Merhabalar, ben geldimm. Aşağıda yalnız bırakmayın.
Oy ve yorumlarınızı lütfen eksik etmeyin, keyifli okumalar.
Bölüm Şarkıları;
Hani Gökbörü, Efe Demir
Cumaovası Yörük Ali Zeybeği, Tarkan Erkan
Çökertme, Şahin Gültekin
🕊️
XXVI
24 Şubat 2022 / Şırnak
Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından
An.
Hayat, nefes aldığın müddetçe birbirinden farklı anları biriktirmene izin vermekle mükelleftir. Bazıları seni sen yaparken bazısı, seni senden alma gücüne sahiptir.
Gün, ufkun derinliklerinden usulca yükselmeye başlarken, içimi kaplayan o soğuk sükûnetin yavaşça yerini başka bir şeye bıraktığını hissettim. Şafak, doğanın her köşesini altın rengine boyarken, ben hâlâ karanlığın ve kanın keskin izlerini taşımaya devam ediyordum.
Ben, şafakta asılı duran Ayda kalmıştım.
Yeryüzüne aydan bir parça düştü.
Miran Zafir.
Allah'ın belası.
Adını zikretmek bile damarlarımdan akan kanın, sivrilmiş bir diken misali, zihnime hücum edip uyuşturmasına neden oluyordu. Ruhumu bürümüş kan, tehditlerinin bir sınırı olmadığını ve bununla yetinmeyeceğini usulca fısıldıyordu. Her cümlesi beni daha da intikama sürüklerken benliğim, hiç olmayacak kadar alevle kaplıydı.
Parmak uçlarımdaki sigarayı dudaklarıma yaklaştırıp derin bir zehir çektim. Kalbimin ritmi daha da artarken ucundaki köz yavaşça yere düştü. Dudaklarımın arasındaki duman ruhum misali göğe karışırken ayaklarımın ucundaki köz, karın üstünde bir is bıraktı.
Yaklaşan bir adımın karın üstündeki bıraktığı gıcırtılar ile hafifçe çenemi sağ omzuma çevirdim. Göz ucuyla gelen kişiye baktığımda dişlerimi sıkıp burnumdan sessiz bir soluk bıraktım. Soğuk havaya karışan ılık nefesim buharlaşarak göğe yükseldi. Bakışlarımı karşımdaki dağlarda gezdirdim.
Bastığım her toprağın nereye ait olduğunu bilirdim. Hangi ağacın içinde böcek olduğunu, hangi bitkinin yeneceğini, nereye pusulacağını, nereye tuzak kurulmuş olacağını ve bir düşmanın hangi taşın altına girebileceğini iyi görürdüm.
Sanki tüm hislerim kapanmış gibiydi.
"Miran'ın yerini bulabildiniz mi, Selçuk?" diye sorguladığımda ellerimi ceplerime soktum. Yanımdaki varlığına başımı sağa çevirdiğimde, Selçuk'un karanlık yüzünde, sorgusuz bir sabır vardı.
"Az kaldı," dedi, sesindeki belirsizlik, tıpkı sabahın ilk ışığının sisle kaybolması gibi belirsizdi. "Ama o, bir adım daha ötede, her şeyin daha da derinleşeceği yerde."
Gözlerimi ufka çevirdim, şafak ışıkları arasındaki sisin göğü soğuk bir metal rengi gibi sardığını fark ettim. Parıltıların içinde kaybolan güneş, hüzünle parlıyordu. "Nereye gitmiş olabilir?" diye sordum, ağzımın ucunda bir sinir sıkıntısı belirirken. Sessiz kaldığında ona döndüm.
Selçuk, hafifçe derin bir nefes alarak gözlerini ufuktan aldı ve bana çevirdi. Karanlıkta parlayan gözleri, belirli bir yerin derinliğine doğru odaklanmış gibiydi. "O, her zaman çok iyi bir iz sürücüydü," dedi, sesindeki tınısı bir an için geçmişin karanlık köşelerine kaymıştı. "Ve şimdi, senin gibi biriyle oynuyor. Her adımını izliyor, her hareketini hesaplıyor." Kafasını iki yana salladı. "Onun nereye gittiğini bilmek kolay değil, Eyşan."
Yanındaki soğuk sessizlik, sözlerinin ağırlığıyla daha da derinleşti. Ufuktaki güneşin sararmış ışıkları, sanki bir sis perdesinin ardında hapsolmuş gibiydi. "Ama bir iz var," diye devam etti. "Bir yer var, bir şey var... Tam şu anda, orada bir şeyler değişiyor. Belki de her şey orada başlıyor ya da orada bitecek."
Selçuk'un sözleriyle birlikte zihnimde bir şeyler yerinden oynamaya başladı fakat bir yerin derinliği, her zaman ne kadar yakınsa, o kadar tehlikeli oluyordu. "Burası neresidir peki?" diye sordum, aradığım cevabın sıcaklıkla karışmış bir soğukluk taşımasını bekleyerek.
Selçuk'un yüzündeki belirsizlik, bir an için daha netleşti. "Orası, tam olarak bilmediğimiz bir yer. Miran'ın gitmek istediği son nokta, karanlığın içinde bir boşluk. Belki bir geçmişin izi, belki de bir geleceğin habercisi."
Gözlerim bir an için ufka kaydı. Bir adım daha attığında, her şeyin daha derinleşeceği yer işte o nokta olacaktı.
"Zarf." dedim ve Selçuk'a baktım, gözlerimdeki karanlık biraz daha derinleşti. "Peki zarfı kim bırakmış?" diye sordum, içimde yankı yapan bir belirsizliği daha aydınlatmak isteğiyle. Selçuk kafasını iki yana salladı.
"Kurye. Adı sanı belli değil. Bizim kapıda duran askerler de ne olduğunu sorgulamadan almışlar." Selçuk'un sesindeki o soğuk, kayıtsız ton, her zaman hissettiğim o rahatsız edici sükûneti tekrar gündeme getirdi. Bir an için nefesimi içimde tutup, o anın sessizliğini yavaşça yuttum.
Ellerimi ceplerimden çıkarttım ve sigara paketini kavrayarak bir dalı dudaklarıma sıkıştırdım. Duman, burnumdan çıkarken içimi sarmadı; aksine bir yangın gibi her geçen saniye bedenimi yaktı. Sakinleşmiyordum. Hiçbir şey yetmiyordu. Aldığım her cevap, bir çelişkiye dönüşüyor ve beni daha fazla içsel bir boşluğa itiyordu. Dişlerimi sıkarak, gözlerimi Selçuk'a odaklandırdım.
"Akbaba gibi üzerimde dolanıyor. Düştüğüm an üzerime saldıracak." diye tısladım, sesimdeki soğukluk, her geçen dakika biraz daha keskinleşiyordu. Selçuk, bu kez çenesini hafifçe yamulttu. Parmaklarında bir sigara dalı belirdi ve bir nefes aldı. Dumanı bırakırken öksürdükten sonra sigarasını indirdi ama gözlerindeki kararışı hissettim.
"Amacı o zaten. Seni düşürüp, en savunmasız anını yakalamak istiyor. Onu aradığını biliyor ve üzerine çekmeye çalışacak." dedi. Gözlerini ufka çevirirken, bakışları bir anda kesildi, sanki uzaklarda bir şeylere odaklanmıştı. Yavaşça derin bir nefes aldı, dudaklarının kenarındaki sigara dumanı havada kaybolurken, hala olan biteni tam olarak hissetmeye çalışıyordum.
"Her adımında bir tuzak var. Zayıf anını bekliyor." Selçuk'un sesi, bir tehdit gibi etrafımı sardı. Uzaklardaki sisle, karanlık arasındaki ince çizgi, biraz daha belirginleşiyordu.
"Eğer sen o gün Kawa'yı vurmasaydın, Rojin'i elimize geçirebilme fırsatı yakalayabilirdik." Selçuk'un sesi, sanki içimde yankı yapan bir suçluluk gibi ruhuma dokundu. Dişlerimi sıkarak, nefesimi derinleştirip, tekrar bu yükü taşımanın ne kadar zor olduğunu fark ettim.
Aptal kafam.
O anlık öfkeyle hareket ettim. Bir adım geriye çekilip her şeyin resmini doğru çizseydim belki de bu kadar iç içe geçmiş olamazdık. İntikam almak uğruna harcadığım her an, şov yapmak uğruna içime sığdırdığım her nefes, şimdi karşımda bir yığın karmaşaya dönüşüyordu.
Bir an suskunluk içinde kaldık. Her bir kelime, soğuk hava gibi ciğerlerime işliyordu ama sonra Selçuk, sesi fısıldar gibi ama bir o kadar da derin bir anlam taşıyarak, "Ama Eran Bağrı diye birisi var," dedi. Hemen ona döndüm, gözlerimdeki keskinlik ve merak Selçuk'un sözleriyle daha da derinleşti. Kaşlarımı sorgularcasına çatarak, bekleyen bir bakışla ona odaklandım.
Selçuk, elindeki sigaranın külünü kenardaki küllüğe bastırarak, her adımını dikkatlice seçer gibi, etrafa göz gezdirmeye başladı. Sanki söylediklerinin derinlikleri vardı ve her kelimeyi doğru bir şekilde seçmek için özen gösteriyordu.
"42 yaşında, örgütün ideolojik liderlerinden biri. Miran'ın propagandasını yaymak için kullanılıyor. Onu bir tür, tövbe haşa, peygamber olarak lanse ediyorlar."
Cevap, içimi daha da ağırlaştırdı. Bu kadar derin bir oyun içinde olmamız, gözlerimi biraz daha kararttı. Hemen soruyu sordum: "Peki, bu Eran Bağrı dediğin kişiyi nasıl bulacağız?" Selçuk'un gözleri sağ omzumun kenarından yere doğru kayarken, kaşları hafifçe yukarıya doğru kalktı, sanki soruyu bilemiyormuş gibi bir ifade belirdi yüzünde.
"İşte bunun cevabını bilmiyorum," dedi ve o an, gözlerindeki belirsizliğin içinde kaybolan her düşünceyi anlamaya çalışırken, Selçuk'un bakışları bir an arkamda kaybolmuştu. Her şeyin sırrı, gözlerindeki karanlıkta gizliydi. Zihninde bir sürü olasılık, bir sürü seçenek dönüp duruyordu ama bana söylemek için hiçbirini seçmemişti. Bakışları, tam arkamda bir noktada sabitlendi, sanki arkamda daha önemli bir şey vardı.
Selçuk, bakışlarını oradan almadan, "Ortada büyük bir oyun dönüyor." dedi ve tüm yüzündeki mimiği yok etti. Hissizce bekledi. "Bize bu oyunun kırılma noktası gerekli."
Bakışlarını ağırca bana çevrildiğinde çenesini dikleştirdi.
"Seni yeniden öldüreceğiz."
Gözlerimi devirdim.
"Seni, isimsel olarak yeniden öldüreceğiz. Böylece senin şehit olduğunu bilecek ve üzerine düşmeyecek."
Selçuk'un kelimeleri havada asılı kaldı. O kadar ağır, o kadar kesindi ki, beynimde yankılanmaya başladı. Gözlerimi tekrar ufka çevirdim ama o huzurlu sabah ışığı, içimdeki karanlık düşüncelerle bir türlü birleşemedi. İçimde bir düğüm vardı, zorla yutkundum.
"Yani, bir çeşit sahte ölüm, öyle mi?" dedim, sesim istemsizce soğuk ve alaycı bir tonda yankılandı. Bu, bana pek de yabancı olmayan bir şeydi. Gerçekten de kimseye ne kadar acı verdiğini anlayabilmek için, bazen bir adım geriye gitmek gerekirdi ve Selçuk, bunu benim kadar iyi biliyordu.
Selçuk, yüzündeki tüm ifadeyi silip yerine soğuk bir sessizlik yerleştirerek bir an daha sessiz kaldı. Derin bir nefes aldı ve başını eğip gözlerimdeki karanlıkla yüzleşti.
"Bu sadece senin için değil," dedi, sesi kesik kesikti ama bir o kadar da kararlıydı. "Herkes için. Bu oyunu kazanmak istiyorsak, seni kaybetmek zorundayız ama bu kaybın herkese göstereceği bir yüzü olmalı. O yüzden... yeniden ölmelisin."
Sözleri, bir bıçak gibi keskin ve netti. İçimdeki her şey bu cümleyle çalkalandı. Bir an, bir nehrin ortasında kalmış gibi hissettim. Bir yanda boğulmak, diğer yanda akışa kapılmak... Kaderim, bir kez daha benim kontrolümden çıkmış gibiydi.
"Ve sen bunu gerçekten istiyor musun?" diye sordum, gözlerimi ona sabitleyerek. İlgisizce bakan bakışlarımın derinliğinde, bir yara açtım. Bu kadar kararlı ve soğukkanlı olmasına rağmen, Selçuk'a bir kez daha baktım. Bir şekilde, her şeyin o kadar basit olmadığını biliyordum.
Selçuk gözlerini kaçırmadan, "Evet," dedi, "Bunu yapmak zorundayız. Bir adım geriye atarak, seni feda etmeliyiz. Gerçek zafer, maalesef seni yeniden kaybetmekten geçiyor."
Sözlerini duyarken içimdeki her şeyi bastırmaya çalıştım, ama bir şey vardı... İsyan, öfke ve derin bir yorgunluk. Başımı sağa çevirdim, o an her şeyin anlamı değişmiş gibiydi. Zihnimde bir anda yankılanan yalnızca bir şey vardı: Bu, bir yolculuktu ve yolculuğun bedelini, sadece ölüm ödeyebilirdi.
Fakat bir kez daha gözlerimi Selçuk'a diktim, "Öyleyse," dedim, "Beni yeniden öldürmek için planınızı yapın ama bu defa, her şey gerçekten bitmiş olacak."
24 Şubat 2022 / Şırnak
Yazar, Ağzından
Eyşan, ellerini kararmış toprağa gömülüymüş gibi sıkıca kavrayarak derin bir nefes aldı. Her şey o kadar sessizdi ki, düşüncelerinin yankısı bile kulaklarında çınlıyordu. Selçuk'un planını düşündü. Gözlerinin derinliklerinde bir karanlık belirirken, içindeki hiddet ve intikam arzusu bir araya gelerek bir yığın halini alıyordu. Sessizce, sabahın bu soğuk saatlerinde, her adımda daha da derinleşen kaybolmuşluk hissini taşıyarak düşüncelerini toparladı.
"Bunu yapmamız gerekiyor," dedi, sesindeki soğuklukla, Selçuk'a bakarak. "Ama bu sadece benim 'ölmemle' bitmeyecek. Bu bir başlangıç olacak, Selçuk. Bizim için, tüm bunların sonu yok. Bir adım daha atacağız ve Miran'a kadar her şey yerle bir olacak."
Selçuk, hiçbir şey demedi. Sadece gözlerinde anlaşılacak bir dikkatle, başını hafifçe eğdi ve parmaklarını birleştirerek sigarasını yavaşça tuttu. Eyşan, gözlerini yeniden ufka çevirdi, gündüzün sabah ışıkları her geçen an daha da belirginleşirken, bu yeni planın ağırlığı ona doğru ilerliyordu. İçinde bir yerlerde, bir şeyler kıvılcımlanıyordu. O planı hayata geçirebilmek için, sadece ölü gibi görünmesi yetmeyecekti. Miran'ın kariyerinde bıraktığı geçmişin izlerini silmek için, son bir kez daha ismini öldürmeliydi.
Eyşan, "Bize bir sahte ölüm lazım," diye mırıldandı, "Bir de gerçeği görecek gözler..." dedi ve alayla tebessüm etti. "Şaka gibi kendi cenazemi nasıl kaldıracağımı düşünüyorum. Beni öldürebileceklerini sanıyorlar ama ben hayattayım. Beni gözlerinden bir kez silsinler, o zaman onlara geç kalmış bir darbe indireceğim."
Selçuk bu kez gözlerini kıstı, titrek bir nefesle, "Bunu yapmalısın. Eğer seni yeniden öldürürsek, seni bir başka şekilde daha güçlü görecekler. Görebilecekleri tek şey ise, senin asla pes etmeyeceğin ve geri dönmeyeceğin olacak."
Eyşan başını salladı. "Ve o zaman, herkes kendisini kısıtlayacak ve her adımda onları tuzağa çekecek."
Bir süre suskun kaldılar. Yalnızca rüzgârın sesini duyabiliyorlardı. Eyşan, bir süreliğine, sahte ölüm planının karmaşık detaylarına dalarak, nasıl hayatta kalacaklarını ve düşmanlarını nasıl daha derinden vuracaklarını hesapladı. Plan, bir tür göz yanılgısı olmalıydı. Miran'ın ve Eran'ın onun ölümüne inanmasını sağlamak, ardında kalan küçük bir iz bile bırakmamak, her şeyin belirleyici hamlesi olacaktı.
"Ama Eran Bağrı'yı bulmalıyız," dedi sonrasında. "Onun ardında bir şeyler var, Selçuk. Bu tüm oyunları değiştirebilir."
Selçuk, gözlerinde karanlık bir parıltı belirdi. "Bunun için seni ve seni gerçeğiyle tanımayan tüm düşmanları yok etmemiz gerekiyor. Yavaşça Eyşan, temkinli şekilde ilerleyeceğiz ama en önemlisi, onu kandıracağız."
Eyşan bir an durakladı. Planlarının her adımında kaybolan zamana karşı kendi karanlık düşüncelerinin üstesinden gelmeye çalışarak, "Başka bir seçeneğimiz yok. Sadece bir adım daha atacağız, Selçuk. O zaman hiçbir şeyin geriye dönüşü olmayacak."
Ve o an, o karanlık düşünceler yavaşça şekil almaya başladı. Bir ölüm planı doğuyordu ama bu sadece bir başlangıçtı.
Selçuk, sigarasını söndürdü ve Eyşan'a sırtını çevirdi. "İçeriye geçelim ve Güvercin Timi'ne olayı açıklayalım." dedi, yürümeye başladığında Eyşan, hızla yanında belirmişti.
İçeri girmeleriyle birlikte, hemen dikkatler onların üzerine çekildi. Eyşan, soğuk hava ve kar tanelerinin etkisinden kurtulmuş, gözlerini Mete'ye sabitlemişti. Tüm ekip, masanın etrafına toplanmış, sessizce onların ne söyleyeceğini bekliyordu. Atmosferin ağırlaşması, her adımda biraz daha hissediliyordu.
Eyşan derin bir nefes aldı, ardından konuşmaya başladı. "Hepinizin dikkati bende olsun. Durum çok kritik," dedi, sesindeki sert ton, ekibin her bir üyesinin dikkatini iyice çekmişti.
Selçuk, arkasında durarak durumu anlatmaya başladı. "Eran Bağrı'nın peşindeyiz. Bu kişi örgütün ideolojik liderlerinden biri. Ve Miran, Eran'ı tüm bu kargaşayı bir arada tutmak için kullanıyor."
Ekip üyeleri arasında bir gerginlik başladı. Barkın gözlerini kısıp, "Eran Bağrı mı? O adam çok güçlü. Neredeyse hiç iz bırakmıyor." dedi ama gözleri hem kararlı hem de tedirgindi.
"Bu yüzden plan yaptım." dedi Eyşan. "Onu tuzağa düşürmek için yeni bir kimlik edineceğim. Karşılarına çıkacağım. Beni öldürecekler yani öldürdüklerini düşünecekler ve öylece ortadan kaybolacağım ama ölmeyeceğim."
Eyşan'ın sözleri, odadaki havayı aniden gerdi. Sözleri tamamlanır tamamlanmaz, Mete, ellerini masanın kenarına yerleştirerek, gözlerini Eyşan'a sabitlemişti. "Bu kesinlikle kabul edilemez. Tut ki operasyon sırasında bir sıkıntı oldu o zaman ne yapacağız?" dedi, sesi sert ve keskin bir şekilde yankılandı odada. "Miran'ı bulmak için seni feda edemem, Eyşan."
