Helüü, ben geldim. Bölüm sonu aşağıda buluşalım.
Oy ve yorumlarınızı lütfen eksik etmeyin, keyifli okumalar.
Bölüm Şarkıları;
Kırmış Kalbini, Duman
Oy Beni Vurun, Öykü Gürman
Erkekler Ağlamaz, Nilüfer & Şebnem Ferah
Ne Ağlarsın, Cem Adrian
Gangsta Paradise, Coolio
🕊️
XXVII
5 Mart 2022 / Şırnak
Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından
Zaman, uçsuz bucaksız bir evren gibiydi. Akrep ve yelkovan o evrenin içinde sürüklenip giderken elimizden hiçbir şey gelmiyordu. Kare fayansın soğuk yüzeyine dalıp gitmiş bakışlarımı Caner ve Lara'ya çevirdiğimde, derin bir nefes verdim. Caner uyanmıştı ve yalnızca bir kez Mete'yi sormuştu. Ne yapacağını ve ne düşüneceğini biliyordu. O yüzden üzerinde durmamıştı.
Yüreğimdeki sıkıntı gittikçe ağırlaşırken gözlerim yeniden fayanslara döndü. Bizler, sınırları belli, sabit bir ölçüye hapsedilmiş o karenin içindeydik. Çilingir ve Mete, o karenin dışına çıktıklarında, ben o sınırları aşamamıştım. Aradığımda ya telefonuma cevap vermiyor ya da sessize alıp beni bekletiyordu.
Barış'a gelen bir telefonda Mete'nin, Caner'in uyandığını hissederek 'Uyandı mı?' diye sorduğunu duyduğumda içimdeki hislere engel olamamıştım. Ona olan merakım, o an katlanarak artmıştı.
Soldan gelen adım sesleriyle Barış, elindeki tepsiyle odaya girdi ve Caner'e gülümsedi. Lara, oturduğu yerden kalkıp yanındaki tekerlekli masayı Caner'e yaklaştırdı. Barış, Caner'in arkasına bir yastık koyup dik durmasını sağladığında Caner'in yüzü buruştu ama hızla toparladı.
Rahatça yemeklerini yemeleri için ayağa kalktığım sıra Barış ile bakışlarımız kesişti. Gözlerimi kaçırıp odadan çıkan ilk ben olduğumda peşimden gelen adım seslerini duyabiliyordum. Umursamadan bina dışına çıkıp elimi cebime soktum. Sigara dudaklarıma yerleştiğinde yanımdaki bedende sigarasını yaktı.
Sessiz bir şekilde sigaramı içerken gözlerimi kıstım. Zihnim o kadar gürültülüydü ki düşüncelerimin seslerini duymamak imkansızdı. Yanımdaki bedenin bir şeyler söylemesini istedim ama benimle konuşmayacağını biliyordum. Bu durumu bozan ilk ben oldum.
"Sence ne zaman dönecek?"
Kırık ve yorgun çıkan sesimle bakışlarımı Barış'a çevirdim. Bana hiç bakmadan sigarasından bir nefes çekti ve üflerken gözlerini kıstı. Cevap vermeyeceğini anladığımda yüzümü sola çevirdim. Nefesim içe doğru çekiliyordu. Ruhuma akıyor ama orada tıkanıp kalıyordu.
Parmaklarımın arasındaki sigarayı bitirip yanımdaki küllüğe bastırdığımda ellerimi ceplerime soktum. Tam arkamı dönüp gitmeye hazırlanırken, askeriyenin bariyerlerinden gelen gürültüyle duraksadım. Siyah bir Range Rover içeriye sızdığında kaşlarımı çattım. Araç tüm hızıyla Barış ile önümüzde durduğunda ön kapıları eş zamanlı olarak açıldı. İnen kişinin Mete olduğunu fark ettiğimde ruhuma akan nefes aitlik hissiyle ciğerlerime doldu.
Artık aldığım nefeslerin bir yeri vardı.
İstemsizce Mete'nin üzerine baktığımda simsiyah bir takıma büründüğünü gördüm. Siyah kabanının yakaları ensesini gizli bir ahenge bürümüştü. Kapıyı kapatıp arka kapıya uzandığında Çilingir yanında belirdi. Mete kapıyı açtığında Çilingir, içeriye doğru eğildi. Koca cüssesi dışarıya çekildiğinde ellerinin arasında zihnime kazınmış bir yüz vardı.
"Rojin Selim, 35 yaşında, kadın. Miran'ın sağ kolu ve eşi."
Mete, kapıyı kapatıp bakışlarını ilk defa Barış'a çevirdi ve kaşlarını çattı.
"Arabayı çek." deyip bana hiç bakmadan yanımdan içeriye geçti. Çilingir, kucakladığı Rojin Selim ile peşinden yürümeye başladığında Barış, arabayı binanın önünden çekmek için hareketlendi. Arkamı dönüp Mete ve Çilingir'in peşinden yürüdüm. Mete, koordinasyon merkezine girdiğinde Çilingir içeriye daldı.
Peşlerinden içeriye girip kapıyı kapattığımda Barkın, kaşları yukarıya havalanmış bir şekilde Mete'ye bakıyordu ama Mete, kimseye bakmadan masanın üzerindeki haritaları kenara çekip kenara kaydı. Çilingir, Rojin'i masaya yatırdığında Barkın, bir adım daha onlara yaklaştı.
"İyi bir iş çıkartmışsın," dedi, sesinde alaylı bir tını vardı. "Bozkurt."
Mete'nin yüzünde bir kas bile oynamadı. Bakışlarını Barkın'a sabitledi ama bu bakış, odayı bir anda sessizliğe gömen cinstendi. Barkın'ın gülümsemesi yavaşça soldu.
"Bozkurt." diye tekrarladı Mete, sesi sakin ama bir o kadar da tehditkârdı. Bir adım ileri çıkarken ellerini masanın kenarına dayadı. "Alayını cebinden çıkaran bir adam için güzel lakap, değil mi Barkın?"
