattı. Sigarayı alıp dudaklarımın arasına yasladım ve elimi cebime sokmaya çalıştım. Sigaramın önünde bir zippo yandığında yanaklarımı içe göçüren bir nefes çektim.

“Allah romantikliğinizi arttırsın.” diyen Eyşan’ın sesiyle Selçuk’un güldüğünü işittim.

“Kıskanma, Güvercin.” dedi imayla ve sigarasından bir nefes çekip camları indirdi. Sağ dirseğimi camın yarattığı boşluğa yaslayıp parmaklarımın arasındaki sigaradan bir nefes çektim. Yeniden akıp geçen ağaçların arasında gözlerim dolanırken ne yapacağımı düşündüm ama hiçbir düşünce zihnime ulaşacak kadar hafif değildi. Sigarayı yarısında bırakıp camdan attığımda yanımdaki cam yukarıya doğru yükseldi.

Selçuk, “Torpido da silahlarınız ve kimliğin var.” dediğinde elimi öne uzatıp torpidoyu açtım. Eyşan’a silahını verip kendiminkini belime yerleştirdiğimde kalan kimliğimi alıp cüzdanımın içine koydum.

“Acaba silahını vermese miydim?” diyen Selçuk’a baktığımda yoldan bakışlarını bir saniye çekip bana baktı. Tek kaşı imayla yukarıya kıvrılırken parmaklarımın uyuştuğunu hissettim.

Eyşan, “Selçuk, iyice delirdiniz! Akla olmayacak fikirler sokma.” dediğinde Selçuk’a bakmaya devam ettim. Direksiyonu döndürdüğünde askeriyenin son düzlüğüne girdi. Kışlanın kapıları aracı gördüğü an açılırken Selçuk, sert bir manevra ile içeriye girdi. Emniyet kemerimi çıkartıp elimi kapıda beklettim. Tabii ki de onu vurmayacaktım ama cezasız kalamazdı.

Araba durduğu an arabadan inip binaya doğru yürümeye başladığımda “Mete!” diye Eyşan’ın bağırdığını duydum. Ona bunu yansıtmadan duymamış gibi yaptım ve ilerlemeye devam ettim. Binaya girdiğim sıra biz doğru yaklaşan Güvercin Timi’ni gördüm. En önde Caner ve Barış vardı. Barış, beni gördüğünde bakışları arkamda koşan Eyşan’a kaydı.

Önüme geçen Eyşan ile duraklayıp ona baktığımda topraklarını bana sundu ve kafasını yavaşça iki yana salladı.

“Yapma bırak. Ben unuttum, sende unut. Eğer unutmazsan senden önce ben veririm cezasını.” dedi ve çenesini dikleştirdi. Göğsümü şişirerek derin bir nefes aldığımda ofladım ve kafamı salladım. Eyşan’ın tabularımı yıkmasına asla katlanamıyordum.

Nöbetçi bir asker koşarak bize yaklaştığında “Eyşan yüzbaşım.” diye yanımızda durdu. Eyşan, gözlerini benden çekip nöbetçiye baktığında bakışlarımı başının üstünden Caner’e çevirdim. “Acil gelmeniz gerek.”

Eyşan, yanına gelen Selçuk ile birlikte nöbetçinin arkasından giderken derin bir nefes verip Caner’e doğru ilerledim. Barış, Caner’in önüne geçtiğinde bakışları bana çevrildi. Elimi havaya kaldırıp yavaşça elimle ‘çekil’ yaptım. Kafasını iki yana salladığında önünde durdum ve elimi indirdim. Başımı sağ omzuma eğip Caner’in yüzüne baktım.

“Yaptığın şeyi hiç unutma, çünkü ben unutmayacağım.” dedim ve solundan geçip yatakhaneye doğru ilerledim.

 

Yazar, Ağzından

Eyşan ve Selçuk, nöbetçinin yönlendirmesiyle Suzan binbaşının odasına girdiklerinde Alperen’i ve karşısındaki üç askeri gördü. Eyşan’ın kaşları çatılırken dişlerini sıktı ve masanın karşısında hazır ola geçti.

“Binbaşım.”

Suzan binbaşı, askeriyenin kadın binbaşısıydı ve tam bir baş belasıydı. Ondan kurtulmanın tek yolu onun emekli olacağını gündü. Canını dişe takar, soluğunu kestirir ve ne yapacağını hiç düşünmeden algılarınla oynardı. Eyşan, içinden ‘Ne oldu?’ diye geçirirken Suzan binbaşı gözlerini kıstı.

“Eyşan yüzbaşı, askerinizi neden düzgün eğitemediniz?” dediğinde Eyşan, karnıma bir yumruk yemiş kadar oldu. Nefes alamadı, yutkunamadı, açıklama yapamadı. Sinir, tüm uzvuna yayıldı. Dişlerini sıkıp dilini arkasında gezdirdiğinde Suzan yüzbaşı, ayağa kalktı ve Eyşan’a doğru ilerledi.

“Senin askerin, bir başka yüzbaşıya ait olan askeri dövdü! Bütün bunlar olurken sen neredeydin?” diye kükrediğinde Eyşan’ın kasıklarına bir sızı vurdu. Hâlâ geçmemiş bir ağrısı vardı. Aklına komik şeyler geldiğinde gülmemek için kendini kastı ama binbaşının gözünden bu kaçmadı.

“Söyle de bende güleyim, yüzbaşı?”

Yanmıştı.

Bu durumu nasıl düzelteceğini hızla düşündü ve bakışlarını askerlerde gezdirdi. “Karşı tarafın yüzbaşısını göremiyorum, binbaşım.” diye bir açıklama yaptığında Suzan binbaşı sinirle çenesini kastı.

“Yüzbaşı hariç hepiniz dışarıya çıkın.” dedi ve masasına doğru ilerledi. Eyşan, Selçuk’a döndü.

“Akça’yı yemekhaneye götür, yemeklerini yesinler. Alperen’i nereye oturtacağını biliyorsun.” dedi ve askerlerin çıkışını izledi. Hepsi çıktıktan sonra ayakta beklemeye devam ederken Suzan binbaşıya baktı.

“Binbaşım, öncelikle.” Eyşan, Suzan binbaşının elini kaldırmasıyla sustu. Söyleyemediği bütün cümleleri yutkundu. Suzan binbaşı, sağ elini masanın üzerine götürdü ve ritim tutmaya başladı.

“Akça Timi’nden Alperen Gündüz, dün sabah saatlerinde, erkekler tuvaletinde, gördüğün erlerle kavga etmiş. Akça Timi’nin iyi bir tim olduğunu duymuştum ama yanılmışım. Güvercin Timi’nde hiç böyle olaylar olmuyordu ki hâlâ olmuyor.”

Binbaşı Suzan konuşmasına devam ediyordu ama Eyşan, artık duymuyordu. Kalbine yerleşmiş merhametin ağırlığı ona fazla geldi ve elini yumruk yaptı. Eyşan, zihnine baktı ve ‘Neden hep böyle olmak zorunda? Neden mutlu olduktan sonra üzülmek zorundayım?’ diye kendine sordu.

“Bu cezasız kalmayacak.”

Eyşan, son anda binbaşının dediği şeyi duydu ve ona odaklandı.

“Savaşta bir kişinin hatası yüzünden herkes ölür.” dedi ve elindeki kâğıdı sertçe masaya vurdu. “Al, bu ilk ve son ihtarın olsun yüzbaşı.”

Eyşan, yüreğinde çoktan yeniden tomurcuklanan merhametin ağırlığı ile masanın üzerindeki kâğıdı sol eline alıp geri çekildi. Suzan Binbaşı, arkasına yaslandı ve sıkıntıyla ofladı.

“Seni severim Eyşan, herkese nasıl davrandığımı da biliyorsun ama bir dahakine beni bu kadar sakin göremezsin.”

Eyşan, yutkundu ve elini alnının yanına koydu.

“Emredersiniz binbaşım.” diye haykırarak bağırdı ve odadan çıktı. Elini kulptan çekip kaşlarını çattı. Eyşan, öfkeliydi. Alnında ve boğazında çıkan damarları gören askerler sanki koridoru boşaltmak istermişçesine kaçıyordu. Eyşan, elindeki kâğıdı sol avucunda sıkarken adımları karşıdaki nöbetçi askerin olduğu yere kaydı.

“İçeriden çıkan askerlerin yüzbaşısı kim?” diye sakince fısıldadığında karşısındaki asker ayağa kalktı. “Yavuz Eğriyol.” dediğinde elindeki kağıtla yatakhaneye gidip üniformasını giydi, cebine kâğıdı soktu. Yapacağı plan ile kafasını salladı ve yemekhaneye geçti. Gözleri Güvercin Timi’nin yanındaki masaya oturmuş Yüzbaşı Yavuz Eğriyol’un timine kaydı. Bakışları, hemen yanlarındaki Akça Timi’nin başına cezalı olarak oturtulmuş Alperen’e takıldı. Masadaki herkes sessizce yemeklerini yiyordu; başları eğilmiş, adeta nefes almaktan bile çekinir gibiydiler.

Eyşan derin bir nefes aldı ve Yavuz’un masasına doğru yürüdü. Masaya yaklaştığında sağ elinin parmaklarını sertçe masaya vurup avucunu yukarıya kaldırdı, ‘kalk’ emri verdi. Sandalyeler gürültüyle geriye ittirilirken yemekhaneye bir anda kasvet çökmüştü.

Yavuz Eğriyol, bir adım ileri çıktı. “Eyşan yüzbaşı, bir sorun mu var?”

Eyşan göz ucuyla ona baktı ama duraksamadı. “Bir saniye yüzbaşı,” dedi, sakin olmaya çalışarak. Ardından önündeki askerin karşısına geçti ve parmağını bir kez daha masaya vurdu. Masadaki gürültü yankılandı, Eyşan’ın sinirlerini zapt etmeye çalıştığı apaçıktı.

“Hiç kimse benim askerime vuramaz. Şayet, bunu benim askerim yapıyorsa, Allah şahidim olsun ki cezasını, kendim veririm.” Sesi tıslayan bir yılana benziyordu. Bir anda soluna döndü ve Alperen’in sandalyesine sert bir tekme savurdu. Sandalye yere devrildiğinde yemekhanedeki tüm gözler Eyşan’a çevrilmişti.

“Bir şey yok, oturun!” diye kükredi Eyşan, etrafındaki herkesin ayaklanmasını engellemek için ama gergin bakışlar havada asılı kalmıştı. Yavuz Eğriyol’un timi yemekhaneyi terk ederken, Güvercin Timi yerlerine oturdu fakat gözleri hâlâ Eyşan’ın üzerindeydi.

Eyşan, devrilen sandalyeyi kaldırdı ve yerine koydu. Alperen’in üzerine eğilerek Alperen’e sert bir ifadeyle baktı. “Bireysel olmadığını ne zaman hatırlayacaksın? Burası bozma birlikler değil!” Gözlerinden ateş püskürüyordu. Masaya sertçe vurduğunda Alperen’in irkildiğini fark etti.

“Senin bir hatan hepimizi uçuruma götürür.” Cebinden ihtar kâğıdını çıkarıp masaya koydu ve sertçe üzerine vurdu.

“Ve sen beni bugün tek başıma o uçurumdan aşağıya ittin Alperen!” dedi, eli kâğıdın üzerinde kalmıştı. Bir kez daha sertçe vurdu, bu sefer daha çok kendi sinirlerini susturmak için.

Tam o anda sağından bir nöbetçi koşarak geldi. “Eyşan yüzbaşım!”

Eyşan duruşunu bozmadı, alnındaki çizgi iyice derinleşmişti. Bakışlarını hiç Alperen’in eğik kafasından kaçırmamıştı. “Söyle!” diye kükredi.

Nöbetçi kısa bir an tereddüt etti. “Yavuz yüzbaşım sizi çağırıyor.”

Eyşan, bakışlarını Alperen’den çekip Selçuk’a döndü. “Sen git, ben geliyorum.” Selçuk başıyla onaylayıp çıktı. Eyşan, Alperen’e iyice eğildi ve sesi bir zehir kadar soğuk çıktı.

“Beni yolda görüp selam vermeyeceğim adamlarla uğraştırdın, bravo sana.”

Yemekhaneden hızla çıkarken Mete, peşinden bakakaldı. Kubilay başını Osman’a doğru eğip fısıldadı. “O neydi oğlum, korkudan altıma edecektim.” Bu söz hemen herkes tarafından duyulmuştu ve hafif bir gülüş dalgası yayıldı ama Mete’nin yüzünde bir gülümseme yoktu.

“Yemeğinizi yiyin,” dedi sertçe ama iştahı tamamen kaçmıştı. Özellikle de sevdiği kadının aç kaldığı düşüncesiyle canı sıkıldı ve bakışlarını Caner’e çevirdi. Caner’in ona baktığını gördüğünde sinirle gülümsedi. “Keşke o uçan tekmeyi sana atsaydı.” diye mırıldandı. Caner, bir şey demeden kafasını eğip yemeğini yemeğe devam etti.

Mete, ne yapacağını bilemedi ve yeniden nefesini bıraktı. Ağrısının olduğunu hissedebiliyor ve gerginliğinden anlayabiliyordu. Üzerine kendini daha fazla yormuştu. Bakışları masanın üzerinde kalan kağıtta durdu, ‘İhtar aldı.’ diye düşündü ve içi kasılarak Güvercin Timi’nin yemeklerini bitirmesini bekledi.

Eyşan, Yavuz Eğriyol’un odasının önünde durdu. Üniformasını düzeltti, derin bir nefes alıp kapıyı tıklattı. İçeri girdiğinde Yavuz Eğriyol, masasında oturuyordu. Selçuk da oturmadan Yavuz’un önünde yerini almıştı.

Eyşan Yavuz’un gözlerine baktı, karşısındaki adamın hafifçe geriye yaslandığını gördü.

“Buna gerek yoktu. Herkesin içinde askerinizi küçük düşürdünüz,” dedi Yavuz, soğukkanlı bir sesle.

Eyşan elini kaldırarak Yavuz’u durdurdu. “Asker, benim askerim. Sana ne yapacağımı sormayacağım.”

Yavuz kaşlarını kaldırıp hafifçe başını yana eğdi. “Karşında da askerin yok, yüzbaşı. Benimle böyle konuşamazsın.”

Eyşan, sinirle güldü. Hafifçe bir adım attı ve Yavuz’a doğru eğildi. “O zaman sen de kendi askerlerini uyar yüzbaşı. Bir daha karşı karşıya gelmeyelim.”

Aralarındaki sessizlik, odanın havasını daha da gerdi. Eyşan sert bir şekilde döndü, kapıyı açtı ve arkasından kapatmadan önce Yavuz’a son bir bakış attı. Odadan çıkar çıkmaz kendini odasına attı ve üniformasının üstten iki düğmesini atıp kendini koltuğa bıraktı. Yüzünde, sinirden oluşan derin çizgiler vardı.

Kapının açıldığını bile duymadı. Bakışları yalnızca karşısındaki dağ fotoğrafının üzerinde takılı kalmıştı. Kendini dağa vurmayı ve operasyona çıkmayı istedi. Kafasının dağılmasını diledi. Yanındaki karartıyı hissedecek gibi olduğunda burnuna Mete’nin kendine has o kokusu ulaştı. Alnındaki kırışıklık yok olurken gözleri kapandı.

Mete’nin dudaklarını şakaklarında hissettiğinde titremesine engel olamadı. Şakağındaki dudaklar kulağına doğru yol aldı. “Sakinleştireyim mi seni?” Mete’nin sesi hem güven veren hem de baştan çıkarıcı bir tonla kulağına ulaştı.

“Söyle bana, Eyşan,” dedi alçak bir sesle. “Seni nasıl sakinleştireyim?”

Eyşan hafifçe başını yana eğdi, bir şeyler söylemek ister gibi dudaklarını araladı ama kelimeler boğazında düğümlendi. Bunun yerine nefesini bıraktı, derin ve titrek. Mete bunu bir işaret olarak aldı ve parmak uçlarını Eyşan’ın omzuna koydu.

“Stresini almanın bir yolunu bulurum,” dedi Mete, sesi daha cesur ve meydan okuyan bir tona bürünmüştü. Sağ elini Eyşan’ın yanağına koyup ona dönmesini sağladı. Dudaklarını Eyşan’ın dudaklarına yaklaştırdı, o kadar ki nefesini hissedebiliyordu. “Ama insanın başka şeyler yapası geliyor.”

Eyşan gözlerini açtı, kaşlarını çatmaya çalıştı ama yüzündeki gevşeme bunu imkânsız kılıyordu. “Mete...” diye mırıldandı ama sesi güçsüz ve iradesiz çıkmıştı.

Mete hafifçe gülümsedi ama bu gülümsemenin içinde oyunbaz bir tehdit vardı. “Biraz daha devam edersem, şu sinirini tamamen zevke dönüştürebilirim ama şu an yeri ve zamanı değil.” dedi ve doğrulup kadının karşısına oturdu. Eyşan, gözlerini açıp ofladı ve gülümsedi.

Eyşan, “Açım.” diye söylendiğinde Mete, düşünceli bir şekilde şakağını kaşıdı ve hemen yanındaki ahizeyi kaldırdı. Bir tuşa basıp kulağına yasladı.

“Eyşan yüzbaşının odasına iki tane tabldot yemeğinden gönderir misin?” deyip ahizeyi kapattı ve arkasına yaslanıp Eyşan’a baktı. Eyşan, dudaklarındaki gülümsemeyi soldurup bir iç çekti. Bu adamın bu şekilde davranmasına dayanmıyor ve algılarını yıkmasına izin vermemek istiyordu. Şaka gibiydi, inanamadı duygularını bir anda alt üst etmişti.

Mete, masanın yanındaki su şişesini alıp Eyşan’ın önüne çektiğinde elini formasının cebine soktu ve parmaklarının arasındaki ilacı Eyşan’a uzattı. Eyşan, nazikçe gülümsedi ve Mete’nin eline elini uzattı ama Mete, elini çekti ve ayağa kalktı.

“Bunu benim yapmam bence daha doğru olur.” dedi ama Eyşan, anlamadı. Mete, ilacı açıp sol elinde bekletirken su şişesinin kapağını açtı. Sol elindeki ilacı Eyşan’ın dudaklarına bırakıp suyu yavaşça içirdi. Eyşan, suyu biraz Mete’nin elinden içti ama ardından daha fazlasını içmek için elinden aldı. Susuzluğunu giderdiğinde sehpanın üzerine koydu. Mete, dudaklarını Eyşan’ın alnına yasladı.

Mete, “Doğru zaman ve koşullarda, senden bir canım olsun isterim.” dedi, tüm sakinliğiyle. Eyşan, Mete’nin bu kadar kalbini ısındıracak bir konuşma yapmasını açıkça beklememişti. Mete, yerine geçip oturduğunda Eyşan, geriye doğru yaslandı.