Eyşan, gözlerinde kararlı bir ışıltı ile ona baktı. "Mete, bu plan en iyi ihtimalimiz. Bu şekilde Miran'ı daha kolay tuzağa düşürebiliriz. Tek bir yanlış adım, tüm ekibi riske atar."
Mete, ellerini masaya vurup, öfkesini kontrol edemedi.
"Bunu kabul edemem, anlıyor musun? Sadece senin değil, tüm timin hayatı tehlikeye girecek! Bu kadar basit değil. Kendi hayatını tehlikeye atmak nedir ya? Hadi söyle bana, böyle bir şeyi yüzüme bakarak nasıl dile getirebildin!"
Selçuk, konuşmalarını yavaşça dinledi ve araya girmedi. O anda, sanki odadaki hava bir anda daha da ağırlaştı. Eyşan, Mete'nin karşısında kalırken gözlerini kısıp, onu anlamaya çalıştı.
"Bunu anlamanı istiyorum," dedi ama tonu yumuşak ve sabırlıydı. "Eğer bu planı yapmazsak, Miran'ı kaybederiz. Kalan tek şansımız bu. Zaman daralıyor."
Mete, sinirle parmaklarını masanın üstünde gezdirdi. "Evet, zamanı biliyorum," dedi ama gözlerinde kararsızlık vardı. "Ama ucunda gerçekten seni kaybetme riski varken, bu oyun, oynanmaya değmez. Birlikte her şeyi başarabiliriz. Tek başına gitmek, seni savunmasız bırakmak -kafasını iki yana salladı- bunu yapamam. Canımı iste, canımı vereyim." dedi ama alayla bir anlığına gülümsedi. "Trajikomik ama benden şu an canımı istiyorsun Eyşan."
Eyşan, bir an sessiz kaldı, gözleri Mete'nin yüzüne sabitlenmişti. "Benim kaybım, herkesin kaybı olacak ama eğer bu planı kabul etmezsek, hep birlikte kaybedeceğiz," dedi ve sonunda kararlı bir adım attı. "Bu bizim tek şansımız."
Eyşan'ın kararlı duruşu, odadaki herkesin gerginleşmesine neden oldu. Sessizlik, bir an için içini bile çekebilecek kadar yoğunlaştı. Herkesin bakışları Eyşan'ın üstündeyken, Selçuk sadece gözlerini ona sabitleyerek, olayı daha fazla büyütmemek için müdahale etmedi.
Mete'nin kararsızlıkla karışan öfkesi, odada yankılandı. "Özür dilerim fakat bunu sana söylemek zorundayım, Eyşan," dedi, elleri yeniden masanın kenarına sıkıca yerleşti ve Eyşan'ın yüzüne doğru eğildi. "Hadi, diyelim ki planını uyguladık, bir anlık dalgınlıkla gerçekten vurulursan? Ya da daha büyük bir tehlike belirdi ve senin kafana bir kurşun saplandı! O zaman ne yapacağız!" Mete'nin cümlesi harlayan bir ateş gibi yükselerek Eyşan'ın yüzüne parlamıştı.
Eyşan, gözlerini kısarak ona karşılık verdi. "Maalesef bunun olmayacağına söz veremem, her adımımız bir kumar." Eyşan, bir adım geri attı ve derin bir nefes alarak devam etti. "Miran'ı bulmak, bizim bir arada kalmamız için tek yol. Kendimi feda etmek, ekibimizi bir arada tutmanın tek yoluyken, başka seçeneğimiz yok."
Barkın, sessizce duvara yaslanarak, konuşmalara müdahil olmadı ama gözleri hep Eyşan ve Mete arasında gidip geliyordu. "Eyşan haklı olabilir," dedi, sesindeki belirsiz ton ile. "Bazen, küçük fedakarlıklar büyük zaferlere yol açar ama bu kadar riskli bir şeyin altına girmek? Herkesin hayatı bir ipte asılı, tek bir yanlış adım her şeyin sonu olabilir."
Eyşan, bir an herkesin bakışlarını üstünde hissetti. "Bunu yapmak zorundayız," dedi, kararlı bir şekilde. "Miran'ı bulmalıyız." Ardından, sesi daha yumuşak bir hale büründü. "Hepimiz buna odaklanmalıyız. Eğer hep birlikte olursak, bu savaşı kazanabiliriz."
Mete, gözlerini kısıp, daha da öfkelendi. "Siz beni hiç anlamıyorsunuz," dedi, sesinde kaybolan bir güvenle. "Siz tam olarak şu an neyi riske atıyorsunuz? Seni kaybetmekle, hepimizi kaybetmek arasında fark var. Bunu kabul edemem, Eyşan. Eğer seni kaybedersek, diğer tüm planların hiçbir anlamı olmayacak. Her şey darmadağın olur."
Selçuk, araya girerek dikkatleri üzerine çekti. "Hepinizin haklı olduğunuzu biliyorum. Ama şu bir gerçek ki, bu durumda kaybetmek, her şeyi kaybetmek demek. Eğer biz bu şansı değerlendirmezsek, bir tek kişi kaybedecek ve o da tüm takımı dağıtacak."
Eyşan, derin bir nefes alarak başını salladı. "Evet," dedi. "Ve eğer bu planı onaylamazsak, kaybetmeye devam edeceğiz. Her adımımızda kaybedeceğiz."
O an, sessizlik içinde herkesin gözleri Eyşan'a odaklandı. Herkes, nehrin kenarında yürüdüklerinin farkındaydı; tek bir adım yanlış, her şeyin kaybolmasına sebep olabilirdi.
Mete, dişlerini kırarcasına sıktı ve Eyşan'ın yanına geçip elini koluna uzattı ve hafifçe sıkarak kendine doğru döndürdü. Sinirli göz bebekleri Eyşan'ın tam gözünün içine odaklıydı.
"Ben nefes aldığım müddetçe asla ama asla bu, operasyona, onay, vermeyeceğim."
Eyşan, Mete'nin sert sözlerinden ve vücut dilinden etkilenmişti. Gözlerini kısıp, derin bir nefes aldı. Karşısındaki adamı anlamak istiyordu ama aynı zamanda kararını da vermişti. "Mete," dedi fakat Mete, bir adım Eyşan'dan uzaklaşıp çenesini dikleştirdi.
"Beni anlamıyorsun," dedi, sesi giderek keskinleşiyordu. "Birini kaybetmek sadece bir kayıp değildir, Eyşan. O kayıp, hepimizi yıkacak bir domino etkisi yaratır. Bende bırakacağı etkileri anlatmama gerek yok sanırım."
Selçuk, odadaki gerilimi biraz olsun yumuşatmak amacıyla araya girdi. "Hepimiz tehlikenin farkındayız Mete," dedi, "Ama burada önemli olan tek şey, hep birlikte hareket etmek. Barkın'ın dediği gibi her birimizin hayatı, bu operasyonda bir ipte asılı ve doğru bir karar verebilirsek Miran'ı yakalarız."
Eyşan, Selçuk'un sözlerine dikkatle kulak verdi. Ardından Mete'ye döndü, gözlerinde kararlılık vardı. "Bende bunu anlamanı istiyorum, Mete. Eğer hep birlikte olmayı, kazanmayı istiyorsak, bu bedeli ödemek zorundayız. Bu, bizim tek yolumuz."
Mete, kafasını iki yana salladı ve bakışlarını Eyşan'ın gözlerinde gezdirip kapıya doğru döndü. "Ölmemi istiyorsan, ölebilirsin. Sana söyleyeceğim son sözüm budur."
Mete Mert Çakır, Ağzından
Her insan, nefes aldığı süre boyunca birçok duyguya ev sahipliği yapardı. Hayatın ona sunduğu seçeneklerin arasında mutluluğu bulup gülerdi. Bazen ise üç güne sığdırdığı yaşamın içinde yalnızca kederli olup ağlardı. Mutluluğu gördüğü yıllar içinde ne kadar büyüdüğünü göremezdi.
Ben, artık büyümüştüm.
Büyümek demek sadece yaştan ibaret değildi. İnsan 7'sinde de 70'inde de büyüyebilirdi ama çocuk kalmış ruhlar, yalnızca en büyük acıları yaşadığında büyürdü. Benim ruhum, hiç çocuk olmamıştı. Ben sadece kendimi kandırmıştım. Orada bir çocuğun olduğunu sanırken bir acının tohumunu büyüttüğümden haberim yoktu.
O tohumun patladığını; annemin al bayrağına sarılan tabutunu gördüğümde değil, Eyşan'ı gömmem için elime bir kürek vermek istediklerinde öğrendim. Tohumun içimi yakıp kavuran sanrısı ruhumun ta en derinliklerine ulaştığında yüreğime sıçrayan kor alevi hissettim. Tarifi anlatılamaz bir duyguydu. Alıp verdiğin nefeslerde yaşadığını anlayabiliyorsun ama bitkisel hayata girmiş bir insana dönüşüyorsun.
Eyşan'ın, Akça Timi ile operasyona gittiği günün gecesi bir rüya görmüştüm, rüya da denilemezdi aslında, kâbustu.
Toprağın üzeri bembeyaz karla kaplıydı. Ağaçların yapraklarını saran kırağıya inat yüreğimde bir yangın vardı. Gökyüzünden salınarak inen kar taneleri yeryüzüne ulaşmak için sanki can atıyordu. Toprağı biraz daha beyaza boyamak istiyordu. Tüm her şeye rağmen, kirleneceğini bildiği halde, üzerine basılıp ezilmek istiyordu.
"Mete." diye bir ses duydum, o an. Bakışlarım, bedenimle birlikte geriye döndüğünde acı bir senaryo suratıma tokat misali çarptı. O an duraksadım. Kâbus gördüğümün bilincindeydim ama o kadar gerçekçiydi ki bir an için Selçuk'un bana uzattığı küreği alabildim.
Bana; Eyşan için canını verecek adama, gözündeki bir yaş için ölecek adama; sevdiği kadını gömmesi için, tutamacı kan lekeleriyle dolu, bir kürek verdiler.
Yapmak istemedim, kafamı sallayarak o kâbustan uyanmak istedim ama yapamadım. Elimdeki kürek, karla karışık toprağa saplandı ve dolu dolu mezar çukurunun içine attı. Ben toprağımı, toprağımın içine nasıl gömdüm?
Toprak gözlüm, sen nasıl kendini toprağın içine girmeye nail gördün?
Kürekle aldığım her toprak, sanki benim içimden bir parçayı da söküp götürüyordu. Çırpınmak istiyor, bunun bir kâbus olduğunu sürekli kendime hatırlatmak istiyordum. Bana doğru yaklaşan Osman'ın yüzü o kadar gerçekçiydi ki o an elimde bir silah olsa, kafama sıkardım.
Elimdeki küreği Osman'a uzatıp bir adım geriye çekildiğimde acıyı, yüreğimde hissettim. Kâbus olmasına rağmen, sigaramı yakıp derin bir nefes çektim. Bir an için gerçek olduğunu düşündüm. Tam her şey düzelmişken, ona kavuşmuşken 'Tam da bu bitkisel hayattan kurtuldun be Mete.' derken, ya tohumun kökleri tüm ruhumu sararsa?
Ruhumu saran kökler, geçmişin değil aslında geleceğin en büyük duygusunu oluştururdu.
Parmaklarımın arasında gerçekten bir sızı hissettiğimde iki parmağın arasını açtım. Bakışlarım yere düştü ve balçık kıvamına gelmiş karlı toprağın üzerindeki izmarite değdi. Ben bugün, ikinci bir kez daha bitkisel hayata girmiştim.
Kazandığımı zannederken kaybettiğimden haberim yoktu.
Gözümden bir damla yaş süzülürken gözlerimi titrekçe kapattım ve yutkundum.
Ya o operasyonu kabul etseydim ve gerçekten ölseydi?
Bilinçsizce yere yıkılacağımı düşündüğüm sıra koluma bir kol girdi. Gözlerimi açıp kolun sahibine baktığımda gözlüklerinin altından beni izlediğini fark ettim. Selçuk, sol gözünden akan yaşla çenesini dikleştirdi.
"Güçlü olmalısın, Bozkurt."
Kafamı delicesine iki yana salladım. Kafamı iki yana sallamam düşüncelerimeydi. Eyşan gerçekten ölseydi, büyük ihtimalle beni de yanına gömüyor olurlardı. Çünkü onun olmadığı bir hayat, benim ölüm fermanımı imzalardı.
Osman, elindeki küreği Kubilay'a verdi. "Devam etmeliyiz," dedi Kubilay'a. Onun sesi bile titriyordu. Kubilay küreği ellerine aldı ve toprağa bastırarak bir yığın attı. Karla karışık çamur, sahte mezarın üzerine serildiğinde içimdeki o ince sızı, büyüyüp bir çığlığa dönüşüyordu. Parmaklarım kasılmış, ayaklarım kök salmış gibiydi. Hiçbir şey yapamıyordum.
Derin bir nefes aldım, gözlerimi mezardan kaçırarak gökyüzüne çevirdim. Bulutlar griydi, sanki benim duygularımı yansıtıyorlardı. "Bu bir kâbus," diye kendime fısıldadım, "Bu sadece bir kâbus." ama içimdeki his, bu gerçeği kabullenmeme izin vermiyordu.
Selçuk bir adım daha yaklaştı ve elini omzuma koydu. Sesi, güçlü kalmaya çalışan bir insanın sertliğini taşıyordu. "Dayan, Mete," dedi. "Bu sadece bir sahne. Gerçeğe odaklan."
Dizlerimi kırıp yere çöktüm önümde bir mezar vardı ama gerçek neydi? Eyşan'ın bu mezarda olmadığını bilsem bile, her şey gerçeğe o kadar yakın hissediliyordu ki, zihnimle kalbim arasındaki savaşı kontrol edemiyordum. Parmaklarım istemsizce toprağa uzandı. Soğuktu, ıslaktı. Küçük bir çamur yığını avucumda sıkışırken, Eyşan'ın mezarda olmadığını hatırlatan o kırık gerçekliğe tutundum.
Bir an sonra Osman'ın sesiyle irkildim. "Bitti."
Kubilay küreği yere bırakıp geri çekildi. Herkes susmuştu.
Gencecik çocuklar, ablaların ölmemiş mezarına toprak atmıştı. Gözlerindeki duygular rol değildi. Hepsinin sanki yüreğinin bir köşesinde sızı vardı. Ya gerçek olsaydı? Bu kadar sakin olabilirler miydi?
Hiç sanmıyorum.
Kalbimin üzerine sanki kocaman bir dağ devrildi ve ben büyük bir enkazın altında kaldım. Zihnimde yaramaz sözcükler yer edindi. Ya gözlerini bir daha göremezsem? Ya nefesini hissedemezsem? Ya elinin sıcaklığını yanağımda bulamazsam?
Ben o zaman ne yapardım?
Zamana sarılmış ağır uçlu saliseler, beni kâbusumda askeriyenin kollarına bıraktığında elimi karşımda yatan kadının yanağına yasladım. Tek kişilik ranzada kalbi, kalbime yaslıydı. Yaşıyordu, yanımdaydı, nefes alıp verip veriyordu ama korkuyordum. Nedenini bilmediğim bir şekilde onu kaybetmekten çok ama çok korkuyordum.
Gözlerimi kapatmaya çekiniyordum. Oysa ki kapatsam kâbusumdan uyanacaktım ama bir saniye bile kapatsam, ellerimin arasından kayıp gidecekti.
"Mete, lütfen böyle yapma. Darmadağın oldun." dediğinde bir kez gözlerimi kırpabildim. Benliğim sarsılırcasına o gece yatakta fırladı. Dudaklarım birbirine yapışık, şakaklarımdan dökülen terler buz gibiydi. Bende bıraktığı hisler bunlardı. Gerçek olsaydı nelerin olabileceğini düşünmek dahi istemiyordum. Delirir ve kafama bir silah dayayıp gözlerimi bile kapatmadan geberir giderdim.
Eyşan'sız bir hayat, sürdürülemez bir gerçeklikti.
Gülüşü, bakışı, kalbi güzel ömrüm...
Lütfen Toprak Gözlüm, benden önce ölme.
Allah'ım, ne olur... benden önce ölmesin.
"Komutanım." diye seslenen Osman ile dalgın bakışların karın üzerinden çekilip ona döndü. "Oturabilir miyim?" diye sorduğunda kafamı belli belirsiz salladım ve elimi cebime soktum. Sigara paketini alıp çıkardığımda bir dalı parmaklarımla yukarıya yükseltip dudaklarımın arasına sıkıştırdım.
Sağıma oturan Osman, bana yaktığı zipposunu yaklaştırdığında kafamı hafifçe eğdim ve sigaranın yanmasını sağladım. Aynı anda geri çekilip doğrulduğumuzda parmaklarım dudaklarımdaki zehri bir nebze uzaklaştırdı. İkimiz de bir süre sigaralarımızı içerken bakışlarım yine kara saplandı.
Eyşan'ı korumanın ve içine saplandığı durumdan kurtarmanın yolunu bulmalıydım ama bu yol, öyle bir yol olmalıydı ki Mert ismine karışmadan halletmeliydim.
"Birkaç dakikalığına rütbeden çıkalım mı?" diye belirsizce fısıldadığımda Osman'a baktım. Gözlerindeki belirsizlikle beklemeye başladığında derin bir soluk verdim. Karışık bir bağın en açılamaz kör düğümüydük. Ya bıçakla kesecektim ya da sonsuza kadar o şekilde kalacaktım.
"Eyşan'ın içeride dediklerine sen nasıl bir tepki verdin?" diye mırıldandığımda kafasını iki yana salladı. "Sen içeriden çıktıktan sonra biz de dağıldık. Hiçbirimiz bu operasyona onay vermedi."
Kafamı sallayarak sigaramdan bir nefes çektim ve yüzümü tam karşıya çevirdim. Zihnimin bir köşesinde ne yapmam gerektiğine dair düşünceler birikirken Osman'ın iç çektiğini duydum.
"Mete ben özür dilerim. Sana dediklerim gerçekten çok ağırdı."
Hiçbir şey demeden karşıma bakmaya devam ettim ama zihnimdeki birkaç cümle benden habersiz dilime yerleşti ve ben, derin bir nefes verirken o cümlelerin kaçacağını unuttum.
"Öfkeyle söylenmiş cümleler, ruhundaki korkuyu barındırır. Ne sen o gün o cümleleri söylemekten vazgeçebilirdin ne de ben, o cümleleri duymaktan kaçabilirdim." diye söylenip Osman'a baktım. Yeşil gözlerindeki durgunluk, yüzüme tokat misali çarptı. Anlayışlı olacağımı sanmamıştı. Öfkeleneceğimi düşünmüştü.
Bunu gözlerinden okuyabilmiştim.
"Demem o ki özür dilemeni gerektirecek bir sorun yoktu." deyip kafamı iki yana salladım. "En azından benim için."
Osman, gözlerini hafifçe kapatıp onaylarcasına kafasını salladığında pişmanlığı mimiklerine yansımıştı. Hepimiz Eyşan için içimizde duygular besliyorduk. Seviyorduk, ona bir şey olacak diye korkuyorduk.
"Miran Zafir hakkında ne düşünüyorsun?" diye sorguladığında mutluluktan ve sevecenlikten uzak bir alaylı gülüş attım. Öfkenin zehri, dudağımın kenarında kaldı. Dilim en arka dişime bilenircesine sürtüldüğünde sigaradan bir nefes daha çektim.
"Kafamın içindeki eziyetleri bir bulabilsem emin ol karşımda babam bile duramaz." diye bir anda söylendiğimde güldü ve bakışlarını benden kaçırdı. Sigarasını dudaklarında tutarken biraz oturduğumuz bankta yayıldı ve parmaklarına dudaklarındaki dalı sıkıştırdı.