Barkın, belli belirsiz bir şekilde yutkundu ama alaycı duruşunu bozmamaya çalışarak omuz silkti. Eliyle Rojin'i işaret ederek "Etkileyici bir av," dedi. "Ama artık Miran için bu kadının o kadar da değerli olduğunu sanmıyorum. Miran'ı bulamazsak bu kadının hiçbir anlamı kalmayacak."
Mete'nin gözleri kısılırken, sesi bir oktav daha alçaldı.
"Eğer Rojin Selim'in ne kadar değerli olduğunu göremiyorsan, bu masada yanlış yerdesin ve açıkçası, buna tahammül edecek zamanım yok."
Çilingir, Rojin'in ellerini bağlarken başını kaldırıp Mete'ye baktı. "Ne yapalım? Hemen mi sorguya alıyoruz?"
Mete, gözlerini bir an için Rojin'e kaydırdı. Kadın, bakışlarını kendisine dikmiş, başını dik tutuyordu. Korkusunu belli etmemek için çabalıyordu ama ince bir ter tabakası alnında belirmişti.
"Hayır," dedi Mete, Rojin'in gözlerine dik dik bakarak. "Şimdilik bekleyeceğiz."
Barkın, Mete'nin kararına itiraz etmek istermiş gibi bir adım öne çıktı.
"Bekleyecek miyiz? Miran'a ulaşmamız için tek ipucumuz bu kadınken-"
Mete elini kaldırarak Barkın'ın sözünü kesti. Hareketi keskin ama abartısızdı, Barkın'ın konuşmasını anında durdurmaya yetti. "Sabırsızlık, düşmanın ekmeğine yağ sürer, Barkın," dedi, sesinde sert bir kararlılık vardı. "O, şu an en iyi silahımız ama yanlış zamanda kullanılacak bir silahın geri tepmesi gibi, aceleyle yapılan bir sorgu da elimizdeki her şeyi mahvedebilir."
"Peki ya konuşmazsa?" diye sordu Barkın, sesinde hâlâ meydan okuyan bir ton vardı.
Mete, Barkın'a doğru bir adım attı. Onunla burun buruna gelecek kadar yakındı şimdi. "Konuşmazsa," dedi, sesi buz gibi bir soğukkanlılıkla, "Onun Miran için ne kadar değerli olduğunu, ona hatırlatırız. Herkesin zayıf bir noktası vardır."
Bu sözler, odaya ağır bir sessizlik getirdi. Barkın'ın gözleri bir an için irileşti ama Mete'nin duruşunda hiçbir geri adım emaresi yoktu.
"Şimdi," dedi Mete, geri çekilerek. Kenarda oturan askere baktı. "Çilingir'e, Rojin'i alt kattaki sorgu odasına götürmesi için yardım et."
Asker, Çilingir'e yardım etmek için ayaklandığında Mete, hafifçe başını eğdi ve alaycı bir gülümsemeyle Barkın'a baktı.
"Sen de oturup nasıl sabırlı olunur, onu düşün."
Mete, bu sözlerle masadan uzaklaştı. Arkasında bıraktığı sessizlik, sözlerinin ağırlığını odanın her köşesine yaymıştı. Bakışları bana bir kez olsun değmeden kapattığım kapıyı açıp çıktığında peşine takıldım. Adımları sıhhiyeye yöneldiğinde kalbimin ritmi biraz daha hızlanmıştı.
Aralı kapıdan içeriye sızdığında kollarını iki yana açtı.
"Kardeşim benim, maşallah." Sesinde hoş bir tını vardı. Biraz kenara çekilip Caner'e baktığımda yüzünde büyük bir gülümseme ile Mete'ye bakıyordu. Caner'in yanında oturan Lara, ağırca ayağa kalkıp Caner'in önündeki bitmiş yemek tepsisini kenara doğru sürükledi. Mete, birkaç adım atıp Caner'in yanında ayakta durdu ve sol elini kaldırıp Caner'in saçına yasladı.
"İyisin değil mi? Ağrın nasıl?" diye sorguladığında Caner'in yüzündeki gülümseme tebessüme devrildi. Gözlerini kapatıp açtığında "İyiyim, merak etme. Arada sızlıyor o kadar." diye bir açıklama yaptı. Mete, anlayışla kafasını sallayıp bir kez Caner'in saçlarını okşadı ve eli çekilirken bir öpücük bırakıp doğruldu.
Caner, "Peki, sen iyi misin?" diye Mete'ye sorduğunda Mete, kafasını hızla salladı. "Kan için kan alındı. Bundan daha iyi nasıl olabilirim ki?" diyerek cevapladığında Caner'in kaşları çatıldı. Mete'nin söyledikleri bir kurşun misali zihnime saplanırken ne yaptığını tahmin etmeye çalışıyordum.
Caner, "Mert'i karıştırmadın umarım?" diye söylenip tek kaşını kaldırdı. Mete, yüzündeki ifadesizlikle Caner'e baktığında Caner'in kaşları eski haline döndü. Yüzüne bürüdüğü soğukluk ile Mete'ye bakmaya devam ederken sağımdan adım sesi duydum. Caner'in bakışları yanıma çevrildiğinde yine dişlerini göstererek gülümsedi.
"Oooo! Taştaşımın topları yan yana gelmiş." dediğinde Mete, elini kaldırıp hızla Çilingir'e savurdu. "Yavaş, kızlar var." dediğinde Çilingir onu önemsemedi ve Mete'ye biraz daha sokulup Caner'in yanında durdu. Caner, gülümseyerek Çilingir'e bakıyordu. Çilingir, bir adım gerilediğinde öğürdü.
"Gülmeye devam edersen kusacağım." diye söylendiğinde Caner, genizden gelen bir kahkaha attı ama hızla öksürdü. Eli hızla kalbine yaslanırken Çilingir ve Mete, hızla Caner'e doğru eğildi.