Kapı çalındığında Eyşan, “Gel.” dedi ve oturduğu yerde doğruldu. Asker elindeki tepsiyi sehpanın üzerine bırakıp selam verdi ve çıktı. Mete, koltuktan kalktı ve Eyşan’ın yanına doğru yaklaştırıp oturdu. Kaşığa biraz yemek alıp dudaklarına doğru uzattı. Dökülmesin diye boştaki eliyle destek yaptı. Eyşan, ağzını açıp kaşıktaki yemeği yedi. Ağzındaki lokmasını çiğnerken eline kendi kaşığını aldı ve Mete’nin yaptığı yapıp bu sefer Mete’ye uzattı. Mete, bu teklifi reddetmeden kabul etti.

Birlikte, birbirlerine yemeklerini yedirerek karınlarını doyurmaya başladılar.

Lara, elindeki tabldotu çöpe sıyırırken arkasında Caner belirdi. “Küs müsün bana?” diye sorguladığında Lara, ona cevap vermeden elindeki tabldotu bulaşıkhaneye bırakıp arkasını döndü. Caner, hızla elindeki tabldotu bırakıp Lara’nın kolundan tuttuğunda Lara, ona yorgun gözlerle baktı.

“Bırakır mısın Caner?” dediğinde Caner, kaşlarını çattı. Caner, “Ne oldu?” diye sordu ama Lara, kolunu Caner’in elinden kurtarıp tamamen ona döndü.

“Lafı gevelemeden söyleyeceğim. Dün sabah yaptığın hareket çok yanlıştı. Aynısının bir gün benimde, Mete tarafından başıma gelebileceğini düşün, tamam mı?” dedi ve Caner’in önünden ayrıldı.

Caner, Lara'nın söylediklerini dinlerken, her bir kelime içinde bir bıçak gibi saplandı. Lara, onu her zamankinden farklı bir şekilde, daha ciddi ve mesafeli görüyordu. Bu duyguyu hissetmek Caner için, karşısındaki kadına gerçekten ne kadar bağlı olduğunu yeniden anlamasına neden oldu. Oflayarak elini ensesine attı ve saçını öne doğru sıvazlayıp yemekhaneden çıktı.

Osman, Mücahit, Deniz ve Kubilay kantine geçmiş ellerindeki çayı yudumlarken Yonca, elindeki kutuyla askeriyenin koridorlarında yürümeye başladı. Gülümseyerek Eyşan’ın odasının kapısını tıklattı ve içeriye girdi. Eyşan ve Mete, birbirlerine uzattıkları kaşıklarla kalırken Yonca kıkırdadı.

“Kantine gelir misiniz?” dedi ve kapıdan çıktı. Eyşan ve Mete, kaşıklarındaki son yemekleri alıp çiğnerken ayağa kalktılar ve hızla odadan çıktılar. Birlikte kantine vardıklarında Akça ve Güvercin bir arada toplanmıştı. Yonca, Kubilay’ın karşısında, Kubilay ise sandalyede oturmuş bir şekilde ona dönük bakıyordu.

“Ne oldu gülüm?” diye sorduğunda Yonca, elindeki kutuyu ona uzattı. Kubilay, kutuyu alıp kaşlarını çatarak Yonca’ya bakmaya devam ettiğinde Yonca, elini sabırsızca salladı. “Açsana Kubilay.” diye sitemle söylendi.

Kubilay, kutuya şüpheyle bakarken iki kere salladı ve kapağı yavaşça araladı. Karartıdan dolayı tam içinde ne olduğunu göremiyordu. Biraz daha açtığında gördüğü bir bebek patiği ile kutunun kapağını kapattı. Ne yapacağını bilemedi. Gözleri titrekçe Yonca’yı bulduğunda alt dudağı sarsıldı ve sandalyeden devrilip Yonca’nın ayaklarına kapandı.

“Lan ne oluyor?” diye Deniz, ayağa fırladı ve Kubilay’ın açmadığı kutuyu açtı. Kutunun içindeki patiği gördüğünde kahkaha atarak tuttu ve havaya kaldırdı.

“AMCA OLUYORUZ LAN!”

Osman, şaşkınlıktan dudakları aralı bir şekilde kalakalırken Eyşan’ın burnu sızladı. Herkes şaşkınlığını koruyamazken hepsi Yonca’nın ayaklarına sarılan Kubilay’a baktı. Yonca, Kubilay’a doğru eğildiğinde elini omzuna götürdü.

“Kubilay, iyi misin?”

Kubilay, ağlayan gözlerle Yonca’ya baktığında dudakları titreyerek iki yana kaydı.

“Ben baba mı olacağım?” diye sorguladığında Yonca, gülerek kafasını salladı. Kubilay, bir anda kalktı ve Yonca’ya sarılıp döndürmeye başladı. Herkes gülerek birbirine sarılırken Eyşan’ın içine bir kor daha düştü. Onların bu anında buradaydı ama içlerinde değildi.

Kubilay, Yonca’yı döndürmeyi bıraktığında elleri yanaklarına yaslandı. Dudakları alnına bir baskı yapıp geri çekildiğinde Eyşan, ellerini arkasında bağladı. Eğer bağlamasaydı koşup sarılacaktı, kardeşim dediği, canına. Kubilay, boğazını temizleyerek Yonca’nın önünden çekildi ve yapması gereken şeyi yaptı. Eyşan’a bakarak yürüdü.

Kubilay, ağlak yüzüyle “Bütün hüznümde, sevincimde, yanımdaydın. Gel, şimdi de yanımda ol,” dedi ve Eyşan’ın tam önünde durdu. “Abla.”

Eyşan, kaşları çatık bir şekilde yüzünü buruşturdu ve tüm her şeyi ruhundaki o karanlığa gömdü. Arkasındaki ellerini çözüp iki yana açtı.

“Gel lan buraya.” dediği an Kubilay, hızla Eyşan’a sarıldı. Eyşan, sağ kolunu kaldırıp Yonca’yı da aldığında gözlerini kapattı. Osman, Deniz, Alev ve Mücahit birbirlerine baktı.

“ONLAR SARILIRSA BİZ DE SARILIRIZ!” diye kükrediler ve Eyşan’ın etrafını sarıp hep birlikte ona sarıldılar. O an, bir bağ kuruldu. Hepsi birbirine sarıldığında, o anın büyüsü, bir ailenin birleşmesinin ve zor zamanların üstesinden gelmenin gücünü simgeliyordu. Herkesin içinde bir umut ışığı yanıyordu ama Eyşan’ın içinde bir gölge de vardı. Onlar sarıldıkça, o gölge de bir adım daha yaklaşıyordu.

 

 

 

Rachmaninoff - 14 Romances, Op. 34: No. 14, Vocalise Nike Hutchisson, çello

Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından

Ağlayan bir kadın gördüm ruhumun ta en derinliklerinde, bana bakıyordu yüzü. Bir şeyler söylemeye çalışıyordu ama dudakları o kadar sıkı kapanmıştı ki açamıyordu. Gözleri, yağmur sonrası çamurlaşmış toprak gibiydi. O balçık, kirli çamurda adım izleri görüyordum. Hayatında yer edinmiş olan insanların ayak izlerini...

Yürümeye çalıştım, yaklaşmak istedim. Titreyen bedenine sımsıkı sarılıp üşümemesini sağlamak istedim. Ellerimi kesilmiş saçlarına yaslayıp okşamayı diledim. Parmak uçlarım bir ateşken, onun gözlerinden akan yaşla sönsün istedim. Ben, bugün ilk defa, öldürdüğüm bir kadının, yeniden canlanmasını istedim.

Bana, benim gibi baksın, istedim.

Ateşiyle, her bir yanı kavururken yalnızca biri için yansın istedim. Kalbi, bir kişi için atarken, kırk yerinden vurulsun istedim. Yeniden ve tekrar aynı yaraların üzerinden geçmesini izlemek istedim. Savrulduğum noktada uçmadan durmasını bekledim. Bir rüzgâr olduğunu hayal ettim.

Yanan bir mumu söndürürken, yanan odun ateşini harlamasını istedim.

İçimin öfkesini alsın götürsün, götürürken de orada yeni bir ateş yakmasını diledim.

Kanatları kırılmış bir kuşun yaralarına merhem, yoluna yol olsun, istedim.

Uçursun, götürsün beni yaralarımdan saklandığım bir yere. Orada beni tedavi etsin ve yeniden uçursun beni göğün semalarına. Her kanat çırpışımda yine acısın yaram, yine yansın her bir telim ama hiç durmadan kanat çırpmaya devam edeyim.

Sonunda, Güvercin’i öldüreceklerini bile bile, uçayım.

Yeter ki;

Vatan sağ olsun.

Beni kollarının arasına saran bedenim, bir kuş gibi titriyordu. Gözlerimden akan yaşları durduramazken Alev’in cırtlak sesi bile ninni gibi gelmişti.

“Aa, yeter bu kadar! Bu ne duygusallık canım?”

Etrafımdaki kollar birer birer üzerimden kalkarken çaktırmadan göz yaşlarımı sildim. Bakışlarım Mete’yle birleştiğinde yutkunamadım. Gözlerinin içinde bir yansıma gördüm, ben değildim.

Güvercin.

Tüm tenimin ürperdiğini hissederken gözlerimi ondan kaçırdım. Boğazımı sıkan dikenli bir tel vardı sanki. Nefes alamıyordum. Kendimi öyle çaresiz hissediyordum ki, bunu hiçbir zaman kabullenemeyecektim. Yeniden Mete’nin gözlerine baktım. Kanatları iki yana açılmış o güvercin, bendim.

“Kubilay.” diye seslenen Osman’ın sesiyle bakışlarımı kopardım ve Osman’a baktım. Kollarını iki yana açtığında gülümsedi. “Sen baba mı olacaksın?” diye sorduğunda Kubilay, gözlerini devirip eliyle Yonca’yı gösterdi.

“Yok o baba olacak ben anne olacağım.” diye espri yaptığında Yonca’dan ensesine bir şaplak geldi. Gülerek onları izlerken boğazımı saran o teller yüreğimi sarmaladı. O dikenler canımı yaka yaka battı. Yüreğim ürperdi ama yüzümdeki gülümseme yerinden kıpırdamadı.

Onları, affettim.

Üzerime bastılar, belimi büktüm, köprü oldum.

Gözlerime bakarak yalan söylediler, kör oldum.

Elleri bedenime sarıldı, yoldaş oldum.

Ben, Akça Timi’nde bir yüzbaşıyken Güvercin’in esiri oldum. Ben, kendime ve unvanıma ihanet ettim. Akça Timi'ni korumakla yükümlüyken, Güvercin'in kanatları arasında hapsoldum.

Kalbime saplanan tellerden sızan kan tanecikleri gözyaşlarım oldu.

“Eyşan yüzbaşım.” dedi, bir ses ve bir an dalgınlığımı delip geçti. Nöbetçi çavuşun yüzü, zihnimin puslu perdesinde belirirken yutkunmaya çalıştım. Teller, hâlâ boğazımı sıkıyordu.

“Suzan Binbaşı, ‘Akça operasyona çıksın.’ dedi.”

Boğazıma sarılı tellerden dolayı yutkunamadım ve elim Yonca’nın sırtından çekildi. Bakışlarım yere düşerken onlara sırtımı döndüm. Avcuma batan tırnaklarım açıldı ve boğazıma sarıldı. Orada bırakılan izlerin üzerine kondu. Parmak uçlarımı döven şah damarımı hissettim. Adımlarım, kantinin çıkışına sürüklenirken Güvercin, yuvadan uçtu.

Akça Timi ile…

Üstümdeki üniformam tenimden kazınırcasına sıyrıldı ve ölüm kıyafetlerine büründü. Güvercin işlemeli silahım, bacağımın hemen yanındaki kılıfa sokuldu. Binanın çıkışına doğru attığım her adımda bir tüy parçası bıraktım. Kırık kanatlarımın ağırlığı, beni yere doğru çekerken yürümeye devam ettim. Binanın çıkışına vardığımda, içimdeki ateş hâlâ közler bırakıyordu. İçim yana yana o Unimog’un arkasına geçtim ve Akça Timi’nin binmesini bekledim. Demir kıskaçları bağlayıp ön koltuğa ilerledim ve bindim.

Eksilerek, yaralı bir şekilde operasyona gittim.

 

Yazar, Ağzından

Eyşan, arkasını dönüp gittiğinden beri hiçbiri yerine oturmamıştı. Osman, sinirle kenardaki sandalyeyi alıp köşeye fırlattı. Elini kaldırdı ve kapıya doğru çevrildi.

“Bok dişlinun paçisi! Efenduler siçsun ağzuna!” diye bağırdı. Bir eli saçlarına uzandı ve sertçe çekti. “Vuuu fuşkıyen!”

Kimsenin Osman’ı durduracak gücü yoktu. Yonca, titreyen bedenini Kubilay’ın gövdesine yaslarken, Alev, çoktan Barış’ın göğsüne yüzünü saklamıştı. İçli hıçkırıkları duyulmasın diye bir eliyle ağzını kapatıyordu. Deniz, kenardaki bir sandalyeye çökerken Mete, ayakta, giden kadının arkasından bakakaldı. Sol gözünün pınarından akmak için bekleyen bir yaş belirdi. Göz bebeğinin içindeki Güvercin, Eyşan kantinden çıkarken solarak yok olmuştu.

Osman, hâlâ sinirliydi. Hızını alamadı ve bir sandalye daha fırlattı.

“Uuuu! Bokiyenun uşa.” diye bağırdı, ardından sandalyeyi kaldırıp sertçe bedenini bıraktı. Sağ eli masanın üzerinde yerini alırken bakışları yere saplandı. “Bişe desem söz olur, demasam maraz olur. İnat ettun cördin ebenun am-.”

Cümlesini bitiremeden Yonca, Kubilay’ın göğsünden çıktı. “Öhö-öhö! Oha yavaş.”

Osman gözlerini devirdi.

“LALAK!” diye bağırdı önemsemeden.

Kubilay, şaşkınca Osman’a bakarken, Deniz ve Caner’de Osman’a bakmaya başlamıştı. Gözlerinde hem hüzün kırıntıları hem de şaşkınlık yatıyordu. Osman’ın parmakları masada ritim tutarken sakin olmaya çalışıyordu.

“Pok munzurli. Allah benum verdu belamu, benum. Ha bu fuşkıyen yizünden.” dedi ve ağırca Mete’ye baktı. İçindeki fırtınaya engel olamadı ve yeniden ayağa kalkıp Mete’nin karşısına geçti. Mete’nin ağladığını gördüğünde çenesini dikleştirdi ve sıktı.

“Eey, goca Bozkurt, celeni tutaysin gaçan gurtuliyi. Peskoya kuduspa mu attun? Bah yandu harlu harlu. Cittu cöreve ha o timla. Ne gadarun ağlasan da boş. Ha o paçi hepumuzun ağzuna siştu.” diye söylendi ama Mete, hiçbirini anlamamıştı.

Yonca, sinirlenerek gözlerini Osman’ın sırtına dikti. “Yavaaaas!” dedi ve ardından Kubilay’a baktı.

“De hayde Kubilay, galdum haburda delularun arasunda. Dilumdan pişey cikmadan cidelum.” taramalı tüfek misali saydırırken son cümlesini Osman’a bakarak söylendi ve elini kaldırıp Osman’ın omzuna vurdu.

“Cirsun finduk cötüne!” diye kükredi.

Osman, Yonca’ya baktı.

“Afkurma Yonca!” diye bağırdığında Kubilay, kaşlarını çattı. “Bağırma karıma!” Osman, ağırca Kubilay’a döndü. “O zaman sustur!”

Ortalığın gerginliğini anlayan Deniz, hızla ayağa kalktı ve Kubilay ile Osman’ın arasına girdi. Kubilay, gülmemeye çalışırken dudaklarını yalayıp araladı ama yapamadı ve gülerek “Ula uşak sen nediysın benum karıma.” dedi. Osman’ın bir an için kaşları gevşedi. Kubilay, Osman’ı taklit etmeye çalışırken Yonca kıkırdamasına engel olamadı ama Kubilay’ı çekiştirerek kantinden çıktı.

Osman, gözlerini kısıp Kubilay’ın arkasından baktı ve “Sigumun kirma koli.” dedi, kalktığı yere oturdu. Bakışları Mete’ye çevrildi. Yanan yeşilleri kısıldı.

“Dedim ki ‘Koca Bozkurt geleni tutuyorsun, kaçan kurtuluyor. Sobaya odun mu attın? O kız çocuğu yana yana gitti buradan, o timle.”

Mete, gözlerini kapattığında sakince yutkundu ve yeniden Osman’a baktı. Osman, aklını kaçıramadığı o fırtınaya sürüklendi. Karşısındaki adamın gözleri kurtulmasına yardımcı olmamıştı.

Osman, elini kaldırıp işaret parmağını Mete’ye salladı. “Dua et Mete. O kafayla sağ salim gelsin.” diye söylendi ama Caner, Osman’ın Mete’nin üzerine bu kadar gitmesine dayanamadı. “Laflarına aldırma. Köpek, durduğu kapıda af kururmuş.”

Osman, dehşet içinde Caner’e baktı.

“Ne dedin sen?” diye Mete’nin önünden çekildiği an Caner’e döndü. Deniz, fırlayıp Osman’ın önüne geçti ve göğsünden ittirdi. “Abi yeter.” diye fısıldadı ama Osman, alevli yeşillerini ona çevirdi.

“Abini sikerim, çekil ula!”

Deniz, istemeye istemeye Osman’ın önünden çekildiğinde Osman, yeniden Caner’in önünde durdu.

“Ula korbakor. Ben haburaya celduğumdan beru sana bakmayrum, pişey söylemeyrum ama ha o paçiye ne yapduğunu bileyrum. Ha onun ümüğünü sıktuğun gibi.” dedi ve elini kaldırıp yumruğunu sıktı. “Sıkarum boğazunu.”

Osman, bu sözleri söyledikten sonra Mete, burnundan bir nefes verdi ve çenesini kaldırdı.

“Bu kadar yeter Osman.” dedi ve karşıdaki bakışlarını Osman’a çevirdi. Osman, gülerek kafasını iki yana salladı ve iki koca adım geri çekildi. Elini sinirle havada salladı.

“Ey gidi Asena! Ne saa ne baa, godik oni toprağa.” diye söylenip kantinden çıktı. Deniz, Mete’ye bir bakış atıp Osman’ın peşinden koştu. Mete, kalbine yediği darbeyle yutkunamadı. Zaten, kalbi yanında değildi, hepten kül oldu.