"Aaay, ay. Siz öfkeli bireyler için hayat zor olmalı?" dedi ve bana bakıp tek kaşını kaldırdı. Onaylarcasına kafamı sallayıp ona hak verdiğimde dudağında gizli olan tebessüm kırıntısı ağırca silindi ve kaşlarını çattı.
"Annenle konuşsan?" diye sorduğunda kaşlarımı çatıp bakışlarımı kaçırdım. Gökten süzülen bir kar tanesi elimdeki sigaranın üzerine doğru yaklaşırken zihnim tüm sessizliğini ortaya koydu. Kar, sanki her süzülüşünde zihnime yeni bir anı ekliyordu. Olasılıklar birikti ve kar tanesi, sigaramın üzerindeki kora düştü.
Sönen ateşin sesi, içimde biriken öfkeyi ve çaresizliği serbest bırakacak bir işaretmiş gibi geldi. Sigarayı elimde döndürdüm, külünün yere düşmesine izin verdim. Osman hâlâ beni izliyordu. Gözlerimdeki karışıklığı, sözlerimin gerisindeki sessizliği okumaya çalışıyordu ama ben, anlatmak için burada değildim.
"Annemle konuşmak mı?" diye tekrarladım, dudaklarımın kenarında acı bir gülümseme belirdi. "Onunla doğru düzgün diyalog bile kurmadım. Beni kaldıkları eve götürdüklerinde bir anne-oğul ilişkisi yaşamadık. Eğer araya on dokuz sene girmemiş olsaydı belki konuşmaya cesaretim olabilirdi."
Sözlerim, havada asılı kalan bir sis gibi ağırdı. Osman bir an sustu, sonra ayağa kalktı ve ellerini montunun ceplerine soktu. Soğuk, konuşmamıza ara vermemizi istemiyormuş gibi bir anda hafifledi.
"Belki de bu soruyu kendine sormalısın," dedi yavaşça. "Eğer araya on dokuz sene girmemiş olsaydı, ne olurdu? Çünkü şu an Asiye Çavdar yaşasaydı emin ol, sana yemin ederim ki bir an bile ayaklarının yanından ayrılmazdım."
Osman'ın bu sözleri üzerine içimden yükselen karmaşık duygular dalgası büyüdü. Annemi düşündüm. Sesini, bakışlarını... Ama en çok da bana yüklediği beklentilerin ağırlığını. Ona dair hislerim, kaybolan çocukluk anılarım gibi bulanık ve karmaşıktı.
Kar, sessizce üzerimize yağmaya devam ediyordu. Gözlerimi Osman'dan kaçırarak, elimdeki sigarayı küllüğe bıraktım.
"Belki bir gün," dedim alçak bir sesle. "Ama bugün değil."
Osman, kısa bir an beni süzdükten sonra usulca başını salladı. Söyleyebileceği bir şey olmadığını biliyordu. Ne de olsa bazı soruların cevabı, yalnızca sorunun muhatabında saklıydı.
Osman'ın sessizliği, söylediklerimin derinliğine bir cevap gibiydi. Ne bir teselli sunmaya çalıştı ne de sözlerimin yükünü hafifletmeye uğraştı. Belki de anlamıştı; bazı şeyler, konuşulsa bile düzelmeyecek kadar derin yaralar bırakırdı.
Başını önüne eğdi ve bir süre karların altında sessizce bekledi. Düşen her kar tanesi, üzerimizdeki soğuğun bir parçasıydı ama aynı zamanda içimizde biriken duyguların da simgesiydi.
"Eyvallah," dedi sonunda, sesi neredeyse fısıltı gibiydi. "Bazı şeyler zaman ister, biliyorum ama o zamanı kendinden çalma, Mete. Çünkü bir gün o zamanı bulduğunda, konuşamadıkların daha da ağır gelir."
Sözleri, kalbime saplanan bir ok gibi hissettirdi. İçimde bir şeyler çatırdadı ama dile dökmek istemedim. Annemi tekrar düşünmek, geçmişi tekrar hatırlamak... Bunlar için henüz hazır değildim.
"Zaman..." dedim kendi kendime, hafifçe mırıldanarak. "Bakalım, bize neler getirecek?"
Osman, kısa bir süre daha yanımda durdu. Sonra ellerini ceplerinden çıkardı ve hafifçe omzuma dokundu.
"Buradayım," dedi kısaca, tüm samimiyetiyle.
Osman'ın omzumdaki dokunuşu, içimdeki duvarları zorlayan bir güç gibiydi. Sözcüklerle anlatamadığım o karmaşık duyguları sanki sessizce anlamıştı. Gözlerimi yere diktim, kar tanelerinin eriyip yok oluşunu izlerken zihnimdeki anılar da aynı şekilde çözülüyordu.
Bir süre karın altında, konuşmadan durduk. Kimi zaman sessizlik, kelimelerin yapabileceğinden çok daha fazlasını ifade ederdi ve o an, sessizlik tam da bunu yaptı.
Derin bir nefes aldım. Hava soğuktu ama ciğerlerime dolan nefes, bir şekilde içimi ısıtıyordu. "Osman," dedim, sesim neredeyse bir fısıltı kadar hafifti. "Ben, Eyşan'a evlenme teklifi etmek istiyorum."
Osman, söylediğim sözlerin ağırlığını kavramış gibi başını yavaşça bana çevirdi. Gözlerindeki şaşkınlık, hafif bir tebessümle karıştı. "Evlenme teklifi mi?" diye sordu, sesi dalga geçer gibi değil, aksine içten bir merakla doluydu.
Başımı salladım. Karların altında, soğuğun keskinliğine rağmen bu düşünce içimi bir anlığına da olsa ısıtmıştı. "Evet," dedim, kelimenin anlamını tartarak. "Zaten uzun zamandır aklımdaydı ama... sanki doğru zamanı bekliyormuşum gibi."
Osman kısa bir kahkaha attı ama bu kahkaha alay değil, dostane bir neşe barındırıyordu. "Mete Mert Çakır," dedi omzuma hafifçe vurup başını sallayarak. "Bu soğukta böyle bir şey söyleyeceğini hiç düşünmezdim ama seni durduracak değilim. Eyşan'ı seviyorsun, o da seni seviyor. Bunu yapmak için neden daha fazla bekleyesin ki?"
Dudaklarımın kenarında hafif bir gülümseme belirdi. "Doğru söylüyorsun," dedim. "Ama bu sadece sıradan bir teklif olmamalı. Eyşan için özel bir an yaratmalıyım."
Osman, birkaç saniye düşündükten sonra kaşlarını kaldırdı. "Eyşan'ı en iyi sen tanıyorsun," dedi. "Ama ne yaparsan yap, ona olan hislerini açıkça göstermek yeterli olur. Biliyor musun, Mete? O anın büyüsünü yaratan şey, ne söylediğin ya da nerede söylediğin değil, gerçekten kalbinden gelenleri onun gözlerinin içine bakarak dile getirmen."
Osman'ın bu sözleri bir anda içimdeki gerginliği hafifletmişti. Derin bir nefes aldım ve gülümsedim. "Haklısın," dedim. "Bu kadarını Eyşan hak ediyor."
Osman, hafifçe başını eğip onayladı. "Hak ediyor," dedi kısık bir sesle. "Ama sen de hak ediyorsun, Mete. Bunu unutma."
O an, karların altında, Osman'la paylaştığım bu konuşma, hayatımda dönüm noktalarından biri gibi hissettirdi. Sessizlik tekrar üzerimizi örttü ama bu kez soğuk değil, bir dostun sıcaklığı eşlik ediyordu ve o sessizlik, içimde büyüyen cesaretle birlikte Eyşan'a dair hayallerimin netleşmesine olanak tanıdı.
Osman'ın bakışları sağa doğru kaydığında soluma baktım. Bir asker, koşarak geldi ve selam verip elini indirdi.
"Osman üsteğmenim, Ayda Gündüz uyanmış, size haber vermem emredildi."
Osman, kafasını salladığında ayağa kalktım. O gece zaten ayrı bir geceydi. Silah sesini duyup dışarıya nasıl fırladığımı bile hatırlamıyordum. Kalbimde yaşayan korku, hiç ensemi bırakmıyordu. Osman ile birlikte sıhhiyeye vardığımızda, ortamı dolduran steril koku ve tıbbi cihazların mekanik sesi bizi karşıladı.
Alperen, kız kardeşinin yanına oturmuş elini tutuyordu. Ayda'nın bakışları bir anlığına bize çevrildiğinde gözlerimi Eyşan'ın yüzüne çevirdim. Dudaklarında içten bir tebessüm vardı ama sanki içi kanıyor gibiydi. Yanına yaklaşıp öylece bakışlarımı kaçırdım. Bana baktığını hissettiğimde Alperen'e döndüm.
"Geçmiş olsun." diye söylendiğimde hafifçe gülümsedi ve kız kardeşine döndü.
"Evet, güzelim anlat bakalım. O gece ne oldu?" diye mırıldandığında ellerimi ceplerime sokup kafamı sola hafifçe eğdim. Ayda, titreyen gözlerini Alperen'in gözlerine mıhladı. Korktuğunu önce gözleriyle belirtti ardından cümlelerini bulmuşçasına söylendi.
"Sana sürpriz yapacaktım. Okulumun biteceğini ama sınavı veremediğimi biliyordun. O sınavı verdiğimde sana söylemedim ve buraya geldim. Kapının önünde, uzakta köpeği olan bir adam vardı. Herhalde, köpeğini gezdiriyor diye düşündüm ama bir ıslık sesi oldu. Askerlerle konuşuyordum o sırada ve birden vurdu beni." diye bir açıklama yaptığında kaşlarımı çattım.
"Adamın yüzünü ya da köpeğin cinsini görebildin mi?" diye sorguladığımda bana bakıp kafasını iki yana salladı.
"Karanlıktı."
Anlayışla kafamı sallayıp bakışlarımı yere indirdim. Cebimdeki telefonun ritmik sesiyle elimi cebimden telefon ile birlikte çıkarttım.
H.Ç
Dilim istemsizce arkamdaki dişe saplanırken aramayı cevaplandırıp telefonu kulağıma yasladım ve kapıya doğru yürüdüm.
"Efendim?"
"Alo, oğlum nasılsın?"
Nasıldım anne? Cevabını kendim bile bilmiyorken nasıldım?
"Aynı." diye bir sözcük koptu zihnimden. Bir süre sessizlik sardı iki telefon arasını. Sessizliğin ardından annemin sesi tekrar duyuldu. Yumuşak ve endişeli bir tını vardı tonunda, sanki sesindeki her titreşim, kilometrelerce ötedeki bir yarayı iyileştirmek için çabalıyordu.
"Oğlum, sesin yorgun geliyor. Bir şey mi oldu?"
Bir an duraksadım. Ne söylenirdi ki?
Ayda'nın başına gelenleri mi anlatmalıydım, Eyşan'ın yapmak istediği şeyin içimde bıraktığı boşluğu mu, yoksa Miran'nın üstümüzde kara bir bulut gibi dolaşan tehdidini mi?
"Yarın akşam saat 20:00'de sana geleceğim." diye mırıldandım.
Annemi bir an için duraksatan bu cevabım, bana sanki onun zihnindeki tüm düşünceleri karıştırmış gibi geldi. Sesindeki endişenin yerini, hafif bir şaşkınlık almıştı.
"Yarın mı? Oğlum, her şey yolunda mı?"
"Yolunda değil ama girecek." diye yanıtladım, sesimde bir güven telkini yaratmaya çalışarak ama içimdeki dalgalanmalar o kadar büyüktü ki, söylediklerim bile kulağıma sahte geliyordu.
Annemin sesi bir kez daha duyuldu, bu kez daha sıcak ve rahatlatıcı bir tonda. "Yarın görüşürüz o zaman. Seni çok seviyorum, kendine dikkat et."
Telefon kapandı ama içimde yankılanan duygular bir türlü dinmedi. Cebimdeki telefon, elimdeki sorumluluklar gibi ağırlaşıyordu. Bilinçsizce yanağımın içini dişlerken kolumdaki eli hissettim. Bakışlarım Eyşan'ı bulduğunda tek kaşı sorgularcasına yukarıya kıvrılmıştı.
"Bir sorun mu var?" diye sorduğunda kaşlarımı çatıp kafamı iki yana salladım. Elimdeki telefon yeniden titrediğinde yazan isim, kaşlarımın hızla yukarıya yükselmesine neden olmuştu.
Çilingir
Telefonu açtım.
"Lan amcuk, nörüyon?"
Gözlerimi devirip gülerek Eyşan'ın yanından geçtim ve yürümeye başladım.
"Ne gülüyorsun oğlum? Ha, amcuk deyince hoşuna gitti. Az değilsin be oğlum! Delisi olduğunu bu kadar belli etme." diye devam ettiğinde sıhhiyenin kapısından çıktım.
"Odaya geçiyorum bekle."
Telefonun ucundan büyük bir kahkaha patladığında aptalca gülümsememe engel olamadım.
"Oooooooo! Dirty talk en sevdiğim."
Odama geçip kapıyı kapattığımda elimi cebime sokup pencereye yaklaştım.
"Oğlum ne pislik bir adam olmuşsun diyeceğim ama eskiden de böyleydin sen. Hiç değişmemişsin amına koyayım ya."
Yeniden güldüğünde kafamı iki yana salladım.
"Ya, ya sen sanki değiştin göt. Hâlâ aşkım, hâlâ bebeğim deyip duruyorsun. Aşkının peşinde koşa koşa salak oldun."
Bu cümleye bir kahkaha patlattım. Harbiden de Eyşan'a salak olmuştum. Âşık olmuştum. Deli divane olmuştum.
"Gevşek herif. Çıkarıp ağzına vereceğim şimdi. He söyle, niye aradın zırto?"
Damağını şıklattığını duydum.
"Şak, şak, şak yavvvvşak! Utanıyor, ondan sonra bir de gelmiş niye aradın diyo. Her neyse, sana bombam var."
Anlık ciddileştim.
"Gönder patlasın."
"Hakkari'den haber aldım," dedi. Sesindeki ciddiyet, vücudumdaki tüm tüyleri diken diken etti. "Aradığınız bir adam varmış, Hayalet Çoban, hareket halinde olduğu görülmüş. Yeni bir hedef var ve sizi oyuna çekmeye çalışıyor olabilir."
Gözlerimi sıkıca kapattım. Birkaç saniye sessizlik oldu. Hayalet Çoban. Bu ismi duymak, içimdeki tüm alarm sistemlerini tetiklemişti.
"Anladım," dedim soğuk bir tonla. "Konumu ve detayları gönder."
"Mete. O adam sadece bir isim değil, Türkiye için ciddi bir tehdit. Bunun farkındasınız, değil mi?" diye söylendi ama sesindeki ciddiyet her geçen saniye daha da omuzlarımı düşürüyordu.
Gözlerimi açıp dışarıyı izledim.
"Biliyorum. Hatta bugün Eyşan, kendini öldü olarak göstermeyi bile düşündü." dediğimde nedenini bilmediğim bir şekilde kafasını salladığını hissettim.
"Bu çok gereksiz bir seçenek. Yolu uzatmaktan başka bir boka yaramaz. Hümeyra teyze, yarın senin buraya geleceğini söylediği için aradım. Henüz Hayalet Çoban'ı araştırdığımı bilmiyor, söylememi ister misin?" diye sorguladığında bende kafamı iki yana salladım, sanki görecekmiş gibi.
"Hayır, yarın ben geldiğimde bizzat yüz yüze konuşuruz."
"O zaman badi, ben konum falan atmıyorum. Yarın geldiğinde konuşuruz."
Kafamı salladım. "Tamam."
Tam kapatacaktı ki "Çilingir." diye seslendim.
"Ne lan?"
Gülümsedim.
"Sesini duymak güzeldi."
"Kes mavi gözünü siktiğimin aşığı. Gelmiş bana halleniyor siktir git!"
Kahkaha atarak telefonu kapattığımda, odanın sessizliği üzerine düşen kahkahamın yankıları hala kulaklarımda çınlıyordu. Gülümsedim ama içimdeki boşluk, hafif bir kasvetle birleşerek yavaşça vücudumu sardı. Çilingir'in söyledikleri hala kafamda dönüp duruyordu.
Hayalet Çoban.
Miran Zafir.
O adam, karanlık bir gölge gibi bizi izliyordu. Her an her şey değişebilirdi. Düşüncelerim hızla yer değiştirdi; dün geceki olaylar, Eyşan'ın hâlâ kafasında taşıdığı yük, bir an olsun içimi rahat bırakmıyordu. Eyşan'ın söyledikleri, Çilingir'in söyledikleri, her şey birbiriyle bağlantılı gibiydi. O kadar karanlık ve belirsizdi ki, her an karşımıza çıkabilir, her şeyin kontrolden çıkmasına neden olabilirdi.
Odadan çıkıp birkaç adım attım, tekrar telefonu cebimden çıkardım. Çilingir'in söylediklerini düşünürken, içimde bir şeylerin eksik olduğunu fark ettim. Hayalet Çoban'ı yenecek miydik? Yoksa, her şeyin başlangıcına mı dönüyorduk?
Gözü kan bürürse, karşına evliya çıksa durmazsın.
Bozkurt'un sesi zihnimde yankısını bıraktı.
Bozkurt'a dön.
Osman Çavdar, Ağzından
13 Eylül 2018 yılında Van'daydık. O günü hiç ama hiç unutmuyorum.
Gökyüzü, karanlıkla bir olmuştu ama yıldızlar oradaydı. Başkale'nin üstündeki geceyi delip geçen bir deniz gibi parlıyorlardı. Bazen, sanki birer elmas, kararmış bir sedefin içinde, titrek titrek parıldıyordu. Geceyi çınlatan rüzgârın, yıldızları dans ettiriyormuş gibi hissediyordum. Uzun ve keskin bir sessizlik vardı ama gökyüzü, her şeyin farkındaymış gibi, bir hayalet gibi bizi izliyordu. Düşsel bir yankı gibi, yıldızlar birbirine yakınlaşıyor, sonra birer birer kayboluyordu.
Gecenin derinliklerinde, parlayan o yıldızlar, sanki karanlıkları yırtacak kadar yakındı. Bazen, bana hayatta ne kadar yalnız olduğumuzu hatırlatıyorlardı, bazen de biraz umut, biraz cesaret veriyorlardı. Gözlerimi açıp, başımı çevirdiğimde o yıldızlar, göğü aydınlatan yalnızca ışıklar değildi. Onlar, her bir adımımızı takip eden, birer gözetleyici gibi hissettiriyordu.
Pustuğum alanın karşısına baktım.
"Güvercin 1, durum nedir?" diye soğuğa inat mırıldandığımda çok geçmeden kulağıma Eyşan'ın sesi doldu.
"Hâlâ bir hareketlilik yok. Benden komut bekleyin." diye emirlerini tekrarladığında gözlerimi kıstım. Kulağıma dolan parazitle dişlerimi sıktım.
"Kimin telsizi o?" diye tısladığımda rüzgâr yüzüme bir tokat misali çarptı.
"Yüzüm gerildi komutanım. Burası çok rüzgârlı."
Kubilay'ın sesiyle otuz iki diş sırıttığımda Eyşan'ın bağırışı kulağıma yansıdı. "Güvercin 2; bana döndüğümüzde hatırlat, Güvercin 5'in üç numara saçlarından battaniye yapacağım."
Gülerek kafamı iki yana salladığımda yüzüme vuran ışıkları fark ettim. Kafamı silahımın arkasına yasladığım sıra kulağıma yeniden ses doldu.
"Güvercin, geldiler. Kimse başına buyruk iş yapmasın. Bu fırsatı elimizden kaçıramayız."
İşaret parmağım tetiğin üzerine yaslandığında burnumdan sakin bir soluk bıraktım. Gözlerimin bebeği sanki her şeyi net görmek istermişçesine irileşti. Dağlara çarpıp geri yansıyan silah sesiyle hızla olduğum yerde kaymaya başladım.