"Şşşş. Sakin ol, tamam." dediler, seslerinde bir miktar endişe vardı ama Caner'in gülümsemesi hala yüzündeydi. "Korkmayın be oğlum. Alt tarafı vurulduk ya." dediğinde Lara, elini kaldırıp hafifçe Caner'in omzunu cimcikledi. Caner, "Ah!" diye bağırıp omzunu tuttu ve şaşkınca Lara'ya baktı. Lara, işaret parmağını Caner'in yüzüne salladı.
"Sen vuruldun ama ben öldüm Caner. Bir daha öyle bir kelime edersen yemin ederim bu parmağımı kalbine sokarım." diye hızla sıraladığında Caner'in dudaklarında yamuk bir tebessüm oldu.
"Dikkat et orada sen varsın." dedi ve Lara'nın parmağını öpüp geri çekildi. Mete ile Çilingir birbirine bakarak "Oooo!" diye bağırdıklarında Lara, hızla önümden koşarak kaçtı. Caner, kaşlarını çatarak Çilingir ile Mete'ye baktı.
"Lan oğlum, kaçırdınız kızı işte. Siktirin gidin hadi, uyuyacağım ben ya." diye söylenip yavaşça kafasını geriye yaslayıp gözlerini kapattı. Gitmediklerini anladığında Caner, gözlerini yeniden açıp kafasını hafifçe sağa çevirerek derin bir nefes aldı. "Yeter hadi, yeter." dedi, sesinde yorgunluk ve hafif bir gülümseme vardı. "Beni bırakın, uyuyacağım dedim ya."
Mete, gülerek Çilingir'e baktı. "Hadi badi." dedi. Çilingir de Caner'e gülerek, "Hadi, hadi. Biraz dinlen, sonra yine uğrarız." diye ekledi. Bana doğru döneceklerini hissettiğim an sırtımı onlara çevirip dudaklarımdaki sırıtışı sildim. Ne zaman oraya yansımıştı bilmiyordum ama Mete'nin odadaki varlığıyla canlanmıştı, bundan emindim.
Odadan çıktığımda peşimden yürüdüklerini biliyordum. Bakışlarımı yerden kaldırıp ileriye baktığımda bir asker bana bakarak koşuyordu. Durup beklediğimde asker önümde durdu ve selam verdi.
"Yüzbaşım, Suzan binbaşım sizi çağırıyor." diye nefes nefese sıraladığında kafamı salladım ve askerin yanından geçip yürümeye başladım. Bu kadın şimdi beni niye çağırıyordu ya?
Acaba yine ne saydıracak?
İç sesime okkalı bir tokat savurduğumda ofladım ve odasının önünde durup derin bir nefes verdim. Kapıyı açıp içeriye girdiğimde masasının arkasındaki sandalyede oturuyordu. Beni görünce eliyle önündeki koltuğu gösterdi.
"Gel Eyşan."
Sesindeki alaylı tınıya anlam veremesem de şüpheyle karşısındaki koltuğa çökmek yerine masanın önünde beklemeye başladım. Kaşları yukarıya doğru kıvrıldığında gülümsedi ve kafasını iki yana salladı.
"Oturmayacaksın, anladığım kadarıyla?" diye söylenip kafasını eğdi ve ardından ellerini masanın üzerinde birleştirdi. "Peki."
Bakışlarını gözlerimde dolandırırken göz bebeklerindeki alaycılığı hissedebiliyordum ama neden olduğunu çözemiyordum. Dudaklarını ağırca yaladı ve derince gülümsedi.
"Alparslan albayın oğluyla bir ilişkin var sanırım?"
Lan! Yoksa bu kadın bizim banyoda seviş-
İç sesimi, boğazımı temizleyerek susturduğumda Suzan binbaşı arkasına yaslandı. Elleri koltuğunun kolçağına yaslandığında kafasını eğdi.
"Ne o, söylediğimden rahatsız mı oldun, yüzbaşı?" diye sorguladığında kafamı iki yana salladım.
"Benim özelim, beni ilgilendirir. Alparslan albayın oğlunu değil, geçmişimde izi olan birini seviyorum ben."
Sıraladığım cümleler ile kaşları yeniden alayla kıvrıldı. Kaşlarımı çatıp bir adım daha attım.
"Ayrıca neden biz şu an bu konuyu konuşuyoruz?" diye sorguladığımda dirseklerini masaya yaslayıp ellerini çenesinin altında birleştirdi.
"İhtarın düşmüş."
Geri dön. Bütün her şeyi ben ayarlayacağım. İhtarın olmayacak.
Zihnimde dolanan Alparslan albayın cümlesiyle derin bir nefes aldım ama diyecek bir şey bulamadığımı gören Suzan binbaşı, yeniden alayla gülümsedi.
"Biliyor musun, sırf Mete yüzbaşı ile yan yana olabilmek için bazen o dört şehidin katili olduğunu düşünüyorum."
Kanımın çekildiğini hissettim. Damarlarımda sıcak bir hışım aniden o kanın yerine dolarken kalbim, kesilen kan akışı yüzünden hızla çarpmaya başladı. Göz kapaklarım, içimde patlayan bu kanı bastırmak için sıkıca kapandı. Bir an için derin bir nefes aldım ama o sızıntı daha da büyüyordu.
Saf, öfke.
"Bu kadar alçalabilmek için insanın kalbi gerekmez," diye fısıldadım, sesimdeki aksi soğukluk, donmuş bir ok gibi saplanıyordu. "Yalnızca ruhunun iflas etmiş olması yeterli olur."
Her kelimem, katı bir kaya gibi sert ve donuktu. Gözlerimi açıp, Suzan'ınkine kilitledim; gözlerimde biriken nefret, her şeyin üstündeydi. Nasıl göründüğüm hakkında bir bilgim yoktu ama yüzündeki alaycılık yerini korkuya çevirmişti.