 

14 Şubat 2022 / Reşko Tepesi, Hakkâri İl Sınırı

Yazar, Ağzından

Eyşan, kaçıncı sigarasını yaktığını bilmeden gözlerinin önündeki boş evleri izledi. Üzerindeki ölüm kıyafeti, ilk defa taşıyamayacağı kadar ağırdı. Parmaklarının arasındaki sigaradan bir nefes içerken bakışları köze kaydı. Ciğerlerine zehri değil, ateşi çekti. Ateş, bir lav olarak gırtlağına aktı. Geçtiği yerleri darmadağın etti. Söyleyemediği tüm cümleleri kül yaptı. Geriye bir yumru kaldı.

Onu da yutkunamadı.

Eli, kulaklığın tuşuna gitti ve bastı. “Lala.”

Kulağındaki kulaklıktan cızırtılı bir ses yükseldi. “Efendim?”

Eyşan, boğazını tırmalayan yumruya rağmen öksürmeye çalıştı ve en sonunda yutkunabildi. “İlk ben çıkacağım.”

Kulaklığına ses doldu. “Komutanım.”

“Komutanınız olarak, ilk ben çıkacağım.”

Eyşan, tüm ümidini yitirmiş bir piyon gibi hissetti. Yanında bir karartı hissettiğinde sağ omzuna döndü ve Selçuk’u gördü. Selçuk, çatık kaşlarıyla yanına oturduğunda Eyşan, ayağını uzattığı yerde bacaklarını kendine doğru çekti. Onun, onu koruyacağını bildiği için savunmasız kaldı.

Selçuk, “Sen delirdin mi?” diye sorduğunda Eyşan, dudaklarına büyük bir tebessüm yerleştirdi ve ilk defa hayat bulmuşçasına nefes aldı.

“Bu hayatta tatmadığım hiçbir şey kalmadı Selçuk. Aşkı, arkadaşlığı, sevgiyi tattım. Ölsem de gam yemem artık.” dedi ama sonlara doğru sesi kısılmış ve gözleri dolmuştu. Selçuk, dişlerini kasarak bakışlarını Eyşan’dan çekti ve boş evlere baktı.

“Vatan ne olacak?”

Eyşan, gülümsemesini hiç kaybetmedi.

“Vatan size emanet. Vatan; yoldaki bir gence, çiftlikteki bir çiftçiye, okulda ders çalışan bir çocuğa ve Güvercin’e emanet.” diye söylendi ve yeniden boğazındaki dikenli telleri hissetti. Hep, orada mı var olacaklardı? Ne zaman Güvercin dese, hep canını mı yakacaktı?

“Ulan salak salak konuşup timin canını sıkma. Sen patronsun, sen düşersen biz de düşeriz.”

Eyşan’ın dudaklarındaki gülümseme tuzla buz oldu. Boğazını harap etmiş o hissi bir daha alamadı. Selçuk, kadının kendine gelmesi için bugünü yüzüne vurdu.

“Yemekhanede Alperen’e dediğin şeyi hatırla. O çocuk boşu boşuna mı herkesin önünde senden azar yedi?” diye söylendiğinde Eyşan, gözlerini kaçırdı. Alt dudağını dişlerinin arasına alıp kanatırcasına ezdi. Parmaklarının ucundaki sigaraya baktı ve paketinden çıkarttığı bir sigarayı dudaklarına koyup, iki parmağının ucundaki közle yaktı. İzmariti, yanındaki çöle bastırıp cebine attı. Cebinde bir sürü izmarit vardı.

Timi her hatırladığında ciğerlerini dağlayan küllük misali.

“Yapamıyorum Selçuk.” dedi ve derin bir nefes verdi. “Timden ayrı kalmaya çalışırken daha çok zorlandığımı gördüm. İlk defa verdiğim bir karar… benim alnımı yerden ayırmıyor.” diye titrediğinde Selçuk, korkuyla Eyşan’a baktı. Dudağının bir köşesi acıyla yukarıya kıvrılırken titremişti.

Sanrılar, acıları doğururdu.

Eyşan, ciğerlerinin yandığını hissederken bile dudaklarına süngeri yasladı ve derin bir soluk çekti. Vücudunu kastıran öfke ve çaresizlik titremeleri, tüm algılarını yok ediyordu. Sigaranın yarısını söndürdü ve cep küllüğüne yolladı. Titreyen elleriyle toprak zemine bastı ve ayağa kalkmaya çalıştı.

Kalmadı.

Kalçasının üzerine sert bir şekilde düştüğünde gözleri eve çevrildi.

“Birileri geldi ama kalkamıyorum, gücüm yok.” diye korkuyla Selçuk’a baktı. Selçuk, Eyşan’ı koltuk altlarından kavrayıp hızla büyük taşın arkasına çekti ve kadını ayağa kalkması için destek oldu. Bakışları korkuyla etrafı dolanırken bir saniyeliğine kadına baktı.

“Unutma, bugün sen düşersen, beş saniye sonra hepimiz düşeriz.” dedi ve kadını orada bırakarak koşmaya başladı. Eyşan, endişeli gözlerle toprağa bulanmış ellerine baktı ve ellerinin izlerine dolan çamurları gördü.

Fazla merhamet! Vatana ihanettir! İn artık şu amına koyduğumun alanına!” diye kükreyen Selçuk’un sesini duydu. Eyşan, bir anda kendine gelerek dudaklarını sıktı ve kanatlarını kendi isteğiyle kopardı. Canının acıdığını bile bile taşın arkasından çıktı ve aşağıya doğru koştu.

 

21 Şubat 2022 / Şırnak

Alev Atsız, Ağzından

Yürüyordum.

Yavaş adımlarım asfaltta birikmiş karların içine batarken, postallarımın altında ezilen karın sesini duyabiliyordum. Hışırtıları kulağıma nüksederken zihnimdeki bütün düşüncelerin önüne geçiyordu. Gökyüzünden düşen taneler uzamış saçlarıma bir inci misali düşmeye devam ediyordu. Adımlarımı durdurduğumda cebimdeki sağ elimi çıkardım ve avucumu gökyüzüne doğru çevirdim.

Yeryüzüne salınarak düşmek için sabırsızlanan kar tanesi avcumun içine düştü. Elimin sıcaklığı dolayısıyla eridiğinde bir tanecik daha kondu. O da diğerinin kaderini yaşarken elimi yumruk yaptım ve öylece gökyüzüne bakmaya devam ettim.

Eyşan’ı anlamamın en ortak noktası, buydu.

İkimizde kanatlarımızı kaybetmiştik.

“Alev?”

Arkamdan işittiğim Barış’ın sesiyle nemli elimi ceplerime soktum ve bedenimi ona çevirdim. Barış, önümde durduğunda gözlerini hafifçe kıstı ve bakışlarını etrafında gezdirirken derin bir nefes verdi.

“Ellerini versene.” dediğinde kaşlarımı çatmama rağmen ceplerimden çıkarttım ve havaya kaldırdım. Barış, büyük kemikli parmaklarıyla avuçlarımı havaya doğru çevirip dudaklarını eğdi. Nefesini parmak boğumlarıma bıraktığında derin bir nefes aldım. Zihnimde yankılanan üfleme sesi kalbimde bir kibritin yanmasına neden olurken bakışlarımı gözlerinden alamadım.

“Sargılarından kurtuldun.” diye söylendiğinde kafamı belli belirsiz salladım. Evet, iplerimden kurtulmuş ama sorun daha büyüktü. Uçak, kullanamazdım. Bir süre…

Barış, yüzümün düştüğünü gördüğünde yeniden kaşlarını çattı ve çenesini dikleştirip parmaklarının arasındaki ellerimi kendi ceplerine soktu. Pamuksu yüz elimin üstünü gıdıklandırdığında burukça tebessüm ettim.

“Sırasıyla güzelim. Yara aldın, iyileşmeyi bekledin. Sargıların açıldı ve artık sadece uçman kaldı.” dedi ve gözlerini kapatıp burnunu burnuma sürttü. Titrekçe bir nefes verdiğinde koyu gözlerini yeniden bana sundu.

“Gerekirse ben senin kanadın olurum Alev. Seni tüm kalbimle öyle bir severim ki heyecanından pır pır uçarsın.” deyip gülümsediğinde gözlerimi devirdim. Gülümsemeden edemediğimde ellerimi ceplerinden çıkartıp sertçe omzuna vurdum. Barış, gülerek geriye kaçtığında omzunu tuttu.

Alayla, “Acaba senin bandajları açmasa mıydık ya?” diye sorup gözlerini kıstığında yeniden ona yöneldim.

“İnsan, bazı güzelliklerin katilidir kızım.”

Annemin hayal meyal hatırladığım sesini işittiğimde bir an için etrafı taradım. O sırada gökyüzünden gürültüyle inen bir helikopter vardı. Yerdeki kar kütleleri uçuşmaya başladığında sol kolumu kaldırıp kendime siper ettim. Helikopter zemine indiğinde kapı açıldı ve Lara ile Kartal indi.

Arkamdan koşma adımları yükselirken yüzümü sol omzuma çevirdim. Sekiz tane asker koşarak helikoptere vardığında ellerim buz kesti. Saçlarıma akmış beyazlar ağırlaştı. Lara’nın gözleri dolu bir şekilde beni bulduğunda bir adım öne attım. Helikopterin içinden dört tane ay yıldızlı bayrak çıktığında bir adım geriledim.

Dudaklarımın hemen gerisinde bir haykırış doğdu.

“EYŞAN!”

Çığlığım Lara’nın titremesine neden olduğunda daha büyük bir koşuşturma oldu. Arkamda beni sımsıkı, sıcak bir göğse yaslayan beden var oldu.

“Allah’ım sen koru.” diyen Osman’ın duası başımı döndürdü ama o an Selçuk’un kollarında bir eli aşağıya uzanmış, kanlar içinde Eyşan vardı.

“EYŞAN!” diye bağırıp öne gideceğim vakit beni tutan kollar daha sarıldı bedenimin dört bir yanına.

“Kurban olayım dur, dur Alev, Alev, ALEV DUR!” diyen Barış’ın haykıran sesi ile duraksadım. Mete, donmuş bir şekilde önümde kaldığında Selçuk, hızla yanımızdan geçip içeriye gitti. Eyşan’dan dökülen kan izleri bizi ona götüren yolu gösterdiğinde kendimi bilmeden peşinden koşmaya başladım. Askeriyenin içinde koşuşan adımlar, postallar yüzünden tok bir gürültü bırakıyordu.

Selçuk, sıhhiyenin kapısına tekme attığında hızla Eyşan’ı sedyeye bıraktı ve Ümit’e baktı.

“Yaralı değil, sinir krizi geçirip bayıldı.”

Ümit, “Kanlar?” diye sorduğunda Selçuk, bakışlarını bize çevirdi. “Dört şehidimiz var.”

Korkuyla başım arkada kopan gürültüye çevrildi. Mete, Caner’in boğazını tutmuş ve duvara çarpmıştı. Elim, yüreğime yaslandı ve bakışlarımı çaresizce yatan kadına çevirdim. Dudaklarım acıyla büküldüğünde dişlerimi birbirine bastırdım. Omuzlarım titreyerek hıçkırdım. Bana sarılan bedene kollarımı sardığımda bakışlarım hâlâ Eyşan’ın üzerindeydi. Bu kız, bu yaşadıklarından nasıl kurtulacaktı? Kara saplanmış kanları nasıl temizleyecekti?

Bir anda Eyşan, titreyerek Selçuk’a baktı ve uzandığı yerden kalkmaya çalıştı. Ümit, koluna dokunduğunda bir anda gözleri ona döndü.

“Eğer beni sakinleştirmeye çalışırsan burayı yakarım. Andım olsun, yaparım bunu. Çekil!” diye kükrediğinde arkamda bir gürültü daha koptu. Barış, beni geriye çektiğinde Mete, hızla içeriye girdi.

“Eyşan.” dedi titrek sesiyle. Eyşan’ın gözleri Mete’yi buldu.

“Sakın bir adım daha atma, sakın. Üzerimde dört şehidimin kanı varken kimse dokunmasın bana!” diye çığlık attı ve hızla Mete’nin yanından dışarıya çıktı. Lara, Kartal ve Alperen ona bakarken önlerinde durdu ve ellerini gösterdi.

“Kan istiyorum. Bolca, kan. Elimi temizlememin tek yolu bu.”

Lara, kafasını iki yana salladığında Eyşan, kaşlarını çattı.

“Kan istiyorum, dedim.”

Mete, birden Eyşan’ın arkasından ona sarıldığında Eyşan, çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Vücudumdan bir titreme geçtiğinde ayaklarım beni taşımadı. Barış ile birlikte yere çöktüğümde gözlerim donukça onları izledim.

“Bırak beni! Bırak! Onlar benim timimdi!” Birlikte dizlerinin üzerinden yere yığıldılar. Eyşan’ın başı, Mete’nin omzuna yaslanırken Mete, ellerini daha çok sıkıp karnını sardı. Yüzlerinde acının izleri içimi yaralayacak kadar buruktu. “Onları koruyamadım, bırak beni! Bırak, bırak, bırak!”

Osman, başını ellerinin arasına alıp duvar kenarından yere çöktüğünde gözleri dolmuş ve donmuş bir şekilde Eyşan’ı izledi. Yonca, başı yere eğilmiş bir şekilde dururken hızla öne atıldım ama Barış beni bırakmadı.

“İnsan, güzelliklerin katilidir evlat.”

“Kubilay, kan. Kubilay, kanamam var.”

Kubilay, hızla Yonca’yı alıp Eyşan’ın biraz önce yattığı yere götürdüğünde nefesim kesildi.

Yıkım, ağır olmuştu.

“Anne, neredesin?”

Üzerime yağan kar taneleri çoğalmaya başlarken nereye gideceğimi bilmeden koşmaya başladım. Ben koştukça yüzüme vuran kar taneleri de hızlanıyordu. Karların içine gizlenmiş bir taş parçası yüzünden öne doğru yalpaladım. Ellerim kara gömülürken dizimdeki keskin acıyı hissettim.

“Alev!”

Kollarıma sarılan Barış ile bakışlarım bir anda etrafımda gezindi. Barış’ın elleri endişeyle yüzümde gezindi. “Ne oldu güzelim?

Ben ne yaşamıştım?

Ne burnuma dolan bir kan kokusu ne de Yonca’nın çığlıkları vardı ama yine gökten bir helikopter iniyordu. Biraz önce gördüğüm sanrı, yoksa bana yaşanacakları mı gösterecekti? Barış, önümüze gelecek olan karlardan beni koruyup siper aldığında gözlerimi kırpmadan helikoptere baktım.

En önce, Eyşan indi.

Ardından yine arkamdan sekiz asker koşarak geçti ve Lara ile Kartal’ın arasından helikoptere bindi. Dört şehidi çıkarttıklarında Selçuk ve Alperen kaldı. Birbirlerine tutunarak indiklerinde hızla Barış’tan kaçtım ve Eyşan’a doğru koştum. Eyşan, kollarını iki yana açıp beni kucakladığında yüzümü omzuna yasladım.

Kan ve barut, ona yakışmıyordu.

“Üzerimde şehitlerimin kanı var, Alev,” dedi, sesi çatlak ama bir o kadar da sertti. Geri çekildi, gözleri yanımızdan taşınan şehitlere kaydı. Bakışları öyle ağırdı ki sanki bir daha asla hafifleyemeyecekti.

“Ve bu sefer benim yüzümden...”

Bunu derken bir nefes aldı ama ciğerlerine dolan havanın onu boğduğunu hisseder gibiydim. Çaresizce ellerini sıkıp geri adım attı.

Tam o sırada, uzaklardan Güvercin Timi’nin “Allah’ım sen koru!” sesleri yankılandı. Koşarak ona yaklaşıyorlardı. Barut kokusunun arasında bir umut ışığı gibi göründüler ama Eyşan, onları gördüğü an, bir anlık şokla gözleri dondu. Gözlerindeki o derin, iç burkan ifade...

Bir yanını tamamen öldürüyordu sanki.

Eski tim arkadaşları ona sarılmak için kollarını açmıştı ki, Eyşan ellerini havaya kaldırıp onları durdurdu.

“Üzerimde tim arkadaşlarımın kanı varken bana dokunmayın!”

Sesi kararlıydı ama o kararlılığın altındaki sızıyı herkes hissedebilirdi. Hiçbir şey demeden aramızdan geçti. Yanından bir rüzgâr gibi geçtiği herkes bir anlığına donup kaldı.

Eyşan’ın adımları kara saplanıyordu ama her defasında o karanlık çamurdan kendini söküp güçlü bir şekilde ileri atıyordu. Her adımı sanki bir intikam yeminiydi.

Arkasında, ona emaneten taşınan şehitler vardı.

Ve şehitlerin arkasında, yıkıma uğramış Güvercin’i, Güvercin yapan tüyleri.

 

22 Şubat 2022 / Şırnak

Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından

Her düşünce bir sonuca bağlıdır.

En çaresiz kaldığın anlarda, içinde bulunduğun durumun ağırlığını kavramaya çalışırken, zihnindeki cümleler birbiriyle yarışır. Bir düşünce diğerini iter, her biri seni kendi karanlığına çekmek ister. Zihnin karmaşası kulaklarında uğultulara dönüşür, o uğultular ise giderek çınlayan bir sessizlik yaratır.

İşte o noktada, krizin sınırına varmışsındır.

Kendi içinde yankılanan soruların cevapsızlığı seni yorar; kaçmak istersin ama kaçacak bir yerin olmadığını fark edersin. O an bir şey olur, beklenmedik bir şey. İçlerinden bir düşünce, bütün diğerlerini susturur. Uğultunun ortasında sessiz bir çığlık gibi yükselir ve önüne bir yol koyar.

O yolun nereye gittiğini bilemezsin. Doğru mudur, yanlış mıdır ya da seni daha derin bir kaosa mı sürükler? Anlamaya çalışırsın ama düşüncelerinin cevabı yoktur. Sadece bir adım atma cesaretin kalmıştır.

Kimi zaman bu düşünce seni kurtarır, kimi zamansa felakete götürür ama yine de ona tutunursun, çünkü başka bir seçeneğin yoktur. Zihin, sessizliğin içinde yalnız başına bir mücadele verirken, bedenin bu belirsizlikte ayakta kalmaya çabalar. Çaresizlik, aynı zamanda bir özgürlük gibidir; çünkü kaybedecek bir şey kalmadığında, ilerlemekten başka çaren yoktur.

Ve o ilk adımı atarsın. Yüreğin sıkışsa da zihnin hala çınlayan o sessizlikte kaybolsa da adım atarsın. Çünkü bazen, bir yolu bilmeden yürümek, durup beklemekten daha iyidir.

“Dikkat!”

Sert ve net bir ses yankılandı kulaklarımda. İçimde dolaşan bütün karmaşa bir anda sustu. Derin bir nefes aldım ama nefesim ciğerlerimde düğümlendi. İlk defa, üzerimde simsiyah kıyafetler vardı. Şehitlerimi karşılayabilecek bir üniformam yoktu. Rütbelerim bir kenarda, bu acının önemi ise çok daha farklı bir yerdeydi. İlk defa, ruhumu sıkan, boğazımı düğümleyen bir atmosferin içindeydim.