"Şimdi!" diye bağıran Eyşan'a gülümsemek istedim ama daha önemli işlerim vardı. Bana doğru yaklaşan herifin boğazını kilide alıp etkisiz hâle getirdiğimde arazinin daha da kalabalıklaştığını gördüm. Etraf leşlerle dolarken silahımdan çıkan her kurşun yıldıza dönüşüyordu.
Sırf, küçük bir çocuk gökyüzüne baktığında mutlu uyusun diye biz, bu saatte ölmek pahasına savaşıyorduk.
Tam her şey bitti derken Kubilay'ı kendine çekip sırtını dönen kız kardeşim vurularak yere devrildiğinde nevrim döndü. Ayaklarımın altındaki toprak sanki kırıldı ve beni bir çukurun içine gömdü. Yaşarken öldüren bu his, asla ama asla hiç aklımdan çıkmadı.
Ölebilirdi.
Kurşun, biraz daha yukarıya kaysaydı, kafasından vurulacaktı.
Eyşan bizi korudu biz ise, vatanı.
O bilmiyordu.
Oysaki bizim toprağımız Eyşan'dı.
Toprağa akıttığı kendi kanı, bize intikam yemini ettirirdi. Kendini ölü olarak gösterecekleri bir operasyon fikriyle karşımıza çıktığında Mete, sağ olsun ki, düşüncelerimize tercüman olmuştu. Kabul edilemeyecek bir fikrin tavrı işte o şekilde olmalıydı.
"Osman."
Cemile'nin sesi, önce içimde bir boşluk bıraktı, sonra hemen yankı yaparak kulağımda çınladı. Gözlerimi ona dikerken, bir an zaman durmuş gibiydi. Üzerinde kabanı, başında turuncu beresiyle o aşina duruşuyla karşımda duruyordu. Beresi, sarımsı ışıkla parlıyordu, tıpkı o günlerde düşündüğüm gibi, etrafındaki karanlıkta bir nokta gibi kaybolan bir ışık. Elindeki küçük çantayı fark ettiğimde, kaşlarım istemsizce çatıldı. "Nereye gidecek ki?" diye düşündüm.
Yüzüme doğru eğildi, dudaklarından o soruyu mırıldadı. "Taksiye nereden binebilirim?"
Bir an için gözlerimin içine baktı. O an, sadece sessizlik vardı; Cemile'nin bakışlarındaki anlamı çözememiştim. Yine de gözlerim ona odaklanmıştı, kalbim hızla çarpmaya başlamıştı. Onunla birlikte geçirdiğimiz zamanlarda, bu bakışların içindeki gerilimi daha önce de hissetmiştim. Bu sorudan çok, gözlerinde beliren o soru işaretini anlamaya çalışıyordum.
"Cemile'nin sana karşı bir şeyler hissettiğini biliyor muydun?"
Eyşan'ın şafağa saplanmış kurşundan önce söylediği söz zihnime salındı.
O an, Cemile'nin gözlerindeki belirsizliği daha net görmeye başladım. Sorusu bir anda anlam kazandı ama cevabını veremediğimi fark ettim. Gözlerindeki o dikkatli bakışlar, sadece soruyu değil, içindeki gizli soruları da ortaya koyuyordu. O an, her şeyin çok daha karmaşık olduğunu hissettim. Cemile'nin bana karşı hissettiklerini daha önce fark etmemiş miydim? Yoksa, işlerin bu kadar karmaşık hale gelmesini sadece gözden kaçırdığım için mi yaşıyordum?
Cemile, elindeki çantayı hafifçe sıkarak bir adım daha atmaya çalıştı. Ama ben hala ona bakıyor, içimdeki gerilimi çözmeye çalışıyordum. O an, zamanın yavaşladığını hissettim. Her şeyin bir açıklamaya, bir cevaba ihtiyaç duyduğunu, ama aynı zamanda hiçbir şeyin de açıklanmak için hazır olmadığını düşündüm.
"Okula gitmem gerek. Taksiye nereden binebilirim?" diyerek sorusunu tekrarladığında yutkundum. Elimi, üzerimdeki kamuflajın kolundaki cebine yükselttim. Fermuarın sesi kulaklarımda gürültüsünü bırakırken arabanın anahtarını parmaklarımın arasına aldım ama bir yandan da Cemile'nin gözlerinin içinde kaybolmamaya çalışıyordum. Gözlerim, her zamanki soğukluğuyla, ne kadar güçlü görünmeye çalışsam da aslında yavaşça kırılıyordu.
"Gel, ben seni bırakırım." dedim, en basit şekilde. Ama o kadar basitti ki, söylediklerim bile kafamda yankılandı. Sadece bu kadar mıydı? Bir çözüm, bir kurtuluş, ya da sadece daha fazla karışıklık?
Adımlarımı hızlandırıp, arabaya doğru yöneldim ama içimdeki huzursuzluk, yine de kaybolmamıştı. Kapıyı açıp binmesini beklediğimde çantasını gövdesine yaklaştırdı ve öne bindi. Kaputun önünden dört adımda diğer kapıya geçtiğimde araca bindim. Yavaşça arabayı çalıştırdım ve ilerlemeye başladık. Ne kadar yol aldığımı, nereye gittiğimizi bilmiyordum. Bu yolculuk, belki de aramızdaki boşluğu daha da büyütecekti. Yine de susarak devam ettik. Cevapsız sorular, göğsümde bir yük gibi duruyordu.
Direksiyonu sıkan ellerime küçük bir bakış atıp derin bir nefes bıraktım ve sol elimi çektim. Sağ elimle tutmaya devam ederken sol kolumu cama yaslayıp parmaklarımı düşünceli bir şekilde dudaklarıma yaklaştırdım.
"Zor günlerden geçiyorsunuz sanırım?" dedi, sesi biraz kırık, biraz yorgun. Belli belirsiz kafamı salladığımda bana baktığını fark edebiliyordum ama ona bakacak bir cesaretim yoktu.
"Zor günlerden geçtiğimizi kim söylemiş ki?" dedim, hafif bir espriyle ama ses tonumun ne kadar gerçekçi olup olmadığını bilmiyordum.
"Gözün nasıl oldu?" diye sorduğunda sesindeki endişe nedensizce yutkunma isteği doğurmuştu. Bir an sustum, düşüncelerim birbirine karıştı. Alperen'in o anlık sinirle gözüme yumruk attığını unutmuştum. Cemile söylediğinde aklıma gelmiş gibi sol elimin parmağını hafifçe gözümün kenarına götürdüm.
"Gözüme ne olduğunu unutmuşum bile." diye doğrucu bir tavır takındım. Bakışlarının yoğunlaştığını hissettiğim sıra yutkundum. Sol elimin parmağını dudağıma yasladım. Ona bakmamak için kendimle verdiğim savaş direksiyonu sıkan elime devrildi. Parmak boğumlarım sızladı. O an, Cemile'nin endişesinin üzerime nasıl çöktüğünü hissettim. Bir zamanlar güçlü hissettiğim şeylerin beni ne kadar kolay düşürdüğünü fark ettim.
"Gece silah sesini duyduğumda korktum."
Buna her ne kadar gülmek istesem de gülemedim.
Dudağıma yaslı işaret parmağımı dişlerimin arasına alıp iki kere ısırdım, ardından baş parmağımı çeneme, işaret parmağımı da şakağıma yasladım.
"Alperen'in kız kardeşi nasıl oldu?"
Kafamı güvenle salladım.
"Gözlerini açtı, iyi olacak."
Aracın içinde sessizlik büyürken yavaşça, direksiyonu çevirerek daha sakin bir yola girdim. Şırnak'ta gidebileceği tek bir okul olduğunu bildiğim için yolları uzatıyordum. Nedense arabaya sinen o kokudan mahrum kalmak istemiyordum.
"Yorgun görünüyorsun?" diye alayla sorduğunda gözlerimi kısıp dudaklarımı tek çizgi haline getirdim. Zihnimde 'sensizlik' sözcüğünün yankısı belirirken az daha dudaklarımın arasından çıkacakken dilimde değiştirdim.
"Askerlik çok zor be Cemile." deyip ilk defa gözlerimi Zebercet gözlerine bakmak için çevirdim ama kurumuş gibi görünen dudaklarının gülümsediğini gördüğümde hızla yola döndüm. Farkında olmadan gaza abandığımda boğazımdaki yumruyu öksürdüm. Bakışlarının artık beni rahatsız ediyordu.
Bana, yapmamam gereken bir şeyleri fısıldıyordu.
"Bana bakma." demek istedim ama söyleyemedim. Okulun önüne yaklaştığımızda hızımı yavaşlatıp durdum. Yutkunup derin bir nefes aldım. Sağıma dönüp gözlerimi bu sefer gerçekten Zebercetlerine odakladım.
"İşin bittiğinde ara." dediğimde göz bebekleri büyüdü. Kafasını sallayıp arabadan indiğinde sırtında kalan bakışlarım öylece duraksadı. Zihnimdeki bir anı gözlerimin önüne kurumuş dudaklarını getirdiğinde kafamı iki yana salladım.
"Salak mısın amına koyayım? Ne diye gidip doğrudan kadının dudaklarına bakıyorsun? Aptal Osman!"
Sinirle direksiyonu çevirip u dönüş yaptım.
24 Şubat 2022 / Şırnak
Barış Gömlekçi, Ağzından
İnsan, hayatının her anında farklı insanları evine konuk eder. Yedirir, içirir, gönlünü hoş tutar. Bir gün öyle bir misafir kapısına dayanır ki onu ağırlayabilecek ne durumun vardır ne de gücün. Seni şaşırtacak bir hareketle içeriye girer. Gelen misafir, elleri dolu bir şekilde gelmiştir.
Alev.
Evime aldığım, en güzel misafirimdi.
Kalbim, buz tutmuş bir öfkenin, ardındaki sarsıntıda yaşama tutunmaya çalışırken gelmişti. Ona kapılarımı açtığımda elinde bir tebessüm gülümseme, bolca kusursuz cümleleri ve beni bile şaşırtacak inadıyla karşımda duruyordu. Kızıl saçlarının arasına gizlenmiş öfke parıltıları, yaşadığım bu evin odalarını aydınlaşmıştı.
Ellerim ceplerimde yatakhanedeki odasının önünde onu beklerken derin bir nefes alıp bıraktım. Sargılarından kurtulmuş ve sıcacık elleriyle yeniden avuçlarımın arasına sokulmuştu. Ona bunu yapan şerefsiz ölmüştü ama Alev'in de yüzündeki tebessümü bir nebze soldurmuştu.
Önümdeki kapı açıldığında başımı geriye yasladım ve gülerek bana bakan yüzüne gülümsemeye çalıştım. Edebiyattan zerre sik anlamayan adama şiirler yazdıracak bir kadındı. Alev, içeriden çıkmadan kafasını sola ve sağa çevirip etrafa baktığında kaşlarım yukarıya doğru kıvrıldı. Ne olduğunu anlamadan yakalarımdan tutulup içeriye çekildiğimde ceplerimdeki ellerimi çıkarttım. Bedenim onunla birlikte odaya hapsolduğunda kapıyı kapatıp kilidi çevirdi.
Bu kadının benimle derdi neydi?
"Alev ne yapıyo-" dememe kalmadan yüzümü müptelası olduğum avuçlarının içine alıp dudaklarını dudaklarıma bastırdığında gözlerimin irice açılmasına engel olamamıştım. Yanağımdaki elini kaldırıp hafifçe tokat attığında bilmeden dudaklarım aralandı. Arsız dili ağzımın içine sızdığında inlemek için kendimi tuttum.
Alev, ateşle oynuyordu kendinin bir ateş olduğunu bilmeden.
Havada kalmış ellerimi beline götürüp kendime yaklaştırdığımda dudaklarımı kıpırdattım ve öpüşlerine karşılık verdim. Evimde yalnızca ikimiz vardık, kaygılarım yoktu, düşüncelerim yoktu. Yalnızca Alev vardı. Bu, şüphesiz ki evimin en sıcak misafiri, en unutulmaz anıydı.
Alev'in her hareketi, duygularımın derinliklerine bir dalga gibi vuruyordu. Dudaklarımın arasına karışan o inlemeyle her şey daha da hızlanmıştı. Ellerim, kalçasını kavrayarak ona daha da yakınlaştı; bedenim onun sıcaklığını ararken bir an olsun düşünmeden hareket ediyordum. Kucağıma aldığımda dengenin kaybolduğunu fark ettim ve nehrin akışına kapılmış bir şekilde kendimi ona daha da yakınlaştırdım. Alev'in sırtı kapıya yaslanırken, her ikimizin de nefes alışverişi o an odada yankı buldu.
Dudaklarımı onun dudaklarından ayırıp gözlerine odaklandım. O yeşil gözlerde kaybolmak, bana zamanın ve mekânın ötesinde bir huzur verdi. "Afet-i devran mısın sen?" derken, içimdeki şairin onunla birlikte ortaya çıkması hiç de şaşırtıcı değildi. Alev, bana yalnızca bir kadından fazlasıydı; o, duygularımı yeniden şekillendiren, hayatıma dokunan bir şiirdi ve o şiir, her an derinleşerek içimi sarmaya devam ediyordu.
"Neden durdun?" diye sorduğunda kafamı iki yana salladım. Bunun bu şekilde, burada ve hızlı olmasını açıkçası istemiyordum. Zihnimdeki düşünceleri dürüstçe kalbimdeki evin sahibine söyledim.
"Şu an, bugün, burada değil. Daha güzel bir yerde, daha sakin bir şekilde olmasını istiyorum." diye dudaklarına soluklanarak söylendim. Nemini kaybetmemiş dudaklarımı yaladığımda gelen tadı başı döndürdü. Kulağına eğilip hafifçe onu sinir ettim ve nefesimi üfledim.
"Adım dudaklarından dökülürken inlemelerini yalnızca ben duymak istiyorum, olamaz mı?" dediğimde omzuma vurup kucağımdan indi. Gözlerinde şaşkınlığın kırıntıları bulunurken "Sapık herif, çık." diye omzuma bir kez daha vurduğunda gülerek elimi, havaya kaldırdığı kolunun arasından beline yaslayıp hızla kendime çektim. Gözlerinde yeniden bir alev parladığında şaşkınlığı gitmiş ve yeniden arzusu gelmişti.
Sol elimi yanağına götürüp dudağına doğru eğilmeye başladım. "Beni içeriye çeken sendin. Beni öpen sendin. Ben hiçbir şey yapmadım." Nefes alışverişi hızlanmış ve göğsümün üzerine alçalıp yükselen göğsü çarpıyordu. Gözlerim kısılırcasına gülümsedim. "Asıl sen sapıksın." dedim ve hızla geri çekildim.
"Barış!" diye kükrediğinde kapıyı açtım ve koşarak yatakhaneden kaçtım. Bu kadını çok seviyordum ama öyle böyle değil. Tam köşeyi döndüğümde Caner'e çarptığımda bir adım geriledi ve dudaklarına alaylı bir tebessüm yerleştirdi.
"Kimden kaçıyon lan?" diye sorduğunda gözlerimi kıstım.
"Sana ne lan lale?"
Caner, elini kaldırıp ensemi tutmaya çalıştı ama hızla kolunu büküp sırtını göğsüme yasladım. Kahkaha atmaya başladığımda onunda güldüğünü fark ettim.
"Uu! En sevdiğim pozisyon." deyip bayılır gibi yaptı. Kollarım koltuk altlarından karnının yanına sarıldı. "Şerefsiz, elimi götüne sokarım." diye söylenip öne doğru ittirdim. Caner, gülerek kafasını iki yana salladı ve ellerini ceplerine soktu.
"Çay içelim, oturalım, konuşalım. Dertleşmeye ihtiyacım var badi." dediğinde bende sağ elimi cebime koydum ve sol kolumu omzuna attım. Yürümeye başladığımızda Caner, bana baktı ıslık çalmaya başladı. Bir melodi kulağıma ulaşıyordu ama ne olduğunu anlayamamıştım.
"Ne oldu?" diye sorguladığımda gülümsedi ve kolumun altından çıkıp bana doğru döndü. Geri geri yürürken ıslık çalmaya devam etti. Gözlerimi kısıp durduğumda aramızdaki mesafeyi açtı.
"Aşkın bir alevmiş yar yar, bir ateş parçası." bakışlarını dudaklarımda gezdirdi. Gevşek herif, dalga geçiyordu. Öpüştüğümüzü anlamıştı.
"Lan." deyip öne atıldığımda geriye dönüp koşmaya başladı. "Gel lan buraya! Caner!"
Caner Cenk Çakır, Ağzından
Zihnimde çınlayan çay karıştırma sesleri, her şeyin yoğunluğunun arasında bir an için bir duraklama gibi hissettirdi. Yorgunluk, sanki bedenimi bir anda ele geçirmişti; kolumu kaldıracak gücüm yoktu. O an, yalnızca gözlerimle çaya doğru uzanma arzusunu hissettim ama yapacak pek bir şeyim yoktu.
Barış'ın "Lan suratsız" diyen sesi, bu sessizliğin içinde aniden yankı buldu. Gözlerimi ona çevirdiğimde, yüzündeki ifade karışık ve gergindi ama bu karışıklık, aslında herkesin içindeki gerginliği açığa çıkaran bir sinyaldi. "Suratsız" ifadesi, benden çok, içindeki huzursuzluğu yansıtan bir yansıma gibiydi.
"Çay içelim, konuşalım dedin. Geldiğimizden beri mal mal çaya bakıyorsun, hiçbir şey demiyorsun?" diye söylendiğinde gözlerimi devirip yutkundum. Oflayarak arkama yaslandığımda gözlerimi gözlerine çevirdim.
"Canım sıkkın. Lara, o gün Eyşan'a yaptığım saygısızlıktan dolayı hâlâ kırgın bana." dediğimde gözlerini sadece kırptı. Bir şey demeyeceğini anladığımda elimle gözümü gösterdim. "Öcü de alındı. Neden bu kız benden kaçıyor badi?" diye sordum ve masaya dirseğimi yasladım.
"Ben kötü biri miyim?"
Barış, dirseklerini çapraz bir şekilde masaya yaslayıp kaşlarını kaldırıp indirdi.
"Hayır." dedi ve gülümsedi. "Sadece aşktan bir sik anlamıyorsun." Geri çekildiğinde dişlerimi sıktım. Gözlerim kantinin içinde dolanırken Lara'yı gördüm.
"Çek kızı konuş işte. Ne bekliyorsun ki salak herif?" diye hızla söylendiğinde elimi sandalyenin sırt kısmına koyup ayağa kalktım. Semaverin önünde duran bedenine yaklaştığımda kaşlarımı çattım.
"Lara, artık beni biraz dinler misin?" diye doğrudan konuya daldım. O, bana bakmadan çayı doldururken, her hareketi beni daha da zorladı. Elimi uzatıp omzuna dokunmaya çalıştım ama bir an bile tereddüt ettim. Çayın dökülme korkusu içinde, içimdeki öfke daha da büyüdü. Sonunda, kendimi kantinin arka kapısına attım, her şeyin altüst olduğu bir anda.
24 Şubat 2022 / Şırnak
Barış Gömlekçi, Ağzından
Sizi aptal aşıklar.
Aşkı bile beceremiyorsunuz...
Caner, Lara'nın yanından ayrılmasıyla kendini kantinin dışına attığında dudağımı büküp ayağa kalktım. Lara'nın yanından geçerken gözlerimi devirip kapıyı açtım.
"İndir lan! İndirsene orospu çocuğu!"
Duyduğum ses ile kaşlarım çatıldı. Elim Caner'in omzuna yaslanırken kışlanın kapısında bir kalabalık gördüm. Kişiler, bir şeyler konuşuyor, ellerinde bir şeyler tutuyorlardı. İçlerinden bazıları, ellerindeki belgelerle hareket ediyor, kimileri ise bir köşede bekliyordu.