Bir anda öne atılıp ellerimi sertçe masaya vurduğumda burnumdan bir boğa misali nefes bıraktım. Karşımda kırmızın her tonu vardı ve ben bu kadını neden şuracıkta öldürmüyordum sorusu zihnimde yankılanıyordu.
"Benim bir sınırım var, Binbaşı! Senin sınırın, bu kadar alçaldıysa... benimle oynamaya cesaret etme!" diye yüzüne kükreyip hızla ellerimi masadan çektim ve hızla kapıya ilerleyip kapıyı açtım. Sertçe çarptığımda soluklarım hızlandı.
Ellerim zangır zangır titrerken gözlerimi yumup derin bir nefes almaya çalıştım. İçimi yakıp kavuran o nefes, harlandığı yerleri kızgın bir soluğa bırakıyordu. Kendimi bilmeden kantine attığımda elimi kantinciye uzattım.
"Su ver." diye fısıldadığımda adam duymamışçasına bana bakıyordu.
Başım dönüyordu ve o suyu ihtiyacım vardı.
"SU VER!" diye kükrediğimde çenem kilitlendi. Kantinci, korkulu gözleriyle suyu bana uzattığında titreyen ellerimle suyu açmaya çalıştım. Kendimi bir an, bir yılan gibi hissediyordum; vücudumda biriken her gerilim, bir saniye daha dayanamayacak gibi kırılacak gibiydi. Su şişesini açamayıp fırlattığımda, gözlerim duvarlara odaklandı ama hiçbir şeyin anlamı yoktu. Sadece o lanet olası cümle yankı yapıyordu içimde.
"Biliyor musun, sırf Mete yüzbaşı ile yan yana olabilmek için bazen o dört şehidin katili olduğunu düşünüyorum."
"Sus."
Dişlerimin arasından tısladım.
"O dört şehidin katili olduğunu düşünüyorum."
"Sus."
Sanki bu cümle, içimde patlayan bir patlayıcı gibi her geçen saniye daha da büyüyordu. Artık kendi sesimi bile duymuyordum, her kelime bir çığlık gibi patlıyordu içimde. Kafamda sesler, birbirine karışıyor, düşüncelerim darmadağınıktı. Başım, alıp verdiğim nefesler yüzünden dönüyordu.
"O dört şehidin katili olduğunu düşünüyorum."
"SUS AMINA KOYDUĞUMUN KARISI SUS! AH!" diye çığlık atıp elimi sertçe bir noktaya geçirdiğimde camın kırılma sesi, bir patlama gibi her şeyin üzerine çökerek beni daha da derinden sarstı. Ellerim kanıyordu. Çığlıklarım hala havada asılıydı ama etrafımdaki her şeyin anlamı yoktu.
Yanağıma kokan ellerle gözüm kör olmuştu.
"ÇEK LAN ELİNİ!" deyip bir adım geri çekildiğimde gözlerimi önü simsiyahtı. Hiçbir şeyi, kimseyi görmüyordu.
Kördüm.
Belime değen elleri hissetmeyecek kadar bilinçsizdim.
Başım dönüyordu.
Dişlerimi sıktım ama vücudum sanki kendi dışında bir yerdeydi. Kollarım ve bacaklarım titriyordu, ancak her şey o kadar yabancıydı ki, hissetmek bile zorlaşıyordu. Yavaşça, her şeyin ağırlaşmaya başlamasıyla zihnim bir anda kontrolsüz bir şekilde çığlık atmaya başladı.
Öfkem, beni kriz uykusuna yatırdı.
Mete Mert Çakır, Ağzından
Her aydınlığın, kendine has karanlık bir tarafı vardır.
İki taraf.
Farklı düşünceler sahibi, iki tercih.
Her biri kendi düşüncelerinde neler olup bittiğini çok iyi biliyor ve benliklerini o yapıya göre şekillendiriyorlardı. Verdikleri kararlar ona göre düzenleniyor ve işleve geçiyordu. Zihinlerinde yarattıkları dünya, dudaklarının iki arasından çıkacak sözlerle eş değerdi.
Karanlık aydınlığın, aydınlık ise karanlığın bütün yönlerini biliyordu. Karanlık hiçbir zaman aydınlığa ihtiyaç duymaz ve oradan, herhangi bir müdahalenin gelmesine izin vermezdi ama aydınlık, karşı tarafı anlamak için karanlığın düşüncelerine bulanmak zorunda kalırdı.
Aydınlığın bilmediği bir şey vardı.
Karanlığa geçtiği an, bir daha eski haline dönemezdi.
Tıpkı benim ruhumdaki Bozkurt'a dönüşmem gibi.
Bakışlarımı karşımdaki sandalyede oturmuş, keyifle çayını karıştıran Çilingir'e kaydığında istem dışı gülümsedim.
"Askeriyenin çayını özlemişsindir." dediğimde gözlerini bana çevirdi ve dudaklarını bastırıp kaşlarını 'Öyle.' dercesine kaldırdı. Kafamı iki yana salladığımda derin bir nefes verdim. Caner uyanmıştı ve Rojin Selim elimizdeydi. Tam Çilingir'e doğru dudaklarımı aralayıp 'Rojin'in sorgusunda ne soralım?' diye soracakken kantinin kapısı bir fırtına gibi açıldı.
Sert ve kararlı adımlarla içeri giren Eyşan, gerilmiş bir yay gibiydi. Yüzü, gördüğüm en tehlikeli savaşı kendi içinde veriyordu. Öfkenin ve acının birbirine dolandığı o ifade, boğazımda bir yumru gibi yükseldi. Bu Eyşan'dı, benim Eyşan'ım ama sanki o an, tanıdığım kadın orada değildi.
En son Suzan Binbaşı çağırmıştı.
Tek kaşım yukarıya doğru kıvrıldığında Çilingir'in alaylı sesini işittim.
"Yenge fitil olmuş, kolla götü."
Gülmek istedim ama içimde bir yumruk gibi büyüyen huzursuzluk, buna engel oldu.