Oysa ki, bu yol bana yabancı değildi. Birçok şehidim olmuştu. Her birinin hatırası yüreğimde birer yara izi bırakmıştı ama bu sefer, bir şey farklıydı. Daha ağır, daha sert, daha yakıcıydı. Sanki her kaybın ağırlığı birikir de bir gün omuzlarına çökermiş gibi.

Bedenim, her bir hareketinde yorgunluğunu belli edercesine, sandalyeden kalktı. Dizlerim sanki beni taşımayı reddediyor ama inatla ayakta durmam için zorlanıyordu. Sağ ve sol yanımda Kartal ve Lara vardı. Selçuk ve Alperen, önümde duran dört şehidin katillerini bulmak için yola çıkmışlardı.

Benim gidemediğim o yoldan, bana intikam yeminimi getireceklerdi.

“Yüzbaşı Asena Eyşan Boduroğlu’nun yönettiği Akça Timi’nden; Teğmen Emir Korkmaz, Asteğmen Seda Aydın, Astsubay Başçavuş Ozan Kaya ve Astsubay Üstçavuş Serkan Tüysüz, ‘Karadere’ operasyonunda şehit düşmüştür.”

Üzerime dört şehidin kanı bulanmıştı.

“Eyşan, kendine gel!”

Suçlusu bendim.

“Eyşan, geri çekil!”

“Şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Vatan onlara minnettar.”

Vatan, onlara minnettardı ama onlar, beni affedebilirler miydi?

Burnumdan soluk vererek gülümsediğimde Lara’nın kolumu dürttü.

“Eyşan, bu olayda senin suçun yok. Benim de hatam var. Verdiğim koordinasyon onları şaşırttı.”

Kafamı iki yana sallayıp dudaklarımı yaladım ve tam karşıma baktım. Suzan binbaşı, bana kafasını iki yana sallıyordu. İfadesiz kaldığımda ortamızdaki şehitler son yolculuğuna uğurlanmak için araca götürülmeye başlandı.

Afyon’a bir,

Siirt’e bir,

Bayburt’a iki, ateş düştü. Koru beni yaktı.

Suzan binbaşı, önümde varlığını belli edercesine çenesini dikleştirdiğinde derin bir nefes aldım.

“İntikamları alınacak mı, yüzbaşı?” diye sorduğunda ‘Evet.’ dercesine baktım. Gözleri, şüpheyle kısıldı ve eliyle sağına işaret etti. “Gel benimle.”

Lara’ya bakışlarımı çevirip ‘Siz içeriye geçin.’ dedikten sonra Suzan binbaşının yanında yürümeye başladım. Solumda duran askerlerin varlığını hissedebiliyordum. Ben bakmasam bile onlar bana acıyarak bakıyordu. Bu duruma gülmek istedim ama her bir yanak kasım zonkluyordu. Uykusuzdum, bok gibiydim, halsizdim, yorgundum, göz altlarım çökmüştü ve daha da kötüsü açtım.

Bu, timime ikinci ihanetimdi.

Ben, açtım.

İlk defa, tıka basa yemek yemek istedim. Yediğim lokmalardan keyif almasam bile yemek istedim.

Güvercin Timi’nin önünden geçecekken bakışlarının gözlerimde dolanacağını bildiğim için zırhıma kuşandım. Öfkeyle parlayan gözlerim doğdu harelerimde. Dişlerim, etime geçti kanattı dört bir yanımı. Suzan binbaşı şehitlerimin olduğu arabanın arkasında durdu ve bana baktı.

“Kapısını kapat.”

Hiçbir şey demeden demir plakayı yukarıya doğru yükselttim ve sertçe ittirdim. Kenardaki kancaları takıp beklemeye başladım. Araba ilerlemeye başladığında elimi alnımın yanına götürdüm ve esas duruşa geçtim.

Bu, onlara son selamımdı.

Elimi alnımdan indirip yanımdaki kadına döndüm. Sanki her an beni zehirleyecek gibi bakıyordu. Suzan binbaşı, “İntikam, kan kurumadan alınır yüzbaşı. Senin, onu bile alacak gücün kalmamış.” dediğinde gerçeklikle yüzleştim.

Ağır geldi, taşıyamadım.

Sırtını bana çevirdiğinde sinirle dudaklarımı gerdim ve gülümsedim. Çıldırmışçasına gülmeye başladığımda kahkahalarım kışlanın ortasında yankılanmaya başladı. Suzan binbaşının sallanan kafasını gördüğümde daha da güldüm bu duruma. Gözlerimden yaşlar akmaya başladığında kafamı iki yana sallayıp sağa doğru döndüm. Çenem titremeye başladığında gözüm seyirdi.

“Yeter.” diye fısıldadım, kendime.

O sırada önüme doğru bir araç yaklaştı. Selçuk, ani bir frenle durup halimi gördüğünde hızla araçtan indi.

“Yeter lan.” diye bir kez daha tekrarladım. Ellerim arabanın kaputuna yaslandığında Selçuk’a baktım. “Buldunuz mu?” diye sordum. Bakışları gözlerimde gezindiğinde ‘İyi değilsin.’ dedi. Ben, iyiydim. Ben, çok iyiydim ama lanet titremem bir türlü geçmiyordu. Sanki kutupta kalmışçasına titriyordum.

Selçuk, elini koluma koyduğunda dişlerimi birbirine kenetledim ve gözlerimi kapattım.

Ben buradayım.

Vücudumdaki titreme bir anda kayboldu. Gözlerim kendiliğinden aralandı ve etrafa bakındı. Bakışlarımın odağında O var oldu. Üzerindeki üniformasıyla bana başını eğip öylece baktı. Mavi bakışları, uzaktan bile çakmak çakmaktı. Dudaklarını araladı ve kıpırdattı.

Bana gel.

Ben bir adım attım, o bana iki adım geldi. Bir adım daha attım, o ise bana dört adımda yaklaştı. Kollarını iki yana açtı, adeta bir kuşun kanatları gibi ve bana sarıldı. Yanağım onun göğsüne yaslandığında, kalp atışlarının sesi, yüreğimin donmuşluğunu uyandırdı. Yeniden, nefes almaya başladım. Uzun zamandan beri, sanki hiç nefes almıyormuş gibi hissettim.

O an, eli yanağıma gitti ve beni yüzüne yaklaştırdı.

Gözlerindeki yansımada bir Güvercin gördüm.

Etrafıma sardığı kolları, kanatlarım gibi beni sarıp sarmalıyordu.

“Seni, sana vereyim Güvercin. Artık yuvana dön.” dedi ve beni alnımdan öptü.

“Asena Eyşan Boduroğlu, hemen odama gel.”

Alparslan albayın sesiyle Mete, ellerini benden çekti ve babasına baktı. Gözleri kısıldığında Alparslan albay, bana doğru yürüdü ve sağ koluma girip çekiştirmeye başladı. Mete, hızla önümüze geçip bir bana bir de babasına baktı.

“Nereye götürüyorsun?”

Alparslan albaya baktığımda sert çehresiyle Caner’e baktı. Çenesiyle Mete’yi gösterdiğinde Caner, hızla Mete’ye atladı ve kollarını bir mengene gibi Mete’nin etrafına sardı.

“Caner! Sikerim bak belanı, bırak. LAN BIRAK!” diye bağırmaya başladığında Alparslan albay da beni binaya doğru çekiştirmeye başladı. Binanın içine girdiğimizde elini dirseğimden çekti ve kolunu omzuma atıp bir baba şefkati gösterdi.

“Özür dilerim kızım.” diye kendine bir savunma tarzı taktığında yutkundum. Beni odasının önünde bırakıp kapıyı açtı ve ilk defa önce o girmedi, benim girmemi bekledi. Kafamı eğip içeriye girdiğimde koltuğa geçip oturdum. Alparslan albay, sandalyesine geçip oturduğunda yanındaki sürahiden temiz bardağa bir su doldurdu ve önüme bıraktı.

Bardağa uzanıp bir yudum aldığımda içimdeki yangını söndürmeye yetmedi. Bütün bir bardağı bitirdiğimde sürahiye uzanıp bir bardak daha doldurdum. İçtim, o da yetmedi. Bir bardak daha içtim, yetmedi.

Derin bir nefes alıp bir bardak daha doldurdum.

İçtim.

Yetti.

Elimin tersiyle dudaklarımın üzerini kabaca silip Alparslan albaya baktım. Yüzünde, şefkatin kırıntıları gizliydi. Her ne kadar sert bakışlı biri bile olsa, bana baktığında oradaki baba sıcaklığını alabiliyordum.

“Bu hayatta yaşadığın her şey bir tecrübedir. Üzerinde bir üniformanın olmadığını biliyorsun, değil mi?”

Üzerimi saran siyah kıyafetlere baktım. İkinci kez timini kaybetmiş birinin, sessiz çığlığı gibiydi. İlk timim kurulduğunda üzerimdeki kanlı kamuflaj kurumadan intikamımı alabilmiştim ama bu sefer olmamıştı. Yeniden Alparslan albaya baktığımda başını hafifçe sağa yatırdı.

“O yüzden seninle kızım gibi konuşacağım, beni albayın olarak görme.” dedi ve ayağa kalkıp karşımdaki koltuğa geçti. Omuzlarımı düşürüp gerçekten bir asker değilmişçesine burukça baktım.

“Yoruldun, üzüldün, ağladın. Acı çektin kızım. Bir askerin çekemeyeceği tüm acılara şahit oldun. Gözünün önünde aşkın öldü ama bir baktık, öldürdüğümüz aslında senmişsin. Sen, yaşamaya çalışmak için Akça’ya geçtiğinde bunların olacağını tahmin etmiştim. Sana yemin ederim ki seni o yoldan geri çevirmek istedim.” dediği an gözlerinden yaşlar süzüldü. “Ama yapamadım. Gözlerindeki hırs o kadar büyüktü ki bana Hümeyra’yı hatırlattın. Sonunda ölümün olacağını bile bile yanmayı seçen o kadını anımsattın.”

Tüm yorgunluğumla gözlerinin içine baktım. “Keşke bana engel olsaydın.”

Alparslan albay, omuzlarını küçülterek kafasını öne eğdi ve iki yana salladı.

“Emaneti koruyamadım. Öbür tarafta Ethem ağzıma sıçacak.” dediğinde dolan gözlerimle gülümsedim.

“Keşke onlar da engel olsaydı, yaşayıp da.” dedim ve titrek bir nefes aldım. “O zaman bu kadar çok hata yapmazdım.”

Gözlerimin önünü saran yaşları kırpıştırdığımda Alparslan albay, elini kaldırdı ve kendi yüzündeki yaşları silip doğruldu. Dudakları düz çizgi halini aldı ve çenesini dikleştirdi.

“Geri dön. Bütün her şeyi ben ayarlayacağım. İhtarın olmayacak. Lara, Kartal ve Alperen’i Güvercin’e transfer edeyim. Selçuk, yine eskisi gibi Barkın için çalışmaya devam etsin. Asker üniforması o uzun kepçeye hiç yakışmıyor.” diye söylendiğinde gülümsedim.

“Selçuk, uzun kepçeyi duysaydı hoşlanmazdı.” dediğimde yüzünü buruşturdu.

“Bak sen şu hergeleye, geri dön deyince nasıl yüzünde güller açtı.”

Alparslan albayın cümlesiyle dudaklarımdaki gülümseme dondu ve ruhsuzluğa gömüldü.

“Tehdit ediliyorum. Onların da başı yanacak.” dediğimde gözlerini devirdi.

“Yahu evladım, ben sana gözün kara diyorum sen bana kaşın sarı diyorsun. Sence Güvercin Timi, Hayalet Çoban’a seni verir mi? Ayrıca biraz önce, senin için beni çiğneyecek bir adamı gördüm, kendi öz oğlum. Askeriyeyi sen yoksun diye darmaduman ederken, sen kolay mı sanıyorsun onun senden vazgeçeceğini?” dedi ve arkasına yaslandı. Gözleri, tıpkı babamın bana baktığı sevgiye dönüştü.

“Bir sen üzülmedin hayta. Benim oğlum da korktu.” dedi ve güldü ama sonra aklına bir şey gelmişçesine gözlerini kenara kaydırdı, gülümsemesi yok oldu.

“O gün, buraya geldiğinde tokat attım ona. Hayatımda asla ama asla yapmam dediğim şeyi yaptım. Haberim yoktu ki sende vurmuşsun ona.” dediğinde yutkundum ama Alparslan albay, iç çekip devam etti.

“Dizlerinin üzerine çöküp ağladığında devrim döndü Eyşan. Dedim, ‘Alparslan, sen ne yaptın?’ sonra Mete, kafasını kaldırıp yüzüme baktı. O an gözlerinde seni gördüm. Yanındayken ağlayamamış, belli. Hıçkıra hıçkıra ağlarken ‘Beni azad et’ dedi. O cümleyi bana değil, sanki sana söylüyordu. Onu hiç bu kadar çaresiz görmemiştim.”

Alparslan albayın sözlerinin ağırlığı, ruhumda yankılandı. Sanki birer kurşun gibi içime saplanıyor, nefes alışımı zorlaştırıyordu. Mete’yi bu kadar sarsmış olabileceğimi hiç düşünememiştim. Kalbimde ince bir sızı hissettim. Kaç zamandır taşıdığım bu yükü, o an yeniden hatırlamıştım. Omuzlarımda bir dünyayı taşıyormuş gibi hissediyordum. Yutkunmaya çalıştım ama boğazım yeniden kuruydu. Alparslan albay, ellerini sehpaya koyup hafifçe öne eğildi.

“Oğlumun kalbini alıp gitmek olmaz hanımefendi.” deyip güldüğünde utanarak gözlerimi kaçırdım. “Hişşşşş! Utanma, sen kızımsın o da oğlum. Dur bak sana ne göstereceğim.” dedi ve ayağa kalkıp vitrin dolabının önünde durup bir albüm çıkarttı. Sehpanın üzerine koyup açtığında Asiye yengem, annem ve Hümeyra teyze ayaktaydı. Asiye yengemin önünde ikiz çocuk arabası ve içinde Mete ve Caner vardı.

“Aslında burada sende varsın, annenin karnında. Her neyse; Asiye bizim çocukları, bizimkiler görsün diye kışlaya getiriyor. Sende dört aylıkmışsın. Mete, Yağmur’un karnına dokunduğunda sen tekme atmışsın.”

Gülmeye başladığımda kafamı iki yana salladım. Acaba daha neler çıkacaktı küçüklüğümüzden?

“Bizim keratanın eli senden ayrılınca ağlamaya başlamış. O günden beri çektirdin oğluma, deli kız.” dedi ve albümü alıp yeniden vitrine koydu. Karşıma geri oturduğunda yanaklarım gülümsemekten ağrıyordu. Titremek istiyordu ama ona izin vermiyordum. Alparslan albay, elini koltuğa iki kere vurup kahkaha attı.

“Olayı anlattıklarında Ethem’in suratını görecektin!” diye bağırdığında bende kahkaha attım. Odayı kahkahalarımız sardığında ellerimi yüzüme yasladım ve derin bir iç çektim. Her şey yoluna girecek miydi?

“Eyşan.”

Alparslan albayın sesiyle elimi yüzümden çektim. Koltukta ayağa kalkıp kaşlarını çattı.

“Eyşan,” dedi, bu sefer sesi çok daha yumuşaktı, “Bu savaş sadece senin değil. Tüm tim, seninle bu yolu yürüdü. Şimdi senin vazifen onları yalnız bırakmamak. Biliyorum, kendini sorumlu hissediyorsun ama unutma; bir asker düşebilir ama düştüğü yerden kalkmasını da bilir. Yalnız değilsin.”

Başımı eğip, dizlerime baktım. Ne kadar güçlü durmaya çalışsam da içimdeki kırıklıklar, çatlaklardan sızıyordu.

“Ben kalktım albayım..” dedim kısık bir sesle. “Ama hâlâ yürüyemiyorum.”

Alparslan albay derin bir nefes aldı, bakışları kararlıydı.

“Yürümeyi öğreteceğiz sana kızım. Gerekirse seni sırtımızda taşıyarak yeniden koşmana yardım edeceğiz. Şimdi kararını ver. Mete ve diğerleri seni bekliyor. Bu hikâyeyi yarım bırakacak mısın?”

Bu sözler, içimde küllenmiş olan bir kıvılcımı yeniden ateşledi. Başımı kaldırdım, gözlerim onun gözleriyle buluştu.

“Hayır,” dedim, sesi titremeyen, net bir tonla. “Bu hikâye yarım kalmayacak.”

Alparslan albay başını salladı, memnuniyetle gülümsedi. O an, bir şeylerin yeniden başladığını hissettim. Evet, yarım kalmayacaktı. Kollarını iki yana açıp beklediğinde ayağa kalktım ve bir adımda kafamı göğsüne yasladım. Babamın unuttuğum şefkatini bana geri verdi.

“Sen benim bana Ethem’im yadigarısın. Seni, herkesten el üstünde tutarım.”

Gülümsediğimde ayrıldı ve kaşlarını çattı.

“Şimdi git ve o üniformanı giyip koordinasyon merkezine geç. Güvercin Timi’ne seni tanıştıralım. Herkes görsün ki Asena Eyşan Boduroğlu, geri döndü.”

 

Yazar, Ağzından

Koordinasyon merkezinde Mete’nin bakışları ikizine karşı çok sinirli bakıyordu. Babası, kadınını onun ellerinin arasından alırken Caner, onu çekiştirip bırakmamıştı. Bedenini saran kelepçeden kurtulduğu an Caner’e yumruk sallamıştı. Bakışları Caner’in gözüne çevrildi. Caner, sağ gözündeki koyu bir morlukla öylece Lara’ya bakıyordu. Öfkesine rağmen bıyık altından güldü Mete.

Mor, ikizine çok yakışmıştı.

Alparslan albay, kapıyı açıp içeriye girdiğinde tüm tim üyeleri saygıyla ayağa kalkmıştı. Ellerini arkasında birleştirmiş, adımlarını yavaş ama kararlı atıyordu. Salonda çıt çıkmıyordu; bu sessizlik, önemli bir şeyin habercisiydi.

Eyşan, odanın kapısının hemen yanında bekliyordu. Başını hafifçe eğmiş, yüzü ifadesizdi ama gözleri, fırtınaların dinmediğini anlatıyordu.

Alparslan Albay, odanın ortasında durup herkesi bir kez daha süzdü. Her bir asker, omuzları dik, gözleri ileriye odaklanmış şekilde bekliyordu. O anda sesi, bütün odada yankılandı. “Güvercin Timi! Size, eski bir dostu, eski bir komutanı takdim ediyorum.”

Her bakışın arasında tanıdık bir şaşkınlık belirdi. Deniz, Osman’ın kolunu dürterek gülümsedi.