"Ne oluyor orada?" diye sakince sordum ama içimde bir şüphe amaçsız bir şekilde şüphe düşürmüştü. Arkamdaki duran bedenlerin soluklarını duyuyordum ama pervaza yaslı bir elim yüzünden kimse dışarıya çıkamıyordu.
"Sıksana orospu çocuğu!" diye bir ses daha yükseldiğinde gürültülü bir silah patladı. Caner, omzumdaki elimi ittirip öne atılıp koşmaya başladı.
"Caner!" diye bağırdım. İçimden bir şey kopup gitmiş gibi hissettim ama ne olduğunu anlayamadım. Koşarak ona yetişmeye çalıştım. Adımlarım hızlandı ama o an sanki her şey bana karşıydı. Kalabalık, karanlık bir duvar gibi etrafımı sarmıştı. Bariyerlerden atladığım sıra Caner, silahını karşıya doğrulttu. İki silahın patlaması bir an her şeyi yavaşlattı.
Caner'in omzu geriye doğru yalpalayıp sırtı göğsüme çarptığında gözlerim irileşti.
"Gerizler başından hoplayamadım
Aman Aman
Döküldü cephanelerim toplayamadım"
O an, her şey kayboldu. Kalabalık, sesler, silahlar... sadece Caner vardı. Bedenini sıkıca tutarken, öksürdü ve ağzından bir kan püskürttü.
"Cephanem döküldü
Anam toplayamadım"
Kollarımın arasında ikimizde yere devrildiğimizde nefes alamadım.
"Amanın da amanın
Efeler öldürmen beni"
Hızlıca onu kucakladım. "Kardeşim, bırakma. Caner, lütfen!" Her kelime boğazımdan düğümlenerek çıktığında, hissettiğim acı dayanılmaz hale geldi.
"Caner!" Lara'nın çığlığı kulaklarımın zarını patlatırken Caner'in bakışları Lara'ya çevrildi.
"Güzel de Cemilenin yoluna soldurman beni"
Göğsüne biriken kan kamuflajından sızdı. O an, içimdeki her şey kararmaya başladı.
Bir şeylerin kaybolmaya başladığını fark ettim. "Hayır... Hayır, yapma..." diye mırıldandım. Gözlerim dolmuştu ama gözyaşlarım dökülmeden önce, yeniden ona bakmak istedim.
"Lara..." diye fısıldadığında elimin altındaki nabız durdu. Caner'in gözleri ağırca kapandı, zaman durdu. Başı sola doğru düştü, dünya durdu. Gözlerim daha da irileşti.
Caner'in adı, boğazımda sıkışmış bir çığlık gibi yankılandı. "CANER!" diye bağırırken, gözlerimden süzülen yaşlar hızla yüzümü kapladı. Onun titreyen bedenini kucaklayarak sarıldım ama ne kadar sıkı tutarsam tutayım, bir şeyler kayboluyordu. Kalbim, her atışında daha da fazla ağrıyordu.
"Caner, aç gözlerini...kardeşim." Sesim titredi. Kollarımda sanki bir şey kırılıyordu, içimdeki her şeyin parçalandığını hissediyordum. "Kardeşim... lütfen."
Bedenini sarmaya devam ettim ama o sıcaklık, yavaşça kayboluyordu. Caner'in nefes almadığını fark ettiğimde, kalbimde bir şeyin tamamen donduğunu hissettim. Gözlerim yine ona odaklandı.
"Hayır... hayır, yapma!" diye mırıldandım ama artık o bakışlardan hiçbir cevap alamıyordum. Caner, gözlerindeki o derin boşlukla bana bakmaya devam etti ama bilmediğim bir yerden artık cevap veremedi.
Lara'nın sesi, dünyamı tekrar yokladı ama artık ne ben ne de Lara, ona ulaşabilecek gibi değildik. "Caner, lütfen..." Gözlerim yeniden ona odaklanırken, kelimelerim birbirine karıştı. Ona daha fazla sarıldım. "Badi... kal... ne olur, kal..."
Ama o, bizden gidiyordu.
"CANER!"
Mete'nin sesiyle başım döndüğünde gözlerimi kırpıştırdım. İkizi gözlerinin önünde ölüyordu. Mete'nin gözleri, ikizinin bedeni karşısında donmuştu. Gözlerinde korku ve kaybolan bir umut vardı. Bir şeyler söylemek istedi ama kelimeler boğazında sıkıştı.
"Barış, içeriye!" dediği an hızla Mete ile kucaklayıp içeriye koşmaya başladık. Sıhhiyenin içine devrilen bedenlerimiz Caner'den ayrılmamıza sebep olurken donmuş bir şekilde kapının önünde kaldım.
"Uu! En sevdiğim pozisyon." deyip bayılır gibi yaptı.
Kafamı iki yana sallayarak gözlerimi kapattım.
"Bırakın beni, Caner!" Gözlerimi açmama sebep olacak bir çığlık yankılandı, arkamdan. Bir şeylerin kopacağına inandım ama sırtımı duvara yaslayıp yere çökmek zorunda kaldım. Lara'nın çırpınışlarını izlerken, içimde bir boşluk açıldığını fark ettim. Çığlıkları kulağımda yankı buluyordu. Zihnim sadece boşlukla doluyordu. Koluna sarılan eller onu sabitlemeye çalışıyordu ama gözlerimi ondan ayıramadım.
"Barış!"
Yüzüme değen parmakları hissedemedim, içimdeki boşluk derinleştikçe bir şeylerin daha eksik olduğunu hissettim. Alev'in yüzüne baktım, gözlerinde korku vardı ama kelimelerim kayboldu.
"Barış, güçlü durman gerek. Mete'ye destek olabilecek tek kişi sen varsın."
Gözlerimi kapatarak dudaklarımı araladım. Derin bir hıçkırık içimi parçaladı. Yanaklarıma düşen yaşlar içimdeki ateşe karıştı, kanlı ellerimi duvara sürterek ayağa kalktım. Her adımda içimde bir şey daha kırılıyordu.
Alev, koluma sarıldığında ayaklarım yere sertçe bastı ama her şey ağırlaşıyordu, her şey kayboluyordu. Kolumu Alev'in elinden çekip önümde öylece duran Mete'ye baktım. Mete'nin yanına geldiğimde donuk bakışları beni buldu. O an, bir şeyler içimde paramparça oldu. Alev'in sözleri hâlâ kulaklarımda yankılanıyordu ama her şeyin son bulmuş gibi hissettim.
Bir zamanlar birlikte çarpıştığımız, birlikte güldüğümüz, birlikte savaş verdiğimiz dağlar şimdi paramparça olmuş gibiydi. Birbirimize sunduğumuz kardeşlik, bir rüya gibi uzaklaştı.
Beni görmeyen gözler, bir zamanlar kardeşim olan o gözler bana uzak, yabancıydı. Elimi ensesine götürüp başını omzumda tutarken, bedeni bana karşı o kadar ağırlaştı ki, sanki tüm dünya sırtımda bir dağ gibi yığıldı.
"Mete..." diye fısıldadım, sesim titreyerek çıkarken, kalbim her atışında daha fazla acı çekti. Dizlerinin kırıldığını, yavaşça yere düştüğünü hissettim. O an, her şeyin sonuna gelmiştim. Bedenini kucakladığımda, sanki her şey boşluğa kayıyordu.
Caner Cenk Çakır, Ağzından
Sınır.
Hayatın bir sınır var mıydı?
Yaşam ve ölümü birbirinden ayıran ince bir çizgi varsa, insanı insandan ayıran bir sınır olmalı diye düşündüm. İçimdeki belirsiz öfkenin, sahip olduğum varlığın, insanlara karşı bir sınırı vardı ama ruhumun kapılarını araladığım kadının yoktu.
O, farklıydı.
Hiç kimsenin giremediği ruhumun kapılarını ona araladığımda girmeyi reddetmişti ama yanımda durmayı istemişti. Gözlerine her baktığımda gördüğüm kırgınlık beni düşündürüyordu. Masumluk, karşımdaki kadının ruhunda saklıyken ben onu pişmanlıklara ve öfkeli anılarla dolu ruhuma sokmak istemem beni, kötü biri yapıyordu.
Ben, kötü biriydim.
"Günahların bedeli ruhumuzun içinde saklıdır. Sen ruhun kapılarını açtığında oraya giren kişi senin kim olduğunu anlar." Zihnimde yankılanan Mete'nin sözleri bir kurşun misali yüreğime saplandığında sırtım dağa yaslandı.
"CANER!" diye bağıran kadınımın gözyaşları bir kan misali göğsümdeki oluktan aktı. Gözlerim onu bulduğunda elimi kaldırıp yanağına dokunmak istemiştim ama artık ne gücüm vardı ne de mecalim, sadece bir kelimem vardı: Lara.
"150 jule!"
Göğsümde hissettiğim soğukluk beni bir anının kollarına ittiğinde Lara'nın kollarını bedenimde hissettim. Bana gülerek bakan dudakları, dudaklarımın kıvrılmasına neden olmuştu. Ellerim onun yanaklarına yaslanırken gözleri korkuyla göğsüme çevrildi. Dudaklarındaki gülümseme donarak kayboldu. Başımı eğip baktığımda gördüğüm tek şey kan deryasıydı.
Çok fazla kan vardı.
"Caner!" diye haykıran sesi yankılanıyordu. Bedenim geriye devrildi, onun uzanan elleri beni tutamadı. Acı ve yanma, beni yeniden bu dünyaya çekmeye çalışıyordu. Nabzımın durduğunu hissederken gözlerim Lara'nın gözlerine çevrildi. Ürkek bakışlarıyla kafasını iki yana sallıyordu. "Ölme!"
"200 jule!"
Yeniden göğsümde bir yanma hissettiğimde bedenim yükseldi ve bir başka anıya ev sahipliği yaptı. Önümde kocaman bir yol vardı. Attığım her adımda peşimden gelen adım seslerini duyuyor ama arkama dönemiyordum. Bir adım daha atarsam kapıya ulaşacaktım. Ayaklarımın altında yankılanan boşluğun sesi vardı ama o çığlık... O çığlık içimdeki boşluğu dolduruyordu.
"Hayır! Ölemezsin! Seni kaybedemem! Lütfen!"
Bu çığlıkla başımı çevirdim, gözlerim onunla buluştu. "Gitme!" diyordu, "Sevgilim gitme!"
O an, sırtımdan yakaladı beni sertçe geriye çekti. Düşerken başım yere çarptı, soğuk zeminin acısı hissiz bedenime yayıldı. Son duyduğum, bir umut dolu fısıltıydı: "Döndü! Artık Lara'yı çıkartın, ameliyata başlayalım."
Son bir nefes aldım. Son bir umutla gözlerimi kapattım. Hayat, belki de beni bir kez daha sınırın bu tarafında tutmaya karar vermişti.
Mete Mert Çakır, Ağzından
"İnsan, kapalı kutu gibidir."
Zihnimde yankılanan cümlenin ağırlığı, boğazıma bir taş gibi oturdu. Nefes almayı denedim ama her soluk içime dolan bir ateş gibiydi. Gözlerimi kırpıştırdığımda, yüzüme değen beyaz, soğuk floresan ışığı gözlerimin önüne bulanık bir perde çekiyordu. Başımı çevirmeye çalıştım ama kaslarım hareket etmeyi unutmuş gibiydi. Her şey, her an aynı sis perdesinin içinde kayboluyordu.
Neredeydim?
Kimdim?
Bir kutunun içindeymişim gibi hissediyordum. Dar, karanlık ve sessiz. İçimdeki sesler yankılanıyordu, ama dışarıya ulaşmıyordu. Zihnim bu kutunun kapağını açmaya çalışırken, bedenim yorgun bir kâbusun ağırlığı altında eziliyordu. Parmaklarımı kıpırdatmayı denedim ama sonuçsuzdu.
Floresanın altında, sanki hiç bitmeyecek bir sorgunun ortasındaydım. Gözlerimi kapattım. Beni bu kutuya kilitleyen neydi? Çıkış yolu nerede saklıydı? Her şey bir cevap bekliyordu ama ben yalnızca susabiliyordum.
Göğsümün ortasında kocaman, açgözlü bir boşluk vardı. Sanki bir el kalbimi söküp almış ve geriye o kara delik kalmıştı. Her nefes almaya çalıştığımda içimdeki o boşluk büyüyordu, beni içten içe kemiriyordu.
"Caner..." diye fısıldadım ama o kadar zayıftı ki, kendi kulaklarım bile duymadı.
"Caner..." diye bir kez daha fısıldadığımda göğsümün ortasındaki delik büyüdü. Göğsümdeki delik daha da derinleşti, gözlerim bulandı. Bacaklarım titredi ama ayakta kalmak zorundaydım. Onun yanına gitmek zorundaydım. Adım atmaya çalıştım ama dizlerim titreyip beni yere çaldı. Ellerimle zemini yokladım; bir şeylere tutunmalıydım.
Kardeşim!
"Kardeşim, Caner..."
"Mete!" Birinin sesi yankılandı ama ulaşamadı bana.
Gürültü koptuğunda zemindeki ellerimin altı ıslandı. Koluma bağlı serumun cam parçacıkları ellerimin yanında kaldı.
"Caner..." diye haykırdım bu kez ama sesim bir fısıltıdan ibaretti hâlâ.
"Caner, nasıl?"
"Sen nasıl, tabii, ikiz hissi."
Ses zihnimi bıçak gibi deldi. O an her şey karıştı; gerçek ve hayal, geçmiş ve şimdi. Göğsümdeki delik, her geçen saniye daha da derinleşiyordu. Bu acı, beni hem öldürüyordu hem de yeniden doğuruyordu.
"Caner..."
Ellerimle beni tutan bedeni sıkı sıkıya kavradım; bir şeylere tutunmaya ihtiyacım vardı, çünkü ruhum bedenimden kopmak üzereydi. Bir adım atmayı denedim ama dizlerim tutmadı. Yere çakıldım. Ayaklarım onun yanına gitmek isterken, bedenim ağırlığını taşıyamıyordu. Caner'in göğsünden süzülen kanın sıcaklığını uzaktan hissedebiliyordum; o kanın her damlası benim de damarlarımdan çekiliyordu.
"Mete, Allah aşkına ne olursun, yat şuraya!"
"Caner..." diye fısıldadım bir kez daha, artık geriye kalan tek şeyin adıydı bu.
Eller beni tutmaya çalışıyordu. Kalın, güçlü eller. Omuzlarımdan, kollarımdan kavrayıp beni sabit tutmaya çalışıyorlardı ama ben sabit kalamazdım. Nefes alamıyordum. Kardeşim oradaydı, o odadaydı ve ben burada... Onu koruyamamışken, onu kaybetmek üzereyken burada duramazdım.
"Bırakın beni!" diye haykırdım ama sesim kendi kulağıma bile yabancıydı. Çıkardığım bu boğuk, kısık sesin bana ait olduğuna inanamadım. Ellerimi silkeledim, başımı sağa sola savurdum. Birkaç adım atmayı denedim ama beni sıkı sıkıya tutan o eller geri çekilmeme izin vermiyordu. Sanki beni boğmaya, beni Caner'den daha da uzağa götürmeye çalışıyorlardı.
"Bırakın! Bırakın beni!"
Bir kez daha kollarımı kurtarmaya çalıştım. Ellerimin altındaki kasların titrediğini, bedenimin son gücünü harcadığını hissediyordum ama sonunda ellerimden biri serbest kaldı ardından diğer kolum. Göğsümden bir çığlık koparken ileri atıldım. Kolumda benimle sürüklenen serumu çıkartıp attığımı hatırlıyordum.
O koridor... O lanet olası koridor. Adımlarım sendeleyerek ilerledi. Zemin ayaklarımın altında kayıyordu. Kapıya doğru koşarcasına ilerledim ama o kadar hızlı değildim. Sanki zamana karşı yarışan bir çocuktum, her şey ağır çekimde akıyordu.
Ve sonunda kapının önünde durdum. Bütün dünyam o soğuk metal kapıya odaklandı. Caner içerideydi. Gözlerimi kırptım ama bu sadece daha fazla gözyaşı demekti. Ellerimi kapıya koydum, onun soğukluğu avuçlarımı ısırdı.
"Caner!" diye haykırdım. Sesim çatladı, parçalandı, yeniden toplandı.
Hiçbir cevap yoktu.
O cevap vermeyince, içimde bir şeyler kırıldı. Yumruğumu sıktım ve kapıya vurdum. O kadar sert, o kadar güçlü bir yumruktu ki eklemlerimde keskin bir acı hissettim ama bu acı, içimdeki delik kadar yakıcı değildi.
"Caner! Kardeşim!"
Kapıyı tekrar tekrar yumrukladım. Her darbe içimdeki bir şeyin daha kopup gitmesine sebep oluyordu. Ellerim uyuştuğunda ayaklarım devreye girdi. Kapıya tekme savurdum. Dizlerim titredi ama durmadım. Duramazdım.
"Caner, beni yalnız bırakma! Duyuyor musun beni? Kardeşim!"
Sesim kırıldı. Çığlıklarım, öfkem, çaresizliğim bu kapının ardına ulaşabiliyor muydu? Yoksa hepsi bu metal yığının önünde mi eriyip gidiyordu? Parmaklarım kapının köşelerine takıldı, tırnaklarımı sürttüm. Kanıyordum. Önemsemiyordum.
"Sen benim kardeşimsin! Benim ikizim! Beni bırakma... Beni bırakma..."
Son cümlem bir fısıltıya dönüştüğünde dizlerimin üzerine çöktüm. Alnımı soğuk metale yasladım. Gözyaşlarım kapının yüzeyinde ince bir iz bıraktı. Bütün dünya sessizleşti. Sadece kendi soluklarım vardı, o da kırık ve düzensiz.
Ve sonra... O sessizlikte, bir çatırtı gibi, içimde bir şey tamamen koptu. Göğsümü parçalayan acı, beni soğuk zeminde titreyen bir enkaza dönüştürdü.
"Ümit'i çağır. Kriz geçiriyor."
Zaman, içimde bir çırpıda geçen bir yıldızın ışığı gibi akıyordu. Her an, her saniye, bir ömür gibi hissediliyordu. İçimdeki acının kalbime saplanmasıyla birlikte, dünya dışarıda sessizliğe bürünmüş gibiydi. Bir zamanlar hızla akan saniyeler, şimdi bir nesne gibi ellerimle tutabileceğim kadar ağırlaşıyor, kıpırdamadan geçiyordu.
Her darbe, her yumruk, her çığlık... Hepsi zamanın içinde kaybolan, durmayan bir akıntıya dönüşüyordu. Gelecek, her geçen saniye daha da yaklaşırken, zaman bana sadece acıyı ve öfkeyi hatırlatıyordu ama içinde kaybolduğum o zaman dilimi, bana tek bir şey öğretiyordu.
Bazen bir ömür, bir an kadar uzun olabilir.
Caner'i kaybetme düşüncesi, içimi paramparça ederken, bir yandan da beni ben yapan her şeyi alıp, bir başka şeye dönüştürüyordu. Ne bir insan kalıyordum ne de bir oğul. Sadece öfke ve acıdan oluşan bir yığının, her saniye daha fazla büyüyen bir canavara dönüşüyordum.
"Caner..." diye fısıldadığımda göz kapaklarım titrekçe açıldı. Başım sola ve sağa sallanırken bir ses, "Allah'ım, sen aklıma mukayyet ol." dedi ve ellerini yüzümde gezdirdi. Dalgın gözlerim yüzüne tırmandığında "Mete." dedi. Barış'ın yüzü bulanıklaşırken gözlerimi kırpıştırdım. "Caner..."
Kendine gel.
Bir an, içimdeki boşluğun ve yıkımın arasında, uzaklardan bir şeyler çağırıyordu. Bir ses... Sadece bir ses değildi bu. O, Bozkurt'tu. İçimde yıllardır uykuda olan, artık uyanmaya zorlanan bir yaratık. Gözlerim bulanıklaştı, vücudum sarsıldı ve birden her şey durdu. Çığlıklarım, öfkelerim, kayıplarım... Hepsi birer çığ gibi dağılmaya başladı. O an, bir adım daha attım ve her şey silindi.