"SU VER!" diye bağırmasıyla sandalyemi geriye doğru iterken kaşlarımı çattım. Eyşan'ın bedeninde bir fırtına vardı. Binbaşı, Eyşan'a ne söylemişti de bu kadar Eyşan, öfkelenmişti? Çilingir de sessizce yerinden doğrulduğunda ayağa kalktım.
Bir anda, Eyşan'ın sesi kantini doldurdu.
"SUS AMINA KOYDUĞUMUN KARISI SUS! AH!"
Sesindeki acı, öfkeyi yırtarcasına patladı. Daha ne olduğunu anlayamadan, yumruğu kantinin camına indi. Kırılan camın yankısıyla birlikte öne atıldım.
"Eyşan!"
Koşarak yanına vardım ama bana tepki vermedi. Elleri kanıyordu, gözleri bulanık bir şekilde önüne bakıyordu. Ellerimi yanaklarına koyarak göz hizasına geldim. Onu tutup sarsmak istiyordum ama bedenindeki titremeler o kadar yoğundu ki korktum.
"Eyşan, kendine gel! Ne oluyor? Kendine gel!" Sesim panik ve çaresizlikle yükseldi ama Eyşan'ın gözleri, bir sisin ardında gibi boştu. Nefes alışları hızlanıyor, bedeni adeta titreyerek isyan ediyordu.
"ÇEK LAN ELİNİ!" diye bağırdı bir anda, sesi kesik bir haykırış gibi çıktı. Gözlerinin geriye doğru kaydığını fark ettiğim an, kanım dondu.
"Eyşan! Beni duyuyor musun?!"
Tüm bedeni titriyor, kontrolsüz bir şekilde çırpınıyordu. Dizlerinin üzerine düştüğünde hızla eğilip kollarımı sımsıkı çevresine doladım. Çenesi kilitlenmişti, nefes alamıyordu.
"Hay sikeyim!" dedim, boğazıma düğümlenen o lanet duyguyla. Başımı kaldırıp Çilingir'e yalvaran gözlerle baktım. "Koş, Ümit'i çağır!" diye bağırdım.
Eyşan'ın bedenini sabit tutmaya çalışıyordum. Bacaklarımı onun çevresine dolayarak, çırpınmasını engellemeye çalıştım. Gözlerim, kollarımda kıpkırmızı olmuş yüzüne takıldığında içimdeki panik iyice büyüdü. Çenesini açmak için ellerimi dikkatlice yüzüne götürdüm.
"Nefes al, Eyşan. Hadi, nefes al! Sakinleş..."
Kalbim göğsümü patlatacak kadar hızlı atıyordu. Zihnimdeki düşünceler aklımın karıncalanmasına neden oluyordu. Bu hale nasıl geldi? O camı kırdıran, o çığlığı attıran neydi?
"Eyşan!" diye bağıran Alev'e elimle Eyşan'ın ayakucunu gösterdim.
"Ayakucuna geç!"
Alev, dediğimi yaptığında yavaşça Eyşan'ın bedeninden bacaklarımı çekip dizlerimi yere bastırdım. Sol elim alnına yaslıyken parmağımla dudaklarını aralamaya çalıştım.
Hadi güzelim aç ağzını.
Hadi Eyşan, öldürme beni, nefes al.
Ölürüm Eyşan.
İç sesim, söylemediklerimin tercümanı oluyordu.
"Mete, çekil."
Ümit'in sesiyle yana devrildiğimde elindeki iğneyi Eyşan'ın bacağına sapladı. Şırıngayı geriye çektiğinde elini önlüğünün cebine attı ve parmaklarının ucuna bir kalem alıp Eyşan'ın ağzına götürdü. Dudaklarını aralamaya çalıştığında sol eliyle yanağını gerdi. Sol dudağının kenarından kan sızdığında kalbime dağ devrildi.
"Dilini ısırmış." dedi ve kalemi cebine koyup işaret parmağını Eyşan'ın burnuna yaklaştırdı, ardından bana döndü.
"Kucağına al odaya götürelim."
Titreyen ellerimi yere bastırıp Eyşan'a doğru emekledim ve sağ kolumu dizinin altına sol elimi de sırtına götürmeye çalıştım. Ümit, yardım edip Eyşan'ı kucağıma bıraktığında büyük adımlarla sıhhiyeye doğru ilerledik. Bakışlarım Eyşan'ın yüzünde gezinirken kaşlarımı çattım.
O kadın ne yaptı bilmiyordum ama canımı bu hâle getirmesinin hesabını verecekti. Cehennemin gazabını Bozkurt üzerinden tadan herkes gibi, binbaşı da cezasını çekecekti. Kucağımdaki kadının sahip olduğu öfkeyi tetikleyen her ne söylediyse, öğrenecektim.
Hesabını almazsam bu askeriye bana dar gelir!
"Getir Mete, şöyle yatır." diyen Ümit'in sesiyle kollarımın arasındaki değerlimi sedyeye yavaşça yatırdığımda Caner'in sesini duydum. "Haydaa! Eyşan'a ne oldu?"
Cevap vermeden sustuğumda bakışlarım Ümit'e çevrildi. Ümit, kenardan bir eldiven alıp sol eline giydi ve önündeki tabaktan bir çubuk alıp Eyşan'a doğru eğildi. Sol eliyle dudaklarını aralarken çubuğu dişlerinin arasına koymaya çalıştı. Dudağının kenarından akan sıvı daha da artarken başım döndü.
Aralı dudaklarımın arasından bir nefes alarak Caner'e doğru döndüm ama gözüm onu görmüyordu. Caner, bir şey demeden elini bileğime götürüp tuttu ve sıktı. Ruhum daralıyordu, içinde, benliğimin içindeki her noktada olan o kadın daralıyordu. Bakışlarımı kırpıştırıp duvara odaklandığımda odanın içinde bir 'hah' sesi işittim.