“O, buraya sadece bir asker olarak değil, bu timin kalbi olarak geri döndü. Bu uğurda yıkıldı, bu uğurda küllerinden doğdu. Şimdi, Asena Eyşan Boduroğlu yeniden aramızda.”

Kapının yanındaki Eyşan başını kaldırdı ve ileriye doğru yürümeye başladı. Botlarının zeminde bıraktığı yankı, odanın kalp atışlarıyla birleşti.

Alparslan Albay, Eyşan tam yanına geldiğinde konuşmasına devam etti.

“Bundan sonra, timde hiçbir eksik kalmayacak. Görevine dönmüş bir asker değil, yarım kalmış bir hikâyeyi tamamlamaya gelmiş bir komutan var karşınızda. Emirleri net, sözleri keskin, vicdanı güçlü. Asena Eyşan Boduroğlu, timine yeniden hoş geldin.”

Eyşan’ın gözleri bir an tim üyelerini taradı. Hepsinin gözlerindeki o parıltıyı hissetti. Kalbinin titremesine engel olamadı. Bir kuşun kanat çırpışı gibi pır, pır attı ritmi.

Sessizliği ilk delen, Osman’ın fısıldayan sesi oldu.

“Güvercin, geri döndü.”

Bir anda Kubilay’dan kopan tek bir alkış sesi, diğerlerini de peşinden sürükledi. Herkes omuzlarını dikleştirip yeniden bir araya gelmenin verdiği o eski güveni hissetti. Bu sadece bir tanışma değil, küllerinden yeniden doğan bir timin başlangıcıydı.

Ve Eyşan, gözleriyle her birini tararken, “Bittiğini sandınız ama daha yeni başlıyoruz.” içinden fısıldadı ve gülümsedi.

 

1 Saat Sonra

“AH!”

“Koş lan!”

“Ağağağağ, abla yapma!”

“Kes, ne ablası be! Komutanım diyeceksin! Koş!”

Eyşan’ın sert sesi, eğitim alanında yankılanırken, Güvercin Timi'nin yüz ifadeleri birbirinden beterdi. Eyşan, tüm timin, tabiri caizse, ağızlarına sıçıyordu. Osman dizlerine kadar çökmüş nefes nefese kalmış, Caner küfürleri içinden sıralarken bir yandan da Mete’ye kaş göz işareti yapıyordu. “Bir şey söyle oğlum, bu kadını senden başka kim durduracak?!”

Mete, gözlerini kısarak başını iki yana salladı. Bu konuda kesinlikle bir şey demeye cesareti yoktu. Zaten Eyşan, bir anlık duraksamayı fark etse bütün timi bir saat daha süründürürdü.

Eyşan, güneşin tam tepede olduğu bu saatte, üzerinde kapkara eğitim kıyafetiyle adeta bir gölge gibi görünüyordu. Omuzları dik, bakışları soğuk ve acımasızdı. Güvercin Timi’nin gözünde o an bir “komutan” değil, şeytanın yeryüzündeki temsilcisiydi.

“Alev!” diye bağırdı Eyşan, gözlerini küçük bir hedefe diken bir keskin nişancı gibi. “Koşu parkurunu ikinci kez döneceksin. O kollar ne lan öyle? Beş kiloluk kum torbası mı taşıyorsun!”

Alev, ağzından homurdandı. “Allah’ım, benim ne günahım vardı?”

Eyşan duymadı ya da duymamazlıktan geldi. Herkesin gözünü korkutacak o soğuk gülümsemesini yüzüne yerleştirip, timin geri kalanına döndü.

“Kubilay! Yerden taş mı topluyorsun, ne yapıyorsun? Sürün dediğimde sürüneceksin oğlum, sürün!”

Kubilay, yerde son gücüyle sürünmeye çalışırken Osman arkadan fısıldadı. “Sürünmeyi bırakırsan gözüm kapalı mezarını kazarım Kubilay!”

“Osman!”

Eyşan’ın ses tonundaki sertlik, onun bu konuşmayı çoktan duyduğunu gösteriyordu. Osman bir anlığına dondu, bakışlarını yere dikti ve hızla silkinip toparlandı. “Özür dilerim komutanım!”

Timin perişan halde eğitime devam etmesini izleyen Eyşan, bir adım ileri attı. Gözlerinde tek bir yumuşaklık belirtisi yoktu. Adeta her biri için daha iyi, daha güçlü bir asker yaratmanın peşindeydi ama kalbinde adeta zıplayan bir çocuk vardı. Ayakları kalbine vurarak, bir trambolin edasıyla zıplıyordu, heyecanından.

Mete, yanağından süzülen teri silerken Eyşan’ın soğuk ve sert duruşuna baktı. Göğsü inip yükselirken kurumuş dudaklarını yaladı. Kasıklarında bir sızı hissetti. ‘Ah bu kadın, çıldırtacak beni. Ne kadar ateşli göründüğünden bir fikri yok.’ dedi.

Tam o anda Eyşan’ın sesi yeniden yankılandı. “Toparlanın! Bu eğitim, sizin sınırlarınızı aşıp, kendi gücünüzü keşfetmeniz için var. Yarın sahaya çıktığınızda bu halinizle değil, bambaşka bir tim olarak gideceksiniz!”

Barış, yerde bir kum torbasının üzerine yığılıp mırıldandı. “Yarın sahaya çıkacağımız kesin mi ki?”

Caner derin bir nefes alıp yanıt verdi. “Sahaya değil de morga çıkacağız gibi hissediyorum.”

Tim, sessizce Eyşan’ın talimatlarını yerine getirmeye devam ederken Eyşan içinden gülümsedi. Bakışları Mete’ye çevrildiğinde Mete’nin ona baktığını gördü. Aralı dudaklarından alıp verdiği nefesler, Eyşan’ın nabzını hızlandırdı. Eyşan’ın gözleri şefkatle parıldadı ve Mete’ye doğru adımladı.

“Şınav pozisyonu al.” diye söylendiğinde Mete, yutkundu. Eyşan’ın bakışları yükselip alçalan âdem elmasına takıldı ama çok sürmedi. Çünkü Mete, önünde eğilmiş ve pozisyona geçmişti. Eyşan, sinsice gülümsedi ve Mete’nin geniş sırtına oturdu. Ayaklarını kendine çekip bağdaş kurdu.

Time, “Gözüm üzerinizde.” dedi ve Mete’nin kulağına eğildi. Bakışları Mete’nin ensesine değdiğinde ne kadar da terlemiş olduğunu gördü. Nefesini oraya üflediğinde Mete’nin dirsekleri titredi. Eyşan ile birlikte yükselip alçalmaya başladıklarında Eyşan, kalbinin ritminin daha da fazla arttığını fark etti.

Mete için durum harbiden zordu. Sırtındaki kadını altına alıp öpmemek için kendini tutarken, kadının onun ensesine bıraktığı nefesle şınava sürüklendi. Her yükselip alçaldığında alnındaki ve boynundaki damarlar daha da belirginleşiyordu.

Eyşan, Mete’nin kulağına üflediğinde Mete, bir kez daha titredi. “Ne oldu Mete, yoruldun mu?” diye fısıldadığında Mete’nin boynundaki atan damarı gördü. Gözlerini etrafta gezdirip dudaklarını yaladı ve hızlı, küçük bir öpücük bıraktı. Mete, dişlerini yanağının içine batırdı ve bir anda Eyşan’ı sırtından itti.

Mete, kaçarcasına büyük adımlarla yatakhanesine koştu. Eyşan, yerdeki bedenini kaldırıp time kaşlarını çattı. “Burada kalın, hemen geleceğim.” dedi ve adımlarını Mete’nin peşinden sürükledi.

“Aha, Mete istifa etmeye gidiyor.” diye söylendi Barış ve kendini yere bıraktı.

Osman’da kendini yere bıraktığında herkes farklı yerlere uzandı. Derin nefesler bırakırken “Allah, Mete’ye sabır versin.” diye söylendi.

Kubilay, “Eyşan abla, Mete yüzbaşımın ağzına dayayacak odunu.” diye söylendiğinde ile herkes kahkaha atarak Eyşan’ın gelmesini beklerken dinlenmeye başladılar.

Mete, kendini odasına atıp üzerine yapışmış, sırılsıklam olan tişörtü attı ve altındaki pantolonu iç çamaşırıyla birlikte kenara fırlattı. Odanın içindeki banyoya kendini attığında odanın kapısının açıldığını işitti, kilit sesi geldi ama Caner gelmiştir diye umursamadı. Suyu açtığında Eyşan, hızla banyoya girdi.

“Niye eğitimden kaçıyorsun?” deyip Mete’nin omzuna vurduğunda Mete, dişlerini sıktı ve Eyşan’a dönüp yüzünü büyük elleriyle avuçladı. Eyşan’ın dudaklarına gömüldü.

 

 

(+21) ARGO, CİNSELLİK VB. CÜMLELER İÇERİR. OKUMAK İSTEMEYEN İŞARETLİ KISMA!!!! (+21)

Eyşan, karnında bir sızının varlığını hissederken elini havaya kaldırdı ve Mete’nin öpüşlerine karşılık vermeye başladı. Dilleri birbirine çarparken nefessiz kalmaya başlamışlardı. Mete, ellerini Eyşan’ın altındaki pantolona götürdü ve hızla çıkartıp kenara fırlattı. Eyşan, haz dolu ama şaşkınca Mete’ye baktı. “Mete, ne yapıyorsun?”

Mete, Eyşan’a baktı ve iç çamaşırını Eyşan’ın gözlerine bakarak yırttı. Boğuklaşmış sesiyle “Sus.” dedi ve bir kurt misali kadının sağ bacağını kavrayıp beline çekti. Eyşan, dudağını ısırıp vajinasını aralarında duran organa yasladı. Mete, bu hareketle “Siktir, ah!” diye inlediğinde Eyşan, bacaklarına süzülen zevk suları hissetti. Mete, elini kaldırıp parmaklarını Eyşan’ın vajinasına dokundurduğu an ikisinin de dudakları birbirini buldu.

Haykıracak inlemeleri boğukça dudaklarında harlandığında Mete, avuçlarının arasındaki kalçaya parmak izlerini bırakmak istermişçesine yoğurdu ve kadını hızla kucağına aldı. Eyşan’ın sırtını sertçe fayansa yasladı. Dudakları ayrıldı ve Mete, Eyşan’ın kulağına dudaklarını yaslayıp yanağını şakağına yasladı.

“Beni getirdiğin hale bak. İçini parçalayarak seni sikmek istiyorum.” dedi ve sözü icraata geçirdi. Kadını saran kalçasından bir elini çekip erkekliğini tuttu ve vajinanın girişine yasladı. Mete’nin gözlerini geriye kayarken boğazından hırıltılar döküldü ve yanağını daha çok kadının şakağına yasladı. Kendini birden içine soktuğunda Eyşan, Mete’nin yanaklarını tutup dudaklarına yapıştı.

“Hmm.”

Mete’nin kükremesi dudaklarının içinde yankılandığında Eyşan’ın bacakları titredi. Mete, ellerini kadının kalçasına götürüp bir şaplak vurdu.

“Ah.”

Eyşan’ın inlemesini duyan Mete, kendini kaybetti ve avuçlarındaki kaba eti daha sert yoğurmaya ve sertçe çıkıp girmeye başladı. Banyoda yankılanan tenlerinin çırpma sesleri, tutmaya çalıştıkları inlemelerine karışmıştı.

“Ah…Amına koyayım, ah!” diye kükrediğinde Eyşan’ın dudakları zevkle yalandı. Dili Mete’nin kulak memesinde gezindi. Mete’nin dizleri titreyecek gibi olduğunda bir elini fayansa yasladı.

Eyşan, “Elinden gelen bu mu?” diye fısıldadığında Mete, Eyşan’ın yanağını ısırdı. Isırdığı yeri yalayıp kulağına yaklaştı. “Tarumar. Sonuna dayanan sikimi hissetmiyor… musun? Seni… paramparça etmek için… orada.” deyip fayanstan yere yatırdı ve kollarını bacaklarının altından geçirip omuzlarına aldı. İçinden çıkıp vajinasının girişinde bekletti.

“Gözlerini aç!”

Eyşan, boğuk bakışlarla Mete’ye baktığında Mete, sertçe Eyşan’ın içine girdi. Eyşan’ın bakışları boynunda takılı kaldı. Boynundan başlayan ve tüm vücuduna yayılan belirgin damarları gördü; mavi ve yeşilin birbirine karıştığı, hayatın nabzını taşıyan ince yollar gibiydi. Sanki o damarlar, Mete’nin içinde sakladığı vahşiliği ve gücü gözler önüne seriyordu.

Eyşan’ın gözleri, damarların bu açık davetinde bir an takılı kaldı. Hem hayranlıkla hem de içten gelen bir arzuyla baktı; sanki o damarlar boyunca akan her şeyin ne kadar kendisine ait olduğunu hatırlatır gibi. Kasıklarına vuran hazla ayak ucuna kadar titredi. Bir eli Mete’nin göğsüne dokunduğunda atan kalbi hissetti. “Çok hızlı atıyor.”

Mete, gözleri artık kaymış bir şekilde “Sadece senin için!” deyip çıktı ve yeniden sertçe kökledi. “Bir. Tek. Senin. Iğh!” Sözleri her söyleyişinde daha da sertleşiyordu. Eyşan, ellerini arkasındaki duvara yaslayıp iyice kalçasını Mete’ye yaklaştırdı. Mete, kadının kalçasını daha da sıkarak Eyşan’a doğru eğildi. Eyşan’ın karnı bükülürken Mete’nin burnu Eyşan’ın burnuna çarptı. Eyşan, zevkten kudurmuş bir adamı gördü. Kendini değerli hissetti.

Mete’nin dudakları yeniden aralandı. Çenesi kasılırken avını yemek isteyen bir kurt misali Eyşan’ın dudaklarına gömüldü. Haykırışı tene çarptı. İkisi de aynı anda boşaldıklarından yetmedi ve Mete, devam etti. Ağzının içindeki dudaklara sertçe haykırdı ve daha da hızlandı. Eyşan, bacaklarının titremesine engel olamazken bir kez daha akan kendinden kopan sıvıları hissetti.

Çığlığı, Mete’nin dilinde yankılandı.

Mete, bayılacak gibi olduğunda kararan gözlerini kırpıştırdı. Dudakları titrerken bir kez daha kadının içine kendini sertçe itti. Erkekliğinin ucundan adeta fışkıran meniler, kadının cehennemindeki çukurda dolaştı.

“Sikeyim… Seni sikeyim... Beni getirdiğin şu durum..ah...” diye kükredi ve kendini bir kez daha kadına itti. Eyşan’ın duvarlarına sürten adamın hâlâ sertliğiyle bir kez daha titrediğinde Mete, başını geriye yasladı. Eyşan, bir anda Mete’yi ittirip boylu boyunca uzanmasına neden olduğunda Mete, dişlerini sıktı. Eyşan ellerini, Mete’nin göğsüne yaslayıp çizerken Mete, dizlerini kırıp kendine çekti. Bu hareket Eyşan’ın üzerine eğilmesine neden oldu.

Mete’nin elleri Eyşan’ın saçına giderken diğer eli kalçasına gitti. Hunharca öpüşürken, Eyşan, kendinden geçmek üzereydi. İnleyişleri Mete’nin kulağına yaslandığında Mete, dişleri kırarcasına sıktı.

“Hay amına koyayım.” diye dişlerinin arasından tısladı ve elini Eyşan’ın saçlarından çekip kalçasına koydu. Mete, başını yere yaslarken gözlerinin altından onun için dağılmış Eyşan’ı izledi. Gözleri karardı ve Eyşan’ın kalçasına parmaklarını gömdü ve bir anda yattığı yerden doğrulup kadını kendine çekti.

Eyşan, neredeyse daha diplerinde hissettiği organla dudaklarını eliyle kapattı ve çığlık attı. Mete, kadının kalçasını iyice bastırıp devam ettiğinde başını arkasına attı. Eyşan, içine yayılmaya başlayan sıvıyla, Mete’nin haykıracağını anladığında boştaki elini Mete’nin ağzına yasladı. Elinde büyük bir kükreme kaldığında Mete, titreyen bedenini kadına yasladı. Dişleri görüldü ve sinirinden gülmeye başladı. Kadının onu nasıl bu duruma soktuğuna inanamadığı için güldü.

 

 

(+21 BİTTİ)

 

 

OKUMAYA DEVAM

“Off… Tarumar diye ben sana dedim ama sen beni darmaduman ettin.”

Eyşan da gülmeye başladığında birbirlerine sarılı titremelerinin geçmeleri için beklemeye başladılar. Titremeleri ne zaman birbirlerine kavuşsalar hep olacaktı. Ne zaman sinirlenseler, öfke nöbetleri yaşayacaklardı. Çünkü ikisi de birbirlerine karışmıştı.

Mete’nin öfkesiyle kıvrılan dudakları titrerdi, artık Eyşan’ın da titreyecekti.

Eyşan, gözlerini kırptığında sakinleşebilirdi, artık Mete’de sakinleşecekti.

Birbirlerine en büyük hediye bu oldu.

 

23 Şubat 2022 / Şırnak

Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından

Ev.

Dört duvarı olmayan ama içimi sıcacık eden bir alandı. Bir çatısı yoktu belki ama gökyüzü hep benimdi. Duvarlar yerine sevgiyle örülmüş anılar vardı, pencere yerine ruhuma açılan kapılar… Orada güvendeydim, orada tamdım ve her şeyin anlam bulduğu tek yerdi. Bazen bir gülümsemede, bazen bir dokunuşta saklanırdı. Hiçbir harita bulamazdı onu, çünkü bir mekândan öte bir his, bir sığınaktı. Soğuk rüzgârların dışarıda uğuldadığı anlarda, evin sıcaklığı içimde yankılanır, beni sarıp sarmalardı. Orada, zamanı unutur, dünyanın karmaşasından uzakta sadece var olurdum.

Ev, kimine göre bir adres, kimine göre bir anıydı. Bana göre ise bir nefes alışta hissettiğim huzur, bir çift gözde bulduğum sonsuzluktu. Beni kucaklayan, eksiklerimi tamamlayan ve ait olduğumu her daim hatırlatan o görünmez ama gerçek varlıktı.

Gülerek sohbet eden time, dudaklarımdaki tebessüm ile karşılık veriyordum.

İşte benim evim, tam da burasıydı.

Önümdeki çay ne zaman bitse hemen Deniz, kalkıyor ve yeni bir bardağı önüme koyuyordu. Kubilay, bir kolu Yonca’nın omzunda dururken diğer eliyle karnını okşuyordu. Caner ve Lara birbirlerine kaçamak bakışlar atsalar da bir noktada buluşup asla gözlerini ayırmıyorlardı.