Bozkurt, içimdeki karanlık ve vahşi öfkenin adıydı. O, sadece bir hayvan değildi; bir kimlikti, bir lakaptı ve şimdi, o acı beni yeniden şekillendiriyordu. Bozkurt, ölüme ve kayıplara karşı dik durabilen, her şeyin üstesinden gelebilen bir yürekten çıkıyordu.
İçimdeki bu acı bana onu geri verdi. O Bozkurt şimdi, her nefesimle birlikte yeniden doğuyordu. Ve bu dünyada, bir Bozkurt ne için yaşar ne için ölür, sadece bunu bilirdi.
Şuna da bir bakın ne acı. Sen bu musun?
Ben, kimdim?
Bozkurt.
Neredeydim?
Hiç olmaman gereken yerde.
Gözlerimi kapatırken, bir anda o eski halimi hatırladım. Geçmişte, her şeyin kontrolü bende gibiydi. Güçlüydüm, her şeyin üstesinden geliyordum. Bir adım atarken, her adımımı hissetmek, her hareketimdeki kuvveti, her düşüşümdeki direnci hissetmek... O kadar kararlıydım ki, hiçbir şey beni durduramazdı. O zamanlar korku nedir bilmezdim. Her zorlukla baş edebileceğimi, her engeli aşabileceğimi düşünürdüm. Her işim, her görevim başarıyla tamamlanmıştı. O Mete, her ne olursa olsun kaybetmek bilmeyen biriydi.
Ama şimdi?
Şimdi, bir adım bile atmak zor. Her şeyin içine daldığı karanlık, beni boğuyor. O eski halimi hatırlıyorum ama o anki ben, neredeyse bir hayal gibi. O kadar güçsüzüm ki... Acı içimi sarıyor, her saniye daha da büyüyor. İçimdeki boşluk, beni yavaşça tüketiyor. Kaybettiğim her şeyin yüküyle ağırlaşıyorum.
Bir zamanlar, o çatı katında vurulduğumda, ölüm bana sadece bir çıkış yolu gibi gelmişti. Hızla yere düşerken bile, acıyı hissetmiyordum. Bir an her şeyin sonlanacağını düşündüm ama sonra, bir güç uyanmıştı içinde. O güç beni hayata bağladı. O eski halimi hatırladım. Bozkurt'tu o güç. O zamanlar Bozkurt gibiydim. Ne olursa olsun, ayakta durabilen, her engeli aşabilen... Şimdi, o gücü geri almak zorundayım. Bu acı bana Bozkurt'u hatırlatıyor, o eski gücümü.
Kaç kere yediniz oğlum kalbinize kurşun?
Saymadım.
Kaç kere ölümden döndünüz?
Saymadım.
Bir kere daha öl o zaman.
Ölüm, benim için bitiş değil. Bu savaş, benim savaşım. O kadar kolay teslim olmazdım. Bozkurt, içinde hiçbir şeyin yıkamadığı bir ruhtu. Şimdi, acıyı içimde taşıdığım her an, onun uyanışıydı.
Ve o uyanış, beni bir kez daha ayağa kaldıracaktı.
26 Şubat 2022 / Şırnak
Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından
İçimde kopan fırtınanın yankıları, ayın 24'ünden beri daha da büyüyordu. Bu dehşet içinde, bir noktada kayboluyorum gibi hissediyordum.
Bedenim ağırlaşıyor, kalbim çığlıklarla doluyordu ama bunların hepsi geçiciymiş gibi hissediyordum. Acı, bedeni değil ruhumu sarıyor, her köşesine işliyor. Sanki her bir zerremde, bir başka hayat parçası yerle bir oluyor, düşüyor. İsyan mı bu? Çaresizlik mi ya da bir avuç ölüm?
Ruhumu karmaşa sararken, her an, biraz daha derinleşiyordu.
Bir yanımda ağlayan Lara, diğer yanımda gözümüzden uzak Alparslan albay, tam önümde, gözlerimin önünde neredeyse deliren Mete... Hepsi, bir şekilde içimi acıtan, sarsan bir gerçeklikti. Bu sadece fiziksel bir çöküş değildi, duygusal bir yıkımdı. Kaybolan her parça bana acı verirken, bir yanda içimdeki gücü, direncimi unutmamam gerektiğini hatırlatan bir fısıldama vardı.
"Caner!"
"Caner! Kardeşim!"
"Caner, beni yalnız bırakma! Duyuyor musun beni? Kardeşim!"
"Sen benim kardeşimsin! Benim ikizim! Beni bırakma... Beni bırakma..."
Kapının önünde yığılıp kriz geçiren bir adama ben, öleceğim demiştim. Kendi kardeşi için deliren bir adam, bende ne yapardı?
Kafasına sıkardı.
Kendi içimde boğuluyordum ama bir yandan da o geçmişteki halimi hatırlıyordum. O ben, her düşüşte daha da büyüyen, her engeli aşan kadındı. Bu acı, beni boğmak istese de içimde bir yerde, her şeyin ötesine geçebilme kararlılığı yeniden yeşermeye başlıyordu.
Saplandığım düşüncelerin arasında bir el koluma sarıldı. "Eyşan gel sigara içelim."
Bakışlarım koluma sarılan kişiye çevrildiğinde Cemile, derin bir nefes verdi. Başını omzuna yaslayıp kaldırdı. "Hadi güzelim."
Bedenlerimiz dışarıya savrulduğunda yutkunarak sigara paketimi çıkarttım ve bir dalı dudaklarımın arasına yerleştirdim. Kana bulanmış ruhlarımız, çok acı bir sahnenin baş rolünü üstlenmişti. Duman, zehirli bir şekilde zihnime ulaşırken kaşlarımı çattım. O ruhlar artık kırıktı. Gerçek, suratıma çarptığında korkarak Cemile'ye baktım.
"Ben timi nasıl toplayacağım, Cemile?"
Cemile'nin bakışlarındaki acıyı hissedebiliyordum. O an, her şeyin ötesinde bir yalnızlık vardı ama bir yandan da bir güç, bir inanç taşıyordum içimde. Ne olursa olsun ne kadar derinlere düşersem düşeyim, her zaman bir çıkış yolu bulabileceğimi düşünüyordum. Kendi içimdeki mücadeleyi bir an olsun unutamamıştım.
"Hangi birini toparlayacağım?" dedim, sesim titrek ama kararlıydı. "Gözümün önünde Mete'nin delirdiğini gördüm. Öbür yandan, Lara'nın çığlıkları hâlâ zihnimden düşmüyor." Sigaramdan titrek bir nefes çektim, duman dudaklarımın arasından süzüldü. Kafamı iki yana sallayarak, "Ben ne yapacağım?" diye sordum, sesimde bir kırılma vardı.
Cemile, sessizce bir süre gözlerime baktı, sanki içimdeki fırtınayı anlamaya çalışıyordu. Sonra yavaşça, fakat kararlı bir şekilde konuştu. "Kim olduğunu unutma, Eyşan. Bu tim, senin timin. Onlar için güçlü olmak zorundasın. Kendi gücünü hatırla."
Kelimelerinin ağırlığı, bir anlığına içimde yankılandı. Güç? Hangi güç? Şu anda neye sahip olduğumu bile bilmiyordum. Yalnızca acı ve kaybolan bir şeyler vardı.
Bir süre sessiz kaldım. Gözlerim uzaklara kaydı. Akşam rüzgârı, yüzümde gezinen soğuk bir dokunuş gibi hissettirdi. Arka planda, Lara'nın hala titreyen çığlıkları, hafifçe kulaklarımda çınlıyordu. Her şeyin karmaşası içinde bir tek düşünce vardı: Tim.
Bir anda, Barış'ın sesiyle irkildim. "Durdurun şunu!"
Arkama döndüğümde, gözleri alev almış Mete'yi fark ettim. Yüzünde, kontrolsüz bir öfke vardı. Hiçbir şeyin önünde duramayacağına inanıyordu. Elimdeki sigarayı savurdum ve kollarımı iki yana açarak ona doğru adım attım ama Mete, bana hiç aldırmadan hızla yanımdan geçip ilerlemeye devam etti.
Bir an duraksadım, ardından peşinden koşmaya başladım. Her adımda, bu kaosun içinde bir yeri olan tek şeyin bu anın içine saplanmış olduklarını fark ettim. Onları tutmalı, yeniden birleşmelerini sağlamalıydım. Çünkü eğer biri düşerse, hep birlikte düşecektik.
"Mete, dur!" diye bağırdım. Sesim, bir felaketi engellemeye çalışırken çaresizce yankılandı.
O, durmadı ama bir şekilde, ona yetişmeye çalıştım. İçimdeki boşluk, bir fırtına gibi büyüyordu. Sonunda, her şeyin ötesine geçebilecek gücü bulmalıyım. Çünkü başka seçeneğim yoktu.
Mete, adımlarını hızlandırmıştı ve ben her saniye daha da geriliyordum. Kollarımda hissedilen gerilim, sanki her an patlayacak bir bomba gibiydi. Peşinden gitmek, ona yetişmek... İkisi de aynı anlama geliyordu: Kontrolü kaybetmek.
"Mete!" Bu sefer sesim, daha keskin, daha kararlıydı. Her adımda onu durdurmak için kendimi daha da zorlamalıydım. Hızla koşarken, aklımda bir düşünce beliriverdi. Bunu durduramazsam, her şey kaybolacak.
Mete, hiç durmadan ilerlemeye devam etti. Bir adım daha, bir adım daha... Sanki beni görmüyordu. O kadar kararmıştı ki her şey, içindeki öfke bana hiç yer bırakmıyordu.
Bir anda, her şey hızla değişti. Mete, birkaç adım sonra yere düşerken, kalbim hızla çarpmaya başladı. Ne oldu? Neden durdu? Derin bir nefes aldım ve hızla yanına gittim. Onun halini gördüğümde, içimden bir şey kırıldı. Gözlerinde öyle bir boşluk vardı ki, neredeyse kendimi kaybetmiş gibi hissettim.
"Mete, ne oldu?" dedim, sesim neredeyse bir fısıldama gibiydi.
O, kafasını hafifçe kaldırarak gözlerimi yakaladı. İçindeki karanlık, beni sarhoş ediyordu. Her şeyi bir anda anlamıştım. Bu, yalnızca bir öfke patlaması değildi. Bu, çok daha derindi. Bir kayboluştu. Bir sondu.
Bir süre sessiz kaldık. Derin bir nefes alıp, ona yardımcı olmak için ellerimi uzattım. "Yeniden kalkabilirsin," dedim ama bu sözler, ikimizin içinde de bir yankı yapmadı.
O, yavaşça elimi itti. "Çilingir... onu ara Eyşan," diye mırıldandı.
Ve o an, anladım. O, yalnızca bir insanın çökmüş ruhunu taşımıyordu. O, bir zamanlar timinin gücünü omuzlarında taşıyan Mete'nin enkazıydı. Şimdi, o enkazla birlikte ayakta durabilmek, onun için bir lütuf değildi. Ona biraz daha sokulup, gözlerimdeki kararlılığı hissettirmeye çalışarak, "Gel, tut elimi." dedim. "Söz arayacağım."
Bir süre daha gözlerimden kaçırmadan sessizce oturdu ama her saniye, gözlerinde bir değişim, bir umut ışığı yanmaya başlıyordu. O umut, kaybolmuş bir şeyin yeniden doğuşu gibiydi. Kapıya vurmaktan ve tırnaklamaktan yaralanmış parmakları yavaşça avcuma konduğunda sol elimi ensesine götürüp yanına çöktüm. Yüzünü boynuma gömüp derin bir iç çektim.
Sevdiğim adam, kollarımın arasında resmen eriyordu.
Gözlerimin önünde delirecek kıvama gelmişti.
Nefesinin ağırlaştığını hissettiğimde boynumdaki yüzü biraz daha ağırlaştı. Boynumu geri çektiğimde yüzü göğüslerime düştü.
"Barış." diye fısıldadığımda Selçuk ile kollarına girip ayağa kaldırdılar ve bacaklarının altına kollarını yaslayarak havaya kaldırdılar. Mete'nin başı geriye doğru yaslı kalırken içeriye doğru yürüdüler. Gözlerim kapalı gözlerinde takılı kalırken bir iç daha çektim.
Kocaman cüssesiyle yere yığıldı lan!
Bunların hepsi gözlerinin önünde olurken sen ne yarak yiyordun?
Sen nasıl sakin kalabildin?
İç sesim bir tokat misali gerçekleri yeniden yüzüme vurduğunda kurumuş dudaklarımı yaladım. Cemile, Mete'de kalmış bakışlarımın önüne geçtiğinde yüzüne baktım.
"Aklına mukayyet ol."
Cemile'ye bir şey demeden hızla içeriye koştum. Barış ve Selçuk'un odaya girdiklerini gördüğümde sedyeye yatırmalarını bekledim. Yüzüm buruşurken yanağımın içini dişledim. Ruhum buruk bir şekle sarmalanmıştı. Onu bu hâlde gördükçe kalbim acıyordu.
Selçuk ve Barış, ellerini Mete'nin bedeninden çektiklerinde hızla öne atıldım ve cebindeki telefonu çıkarttım. Titremeyen ellerime bir kez daha teşekkür ettim. Yoksa telefon, ellerimin arasından kayıp gidecekti. Arama rehberine girdiğimde son aramada olduğunu fark ettim. Numaranın üzerine basıp telefonu kulağıma yasladım.
"Ne var lan gevşek!"
Normal bir anda olsaydık bu cümleye kesin gülerdim ama ne yazık ki değildik. Yutkunup konuşmaya çalıştım. "Merhaba, ben Eyşan."
Telefonun diğer ucunda sessizlik hüküm sürerken, bir an ne diyeceğimi bilemedim.
"A-a, pardon yenge..."
İçimde bir gülme isteği doğdu ama boğazımda düğümlenen o şey, buna izin vermedi. Gülemiyordum. Zihnimdeki cümleleri hızla sıralamaya başladım.
"Saklanmanız gerektiğini biliyorum ama kışlada çok kötü şeyler yaşadık. Caner, göğsünden vuruldu ve Mete-"
"NE!"
Sesindeki şaşkınlık karışımı haykırışla birden telefon suratıma kapandı. Ne yapacağımı bilemeden telefonun ekranını kapatıp ofladım. Barış, Mete'nin yanındaki koltuğa oturduğunda bakışları bana çevrildi.
"Ne oldu kimi aradın?" diye sorguladığında üzerindeki kan izlerine bakıp yutkunmaya çalıştım.
"Çilingir."
Dediğim isim ile gözlerini kapattı ve burnundan sakin bir soluk verdi. Kanlı elleriyle şakaklarını ovalayıp arkasına yaslandı ve gözlerini açıp Mete'ye baktı. Kafasını sallayıp kanlı ellerini yumruk yaptı. Bakışları beni buldu.
"Öleceğim dedin, ölümü çağırdın. İkizi için bu hâle gelen adam, senin o operasyonda vurulduğunu görseydi kafasına sıkardı artık."
Barış'ın cümleleri bir tokat gibi yüzüme çarptı. Kelimelerim boğazımda takıldı, nefesim kesildi. Kafamda dönüp duran düşünceler, beni parçalara ayırıyordu ama bir yandan da gerçekleri görmem gerektiğini biliyordum. Her geçen saniye, içimdeki çelişkiler bir adım daha derinleşiyor, her şeyin ağırlığı altında eziliyordum.
Barış, oturduğu yerde biraz yayıldı ve kollarını göğsünde bağlayıp bakışlarını Mete'ye çevirdi. Boynu bükük bir şekilde odadan çıktığımda elimi duvara yaslayıp yere çöktüm. Başımı duvara yaslayıp derin bir iç çektim.
Öleceğim dedin, ölümü çağırdın.
Barış'ın söyledikleri gerçekti.
İçeriden yine gürültü koptuğunda dişlerimi sıktım.
"Mete, Allah'ın adını verdim yeter artık!"
"Eyşan yüzbaşım!"
Bakışlarım sağa doğru çevrilirken nöbetçi bir asker ile bana yaklaşan iri yarı biri vardı. Adamın yürüyüşü, her adımında bana doğru yükselen bir tehdit gibiydi. Hissettiğim bu gerilim, adeta havada bir elektrik gibi hissediliyordu. İçimde bir an önce bu kaosun sonlanmasını istedim ama biliyordum ki bu gece, daha fazlası gelecekti.
Yaslandığım duvardan yavaşça kalktığımda kehribar gözleri bana çevrildi. Elimle içeriyi gösterdiğimde hızla içeriye girdi. Peşinden odaya daldığımda önümde bir dağ gibi durdu. Yana doğru kaydığımda Barış ve Selçuk, Mete'yi tutmaya çalışıyordu. Çilingir dedikleri adam büyük elini Mete'nin ensesine sertçe vurup yüzüne bakmaya zorladı.
"Ne lan bu halin!" dedi ve sertçe sarstı. "Bu halin ne oğlum!" diye kükredi.
Mete'nin dalgın bakışları, Çilingir'in yaklaşan tehditkâr tavırlarıyla birleşince, odada bir gerilim daha arttı. Çilingir'in sert elleri, Mete'yi savururken, odada derin bir sessizlik hâkim oldu. Sadece Çilingir'in nefes alışları ve Mete'nin aralıklı hıçkırıkları duyuluyordu. Çilingir, gözlerini Mete'den ayırmadan daha da yaklaştı.
"Benim Bozkurt'um nerede, Mete?" diye sordu, sesindeki soğukluk adeta kemiğime işledi. Sorunun ardında yatan tehdit, Mete'nin ruhunu sarmaya başlamıştı. O an, içimde bir şeyler kırıldı. Çilingir'in hiddetle sorduğu soru, Mete'yi daha da köşeye sıkıştırmış gibiydi.
Mete'nin elleri, ne kadar kontrol etmeye çalışsa da kaslarındaki gerilimle yumruk oldu. Gözleri, bir an için Çilingir'in suratına odaklandı ama kelimeler, boğazında sıkışmış gibiydi. Kendini savunacak kadar güçlü olamıyordu.
"Ona ne yaptın Mete?" sorusu, odada yankılandıkça, Çilingir'in yüzü daha da sertleşti. Mete'nin vücudu titredi ama o hala sessizdi. Çilingir, ellerini sıkıca tuttuğu Mete'yi daha da zorlarken, odada diğerlerinin soluk alışı duyuluyordu. Barış ve Selçuk, Çilingir'in bu baskısı karşısında hareketsiz kalmıştı.
"Caner, nerede Mete? Sen neden buradasın Mete!" diye dişlerinin arasından tısladı ve Barış'a baktı. "Çek ellerini Kokarca."
Barış ve Selçuk, Mete'nin kollarını bıraktığında Mete, yere doğru devrilecekti fakat Çilingir ensesinden yakaladı. Çekiştirmeye başladığında farkında olmadan peşlerinden yürümeye başladım. Hep birlikte Caner'in kaldığı odanın önüne vardığımızda Ümit, masasından kalktı ve Çilingir'e baktı.
"Aç kapıyı."
Ümit, tereddütle baktığında Çilingir sertçe ona baktı.
"Aç, dedim."
Ümit, hızla kapının yanında parmak izine dokundu. Kapı silik bir sesle yana doğru kaydığında birlikte içeriye girdiler. Sırtım duvar dibine yaslandığında gözlerimi sertçe yumdum.
26 Şubat 2022 / Şırnak
Yazar, Ağzından
Çilingir ve Mete, odaya girdiklerinde antiseptik kokusu ve makinelerin monoton sesi, ortamın soğukluğunu artırdı. Çilingir, Mete'nin ensesini bırakmadan gözlerini gözlerine değdirdi. Mavi bakışların donukluğu, kehribarlarını bir ateşe döndürmüştü. Bir eliyle Mete'nin çenesinden kavradı ve Caner'e çevirdi.