Eyşan'ın verdiği büyük nefesten sonra bir nefes bıraktığımda anladım, aslında o zamana kadar nefes alıp vermediğimi. Hızla bileğimi Caner'den kurtarıp Eyşan'a döndüm. Göğsü, nefes alıp verirken hızlı bir şekilde hareket ediyordu. Alt dudağımı dişledim ve Çilingir'e baktım. Çenemle kapıyı gösterdiğimde Caner'in yanından kapıya yürüdü. Odadan çıktığımızda hızla bana döndü ve içeriyi gösterdi.
"Mete, bir insanın bu derece kriz geçirmesi için sağlam bir dayanağı olması gerek." dediğinde bakışlarımı içeriye çevirdim. Ümit, Eyşan'ın önünden çekildiğinde tavana bakan gözlerini izledim.
"Ne söylemiş olabilir?" diye sakince fısıldadığımda bu duruma şaşırmadım. Çünkü sakinliğimin fırtınamdan önce olduğunu herkes iyi bilirdi.
"Eyşan'ı sen biliyorsun. Damarına neyin basmış olabileceğini de."
Kafamı iki yana salladım.
"Şehit olduğumu gösterdiğimizde kriz geçirmişti ama öfke değildi." diye mırıldandığımda Eyşan'ın gözünden dökülen yaşı gördüm. Yüzüm acıma ile buruştuğunda dişlerimi sıktım. Ağlamasına sebep olacak bir şey, ne olabilirdi?
Zihnimde bir anı uğursuz bir şekilde gözlerimin önüne devrildi. Gülüyordu, çok gülüyordu ve karşısında yine binbaşı vardı. O kadar gülüyordu ki bir an için bende gülmüştüm ama ondan sonra titremeye başladı.
Dört şehit olduğu gün.
"Şehidinden vurdu." diye üfledim. Zihnimdeki düşünce tüy misali dudaklarımın arasından uçtu.
"Ne?"
Çilingir'e baktım.
"Şehidinden vurdu. Kaybettiği dört şehitten vurdu ama neden?"
Burnumdan bir nefes verip dişlerimi sıktım. Sola dönüp gidecekken Çilingir, koluma asıldı. "Dur oğlum, nereye gidiyorsun?" diye sorduğunda kolumu kendime çektim.
"Ne olduğunu öğrenmeye." dediğimde gözlerini devirdi ve koluma bir kez daha sarılıp yürümeye başladı. "Seni bu akılla asla bırakmam."
Benimle gelmesine izin verip Suzan binbaşının odasına bodoslama girdiğimde Yavuz yüzbaşı, Suzan binbaşıya doğru eğilmişti ve öpmek üzereydi. Suzan binbaşı beni görüp ayağa kalktığında yüzümde alaycı bir gülümseme ile içeriye girdim. Arkadaş tesadüfe bak. Çilingir ile açtığımız bütün kapıların ardında birini basıyordum.
Çilingir'in peşimden geldiğini hissettiğimde kapıyı kapattı. Kilit sesini duyduğumda Yavuz yüzbaşı iki adım geri çekildi.
"Kapıyı neden kilitlediniz?" diye sorduğunda gözlerimi kısarak gülümsedim.
"Grup yapacağız." dedim.
Suzan binbaşı ile Yavuz yüzbaşının bir süreden beri kırıştırdıklarını biliyordum ama benim kadınıma bulaşacağını hiç bilmiyordum. Masanın önüne geldiğimde koltuğa oturdum ve onlara elimi uzattım.
"Devam edin." diye alayla söylendiğimde Suzan binbaşı ellerini masaya vurdu ve bana doğru eğildi.
"Bu ne saygısızlık?" diye bağırdığında yeniden gözlerimi kısarak güldüm.
Be amına koyulan karı, sen saygıdan ne anlarsın?
"Çilingir." diye söylendiğimde bana baktığını hissettim. "Babam askeriyeye ne zaman geçecekti?" dediğimde Suzan binbaşı yavaşça geriye doğru doğruldu ve sakince koltuğuna oturdu. Alayla kafamı omzuma eğdim.
Ne oldu binbaşı, foton gitti?
"Bak-"
Yavuz yüzbaşının cümlesini dilimi damağıma vurarak kestim.
"Cık, cık, cık. Büyükler konuşurken küçükler susar." dedim ve Suzan binbaşıya baktım. "Değil mi, binbaşı?"
Suzan'ın yutkunduğunu gördüm. O yutkunma, korkunun ete kemiğe bürünmüş hâliydi. Sağ bacağımı, sol bacağımın üzerine atıp koltukta yayıldım. Masanın üzerindeki küllüğü sehpanın üzerine çekip elimi cebime soktum ve bir sigara çıkarttım. Henüz üzerimi değiştirmemiş olmam, şu anda rütbede olduğum anlamına gelmezdi. Dudaklarıma yasladığım sigarayı yakıp bir nefes aldığımda damağımı şıklattım.
"Ön sevişmesiz mi seversiniz yoksa dillendirerek mi?" diye konuşmaya başladığımda Yavuz'un bana doğru atıldığını gördüm. Çilingir, adeta uçarak onu koltuğa ters bir şekilde yatırdığında Yavuz'un çığlığı gülmeme neden oldu.
"Çilingir, ön sevişmesiz sever."
Sigaramdan bir nefes alıp onlara doğru üfledim ve Suzan'a döndüm.
"Ona ne söyledin?"
Suzan binbaşı, sessiz bir şekilde bana bakıyordu. Gözlerinde ne bir öfke ne de meydan okuma vardı; sadece sessizlikle örtülmüş bir tedirginlik. Masanın üzerine dayadığı ellerini fark ettim. Parmakları istemsizce masanın yüzeyini kavrıyor, sakin görünmeye çalışsa da içindeki fırtınayı ele veriyordu.
"Ne oldu, binbaşı? Sessizleşiverdin birden. Yoksa cevabın yok mu?" dedim, sigaramdan bir nefes daha alarak. Dumanı yavaşça üzerlerine doğru üfledim, ortamın gerilimini daha da artırıyordu bu hareketim.