“Ağrın var mı?” diye fısıldayan sol yanıma döndüm. Gözlerindeki küçük parıltıları izlediğimde gözlerimi kısıp kafamı iki yana salladım. Aldığım acı değil, zevkti. Gözlerimi açıp ona ne hissettiğimi gösterdiğinde kaşlarını hafifçe kaldırdı ve iç çekip gülümseyerek konuşan Kubilay’a bakmaya başladı.

“Uy sana ben kurban olayum!”

Gülerek Kubilay’a döndüğümde Osman, gözlerini devirdi.

“Ya, bırak artık şu ağzı. Konuşamıyorsun bile.” diye söylendiğinde kıkırdadım ve Osman’a alayla baktım.

“Sen konuşabiliyorsun sanki?” dediğimde bakışlarını kaçırdı. “Eyşan abla.” diye seslenen Yonca’ya baktığımda kaşlarıyla Osman’ı gösterdi.

“Sizin göreve gittiğiniz gün baya arkandan saydırdı.” dediğinde gözlerimi Osman’a çevirip hafifçe öne eğildim.

“Ha bi de baa ne dedun arkamdan.” diye alayla söylendiğimde Osman, iyice sağa doğru döndü ve Deniz’in arkasına saklandı. Geriye yaslanıp Yonca’ya baktığımda Yonca, sevinçli bir şekilde ellerini çırptı ve sandalyesini bana yaklaştırdı. Kulağıma eğildiğinde önce kıkırdadı.

“Uuuu! Bokiyenun uşa. dedi. Bişe desem söz olur, demasam maraz olur. İnat ettun cördin ebenun amunu dedi. Bir de lalak dedi.” diye fısıldayıp geri çekildiğinde çakma bir sinirle arkama yaslandım.

“Dema.” diyerek kollarımı göğsümde bağladım. Gözlerimi kıstığımda herkesin bakışları bana dönmüştü. Osman korkarak bana bakarken çenemi dikleştirdim.

“Kopeli.” (Lazca:Piç)

Osman, kaşlarını çattığında Deniz’in arkasından çıktı ve kollarını göğsünde bağladı.

“Yavaaaaaas. Deduğuna tikat et!”

Gülerek kafamı salladım.

“Edecum edecum.” Ayağa kalktığımda Osman yavaşça arkaya doğru yaslandı. “Ebenun amuna da tikat educum!”

Osman, sandalyede geriye doğru kendini atıp benden kaçtığında hızla ona atıldım. “Gel la bura!” elimi havada savurup hızla Osman’ı kolumun altında sardım. Yumruğumu saçlarına sürtüp sandalyesine geri oturttum. Korkuyla Deniz’e sarılırken gülerek kendi yerime oturdum.

Herkes Osman’ın korkusuna gülerken kafamı iki yana salladım. Osman, burnunu çekip küsmüş gibi kafasını eğdi.

“Haksuzluk ama bu.” dedi. Alayla güldüm. “Otu ala bide.” diye söylendiğimde Yonca, gülme krizine girmiş ama ondan başka kimse gülmüyordu. Çünkü hiçbiri anlamamıştı. Gözlerimi devirerek kafamı yeniden iki yana salladım.

“Abla ne dedin ya anlamadık?” diye sorduğunda Deniz, gülümsedim.

“Otur ağla bide.”

Bu sefer herkes güldüğünde bakışlarımı Mete’ye çevirdim. Dudaklarında bir tebessüm vardı ama o tebessüm bir anda genişledi ve inci gibi dişleri bana sunuldu. Kocaman gülümsediğimde ikimizin de eş zamanlı olarak sağ üst dudağı titredi. Gözlerimi gözlerine çevirdiğimde dudaklarımı sıktım.

Yonca, “Eyşan abla, daha kötü şeylerde söyledi ama sana değil, Mete abiye.” dediğinde tüm ifadesizliğimle Yonca’ya baktım.

“Yonca, hayır.” Solumdan gelen sesle kaşlarımı çattım. Ne söylemiş olabilirdi ki Mete, söylemesini istememişti. Bakışlarım Osman’a çevrildiğinde öylece beni izlediğini gördüm. “Söyle.” deyip Yonca’ya baktım. Yonca, bakışlarını yere eğdiğinde sağ yanağımın içini dişledim.

“Celeni tutaysin gaçan gurtuliyi. Peskoya kuduspa mu attun? Bah yandu harlu harlu. Cittu cöreve ha o timla. Ne gadarun ağlasan boş. Ha o paçi hepumuzun ağzuna siştu.’ dedi.”

Yonca’ya bakarken gözlerimi kıstım ve yutkundum. ‘H o timla.’ Sözcüğü içimde bir kırılmaya neden olmuştu. Alt dudağımı dişlerimin arasına alıp sertçe ağzımın içinde gevdim ve Osman’a döndüm. Sol dirseğimi dizimin üstüne yaslayıp sağ elimi dizimin üstüne koydum.

“Korbakor da dedin mi?” diye söylendiğimde bakışları bana çevrildi.

Caner’in, “Bana söyledi o sözcüğü.” diyen sesini işittiğimde işaret parmağımı Caner’e çevirdim ve gözlerimi kapattım. “Sen hak etmiştin zaten.” dedim ve gözlerimi açtım.

“Gurişkimi ar parpalişi msva şuku tutxu on.”

Osman, bana bir anda yeşillerini diktiğinde yutkunduğunu görebilmiştim. Çenesi sertleşirken Deniz, elini omzuna koyacaktı ki sandalyesini geriye doğru savurup hızla kantinin çıkışına koştu. Yonca, koluma sarılıp ona bakmamı sağladı.

“Neden böyle dedin?” diye sitemle söylendiğinde gözlerinin içine baktım. Osman, annesiyle kavga ettikten sonra ondan özür dilememiş ve zamanında annesine de aynı cümlelerin benzerini söylemişti. Yonca’ya tüm sözcükleri gözlerimin içinde anlattığımda kolumu bıraktı ve kafasını öne eğip yürümeye başladı. Kubilay, anlamamış bir şekilde Yonca’nın peşinden giderken gözlerimi kapatıp titrek bir nefes verdim.

Deniz, “Anlamı ne?” diye sorduğunda gözlerimi açtım ve kantinin girişine baktım. Göğsümde bir kırılma olurken Deniz’e bakıp yutkundum.

“Anlamı bende kalsın.” dediğimde başı yere eğildi. Bakışlarımı Mete’ye çevirdiğimde çatık kaşlarıyla gözlerime odaklandı. Gözlerimi hafifçe kapatıp kafamı iki yana salladım ve açıp derin bir nefes aldım. Dudağımın içini dişleyerek ayağa kalktım ve ellerimi çırptım.

“Hayde kalkun herkes işunun başuna.” diye hızlıca söyledim ve anlamadıklarını önemsemeden kantinden çıkıp Osman’ı bulmak için kollarımı sıvadım.

 

Osman Çavdar, Ağzından

Bir kalp nasıl bükülür?

Sessizce bükülür. Sevgiyle dolup taşarken, bir kelime, bir bakış ya da bir sessizlik, damarlarına sızar ve ağır ağır sıkıştırır onu. İlk başta hissetmezsin; hafif bir baskı, ince bir sızıdır ama sonra o his, içten içe büyür, kıvrılır, düğümlenir.

Bir kalp, beklenmedik anlarda bükülür; en çok sevdiğin ellerin uzaklaştığı, sesin yankısız bir boşlukta kaybolduğu zamanlarda... Tıpkı bir telin gerilmesi gibi, kırılma noktasına yaklaşır. Asla kopmaz ama asla eskisi gibi de olmaz. Şekli değişir, ses tonu farklı çalar ama hâlâ atmaya devam eder.

Bir insanın kalbini nasıl büktüğünü, kendin yaşamadan anlayamazmışsın. Yaşadım sanırsın ama bir gün öyle biri gelip yüzüne çarpar ki işte o an anlarsın, kalbinin aslında hiç bükülmediğini. Geçmişte bastırdığın, yüzleşmeye cesaret edemediğin her kırılganlık, her yara yeniden kanar.

Sadece korumak için kendini bir zırhın ardına saklarsın.

Kaçarsın.

“Beni affetmeyecek misin Osman?”

“Peskoya kuduspa mu attun? Bah yandum harlu harlu. Ne gadarun ağlasan da boş ana!”

“Gurişkimi ar parpalişi msva şuku tutxu on.”

“Kalbim bir kelebeğin kanadı kadar hassas.”

Asiye Çavdar… annem.

Özür dileyemeden kaybettiğim, kalbimin bükülmesine neden olan insanlardan biriydi.

Boş bakışlarımı gökyüzünden çekip parmaklarımın arasındaki sigaradan bir nefes çektiğimde her şeyin düzeleceğini düşünmüştüm. O geri gelecek, ben hiç Mete’ye o sözleri söylememiş olacağım ve Eyşan, bana o cümleyi kurmamış olacak.

Çok büyük bir istek değil miydi?

Bir kez daha acıyla büküldü kalbim.

Annem öldükten sonra hissetmediğim, kalbim.

Göz kapaklarım farkında olmadığım bir anda gözlerimin üzerine devrildiğinde ruhumda yuvarlanan zebercet taşını gördüm. Parlak ama ağırlığı dayanılmaz. Elimi uzatsam dokunacakmış gibi ama bir o kadar da uzak ve ulaşılmaz. Belki de bu yüzden hep kaçıyordum. Yaklaştığım her şeyin, sonunda elimden kayıp gidebilmesinden korkuyordum.

“Osman.”

Eyşan’ın sesini duyduğumda gözlerimi açtım ve derin bir iç çekip bakışlarımı parmaklarımın arasındaki sigarayı söndürdüm. Oturduğum bankın boşluğuna kurulduğunda arkama yaslanıp sola baktım.

“Küs müyüz?” diye sorduğunda kafamı iki yana sallayıp ellerimi ceplerime soktum ve bakışlarımı onun kahvelerine çevirdim. Bir şey demeden ona öylece bakarken dişlerimi sıkmama engel olamamıştım. Ben, sadece annemi değil belki onu da kaybetmiştim. Kız kardeşim neler neler çekmişti ama hiçbirinde yanında olamamıştım.

“Özür dilemen gerektiğini biliyorsun, değil mi?” diye söylendiğinde ağır gelen hisle yutkundum ve bakışlarımı kaçırdım. Annemden özür dileseydim annem, yine ölür müydü? Acıyla gülümsedim. Keşke dememek için Mete’den özür dileyecektim. Yeniden Eyşan’a baktım. Gözlerini hafifçe kısmıştı ve benden bir cevap bekliyordu.

“Dileyeceğim.”

Eyşan, aldığı cevapla kollarını göğsünde bağladı ve bıyık altından gülümseyerek bakışlarını dağa çevirdi. “Adam ol, böyle aklını alırım.” deyip yeniden alayla bana döndüğünde gözlerimi devirdim. Onun yaptığı gibi kollarımı göğsümde bağlayıp yarım ağız gülümsediğimde sola doğru baktım. Sanki birini bekliyormuşçasına sürekli gözlerim oraya çevriliyordu.

Bir anda “Cemile gelecek, onu karşıla.” dediğinde şaşırarak yeniden Eyşan’a baktım. “Nereye, nasıl gelecek?” diye sorduğumda gözlerini kıstı ve bakışlarını benden tiksiniyormuşçasına üzerimde gezdirdi.

“Kubilay ile otura otura yemin ediyorum hepiniz salak oldunuz. Ne demek nereye gelecek? Askeriyeye oğlum. Benim bugün askeriyede işlerim var, bir sürü evrak birikmiş. Akşam eve gitmeyeceğim, aklım evde kalacak bu sefer de ben huzursuz olacağım. Biraz önce aradım o gelecek ve burada, benim yerimde yatacak.”

Gözlerimi devirip yeniden sola baktığımda yüreğimdeki burukluğu yeniden hissetmiştim.

“Osman.”

Eyşan’ın seslenmesine boğazımdan ‘Hı.’ çıkarttım ama ona bakmadım. Çünkü baksaydım her şeyi gözlerimden okuyacaktı. Bir çakmak sesi işittiğimde sigaranın dumanı üzerime doğru geldi.

“Ağaçlar kırağı tutmuş. Bu akşam kar yağar mı?” dediğinde ayağa kalktığını hissettim. Sesindeki sakinlik, yüreğimin ağırlığını daha da hissettirdi. Bakışlarım uzaklaşan sırtında takılı kaldığında ellerimi ceplerime soktum. Ayağa kalkıp sola döndüğümde kışlanın kapısı aralandı.

 

“Şırnak’ın gecesi ayazdır.”

“Artık üşümüyorum.”

O’nu gördüm.

Üzerine giydiği siyah kaban, omuzlarına dökülen turuncu saçlarıyla tam bir tezat yaratıyordu. Tüm ahengiyle gözümü ayırmamamı istiyordu, belki de zorlayarak alıkoyuyordu beni. Zebercet taşını andıran gözleri etrafı kolaçan ederken, sanki her baktığı yeri aydınlatıyordu.

Sonra bakışları benimkilerle kesişti. O an zaman durdu. Adımları duraklar gibi oldu ama durmadı. Yine de her şey, o birkaç saniye içinde olmuş gibi hissettim ve beni öldürecek o hamleyi yaptı.

Gülümsedi.

Gülümsemesi gökyüzünden sarkan bir ay ışığı gibiydi; soğuk ama büyüleyici. Adımları yavaş yavaş bana yaklaştıkça, nefes almak daha da zorlaştı. Kaçmak istedim ama ayaklarım ağır bir zincirle yere bağlanmış gibiydi.

Göğsümün derinliklerinde bir şey kırıldı. Kalbim, göğüs kafesimin duvarlarını delercesine çarptı. İçimdeki ağırlık bir anlığına yerini hafifliğe bıraktı ama bu hafiflik beni daha da derine çekti. Bu, bir kurtuluş değil, bir teslimiyetti.

“Merhaba, Osman,” dedi. Sesi beklediğimden daha sakindi, sanki içinde fırtınalar kopmuyor da sadece bir bahar rüzgârı esiyordu.

“Cemile,” dedim, farkında olmadan ismini yüksek sesle söylemişim. Onun adını bir sır gibi saklamaya o kadar alışmıştım ki bu kelimenin dudaklarımdan dökülmesi garip geldi. Gülümsemeye devam etmesi bakışlarımı gözlerinde tutmama sebep oluyordu.

“Eyşan’ın bu gece kışlada işleri varmış, ondan dolayı bugün burada kalacağım. Onu aradım ama açmadı.” diye söylendiğinde gözlerinde bakakalmıştım. Göğsüm, hâlâ inatla bedenimi dövmeye devam ediyordu. Boğazımı temizleyip burnumu çektiğimde ceplerimdeki elleri yumruk yaptım.

“Osman üsteğmenim.”

Arkamdan bağıran kişiye sol omzumun arkasından bakış attığımda sağ tarafımdan geçti ve yanımda durdu. Damağımı şıklatıp sağıma baktığımda bakışları benim gözlerimdeydi.

“Eyşan yüzbaşı, misafirinin gelip gelmediğini sormamı istedi. Eğer geldiyse alıp ona getirmemi emretti.” diye bir açıklama yaptığında Cemile’ye baktım. Cemile, dudaklarındaki gülümsemeyi tebessüm bir gülüşe çevirdiğinde sağ elimi cebimden çıkartıp yanımdaki askerin omzuna bıraktım.

“Eyşan yüzbaşının yanına gidiyorum zaten. Ben eşlik ederim.”

Asker, selam verip yanımdan gittiğinde boğazıma saplanmış kuruluğu yutkundum ve bir adım kenara çekildim. Sağ elimi kaldırıp yolu işaret ettim. Cemile, bana bakmadan yürümeye başladığında derin bir nefes alıp yanında yürümeye başladım. Zihnini okuması zordu. Onun ne hissettiğini bilmiyordum, kendimin ne hissettiğimi anlayamıyordum.

Binaya girdiğimizde karşımda bana doğru koşarak gelen Kubilay’ı gördüğümde dişlerimi sıktım. Yavşak, acaba yine ne diyecekti?

“Usman!”

Gözlerimi devirip sol elimi cebimden çıkarttım ve alt dudağımı dişledim. Yonca ile karşımda durduklarında Yonca, Cemile ile ayak üstü sohbete daldılar. Bakışlarımı Kubilay’a çevirdiğimde gözlerimi kıstım.

“Sana kaç kere dedim, şu ağzı bırak diye? İlla gel benim ağzımı kır diyorsun Kubilay!”

Kubilay, otuz iki diş sırıtıp kaşlarıyla Yonca’yı işaret etti.

“Karım öğretiyor bana. Ağzına sıçacağım oğlum senin. Arkamdan saydırdığın bütün lafların anlamını öğrenip seninle dalga geçeceğim.”

Dişlerimi sıkıp Yonca’ya baktım.

“Öğretme şu salağa. Başımıza bela alacağız bak. Olur olmadık yerlerde gelip gidip konuşacak.”

“Aşkım!”

Kubilay, gülerek arkasına döndüğünde Deniz, ona kollarını açarak koşmaya başladı. Gülerek elimi kalbimin üzerine götürdüm. Kusar gibi sola doğru eğildiğimde Cemile ile göz göze geldim. Avcumun içini döven nabzım dudaklarımdaki gülümsemeyi ağırca soldurduğunda gözlerimi dört kere kırptım. Boğazımı temizleyip gözlerimi kaçırdığımda Kubilay’ın önüne Yonca geçmişti.

Yonca, “Kocam beni resmen badisiyle aldatıyor.” dedi ve Cemile’ye döndü. “Buna inanabiliyor musun? Çocuğunu karnımda taşıyorum ama gidip Deniz’e sarılıyor.” dediğinde Cemile, gülerek onlara baktı.

Gülme kızım, gülme.

İçimde bir sıcaklık oluşuyor. Kalbim hızlanıyor, boğazım düğümleniyor. Nerede olduğumu unutacak gibi oluyorum, gülme…

Gözlerimi yeniden kaçırıp derin bir nefes aldığımda enseme bir şaplak yedim. Başımı sağa çevirdiğimde Eyşan’ı gördüm.

“Ulan Osman! Bir saat oldu, neredesiniz siz?” dedi ve bakışlarını Cemile’ye çevirdi, elini uzattı. “Gel gülüm, Osman’a kalırsan sabaha anca odaya geçersin.”

Cemile, Eyşan ile birlikte yatakhaneye doğru yürümeye başladıklarında bakışlarım Cemile’nin sırtına dökülen turuncu saçlarında kaldı.

“Kubilay.” diyen Deniz’in önümdeki sesini duydum.

“Efendim badi?” Kubilay, ona baktı.

Deniz “Osman’ı gördün mü?” diye sorduğunda gözlerimi kısıp Kubilay’a baktım ve hafifçe ellerimi havaya kaldırdım. Gazabımı çekmek istiyorsan o cümleyi söyle, hadi Kubilay.