"Bak oğlum, ikizin burada." dedi ve ardından yüzünü yeniden kendine çevirdi. "Peki, sen neredesin Mete?"
Mete'nin gözleri dolduğunda Çilingir, dişlerini sıktı ve bakışlarını bir saniyeliğine Caner'in göğsündeki sargıya çevirdi. Tam kalbinin ortasındaki büyük bezle soluğunun kesildiğini hissetti ama hızla Mete'ye baktı. Yüzüne bakarken bir süre sessiz kaldı. O sessizlik, odayı boğan bir ağırlık gibiydi. Sonunda Çilingir konuştu, sesi alçak ama tok bir şekilde yankılandı.
"Bak şu hale..." dedi, sanki kendi kendine konuşuyordu. "Bu mu lan sizin kardeşlik dediğiniz? Bu muydu birbirinize sahip çıkmanız?"
Mete, derin bir nefes aldı ama gözlerini Caner'den ayırmadı. "Onu koruyamadım," dedi, sesi çatlamıştı. "Yetişemedim Çilingir. Ne yaptıysam..."
"Sus!" diye kesti Çilingir. Bakışları Mete'ye dönmüştü şimdi, sert ve acımasızdı. "Onu koruyamadın, ha? Ben sana kaç defa söyledim, Mete? İkizine sahip çık diye kaç kere bağırdım? Caner bir adım atıyorsa, sen onun gölgesi olacaksın. Sen yokken düşmüşse, o düşüşte bile yanında olacaksın!"
Mete, omuzları çökük bir şekilde duruyordu, adeta Çilingir'in her kelimesi onu daha da küçültüyordu. Odanın içindeki hava daha da ağırlaşmıştı. Mete'nin yumruk yaptığı elleri titriyordu. Çilingir, derin bir nefes aldı ve tekrar Caner'e döndü. "Bu hâle gelmesi ikinizin de hatası değil," dedi, bu kez daha yumuşak bir tonla. "Ama şimdi hatayı düzeltmek senin elinde, Mete. Kendini toparla. Çünkü bu işin sonu gelmedi."
Mete başını salladı ama yüzü hâlâ sert ve gergindi. "Ben... ne yapacağımı bilmiyorum." diye itiraf etti sonunda.
"Bilmiyorsan öğreneceksin." dedi Çilingir, gözleri Caner'den hiç ayrılmadan. "Kardeşlik, düştüğünde birbirini kaldırmayı bilmektir. Sen düşmüşsün, Mete. Şimdi kalk ve kardeşini de kaldır."
Çilingir, son cümlesini Mete'ye doğru fısıldarken, elini Caner'in omzuna koydu. Mete, gözlerini Caner'e dikerken derin bir nefes aldı. Sessizlik içinde Caner'in yanında durmaya devam ettiler ama o sessizlik, bu kez suçluluğun değil, kararlılığın sessizliğiydi.
1 Mart 2022 / Şırnak
Mete Mert Çakır, Ağzından
Soğuk, sinsi bir yılan gibi açık pencereden sızıyordu. Gözlerimin odağındaki pencereden gözüken kara bulutlar hızla sürükleniyordu. Dizimin üzerine yasladığım bardağı dudaklarıma götürdüm ve bir yudum aldım. Günahkâr sıvı damağımı ıslatıp boğazıma doğru akarken geçtiği yerleri kasıp kavuruyordu.
Elimde tuttuğum bardağın içindeki alkol henüz bitmemişti. Oturduğum tekli koltuğun kolçağına kolumu koydum ve kendimi bıraktım. Aşağıya eğildiğini hissettiğim bardağın içinden dökülen sıvı parkeye süzülüyor ve çıkardığı ses kulağıma ulaşıyordu. Gözlerimin odağı ise hâlâ gökyüzündeydi.
Pencereden odaya dolan kar taneleri, dışarıdaki rüzgârın şiddetini gösteriyordu. Elimdeki bardağı yeniden dudaklarıma kaldırdım ve gözlerimi içindeki sıvıya çektim. Bir yudumluk kalan sıvının dudaklarımın arasından dökülmesine izin verdim. Gözlerimi gökyüzüne çevirdiğimde biraz önceki duruşuma geçtim ve bardağı elimden bıraktım.
Parkeye çarptığı anda dağılan cam kırıklarının sesini duydum. Sanki o cam kırıkları, can kırığı olarak bana geri dönmüştü.
"Mete."
Zihnimde Caner'in sesini işittiğimde gözlerimi kapattım ve onun sessizliğinde boğulmaya başladım. Göz kapaklarımın ardındaki karanlık kadar, zihnimde şimdi suskundu. Bütün cümleler kararmış ve kenara kaçmışlardı. Oradaki karanlıktan ruhuma atladığımda oranın da lâl olduğunu gördüm.
Sanki, her şey yastaydı.
"Buraya neden geldik baba?"
Bakışlarım Caner'in yüzünde gezinirken bir yandan parmaklarım masanın üzerinde dolaşıyordu. Babam karşımıza geçip ellerini omuzlarımıza koydu.
"İyi bir asker, silah tutmayı öğrenmelidir."
Dudağımda sinsi bir gülümseme oluştu.
"Onu Caner'e söyle. Benim atış birinciliğim var."
Cümlem, babamın yüzünü soldurmuştu.
"O zaman ikizinin canı sana emanet."
Dudağıma işlenmiş gülümsemenin kaybolduğunu gördüğünde ellerini omuzlarımızdan çekti. Eline bir silah aldı ve içindeki kurşunu kontrol etti. Gri metal silahı elime tutuşturduğunda elimdeki ağırlık halliceydi.
"Karşındaki hedeflere nişan al ve namluyu sıkı tut. Sol elini, sağ elinin altına koy ve sekmesini azalt."
İşaret parmağımın altındaki tetiğe baskı uyguladığımda aşina olduğum bir ses düştü. Gülümseyip babama baktığımda yüzünde buruk bir tebessüm vardı. Karşımdaki hedefi bize doğru yaklaştırmaya başladığında uçuşan kâğıda baktım. Önümüzde durduğunda kurşun izine baktım.
"Birinciliğin olduğuna emin misin? Şaka yapıyorum ama insanların nereden vurulursa öleceğini ve nereyi isabet ettirirsen de yaralanacağını öğrenmelisin."
"Beyin, direkt olarak bir insanın ölümünü getirir ama kalp sadece bir saniyelik acı verir." dediğinde kaşlarımı çattım.
"Tamam, beyin vücudun en önemli organı ama kalp neden acı çekiyor?"
Babam dudaklarında buruk bir tebessüm oluştu.
"Çünkü kalp, sevginin tohumunu taşır Mete."
Kulağıma ulaşan kurşun sesiyle gözlerimin açılmasına müsaade ettim ve yeniden odağıma giren pencereye baktım. Koltuğa gömülmüş bedenimi güçlükle kaldırıp önümdeki camı kapattım. Odanın kapısına doğru ilerlediğim sıra gözlerim bir saniyeliğine aynaya takıldı.
Yeniden siyahlara bürünmüş bu beden, Bozkurt'un yansımasıydı.
Gözlerimi kırpıştırıp odanın kapısına ulaştım ve kapı kulpunu indirip odadan çıktım. Salondan kulağıma ulaşan annemin ağlayan sesiyle merdivene yöneldim. Ağır adımlarla merdivenlerden inerken Çilingir ile bakışlarım kesişti.
Bir dağın dik yamaçları, bir başka dağın gölgesine sığınırdı.
Çilingir, benim sırtımı kaldırabilecek tek dağımdı.
Gergin çehresi anneme çevrildiğinde sırtı kambura dönmüş kadına baktım. Yükselip alçalan omuzları alıp verdiği nefeslerin sıklığını gösteriyordu. Adımlarım ayak uçlarına çekildiğinde dişlerimi sıktım. Gözlerime, dolu gözlerini çevirdiğinde dişimi gıcırdattım.
Acının derinliği suretine yansımıştı.
Odayı saran telefon sesiyle elimi cebime soktum. Parmak uçlarıma sıkıştırdığım telefonun ekranını yüzüme çevirdim. Baş parmağım kırmızı tuşa istemeyerek de olsa uzandığında aşağıya doğru çektim. Gözlerimin odağı Çilingir'e çevrildiğinde çenemi dikleştirdim.
"Ne zaman çıkacağız?" diye tok bir sesle sorduğumda tek kaşı yukarıya doğru havalandı.
"Her an." dedi ve kaşlarını çattı. "İstediğin her an çıkabiliriz. Alparslan albay yukarıda, biz gittiğimizde aşağıya iner."
Kafamı salladım ve arkamı dönüp komodinin üzerindeki silahı aldım. Üzerimdeki siyah takım elbisenin ceketini biraz açıp belime silahımı yerleştirdim. Çilingir elinde tuttuğu kabanımı bana uzattığında hızla alıp giydim. Önümü ilikleme gereksinimi duymadığımda eliyle kapıyı gösterdi.
"Buradan geri dönüş yok, biliyorsun değil mi?" diye sorduğunda ruhsuzluk tüm hücrelerimi sardı. Gözlerimi ona diktim, içimdeki Bozkurt'un gölgesi çelik gibi keskinleşti. "Artık karşıma evliya çıksa durmam." dedim. Kapıyı açıp kar fırtınasına adım attığımda, o fırtına içimdeki başka bir fırtınaya karıştı ve Bozkurt, beni bilinmezin içine sürüklemeye çoktan hazırdı.
Kendimi araca sürükleyip ön koltuğa bıraktığımda, soğuk metalin sertliği sırtıma işledi. Nefesim, içerideki ağır havayla karışıp cama ince bir buğu bırakırken kapının kapanma sesi kulaklarımda yankılandı. Çok geçmeden Çilingir yerini aldı. Hiç tereddüt etmeden kontağı çevirdi ve motorun homurtusu geceye yayıldı.
Araç, bir anda öne atıldı. Gözlerim önümüzde uzanan yolu takip ederken karla kaplı asfalt, sanki bir uçuruma açılıyormuş gibi gözüküyordu. Sessizlik, motorun derin sesiyle bölünürken Çilingir'in yan profiline kaydı bakışlarım. Direksiyona sıkıca sarılmış elleri, dışarıdaki fırtınadan çok daha sertti.
"Geri dönüş yok," diye mırıldandım kendi kendime ama Çilingir duydu. Göz ucuyla bana bir bakış attı, dudaklarının kenarında ne onay ne de itiraz vardı. Yalnızca, olması gereken bir gerçekle yüzleşmiş birinin soğuk duruşu.
"Kanı, kandan başka hiçbir şey temizlemez." dedi sonunda. Sesi, bir mahkemenin verdiği hüküm kadar kesindi. Gözlerini yoldan ayırmadan konuşmuştu; sanki bu sözler hem bana hem de önümüzde uzanan o karanlık yola söylenmiş gibiydi. "Torpidoyu aç."
Elimi uzatıp dediğini yaptım, torpidonun kilidini çözüp açtım. İçeriden birçok gazete küpürü ve bir telefon çıktı. Parmaklarımın arasına sıkıştırıp bacaklarımın üzerine bıraktım. Gözlerimin değdiği her manşette dişlerimin birbirine sürtülme sesleri artıyordu. Birbirini takip eden başlıklar, içimdeki Bozkurt'u daha da uyandırıyordu.
Hakkari'de Bombalı Saldırı
UYAN TÜRKİYE! DÖRT ŞEHİDİN VAR!
Hakkari'de Dört Şehit
Reşko Tepesi'nde Patlama – Dört Şehit
Hakkari'de Şehit Olan Askerler Şırnak'ta Yapılan Törenle Uğurlandılar
Bu haberler, Akça Timi'nin şehit bıraktığı haberlerdi. Her biri, gövdemde yankı yaparken, her başlık bir bıçak gibi kalbime saplanıyordu. O günden geriye yalnızca bu yazılı izler kalmıştı.
14 Şubat 2022.
Tarih, rüya gördüğüm o güne aitti.
"Mete," dedi Çilingir, dikkatini yoldan bir an olsun ayırmadan. Direksiyonu tutan ellerinin eklemleri beyazlamıştı. Çenesiyle yan koltuktaki telefonu işaret etti. "O günün... yani olay anının bir videosu var."
Kaşlarım çatıldı, yüzünü incelemeye başladım. Yoldan bir saniyeliğine gözlerini çekip bana baktı. Bakışlarındaki ağırlık, kelimelerinden daha fazla şey söylüyordu. "İzlemeyecek misin?"
Gazete manşetlerinin altına sıkışmış telefonu elime aldım. Ağır bir yutkunma boğazımı yaktı. Telefonun ekranını kaydırıp galeriye girdiğimde ardı ardına sıralanmış videolar dikkatimi çekti. Sayıları düşündüğümden fazlaydı. Tam Çilingir'e diğerlerinin ne olduğunu soracakken, o, soruyu beklemeden yanıtladı.
"Olay yerinde bulmuşlar," dedi sakin ama keskin bir sesle. "Alan patladıktan sonra telefonu düşürmüşler. Bana ulaştığında ilk izleyen ben oldum." Sözlerini tartarken sesi kısıldı. "Ama şimdiden uyarmalıyım, istersen sağa çekebilirim."
Kafamı iki yana salladım. Gözlerim bir an telefonu odaklayamadı. "Buna gerek yok."
İlk videoya tıkladım.
Görüntü net değildi, patlamaların etkisiyle titrek bir şekilde kaydedilmişti. Ancak bir figür tanıdık geldi. Videoyu durdurup gözlerimi kısıp ekrana biraz daha yaklaştım. Bir grup insan hızla hareket ediyordu. Ön planda bir adam koşuyordu, yüzünü net seçemesem de vücudunun duruşu, hareketleri tanıdıktı. Birkaç saniye sonra kamera dönüp başka birini gösterdi.
Eyşan.
Boğazıma bir yumru oturdu. O an telefon elimde daha da ağırlaşmış gibi hissettim. Nefesim kesildi. Gözlerimi ekrandan ayıramıyordum. Eyşan, yüzü kararlı bir şekilde koşuyordu, yanında Selçuk vardı. Selçuk'un yüzü, nefesi kesilircesine bağırırken bir an netleşti.
"Eyşan, dur!"
Videonun arkasından yankılanan bu ses, beynimde yankılandı. Gözlerimi kısıp izlemeye devam ettim. Eyşan, başını çevirmeden koşmaya devam etti. Ayaklarının altında toprak parçalanıyormuş gibi görünüyordu.
Sonra... patlama.
Ekran beyaz bir ışıkla kaplandı. Videoyu çeken kişi yere düşmüş olmalıydı; görüntü hızla sağa sola savrulmuştu. Toz ve duman her yeri kaplarken sesler kesildi. Kameranın yere çarptığını gösteren bir titreşimle video sona erdi.
Eyşan, o lanetli patlamadan sağ çıkmıştı. Gözüme basan sisi hissettiğimde, ağzımın içinde metalik bir tat yayıldı. Acı ve kan kokusu boğazıma yerleşirken, Bozkurt'un içimdeki yeri belirginleşiyordu. Kana susamış Bozkurt, önce benim canımdan başlıyordu. İçimdeki öfke, yavaşça her kasıma sirayet ediyordu.
"Yolumuz Hakkari'ye çıkacak gibi görünüyor. Bağrı, buralarda bir yerlerde saklanıyor."
Çilingir'in sesiyle kafamı salladım.
"Bağrı, sürekli yer değiştiriyor ama her ne kadar gizlense de elimde tuttuğum gazetedeki gibi izler bırakıyor. Hakkari'ye gittiğimizde ilk önce nereye gideceğiz?" diye ona bakarak sordum. Yolu izlerken dizlerini direksiyona yaslayıp sigara paketini çıkarttı. İki dalı parmaklarının arasına sıkıştırıp birini bana uzattığında hızla aldım. Aracın içindeki çakmak sesleri zihnimde bir kıvılcım misali parlamıştı.
Telefonumun zil sesi yeniden titrediğinde hiç çıkartmadan elimi ses tuşuna götürüp bastırdım. Gözlerimi kısıp yola odaklanırken, kalbimdeki karanlık daha da derinleşti. Eyşan ile konuşmamam gerekti. Beni, belki de bu gözümü bürüyen kandan çekip alabilecek tek kadındı.
"Neden açmıyorsun?" diye sorduğunda kafamı iki yana salladım ve sigaradan büyük bir nefes üfledim. "Geri dönmemek için." Nefes misali fısıldanan cümleme ilk defa kahkaha atarak güldüğünde kaşlarımı çattım.
"Korşomo ovloyo çokso dormom." dedi, alaycı bir şekilde gülerek. Bu, sinirlerimi koparma noktasına getirdi. Elimi sertçe omzuna vurdum, sabrım tükenmek üzereydi.
"Çıkarttım amına koyayım, düzgün konuş," diye bağırdım ama o hâlâ kahkahalarla gülmeye devam etti. Elini direksiyondan çekip karnına koydu, güldükçe sinirim iyice geriliyordu.
"Ne gülüyorsun amcık?" diye sordum, sesim bir kurdun kükremesi gibi gür ve keskin. "İkizim Şırnak'ta can çekişiyor şerefsiz. Biraz önce sevdiğim kadının ölüme koştuğunu izledim. Sen gelmiş burada gülüyorsun!"
Sözlerim, gerilimle dolmuş bir ok gibi ona fırladı ama o hâlâ kahkahalarla karşılık verdi. Kafasını iki yana salladı, sonra geriye yaslandı.
"Ooooooy! Ne güldüm yav?" deyip anında ciddileşti, yüzündeki ifadeyi değiştirdi ve kaşlarını çattı. İfadesiz suratı gözlerimi devirip dudağımda küçük bir tebessümü kaynaştırmıştı. Çok hızlı ve değişken bir ruh haline sahipti. Bakışlarımı yola çevirip derin bir nefes bıraktım. Hakkâri tabelasını gördüğümde, kaşlarım hafifçe çatıldı. Bu, bir adım daha yaklaşmak demekti.
Araba daha da hızlanarak yola tutunmaya çalışırken şehrin ışıkları belirmeye başladı. Her ışık, bir tehdit gibi gözlerimin içine batıyor, her köşe başı, adımlarımızın daha da sertleşmesini gerektiriyordu.
"Hakkâri'de gözlerimiz sürekli açık olacak," diye mırıldandım ama sesi sadece benim içimde yankılandı. Bu şehirde hiç kimseye güvenemeyecektik. Çilingir, direksiyona sıkı sıkı tutunurken, hızla geçen her saniye, daha da yaklaşan bir sona işaret ediyordu. Ne kadar gitseler de Bağrı'nın izleri peşimizdeydi; her adım, her dönüş bir öncekini takip ediyordu. Yolda ilerledikçe, bu şehre adım atarken yüreğimdeki hıçkırıklar hızla büyüdü. Sonra, sonunda şehrin girmeye başladığı o karanlık sokağa yöneldiğimizde, Çilingir aniden sessizleşti. Bu, ilk ve son şansımız olacaktı.
Araba, büyük bir apartmanın önünde durduğunda, aniden her şey sessizleşti. Motorun uğultusu yerini, geceye inen ağır bir sessizliğe bıraktı. Çilingir, direksiyonu bırakıp kısa bir süreliğine öne doğru eğildi, gözleri dikkatle etrafı tarıyordu.
"Bu evde karısı yaşıyor. Onu korkutursak üzerimize Eran'ı salar."
Yavaşça kapıyı açtım ve dışarı adım attım. Soğuk hava, yüzüme vururken, içimdeki bozkurt uykusundan uyanıyordu. Çilingir de kapısını arkasından kapatıp arkamdan geldi.
Apartmandan içeri girdiğimizde, her şey değişmişti. Dar, loş bir koridorda yankılanan ayak seslerimiz dışında hiçbir şey yoktu. Adımlarımız yavaş ve dikkatliydi, her an kapılardan birinin arkasından çıkabilecek bir tehdit için hazırdık.