Yavuz yüzbaşının, Çilingir'in sıkıca bastırdığı koltuğa direnmeye çalıştığını gördüm. Her kıpırdanışında daha da sert bir şekilde yerine bastırılıyordu. "Beni bırak, lanet olası!" diye bağırmaya çalıştı ama sesindeki çaresizlik beni daha çok eğlendiriyordu.
"Çilingir, çok ayıp, dillendirmen gerekiyordu," dedim ve sigaramı küllüğe ezerek söndürdüm. Ardından Suzan'a tekrar döndüm, bakışlarımı tam gözlerine dikerek. "Sana soruyorum, ona ne söyledin?"
Suzan bir an nefes aldı ama ağzını açacak cesareti bulamıyordu. Yutkunması odadaki sessizliği delen tek sesti. Bu durum sabrımı zorlamaya başlamıştı. Koltuktan kalkıp kalçamı masanın üstüne yasladım, onunla aramda neredeyse hiç mesafe kalmamıştı.
"Bak Suzan, seninle oyalanacak vaktim yok," dedim, sesim bu kez tehditkâr bir şekilde alçalmıştı. "Ya şimdi konuşursun ya da ben üzerinde, Çilingir'in yaptığı gibi bir oyun başlatırım ve inan bana, bu oyun hiç hoşuna gitmez."
Suzan, gözlerini kaçırmaya çalıştı ama baktığı her yer tehdit doluydu. Korkunun her zerresini yüzünden okuyabiliyordum. Duygularına hâkim olmaya çalışsa da tavırları onu ele veriyordu. "Ona sadece... bir tavsiye verdim," dedi sonunda, sesi titrek ama itiraf etmekten başka çaresi olmadığını bilen bir tonda.
Kaşlarımı kaldırıp başımı hafifçe eğdim. "Bir tavsiye mi? Ne tür bir tavsiye?"
Suzan, kelimeleri seçmek için mücadele ediyordu. "Kadınlara fazla güvenmemesini söyledim," dediğinde bir kahkaha attım. Sesim odayı doldurdu, Suzan daha da küçüldü o koltuğun içinde.
"Kadınlara güvenmemesi, ha?" dedim, dudaklarımda alaycı bir gülümsemeyle. Bir saniyelik bir süre içinde kemerimi çıkartıp bir kırbaç misali şaklattığımda korkulu gözleri büyüdü. Oturduğum masada ona doğru eğilip hızla kemeri boynuna yaslayıp başının arkasından birleştirdim.
"Sen benimle taşak mı geçiyorsun!" diye yüzüne kükrediğimde Suzan'ın yüzündeki donuk ifade bir anda yerini panik dolu bir bakışa bıraktı. Kemerin boynunda oluşturduğu baskıyla birlikte nefesi düzensizleşmişti. Gözleri titriyordu, sanki kaçacak bir delik arıyordu. Ancak bu odada kaçabileceği hiçbir yer yoktu.
"Taşak mı geçiyorsun, ha?" diye tekrarladım, kemeri biraz daha sıkarak. Sesim keskin ve otoriterdi. "Kadınlara güvenmemesini söyledin, öyle mi? Peki ya sen, Suzan? Sen güvenilir biri misin?"
Korkusunun kokusunu hissedebiliyordum. Masanın üzerine yaslanarak üzerindeki baskıyı artırdım. Suzan, kelimeler boğazına düğümlenmiş gibi bir an bile konuşamıyordu. Yüzündeki dehşet ifadesi daha da belirginleşti. Kemerin sert dokusu boynundaki deriyi kızartmaya başlamıştı.
"Tamam söyleyeceğim, çek şu kemeri!" diye bir çığlık attı sonunda, sesi titrek ve çaresizdi. Çekmeden beklediğimde güçlükle yutkundu. "Sadece ona 'Alparslan albayın oğluyla bir ilişkin var sanırım?' dedim. Yemin ederim başka bir şey yok!"
Başımı yana eğip yüzümde alaycı bir ifade oluşturdum. "Yemin, ha?" dedim. "Suzan, biliyor musun yeminin beni hiç etkilemiyor. Çünkü inandırıcı gelmiyorsun." deyip daha fazla kemeri sıktım. Yüzü kızarmaya başladığında dudakları nefes almak istermişçesine aralandı.
Zihnime düşen Eyşan'ın görüntüsüyle biraz daha sıktım.
"O kadın da biraz önce bu şekildeydi! Söyle artık ne dedin!"
Elini omzuma vurduğunda sağ elimi hafifçe boşladım.
"Se...seninle ola...bilmesi için. Kat...il ol...duğunu sö..yledim."
Kaşlarımı çatıp kulağımı yaklaştırdım.
"Düzgün söyle!"
"Mete yüzbaşı ile yan yana olabilmek için bazen o dört şehidin katili olduğunu düşünüyorum.' dedim." diye tek nefeste söylendiğinde kemerimi hızla boynundan çekip, bir adım ileri atarak masadan kalktım. Odanın içinde yankılanan öksürükler ve nefesler, sesimi boğmaya yetse de o anki suratına bakmak, içimdeki tiksintiyi artırıyordu.
Lan kalbiniz ölmüş lan sizin!
Bunu nasıl ona reva gördünüz?
Eyşan, rüyalarından "Katilim ben" diyerek sıçrayarak uyandığı günlerde ben neler yaşıyordum, bilmiyorlardı. Her gecenin sonunda, içimdeki acıyı bir köşeye atıp, uykusuzlukla mücadele ederken ruhumun derinliklerinde bir yara kanıyordu.
Bunu asla anlayamazlardı. Yarasını kanatacak şekilde kâbus gördüğünü bilmiyorlardı. Hani bazen insanlar yaşadıkları acıyı, kayıplarını başkalarına açıklamakta zorlanır ya, işte tam da öyle bir şey. Onlar asla bu karanlıkta kaybolan, gecenin derinliklerinde birini bulamamıştı.