“Cem ile gitti.”

İkisinin de ensesine vurmak üzereyken hızla öne atıldıklarında peşlerinden koşmaya başladım.

“Gelin lan buraya. Kubilay!” diye bağırdığımda Kubilay ve Deniz, bir odadan çıkan Yavuz Eğriyol’a çarptı. “Dingonun ahırı mı lan burası? diye bağırdığında sağımdaki odadan Mete çıktı. İki adımda Yavuz yüzbaşının önüne geçtiğinde ellerini ceplerine soktu.

“Bir sorun mu var Yavuz yüzbaşı, askerlerime neden bağırıyorsun?” diye sertçe söylendiğinde yanına ilerledim ve Kubilay ile Deniz’i kenara doğru çekiştirdim. Yavuz Eğriyol, çenesini dikleştirdiğinde gözlerini kıstı.

“Nerede olduklarını hatırlatıyorum, Mete yüzbaşı.”

Mete, yarım ağız gülümsediğinde kafasını ağırca salladı ve ellerini ceplerinden çıkarttı. Yanındaki kapıyı gösterdiğinde isme baktım.

Suzan Lazarlı.

“Suzan binbaşı ile işiniz bittiyse içeriye ben gireceğim.” dedi ve bakışlarını bize çevirip kafasıyla uzaklaşmamızı işaret etti. Kubilay ile Deniz’in koluna girerek oradan uzaklaştığımda gözlerimi kıstım ve bir an için omzumun arkasından Mete’ye baktım. Ona bir özür borcum, bir de teşekkürüm vardı.

Kantine girdiğimiz sıra Deniz, sandalyeyi çekti ve oturdu. Kenardaki sandalyeyi çekip oturduğumda Kubilay, Deniz’in yanındaki sandalyeye oturup bana baktı. “Suzan binbaşı ile Yavuz yüzbaşı ne alaka?” diye sorduğunda gözlerimi devirdim. Deniz, bana baktığında bakışlarımı Kubilay’a çevirdim. Kubilay, bir anda gözlerini kocaman irileştirip Deniz’e baktı ve eliyle Deniz’in ağzını kapattı.

“Lazarlı azar, bu işle bizi bozar kardeş!” diye bağırdığında kafamı iki yana salladım. Arkama yaslanıp yüzümü buruşturdum.

Allah’ım benim günahım neydi de bana Kubilay diye bir kardeş nasip ettin?

Deniz, “Oha!” diye bağırdığında ellerimi ceplerime soktum. Oflayarak pencerenin arkasındaki kararan havayı izledim. Solumdaki sandalye çekildiğinde kalbim bir kez daha tekledi. Burnuma dolan yasemin, taze bir bahar sabahının kokusu gibiydi. O an, kokunun içindeki hafif burukluk, bir zamanlar kaybolan bir şeyin hatırlatıcısı gibi hissettirdi.

İstem dışı soluma döndüğümde Cemile’nin yanıma Eyşan’ın da onun yanına oturduğunu gördüm. Deniz’e bakarak “Deniz, hadi ablacım bize çay al.” dediğinde yutkundum ve derin bir iç çekip yeniden pencereye baktım. Eyşan’ın dediği gibi olmuştu.

Kar yağmaya yeniden başlamıştı. Ruhumu üşüten bu anılar yaşanmıyormuşçasına yanımda bir bahar vardı. Sanki yaşadığım her şeyi silmek istercesine.

Sanki, ruhumun soğuğuna engel olmak istermişçesine.

Farkında olmadan elimi ağzıma götürüp esnediğimde utançla gözlerimi kırpıştırdım. Kubilay, bana bakarak kıkırdadı ama hızla suratsızlığına geri döndü. Gözlerimi kısıp dişlerimi sıktığımda Eyşan’ın masaya doğru eğildiğini fark ettim.

“Ne oldu uşak uykun mu geldi?” diye alayla söylendiğinde kafamı salladım ve sağıma dönüp bir kez daha esnedim. Oturduğum sandalyede biraz öne kayıp kollarımı göğsümde bağladım. İstemsizce gülümsedim ve Eyşan’a baktım.

“Kantin sıcak gelince uykum geldi.” dediğimde kaşlarını imayla kaldırdı ve yanındaki Yonca’ya döndü. Solumda oturan Cemile’nin bakışları önümüze gelen çaya takılı kaldığında dudaklarımdaki gülümseme eridi. Adını koyamadığım bir his taşıyordum kalbimde.

Canımı yakıyor, midemi bulandırıyor, algılarımı kapatıyordu.

Adının aşk olduğunu bilmeyecek kadar salak değildim.

Ander olduğunu fark etmeyecek kadar da aptal.

Yakar, yıkar, kül ederdim.

İkimizi.

Önümdeki bardağa elimi uzatıp yerimde doğruldum ve çaydan bir yudum aldım. Bardağı altlığa koyup sandalyeye düzgün oturduğumda herkesin bakışları benim üzerimdeydi. Deniz, Kubilay’a dönüp işaret parmağıyla beni gösterdi. “Badi ben doğru mu gördüm? Osman, çayı şekersiz mi içti?” diye sorduğunda gülümseyerek kafamı iki yana salladım. Kubilay, şaşırmışçasına bana bakarken gözlerini kıstı ve Deniz’e doğru eğildi. Kulağına fısıldayacakmışçasına durdu.

“O buldu şekerini!” diye bağırdığında Deniz, kulağını kapatıp yana doğru kaçtı.

“Hayvan, sağır ettin kulağımı. Anaaam! Nasıl çınlıyor, sanki yanımda el bombası patladı!”

Gülümsemem genizden bir kahkahaya çevrildiğinde arkama yaslandım. Parmaklarım masanın üzerinde ritim tutarken bakışlarımı pencereye çevirdim. Solumdaki sandalye boş kaldığında kaşlarımı çatıp sola döndüm. Cemile’nin kantin kapısına doğru gittiğini gördüğümde Eyşan, eliyle kolumu dürttü.

“Sende git, yalnız kalmasın. Askeriyedeyiz ama onu kimse tanımıyor.” dediğinde yanağımın içini dişledim ve ayağa kalkıp dışarıya çıktım. Kapıyı kapatıp cebimdeki sigarayı çıkarttım. Dudaklarıma yerleştirip yaktığımda havaya yükselen duman ona doğru nüksetti.

“Kar yağıyor.”

Cemile’nin sesiyle bakışlarım sağa doğru çevrildi. Sırtını yasladığı duvarın hemen üstünde, ona doğru eğik bir lamba vardı. Kar taneleri salınarak turuncu saçlarına dökülüyordu. Sanki kışla bahar arasında bir köprü kuruyordu. Her bir kar tanesi, bir anlığına parlıyor ve sonra kayboluyordu. Tıpkı içimde taşıdığım duygular gibiydi. Bir an için, her şeyin sadece o an ve sadece o an için doğru olduğunu düşündüm. Dudaklarımın kenarları farkında olmadan iki yana kıvrıldığında gözlerimin içinde bir çakmak yandığını fark etmedim.

Parmaklarının arasındaki sigarayı dudaklarına götürüp derin bir nefes çektiğinde derin bir nefes verdim. Sanki ruhumu içine çekmesine izin verdim. Zebercetleri ışığın altında parlayarak kar tanelerinin salınışını takip ediyordu. Arsız, yaramaz bir kar tanesi kaşlarının üzerine konduğunda dalgınca adımladım.

Elim ağırca havaya kalkıp kaşlarındaki kar tanesine konduğunda yutkunduğunu işittim. Kaşlarımın yukarıya doğru çekilmesine engel olamazken o da aynı şekilde kaşlarını kaldırdı.

Gülerek, “Yaramaz kar tanesi.” diye fısıldadığında arkamdaki kapı açıldı.

“Kar yağıyor!”

Sikimin kurma kolu Kubilay!

Sanki Şırnak’ta hiç kar görmedin!

Sakince arkamı dönüp Kubilay’a baktığımda kollarının altındaki Yonca’ya sarılmış bir şekilde düşen karların görüntülerini izliyorlardı. Ensemde birinin nefesini hissettiğimde Alperen, “Birader, çek şu götünü.” deyip Cemile’nin olduğu tarafa doğru adımladı. Dişlerimi sıkıp bıraktığımda yutkunmama engel olamadım. Alperen, gülümseyerek Cemile’ye baktığında dilimi dişlerimin arkasında gezdirdim.

“Alperen.”

Alperen’in bakışları bana çevrildiğinde gülümsedim.

“Gel biz seninle yürüyelim biraz.” dediğimde tek kaşı havalandı.

Eğer gelmezse yumruğumda havalanacaktı.

Kafasını sallayıp koluma girdiğinde gözlerimi devirdim. Kantinin arkasına doğru, ön bahçeye adımlarken ellerimi ceplerime soktum ve ileriye baktım. O alandan uzaklaştığımızda kolumu kolunun arasından kurtarıp kaşlarımı çattım. Gülümseyerek gözlerini kıstığında “Kıskandın mı Ozmo?” diye söylendi.

Oflayarak arkasındaki bir alana baktığımda yüzünü baktığım yerin önüne getirdi ve bakışlarımı yine gözünde tutmayı başardı. Kafasını onaylarcasına salladığında ellerini ceplerine soktu.

“Siz salak aşıkların, ben olmasam, aşkı bırak 31 çekmeye dermanı yok.” diye söylendi. Elimi yumruk yapıp havaya kaldırdığımda gülerek geriye doğru adımladı.

“Bak çocuk, elimde kalırsın.” diye tısladığımda kıkırdayıp yanıma yaklaştı.

“Âşık oldun değil mi?” diye sorguladığında kaşlarımı çattım ve ilk defa kendime dürüst oldum.

“Bilmiyorum Alperen. İçim kanıyor, yanıyor ama adını koyamıyorum.” diye bir açıklama yaptığımda gülen yüzü soldu ve elini omzuma koydu.

“Aşk Osman. En beklemediğin anda gelip seni darmaduman eden o hissin adı bu.”

Alperen’in dediği ağır geldi, kalbimi saran kor daha da ağırlaştığında derin bir iç çekmek zorunda kaldım.

“Bendeki yangının ondaki tavrı ne olur hiç bilmiyorum?” diye bir soruyla karşılık verdiğimde gülümsedi ve omzumdaki elini indirdi.

“Öğrenmek ister misin?” diye sorguladığında gözlerimi devirip kafamı iki yana salladım. “Bebek poposuna benzeyen yüzünün dağılmasını istemiyorsan, ona yaklaşıp beni kıskandırmayı bile deneme Alp.”

Sırtıma vurup yüzünü buruşturdu.

“Ouuuv! Seni koca bebeğim.” diye bağırdığında gülerek burnumu çektim. Etrafımda harbiden çok salak adamlar vardı ama nedense hepsini çok seviyordum. Alperen’in bakışları arkama çevrildiğinde bedenimi hafifçe döndürüp gelen kişiye baktım. Mete, omuzlarını yükseltmiş bir şekilde bize doğru yaklaşıyordu. Yanımıza geldiğinde avuçlarının arasına nefesini bıraktı ve kaşlarını çattı.

“Siz bu havada üşümüyor musunuz? Götüm dondu amına koyayım.” dediğinde aklıma ilk düşen Cemile’nin üşüyüp üşümemesi olmuştu. Alperen ve Mete’yi yalnız bırakıp geldiğim yerden geri dönerken kantinin arka kapısı kapandı. Sol elimi cebime sokup içeriye girdiğimde bizimkilerin masada oturduğunu fark ettim. Onlara doğru yaklaşırken iki adımda Mete, önüme geçti ve Eyşan’ın yanındaki sandalyeye oturdu.

Titreyerek Eyşan’a baktığında Eyşan, elinin tersiyle Mete’nin alnına elini koydu. “Buz gibi olmuşsun.” dediğinde Cemile’nin yanındaki boş sandalyeye geçtim. Onlara yakın olduğum için Mete’nin Eyşan’a “Isıtsana beni.” diye fısıldadığını duymuştum. Duyduklarımı unuturcasına sağ elimi çaya uzattım.

O da soğumuştu.

Burnumu kıvırarak Deniz’e baktığımda Deniz, gülümsedi ve tepsinin içindeki çayı bana uzattı ama elim uzanmadığı için Cemile, uzandı, çayı önüme yaklaştırdı. Ona bakmadan çaydan bir yudum aldığımda hiç olmadığı kadar artık çayım tatlıydı.

Bir süre sonra “Eyşan, ben artık yatsam olur mu?” diyen Cemile’nin sesini işittiğimde göz ucuyla Cemile’ye baktım. Küçük burnu kıpkırmızı olmuştu. Rize’nin havasıyla buranın havasının aynı olmadığını yavaş yavaş görüyordu.

Eyşan, tam bana dönüp dudaklarını aralayacakken ayaklandım ve Cemile’nin kalkmasını bekledim. Eyşan, Cemile’ye kafasını salladığında Cemile, oturduğu yerden kalktı ve önüme geçti.

“Herkese iyi geceler.” diye mırıldanıp kantinden birlikte çıktığımda ellerimi ceplerime soktum. Bu gece nedensiz bir şekilde sarhoş olmak istiyordum. Adımı unutacak kadar içmek ve yarına büyük bir belayla uyanmayı diliyordum. Cemile’yi, Eyşan ve Alev’in kaldığı odanın önüne götürdüğümde kapıyı açtı ve içeriye girdi. Bana dönüp gülümsediğinde derin bir nefes verdim.

“İyi geceler, Osman.” dediğinde yutkundum. Yeşil gözleri, derin ve gizemli bir orman gibi, sanki her bakışta farklı bir yol açıyor, farklı bir manzara gösteriyordu ama asla o Zebercet’i bana sunmaktan vazgeçmiyordu. Zihnimdeki düşünce beni uçuruma sürükledi.

“İyi geceler, Zebercet.” deyip hızla, postallarımı yere vura vura ondan kaçtım.

Aşktan kaçtım.

Her adımda kalbimin ritmi hızlandı, sanki her adımda kaçtıkça daha da derine çekiliyordum. O an, korkunun ve arzunun arasındaki ince çizgide ilerliyordum. Aşkı reddetmek, onu bilerek geride bırakmak, kendimi o an için korumak gibiydi. Ama ne kadar kaçarsam kaçayım, ardımda bıraktığım duygular, adımlarımı takip eden soğuk rüzgâr gibi peşimden geliyordu.

 

24 Şubat 2022 / 03:00 - Şırnak

Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından

Ruh, sakinlikte fısıldar yorgunluğunu ama benim zihnim şu an çok doluydu.

Önümdeki biriken dosyalara kusacakmış gibi baktığımda gözlerimi devirip arkama yaslandım. Güvercin Timi’ne geçtiğim andan itibaren odam resmen evrak çöplüğüne dönmüştü. Alparslan albay, paso, transit bir şekilde önüme koli koli evrak gönderip duruyordu. Nedenini sorduğumda ise ‘Oğlumu ağlattın.’ deyip gülüyordu.

Elimdeki kalemi dosyaların arasına fırlatıp fırlatmama arasında kararsız kalırken kapı tıklatıldı ve nedenini bilmediğim bir şekilde uyuyor rolü yaptım. Kimsenin beni gecenin üçünde rahatsız etmesini istemiyordum. Alnıma konulmuş öpücükle yüreğimin titreşimi artarken rolümü devam ettirdim.

Mete olduğunu biliyordum.

Parmaklarımın ucundaki kalem ağırca alındığında iç çektim. Dudağıma mahmur bir tebessüm bürüdüğümde yanağıma değen parmaklar, neredeyse gözlerimin açılmasına neden olacaktı.

“Sonunda gülümseyerek uyuduğun bir gece.”

Mete’nin cümlesiyle yeniden alnımda dudaklarının busesini hissedebilmiştim. İstemsizce yutkunduğumda boğazıma takılan öksürük dudaklarımın arasından kaçtı. Gözlerimi kapalı tutmaya devam ederken deli gibi öksürdüğümde Mete’nin avuçları yanağıma yaslandı.

“Lan boğulacaksın uyan amına koyayım.” diye bağırdığında gözlerimi açıp daha kuvvetli öksürdüm. Korkulu mavilerini gözlerimde gezdirdi.

“Eyşan, iyi misin?” diye sorduğunda gözlerimi devirdim.

“Yaa, uyuyor rolü yapıyordum, yakalandım.” deyip güldüğümde gözlerini devirdi ve ellerini yanaklarımdan çekip kalçasını masaya yasladı.

“Senin benim canıma harbiden kastın olduğunu düşünüyorum. Tükürüğünle boğuluyordun Eyşan, tükürüğünle.” diye söylenip yutkundu ve bakışlarını kaçırdı. Ne yani, buna da mı korktun be adam?

Kalbini çıkart ver desen verecek bir adamdan bahsediyoruz?

İç sesime ilk defa hak verdim ve oturduğum sandalyeden kalkıp önüne geçtim. Ellerini masamın kenarlarına koyup bakışlarını bana çevirdiğinde bir sağ gözümde bir de sol gözümde oyalandı.

“Salak.” diye mırıldandığında gülümsedim ve yanağımı göğsüne yasladım. Kulağımı döven sert bir ritmi vardı ama sanki ben başımı koyduktan sonra daha da şiddetlenmişti. Gülümsemem buruk bir tebessüme büründüğünde başım yükselip alçaldı. Gözümün önündeki eli havaya kalktığında kolu gerildi ve saçıma kondu. Beni daha da göğsüne bastırdığında sağ kolumu aradaki boşluktan beline sardım.

“Beni deli ediyorsun Tarumar.” dediğinde başımı hafifçe göğsünden uzaklaştırıp aşağıdan ona baktım. Aydınlık yüzü bana doğru eğildiğinde karanlıkta kaldı. Maviş gözleri hafifçe koyulaştığında neden sürekli bana Tarumar dediğini öğrenmek istedim.

“Bana neden sürekli Tarumar diyorsun?” dedim, sesim biraz titrek, biraz da meraklı. Gözlerimi ondan ayırmadan, bir yanıt bekledim. Yeniden sağ ve sol gözümde gezindiğinde iç çekti.

“Çünkü gözlerine ne zaman baksam bir şeyler kırılıyor, Eyşan. O kırılganlık seni belli bir yerden sonra bambaşka bir hale sokuyor. Ben, o kırılganlığın içindeki kadına sesleniyorum. Seni bu hâle getiren sana sesleniyorum.” diye bir açıklama yaptığında boğazımda büyük bir kütle oluştu. O kütle ne kalbime sığdı ne de cümlelerime. Bakışları yüzümün her bir noktasında gezindiğinde kaşımın sol köşesine parmaklarını dokundurdu ve yeniden gözlerime baktı.

“Seni çok seviyorum, Eyşan.” dediğinde gülümsedim ve gözlerimi kırpıştırdım.