Gözlerim, karanlık köşeleri taradı, her kapı ve her oda şüpheliydi. Bir an durdum, elimi belimdeki silahın kabzasına yerleştirip sıkıca kavradım. Çilingir, sessizce önümde ilerlerken, bir kapının önüne çöktü ve çakısını çıkarttı.
"Burada olmalı," dedi. Cümlesinde ne bir belirsizlik vardı ne de çekince. Bunu bir doğrulama gibi söylemişti, sanki her şeyin planladığı gibi gitmesi gerekiyordu.
Çakıyı kilide sokup iki kere çevirip düzeltti ve hafifçe omzunu bastırdı. 'Tık' sesi ile hafifçe aralanan kapıya sinsi bir bakış attı. "Ne güzel aralandın lan? Azdım."
Gözlerimi devirip işaret ve orta parmağımı kapıya yaslayıp hafifçe ittirdim. Kapı sessiz bir şekilde geriye giderken Çilingir'in ördek yürüyüşü, bir yandan garip, bir yandan ise komik gelince istemsizce gülümsedim. Ceza verince mırın kırın ediyorlardı ama iş başa düşünce paşa paşa yapılıyordu.
Çilingir, sessizce ilerlerken, ben de belimdeki silahı ellerimin arasına alıp daha da sıkı kavradım. O kadar dikkatliydik ki, sadece adımlarımızın hafif yankısı bu sessizliğe meydan okur gibiydi. Kapının yanındaki bir ışık yanıyordu. Hafif titreyen ışık, arkamızdaki gölgeleri uzatıyor, koridoru daha da korkutucu hale getiriyordu.
Bir an durdum, bir şey duydum.
"Ne hissediyorsun?" dedim, gözlerimle Çilingir'i izlerken. Cevap gelmeden önce, bir tıkırtı sesi duyuldu. Ardından, Çilingir'in elinden çakısı parıldadı. Düşünmeden hemen harekete geçtik. Kulaklarım kabarırken soldaki odaya daldı. Üzeri çıplak, yatakta yatan kişileri gördüğümde dişlerimi sıktım ama yüzümle sinsi bir gülümseme vardı.
Korkudan donmuş gözleri, namlunun soğuk ucuyla karşılaştığında, bir anlığına dondu. O an, zaman durmuş gibiydi. Aramızda sadece birkaç santimetre vardı ve o, her bir saniyeyi son kez yaşıyor gibiydi. "Mahalle yanarken orospu saçını tararmış." dedim, sesimdeki tiksinti ve alay birbirine karışırken.
Yavaşça namluyu alnına değdirdim. "Hakkında bir şeyler duyduk ama buradayken yapacağın tek şey, son nefesini vermek." Sözlerim, ölümün kesinliğini hissettiren bir hakimiyetle yankılandı odada. Eran, korkunun zirveye çıktığı bir anın içinde, gözlerimi izledi. Her an bir patlamaya hazır, sıfır mesafedeki silahı hissetmek, onun için her şeyin sonu gibiydi.
Çilingir, yanımda sessizdi ama gözlerinde beni izleyen dikkatli bir onay vardı. Eran Bağrı, bu kadar kolay olmayacaktı ama şimdi ne yapacağını anlaması için çok geçti. O kadar korkmuştu ki, cevap veremedi. Kafasında bir çıkış yolu aradığı her an, ölümüne bir adım daha yaklaşıyordu.
"Miran Zafir, nerede?" diye sorduğumda yutkunma sesini işittim. Eli altında uzanan kadının yüzüne kapandığında sadece "Çilingir." dedim. Çilingir'in sürgü çektiğini işitmem ile kadına çevrilen namlunun ucu arasında saniyeler vardı. Bir saniye bile geçmeden, kafasını iki yana sallayarak işaret vermeye çalıştı. Gözleri, "Yapma!" der gibi açıldı ama ses çıkarmadan.
Miran Zafir'i öğrenmem gerekiyordu. O, bu işin arkasındaki büyük figürdü. Ama Eran, her geçen saniye biraz daha teslim oluyor, kurtuluş için hiçbir çare bırakmıyordu. Gözlerimle onun korkusunu izlerken, dudaklarımın kenarında soğuk bir gülümseme belirdi. Her şeyin sonunun geldiğini o da anlamıştı.
"Konuş, Eran Bağrı," dedim, sesim keskin ve emrediciydi. "Nerede Miran Zafir?"
Bir an, gözlerinde panik ve çaresizlik arasında gidip geldim. Dudakları titriyor, sözcükleri birbirine karıştırıyordu. "O... O... Gidemedim... Bilmiyorum," diye mırıldandı. Ancak bu kadar kolay pes etmeyecektim.
Yüzüm, altındaki kadına dönerken asla bakışlarım Eran'dan ayrılmadı. Sözlerimi daha da sertleştirdim. "Ona bir şans verecek kadar merhametli değilim." diye ekledim. Eran'ın gözleri, daha da büyüdü, zihninde her geçen saniyede biraz daha kapanan bir yol vardı. Bu an, ya da birkaç dakika, onun için sonun başlangıcıydı.
Eran'ın gözleri, karanlıkta parlayan birer ışık gibi titredi. Dudakları arasından dökülen kelimeler, bir araya gelmekte zorlanıyordu. Korku, her bir adımında daha da derinleşiyordu. En büyük zaafı, ne kadar aciz olduğunu bilmesiydi.
"Mir... Miran... Zafir..." dedi, kelimeler birbiri ardına dökülürken sesindeki titreme her geçen saniye büyüyordu. "Beni bırakın... Ben sadece bir piyonum... O... O adam çok güçlü... Onunla hesaplaşmak isterseniz, çok geç olur..."
"Yeter!" diye bağırdım, silahımın namlusunu daha da yaklaştırarak. "Ya bana her şeyi anlatırsın ya da bu gece burada son bulur."
Eran Bağrı, Çilingir'in karısına yaklaştığını fark ettiğinde, Eran, bir an için gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. O kadar korkmuştu ki, kasları titriyor fakat ne söyleyeceğini bilemiyordu. Sonunda, dudakları birbirine yapışarak, zorla konuştu.
"Zafir... Zafir'in yeri... Hakkâri'nin kuzeyinde bir köy var... Orada... Orada onu bulabilirsiniz..." dedi, ağzı kurumuş, sesi neredeyse fısıldama seviyesinde. Yavaşça başımı salladım. "Köyü biliyorum," dedim, tüylerim diken diken olmuştu. "Peki ya Miran Zafir? Kendisi ne zaman orada olacak?"
Eran, gözlerindeki korkuyu artık tamamen gizleyemezken, zayıf bir şekilde başını iki yana salladı. "O... O her zaman bir adım öndedir... Ama..." dedi, yutkunarak. "Beni takip ediyorlar. Şu an burada olmamalıydım. Her şeyin bedelini ödeyeceğim ama... Eğer şimdi gitmezseniz... Çok geç olacak."
Çilingir, onun söylediklerini işitmişti. Bir an için gözlerini benden ayırmadan, Eran'ın karısına yaklaşmaya devam etti. Korkusunun dibine kadar inmeye başlamıştı. "Her şeyin bedelini ödeyecek misin? Yoksa hâlâ kaçmak mı istiyorsun?" dedi, sesindeki keskinlik gittikçe arttı.
Eran, bu son soruya bir yanıt veremedi. Başını eğip, içindeki korkuyu bastırmaya çalıştı ama gözlerinden düşen yaşlar her şeyi açıklıyordu. Öylece bekledi, kurtuluş umudu gözlerinde belirmişti ama ne kadar geç olduğunu hala anlamamıştı.
Silahımı geri çekip, Çilingir'e baktım. "Eran'ın canını al."
Çilingir başını sallayarak, namlusunu doğrulttuğu kadına dönüp gözlerini ona dikti. Kadın hala korkudan titriyordu ama zaman kalmamıştı. Silahın sesi bir an boşlukta yankılandı. O an, Eran Bağrı'nın kaderi de belirlenmişti.
Zamanımız daralıyordu ama o gece, bir adım daha atmıştık. Sonunda, hedefe bir adım daha yaklaşmak demekti ve biz, adımlarımızı bir an bile hızlandırmadan, sessizce ilerlemeye devam ettik.
2 Mart 2022 / Şırnak
Caner Cenk Çakır, Ağzından
Kararmış bir ormanın derinliklerinde, her şey sessizdi. Havanın soğukluğu vücudumu sarmıştı ama yine de bir şey eksikti. Bir şeyin tamamlanması gerekiyordu. Orada, önümde bir siluet belirdi.
Lara.
Bu defa, bana doğru gelmiyordu, uzaklaşıyordu. Aramızdaki mesafe her geçen saniye artıyordu, adımlarını takip edemiyordum.
"Lara!" diye bağırdım ama sesim bir yankı gibi geri döndü, kayboldu. Oysa, her şeyin bir an önce bitmesini istiyordum. O karanlık ormanın içinde yalnız kalmıştım. Gözlerimi tekrar açtığımda, karşımdaki boşlukta tek bir şey vardı: Lara'nın kaybolmuş bakışları.
"Çok uyudun sevgilim, aç artık gözünü." dedi ama sesi çatlamıştı, sanki uzaklardan geliyordu. Her şey bir anda sararmıştı, etrafımda dönen yapraklar her şeyi engelliyordu. Sadece o cümle vardı. Kafamı kaldırıp bakmaya çalıştım ama bedenim bana tam anlamıyla ait değildi. Ellerim uyuşmuştu ama onu hissedebiliyordum. Yanı başımdaydı, ama bir şekilde ona dokunamıyordum.
O an, o rüyanın içinde, Lara'dan çok uzaktım. Rüyamda bile, birbirimize adım atamayacak kadar yalnızdık. "Herkesin bir sınırı vardır, Lara. Bizimkisi ne zaman biter bilmiyorum ama..." diye mırıldandım ama bu sözler hiç duyulmadı. Sessizlik tekrar sardı etrafımı.
Bir şey oldu, aniden bir ışık belirdi. Işığa doğru adım attım ama o anda her şey kayboldu. Gözlerimi tekrar açtığımda, bambaşka bir dünyadaydım. Sadece o sesi duydum.
Lara'nın hıçkıran sesini.
"Ben senin o sınırına çoktan girdim Caner."
"Herkesin bir sınırı vardır, Lara. Bizimkisi ne zaman biter bilmiyorum ama..."
Zihnime dolan cümleyle nefes almaya çalıştım ama göğsümdeki ağrı, sanki bir yük gibi içime yerleşmişti. Her nefes alışımda, derin bir sızı kalbimi sıkıştırıyor, göğsümdeki boşluğu büyütüyordu. Bazen hissedemediğim kadar yoğun, bazen de sadece varlığını fark ettiğim bir ağrıydı bu.
Gözlerimi ona doğru çevirdiğimde dudaklarımı birbirine bastırdım. Elime yaslı eli, sıcacıktı. Yüzü yere eğilmişti. "Şimdi de sen beni kabul etmiyorsun." dedi, sesi kırılgan ve çaresizdi. O an, onu savunmasız görmek, bir anlığına dünyadaki tüm yüklerden daha ağır geldi.
Bütün gücüm dilime akarken gözlerimi olabildiğince aralamaya çalıştım ama bu yük, her geçen anla biraz daha ağırlaşıyordu. "Bir uyutmadın ya," dedim, zorla. Sesim, boğazımda yankılandı. Gözleri benimkileri bulduğunda gözleri irileşti. "Sus biraz."
Gözümü kapatıp açtığımda dudakları aralandı.
"Caner..." diye fısıldarken gözlerinden bir yaş daha süzüldü. Oturduğu yerden kalkarken bir kez daha 'Caner' diye fısıldadı. Ona söylemek istediğim kaybolmuş cümleler gözlerimde kaldığında bir kez daha kırptım. Aralı kalmış dudakların kenarları kulaklarına doğru çekilirken minik bir tebessüm ettim.
"CANER!" diye bağırdığında kulak zarım çınlamıştı. Göz kapaklarım gözlerimin üzerine devrilirken büyük bir gürültü koptu. Ağırca açıp ona baktığımda arkasındaki Barış'ı gördüm.
"Uyanmış lan bu!" diye bağırıp Alev'e sarıldığında dudağımdaki tebessümü genişletmeye çalıştım. Bakışları bir an olsun benden ayrılmazken zihnimde bir kurşun sesi çınladı. Barış'ın ben vurulduğumda arkamda olup sırtımın ona çarptığını hatırlıyordum.
"Kardeşim, bırakma. Caner, lütfen!"
Büyümüş ve korkmuş gözleriyle yüzüme bakıyordu. Hatırladığım sahneler beni gerçeğe iterken bende sabit bakışlarının içi gülüyordu. Dudaklarımdaki tebessüm genişlerken kafasını iki yana salladı.
"Kelebek görse ömrü kısalır. Adam gözlerini açtığı gibi bana gülümsedi amına koyayım." diye söylendiğinde içimde kahkaha atma isteği oluştu. Boğazımdan kıkırtı gelince göğsümdeki boşluk delindi. Yüzüm buruştuğunda kıkırtı, acı dolu bir inlemeye dönüştü. O inleme ise koca bir yumruya.
Dudaklarımın arasından kaçan öksürük yaramı daha da sızlatıyordu. Elimi kaldırıp göğsüme koymak istediğimde kolum kalkmamıştı.
"Şşşş, sakin ol."
Yanağıma dokunulan ellerle gözlerimi açtığımda Lara, ürkmüş bakışlarını gözlerime çevirdi. Yutkunup gözlerimi sıktığımda derin bir nefes bıraktım. Benliğim karanlığa çekilirken yanağımdaki sıcaklık orada kalmıştı. Beni geri çekmeye çalışan her şeyin içindeki o sıcaklık, beni hayatta tutan bir parça gibiydi.
3 Mart 2022 / 02:56 – Hakkâri
Mete Mert Çakır, Ağzından
Bir yamacın tepesindeydim. Göz alabildiğine uzanan sisli vadinin üstüne güneş doğuyordu. Altın rengi ışıklar bulutların arasından sızıyor, dağları kutsanmış bir tapınak gibi aydınlatıyordu. Hava serindi ama yüzümde hafif bir esinti vardı; ciğerlerim ilk defa bu kadar ferah bir nefes alıyordu. Tam o anda, bir gölge belirdi.
Gölge şekil aldıkça içimde tanıdık bir sıcaklık yükseldi.
Caner...
Her zamanki gibi sanki hiçbir şey olmamış gibi, dimdik karşımdaydı.
'Hadi Mete, bekletme beni,' dedi. Gülümsemesi sıcaktı, sesi yankılanmadan net ve berrak bir şekilde kulağıma ulaştı. Ona doğru yürümeye başladım ama aramızda sanki mesafe yoktu; her adımda daha da yakındık. Göz göze geldiğimizde o eski Caner'di işte. O rahat, her şeye meydan okuyan bakışlarıyla beni süzüyordu.
'Neredesin sen? Bu kadar geç kalınır mı?' diye sordu, sanki o uzaklardaki bir mazeretimi sorguluyormuş gibi. Hafif bir kahkaha attı, sonra başını salladı. 'Şaka yapıyorum Mete. Beni buldun ya, gerisi önemli değil.'
Yanına vardım ve durdum. Ellerini cebinden çıkardı, güneşe dönüp yüzünü ona doğru çevirdi. Işık yüzünü sarmıştı, o kadar gerçekti ki... İçimden konuşmaya çalıştım, bir şeyler söylemek istedim ama kelimeler boğazıma düğümlendi. Caner o tanıdık, sakin tavrıyla konuştu. 'Her şey yolunda Mete. Merak etme.'
'Her şey yolunda mı?' diye tekrarladım. Sanki ilk defa gerçekten inanmak istiyordum bu sözlere. O ise başını sallayıp tekrar güldü. 'Seninle konuştuğumuz onca şey vardı ya... İşte o kadar yolunda.' Bir an durup yüzüme baktı, 'Sen ne dersin, Mete? Bundan sonrası kolay mı zor mu?' diye sordu.
Derin bir nefes aldım, sanki onunla konuşurken yılların yükü kalkıyordu üzerimden. 'Bundan sonrası? Belki kolay değil ama eminim ki yalnız değilim,' dedim. O an yüzü aydınlandı. 'Aynen öyle Mete. Bunu sakın unutma,' dedi. Omzuma dokundu, elinin sıcaklığı kalbime kadar yayıldı. 'Ne zaman ihtiyacın olursa... Beni hissedeceksin. Hep buradayım.'
Onu daha çok görmek, daha çok konuşmak istedim ama ufka doğru bakarken uzaklaşmaya başladı. Bir şey söylemeye çalıştım ama gülümseyerek elini havaya kaldırdı. 'Beni fazla bekletme, yolun açık olsun,' dedi.
Dudaklarımın arasından büyük bir nefes alarak gözlerimi açtığımda, Çilingir'in bana dik dik baktığını gördüm. Kaşları çatılmış, yüzünde hem şaşkınlık hem sorgulayan bir ifade vardı. Kafasını hafifçe yana eğip alaycı bir tonla, "Ne oldu lan? Rüyanda kıkırdıyordun?" dedi.
Cevap vermedim. Veremezdim. İçimde hâlâ Caner'in rüya gibi ama gerçek hissettiren varlığı vardı. O huzurluydu, bunu hissediyordum. Bu duygu içime bir sıcaklık bırakmıştı ama aynı zamanda bir burukluk da taşıyordu. Çilingir'in sorularını önemsemeden telefonuma uzandım. Ellerim hızla tuşlara gitti ve Barış'ın numarasını çevirdim. Telefon birkaç kez çaldıktan sonra açıldı.
"Uyandı mı?" dedim. Sözlerim dudaklarımdan neredeyse gülerek döküldü ama içimde bir taşın yerinden oynadığını hissediyordum.
Karşıdan gelen kahkaha sesi beni az da olsa rahatlatmıştı. Barış bağırarak cevap verdi. "Adamdaki hisse bak amına koyayım! Yanında olmamasına rağmen ikizinin uyandığını hissediyor! Helal olsun vallahi!"
Sözleriyle içimde bir yerlere dokundu. Derin bir nefes alıp bir şey demeden telefonu kapattım. Çilingir'in sorularıyla ya da Barış'ın hayret dolu şaşkınlığıyla uğraşamayacak kadar huzurluydum. Caner oradaydı... Rüyada, gerçek hayatta, her neredeyse. Hep benimleydi ve bu bilmek, her şeyden daha kıymetliydi.
Çilingir'in gülerek bana baktığını fark ettiğimde uzandığım koltuktan kalkıp ona kollarımı açtım. Sırtıma vurarak sarıldığında yüzümdeki gülümseme yanaklarımın ağrımasına neden olmuştu.
"Geçmiş olsun kardeşim. Gözümüz aydın."
Bana yaptığı gibi sertçe sırtına vurdum. Caner uyanmıştı, elimizde Miran'ın olduğu yerin koordinatları vardı. Her şey istediğimiz gibi gidiyordu. Sıra, Eyşan'ın özgürlüğündeydi. Hızla geri çekilip Çilingir'e baktım. Onunda gözleri benimkilere çevrildiğinde yüzümdeki gülümsemeyi bir süreliğine kenara bıraktım.
"Şafak atmadan bu işi bitirip Caner'e gidelim, Çilingir."
-
BÖLÜM SONU
Oyoyoyoy! Bu nasıl bir bölümdü? Yemin ediyorum yazarken ekranı göremediğim anlar oldu. Ah, ah!
Peki siz bu bölüm hakkında ne düşünüyorsunuz? Ah, ah ulan. Neyse ki Caner yaşıyor. Mete'nin Bozkurt hallerini ilerleyen bölümlerde de sıklıkla okuyacağız, bilginiz olsun. Ee o zaman;
Koyduğum son noktada görüşmek üzere.
Sultan Çakır
yirmi yedi aralık iki bin yirmi dört
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.04k Okunma |
285 Oy |
0 Takip |
41 Bölümlü Kitap |