“O zaman bu sevgiline dosyaları bitirmesi için yardımcı olabilirsin.” dediğimde başını sağa doğru çevirdi ve öksürerek beni ittirdi.

“Eyşan, öhö öhö, ben çok hastayım. Öhöhöhö!” dedi ve öğürür gibi yapıp hızla odanın kapısına doğru koştu. Sinirle elimin altındaki dosyayı ona doğru fırlattığımda “Pislik herif!” diye bağırdım.

“Kusucam öğk!” diye söylenip kapıdan çıktığında ağzım açık bir şekilde kapıya bakakaldım.

“Şaka gibi, inanamıyorum.”

Adama bak, ya!

Aaaaa!

Sandalyeme oturup gözlerimi kıstım. Pislik herif! Sırf dosyalara yardım etmemek için bulduğu bahaneye bak. Ben seni öpmeyeyim de sen o zaman görürsün, hııh!

Sağımda duran dosyaları hafifçe çekiştirip altından sigara paketimi aldım ve sandalyemin arkasında asılı olan kamuflajımın montunu çektim. Şerefsiz pislik Mete! Bütün sinirimi alt üst etmişti. Montumu üzerime giyerken kapıyı açtım ve kendimi odadan attım. Elimdeki sigara ile binanın dışına çıktığımda karartıda biri duruyordu. Ağır adımlarla ilerlemeye devam ettiğimde başını omzunun üzerinden sola doğru çevirdi.

Osman.

Klasik hareketi, omuz üstünden bakış…

Yanında durup sigara paketimden bir dal çıkartıp dudaklarıma yasladım ve yakıp çakmağı ve paketi cebime koyup ellerimi ovuşturdum. Dışarıda resmen bir kırağı bürülüydü ve üşümeme neden oluyordu. Hafifçe çenemi kaldırıp kamuflajın fermuarını çeneme kadar çekip sigarayı parmaklarımın arasına aldım.

“Hayırdır Osman, uyku tutmadı mı?” diye sorup Osman’a baktığımda kafasını iki yana salladı.

“Tutmadı.”

Cemile’yi bilerek kışlaya getirmiştim. Hem malum tehdit mevzusu yüzünden onu yalnız bırakmak istemiyordum hem de bana açtığı kalbin yansımasını izlemek istiyordum. Bakışlarımı Osman’dan çekmeden sigaramdan bir nefes çekip sola doğru üfledim.

“Niye?”

Soruma burnunu çekti.

“Canım karı izlemek istedi.” dediğinde alayla gülümsedim.

“Karı benim odada oğlum.”

Osman, iğrenircesine yüzüme döndüğünde kahkahamı yüzüne patlattım. Elini kaldırdığında hızla bir adım geriledim.

“Kubilay ile takılmayın diyene bak. Seni bile ne hale getirdi?” diye hızla söylendiğinde gözlerimi kapatıp daha da kahkaha attım. Sol elimi karnıma götürdüm.

“Alperen, beni bu hale getirdi.” deyip karnımdaki elimi yanaklarıma koydum. Gülmekten yeminle kramp girmişti. “Oyoyoy.”

“Ne güldünüz be?”

Sağ arkamızdan gelen sesle irkilerek karanlığa baktım. Deniz ve Kubilay gülümseyerek ellerinde çayla çıktığında gözlerimi devirdim. “Siz niye uyumadınız dangalak herifler?” dediğimde Deniz, Kubilay’ı gösterdi.

“Horladığı için Yonca, odasından kovuldu. O yüzden beni de uyutmadı.”

Gülümseyerek Kubilay’a baktım.

“Deniz ile uyusanıza.” dediğimde Kubilay, gözlerini kısıp Deniz’e baktı.

“Eyşan abla da izin verdiğine göre benden kaçma bebeğim.” deyip boştaki elini Deniz’in omzuna koydu ve içeriye doğru çekiştirdi. Kafamı iki yana sallayarak yeniden Osman’a baktığımda Osman, yeniden sessizliğine gömülmüştü. Oflayarak sigaramı içtim ve yanımdaki küllüğe bastırdım.

“Cemile’nin sana karşı bir şeyler hissettiğini biliyor muydun?” diye açıkça kartları ona sunduğumda bakışlarımı kaçırdım. Onun bana döndüğünü hissedebiliyordum ama asla ona bakmıyordum. Osman’ın derin bir soluk verdiğini hissettiğimde kaşlarımı çattım.

“Hayır.” diye fısıldadığında dönüp ona baktım.

“Artık öğrenmiş oldun.”

Sis basmış ormanı sarmaşıklarla kaplandığında titrek bir nefes verdi ve kafasını iki yana salladı. Gözlerinin üzerine düşmüş sarmaşıkları kaldırıp bakışlarını bana çevirdiğinde gecenin içinde bir ıslık çaldı. Şafağın içinde büyük bir silah patlatıldığında kafamın üzerinde bir baskı hissettim.

“Eğil!”

Osman, kafamın üzerine bastırıp benimle birlikte yere çöktüğünde hızla bacağımdaki silaha sarılıp sürgü çektim.

Şafağın ilk saatlerinde bir bebeğin uyanışı, kadının çığlığına evrildi.

“Yardım edin!”

Kışlanın kapısındaki iki asker bize baktığında Osman, kolumdan kavradı ve koşmaya başlamadan hemen önce beni de kendiyle birlikte ayağa kaldırdı. “Koş!” diyerek benimle kapıya gittiğinde kolumu bıraktı ve silahını kavrayıp sertçe sürgü çekti. Kışlanın tam önünde kanlar içinde bir kadın vardı. Hızla eğilip elimi karnındaki yaraya bastırdığımda kadının yüzüne baktım.

Şafak, bana yıllar önce gördüğüm yüzün kime ait olduğunu hatırlattı.

“Ayda.”

Osman, hızla yanımıza çöküp yaranın üzerindeki elimin üzerine dokundu. “Alperen’in kız kardeşi değil mi?” diye ürkekçe sorduğunda cevap veremedim. Kafamı belli belirsiz sallamakla yetindiğimde Osman, Ayda’yı kucağına alıp ayağa kalktığında hızla yürümeye başladı. Ayda’nın karnındaki elim bir an olsun düşmezken bize yaklaşan askerleri fark etmiştim. Aralarından koşarak Mete çıktı ve sağa sola baktı. Bizi gördüğünde başını arkaya atıp saniyeler sonra eliyle içeriyi gösterdi.

Bakışlarımı Ayda’nın karnındaki elime çevirdim. Ne olmuştu, kim vurmuştu? Bu sorular şafağın karanlığına saklanmıştı. Osman, sıhhiyenin içine girdiğinde elimin düşmesini umursamadan hızlandı ve hemen karşımdaki odaya girdi.

“Ümit, kalk!” diye bağırırken Ayda’yı sedyenin üzerine bıraktı. Ümit, eline eldivenleri geçirip Ayda’nın yanına geçtiğinde arkasında iki askeri tabip belirdi. Seri hareketlerle Ayda’ya müdahale etmeye başladıklarında Osman’ın omzuna dokunup geri çektim. İkimizde kapanan bir kapının ardında kaldığımızda koluma sarılan parmakların sahibine döndüm.

Mete’nin kısılmış gözleri gözlerimde dolanırken “Ne oldu?” diye sordu. Kafamı iki yana salladım.

“Dışarı Osman ile birlikte sigara içiyorduk. Sonra bir anda silah patladı. Kışlanın önündeki askerler çağırdığında müdahale ettik.”

Mete’nin eli yanağıma yaslandığında gözlerimin içine bakıyordu.

“Tanıdığın biri mi Eyşan, yüzün bembeyaz olmuş?” diye sorguladığında kafamı sallayıp bakışlarımı arkasına çevirdim. Uzaktan yaklaşan Alperen’i fark ettiğimde yutkundum. Belirsiz bir şekilde “Kız kardeşi.” diye söylendiğimde bakışları sol omzunun üzerinden arkasına çevrildi.

Selçuk ve Alperen, hemen yanımızda durduklarında bakışlarını üzerlerimizde gezdirdiler ve Alperen’in bakışları yüzümde dolandı.

“Yüzün bembeyaz olmuş, kim vuruldu?” diye sorduğunda nefesimin kesildiğini hissettim. Ben şimdi ona bu durumu nasıl açıklayacaktım? Senin kız kardeşin kışlanın önünde vuruldu, diye nasıl söyleyebilirdim? Nasıl, ailenden tek kalan birey, içeride can çekişiyor diyebilirim?

“Eyşan?” Alperen, kaşlarını çatıp bir adım daha yaklaştığında arkamdaki kapı açıldı. Hızla arkama döndüğümde Mete’nin eli yanağımdan düştü. Ümit, kanlı ameliyat önlüğüyle kapının pervazından bana baktı.

“Kayıt altına almam için bana bir isim lazım.” dediğinde Osman’ın şafağa ilk tınısı döküldü.

“Ayda Gündüz.” dediği an yakalarına dolanan elle duvara yaslandı. Elim kolum bağlı bir şekilde kalırken Selçuk, Alperen’in kollarına ellerini doladı.

“Ne diyorsun oğlum sen? Ayda’nın burada ne işi var!” diye bağırdığında koşan adımlara baktım. Güvercin Timi, hiç ayrı kalamadığımız sıhhiyeye toplanmıştı. Ümit’in içeride olduğu oda kapandığında Alperen, Osman’ın yakalarındaki elini sıktı.

“Osman, Ayda’nın içeride ne işi var!” diye yüzüne karşı kükrediğinde hızla öne atıldım.

“Bilmiyoruz. Dışarıda sigara içerken silah patladı. Nasıl olduğunu görmedik, bırak artık yakasını!” diye bağırdığımda ateş gözleri beni buldu. Tek kaşı havaya yükselirken çenesi kilitlendi.

“Silah patladı?” deyip vücudundan geçen titremeyi saklayamadığında Osman, kaşlarını çattı ve Alperen’in yakalarını tutan el bileklerini kavradı. Bıraktırmaya çalışırken Alperen’in çenesi daha da kilitlendi. Boynundan çenesine uzanan damarların belirginleştiğini fark ettiğimde hızla elimi çenesine uzattım.

“Çeneni aç.”

Açmadı.

Göz kapakları titrekçe kapandığında Osman, gözleri titrerken yakalarını tutan Alperen’in yüzüne baktı. Alperen’in bileklerini bıraktı ve elini Alperen’in yanağına koydu.

“AÇ LAN AĞZINI! ALPEREN!” derken yanaklarını sıktı ve çengel yaptığı parmağıyla dudaklarını aralamaya çalıştı. Elimi hızla kapıya vurduğumda Osman, Alperen’in geriye giden bedenine sarıldı. “Oğlum kendine gel.”

Mete, Alperen’e eğilip baş parmaklarını Alperen’in kulaklarının altına koydu ve hafifçe yukarıya doğru ittirdi. Alperen öğürerek sola doğru kıvrıldı. Öksürmeye başladığında Osman’ın yakalarındaki eli düştü ve sertçe Osman’a yumruk attı. Kulaklarıma çığlıklar düşerken Osman’ın bedeni ayaklarımın önüne devrildi. Yere çömelip Osman’a baktığımda Osman, hiçbir şey olmamışçasına Alperen’e döndü. Selçuk ve Mete, yerde yatan Alperen’in kollarına girdiklerinde sıhhiyenin içinde bir hıçkırık sesi duyuldu. Alperen, başını Selçuk’un omzuna yasladığında omuzları sarsılmaya başladı.

“O benim canım Selçuk. O benim tek kalan yeganem. Bana gelmiş silah patladı diyorlar Selçuk! Ben nasıl yaşarım?” diye hıçkırarak konuştuğunda acıyla yutkundum. Osman, bakışlarını bana çevirdiğimde yüzümü buruşturdum. Sağ gözünün kenarından bir kan sızıyordu. Damarı patlamış olabilirdi.

Osman, bakışlarını benden çekip alt dudağını dişlediğinde gözlerini kırpıştırdı. Kanın süzüldüğü yerden bir göz yaşı aktığında yutkundum. Ağır adımlarla Alperen’in arkasında durup ellerini sırtına yasladı. Alnını Alperen’in sırtına yasladığında Alperen, hafifçe Selçuk’un omzundan kafasını kaldırdı.

“Çekil.” diye söylendiğinde Osman, kafasını kaldırdı. Alperen, Osman’a doğru dönüp gözlerini acıyla kıstı. Osman, kollarını açıp Alperen’e sarıldığında Alperen’de ona sarıldı. İçimi parçalayan haykırışları Osman’ın omzuna dökülürken Osman, Alperen’in sırtını sıvazladı.

“Geçecek Alperen.” dedi ve kollarından tutup yüzüne bakması için zorladı. “Bunu her kim yaptıysa beyninde bir silah patlayacak. Ayda, benimde kardeşim ve sana söz veriyorum, kardeşimize bunu kim yaptıysa ilk kurşunu ben sıkacağım.”

Sıhhiyeye koşarak elindeki zarfla gelen asker zarfı bana uzattı. “Eyşan yüzbaşım, size gelmiş.”

Bir hışımla zarfı kavrayıp kenarından yırttım ve içindeki kâğıdı çıkarttım. Herhangi bir iz, isim yoktu. Yalnızca bir a4 kâğıdın ortasında bir cümle vardı.

Yeryüzüne aydan bir parça düştü.

Kâğıttaki cümleyi okuduğumda zihnimde bir düğüm daha oluştu. İçimde kıvılcımlar çakan o öfke, önce göğsümde birikmeye başladı. Nefes alırken ciğerlerimi kavuran bir ateşe dönüştü, sanki her soluğum alevleri daha da harlıyordu. Ellerim titremeye başladı önce, istemsiz bir şekilde yumruk yapıldı. Kâğıt, avuçlarımın içinde buruştu.

Parmak uçlarımda hissettiğim gerginlik, damarlarımdan hızla akan kanın ritmiyle birlikte tüm kollarıma yayıldı. Kalbim, bir savaş davulu gibi göğüs kafesime vuruyor, adeta içeride hapsolmuş bir hayvan gibi çıkış yolu arıyordu.

Boynuma doğru yükselen o yanma hissi çenemi kilitlerken, dişlerimi sıktığımı fark ettim. Öfkeden kuruyan dudaklarımın kenarı acımasızca gerildi. Omuzlarım taş gibi ağırlaştı, sırtıma bir yük biner gibi kamburlaştırdı beni. Gözlerim karardı, sanki tüm dünyanın renkleri silinmiş, geriye sadece kırmızının bin bir tonu kalmıştı. Her şey bu kızıl perdeye büründü; bir tek Alperen’in ağlayan yüzünü görebiliyordum.

Ayaklarım yere mıhlanmış ama aynı zamanda yerden fırlayıp birine doğru koşmaya hazır gibiydi. Öfkem artık sadece bir duygu değildi, etimi ve kemiğimi ele geçirmişti. Parmaklarım titredi, nefesim hızlandı. Boğazıma tırmanan bir çığlık, dışarı çıkmak için mücadele ediyor ama kelimelere dönüşemiyordu. O çığlık, içimdeki ateşe yakıt oluyor, bedenimi bir savaş makinesine dönüştürüyordu.

“Alev, Barış ve Deniz, siz burada, Alperen ile kalın. Diğerleri benimle koordinasyon merkezine geliyorsunuz!” diye belirsizce bir cümle kurduğumda sert adımlarla yanlarından ayrıldım.

Zamanın akışı hem bir nehir gibi hızla ilerliyor hem de bataklığa saplanmış gibi duruyordu. Bir yanım, her şeyin saniyeler içinde olup bittiğini, olayların peş peşe zincirleme bir reaksiyon gibi aktığını hissediyordu ama diğer yanım, o saniyelerin arasında sıkışıp kalmış gibiydi; saniyeler saatlere, dakikalar sonsuzluğa dönüşüyordu.

Bir kum saatinin her tanesi gibi, zaman damla damla düşerken arada bir yere sıkışıp kalıyordu.

O sırada zihnimdeki düşünceler hızla akıyor, olasılıklar birbirine karışıyor ve hepsi birbiriyle yarışıyordu ama bedenim, o yarışa ayak uyduramayacak kadar ağır bir zincire vurulmuştu. Zaman, bir yandan beni peşinden sürükleyip duruyor, bir yandan da dizlerimin üstünde çökmemi bekliyordu.

Koordinasyon merkezine arkamdaki bedenlerle birlikte içeriye girdiğimde Barkın, oturduğu masadan kalktı. Büyük masanın hemen önünde durduğumda herkes yerine geçti.

“Neler oluyor?” diye sorguladığında bakışları zamanın ağırlığı kadar, yavaş bir şekilde Barkın’a çevirdim. Hiç konuşmadan, elimi masanın üzerine uzattım ve yumruğumun içindeki kâğıdı, masanın cilalı yüzeyinde yavaşça yuvarladım. Kâğıdın çıkardığı hafif hışırtı, o an odadaki tek sesti. Herkes nefesini tutmuştu; gözler, o küçücük kâğıt parçasına sabitlenmişti. Barkın'ın yüzünde beliren merak ve endişe, kâğıt masanın kenarına vardığında zirveye ulaştı.

“Bana Miran Zafir’in yerini bul.” Sesim, soğuk ve acımasızdı ama altındaki öfke alev alev yanıyordu. Sağ elimin bacağıma doğru indiğini hissediyordum. Silahın kabzasını sıkıca kavradım, şarjörünü çıkarıp masanın üzerine bıraktım. Metalin sert sesi, odanın sessizliğini bir çığlık gibi kesti. Herkesin bakışları, ağır ağır masaya döndü.

Parmaklarımın arasına aldığım tek bir mermiyi, usulca masanın üzerine koydum. “Tek kurşunla leşini bu masanın üzerine sereceğim,” dedim.

Sözlerim, havada yankılanırken öfkemin yarattığı dalga, masanın ötesine geçti. Kimse bir şey diyemedi. Herkes sadece bekliyordu; sessizlik, üzerimize bir ağırlık gibi çökmüştü.

Bu, yalnızca bir tehdit değil, gözünü kan kaplamış bir ruhun kararıydı.

-

 

 

BÖLÜM SONU

Hellouu! Yeniden ben geldim, nasılsınız? Umarım iyisinizdir.

Ah, bu nasıl bir bölümdü böyle? Güvercinimiz yuvasına kondu ama olaylar peşimizi bir türlü bırakmıyor. Osman ile Cemile’yi, Alev ile Barış’ı nasıl buldunuz? Onların hikayelerini de yavaş yavaş okuyacağız. Hakkari’de ne olduğunu ilerleyen bölümde öğreneceksiniz. Çünkü bunu Mete anlatacak fdhjfhdsj. Her neyse ufak bir spoi de patlattım. Kaçıyorum;

 

 

Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle.

 

 

Sultan Çakır.

 

 

yirmi dört aralık iki bin yirmi dört

 

Bölüm : 24.12.2024 08:45 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...