Yere saplanmış bakışlarım orada kalırken "Senin gibiler, sadece kelimelerle kirletir bu dünyayı, değil mi?" diye fısıldayıp yutkundum. "Sadece böyle söyleyerek, kendi pisliğini başkalarının üzerine atabileceğini mi sanıyorsun? Ona, benimle olmak istediği için şehitlerin katili olduğunu söylemek... Senin gibi biri için ne kadar kolay olmalı."
Bakışlarımı Çilingir'e çevirdim.
"Haddi aşan her kelimenin, her hareketin bedeli olur ve ben o bedeli tahsil etmekte oldukça iyiyimdir."
Cümlem henüz havada asılıyken, Çilingir Yavuz'u yakalarından tutup kapıya yapıştırdı. Bir anlık bir sessizlik oldu. Sadece Yavuz'un titreyen bakışları ve nefesinin hırıltılı sesi duyuluyordu.
Gözlerimi kırpıştırıp Suzan'a döndüm. Hızla belimdeki silahı çekip, hızlıca Yavuz'un üzerine doğru atıldım. Yakasından tuttum ve ağzını silahın namlusuna doğru yönlendirdim.
"Şimdi, ne kadar ileri gittiğini göreceğiz." dedim, sesimdeki tehdit hissedilir derecede sertti. Yavuz'un nefesini duyar gibiydim ama onun tüyler ürpertici korkusunu görmek bana bir şeyler düşündürdü.
Birkaç saniye sessiz kaldık. O sırada zihnimde, Eyşan'ın "Katilim ben." diye uykusundan sıçrayarak uyandığı o anlar geçti. O kabuslar... O acı... Kimse, o karanlık rüyaların gözlerindeki kırılmayı anlamıyordu. Kendi içinde bir çatlak vardı ama bunu kimse görmüyordu. Kimse bunu anlamıyordu. Tarumar olduğunu anlayamıyorlardı.
"Evet, şu an sana ne yapacağımı düşünüyorsun, değil mi?" diye bağırdım, Yavuz'un gözlerinde biraz daha kırılganlık gördüm ama aynı zamanda, ona bir fırsat tanımak da istemiyordum. Korkusuyla hesaplaşmak, ona vereceğim bedelin ilk adımıydı.
Gözlerimle Suzan'a döndüm. Hemen onu göz hapsine aldım, silahımı biraz daha sıkı tutarak. "Peki ya sen, Suzan? Ne diyeceksin?" dedim, sessizliği bozan bir soru gibi. Suzan'ın gözlerinde panik belirdi. Şimdi onun da rengi solmuştu. Havanın gerilmesiyle odadaki her nefes, sanki daha fazla yoğunlaşıyor gibiydi.
Yeniden Yavuz'a döndüm.
Yavuz'un gözlerindeki korku derinleşiyordu. Yavaşça, sesini çıkaramadan nefes alıyordu. O an, her bir saniye bir yüke dönüşüyordu. Silahımın namlusunun ucunda, onun sarsılmadan bakmaya çalıştığı o kirli bakışlar vardı.
"Ağzının içindeki namlu, bir teröristin götüne girip çıktı." diye söyleyip kaşlarımı kaldırdım. Onun zayıf iradesiyle o kadar çok oynayabileceğimi fark ettim ki, içimdeki tiksinti büyüdü. Silahı, her bir hareketle daha da yaklaşarak, onun kalbinin her atışını yakından izledim.
"Ne istiyorsun?"
Suzan'ın sesiyle Yavuz'un gözlerinin içine baktım.
"Senin sikbaşı korumaya geçti."
Göz kapakları korkulu göz bebeklerinin üzerine devrildiğinde ağzından silahı çektim ve elimde tutmaya devam ederken Suzan'a doğru yürüdüm. Titreyerek bana bakarken kaçmamış olması hoşuma gitmişti. Kaşlarımı büzüp çenemi dikleştirdim. Sol elimi çenesine yaslayıp kendime doğru döndürdüm. Dudaklarım öne doğru büküldü.
"Aç ağzını."
Gözlerinden yaşlar döküldüğünde çenesindeki parmaklarımı sıktım. Tiksinçle dolmuş hissiyatım neredeyse kusturacak duruma gelmişti. Dudaklarını titrekçe araladığında hızla namluyu ağzına soktum.
"İşte şimdi öpüşmüş oldunuz, pislikler." diye tıslayıp iyice namluyu ittirdim. Boğazından yükselen öğürme sesiyle doğru yolda olduğumu anladım.
"Buradan siktir olup gideceksiniz. Askerlik sizin kutsal mesleğiniz olamaz, istifa edeceksiniz. Sizin gibi orospu çocukları bir daha kimsenin canını yakamayacak!" dedim ve Suzan'ı koltuğa doğru bastırdım. "Anladın mı beni!"
Kükremem suratına çarptığında gözlerini kırpıştırdı. Silahın namlusunu ağzından çıkarttığında öksürüp, kusmaya başladı. Elimdeki silahı Çilingir'e uzattığımda öğürürcesine bir bakış atıp silahı aldı ve yüzünü buruşturarak iç cebine soktu.
"Ayrıca herhangi birinden, burada yaşanan şeyler hakkında bir harf duyarsam, o silahtaki şarjörü bu sefer gerçekten ağzınıza boşaltırım. Ardından götünüze pamuk niyetine namluyu sokarım, acımam!"
İkisi de sessiz kaldığında hızla kilidi açıp dışarıya fırladım. Adımlarım sıhhiyenin içerisine ilerlerken peşimdeki adımların Çilingir olduğunu biliyordum. Caner'in odasına girdiğimizde bakışlarım Eyşan'a çevrildi. Lara, onun ince bileğini tutmuş, Ümit'te parmaklarına giren camları temizliyordu. Eyşan ise bomboş bakışlarla tavanı seyrediyordu. Onun gözleri, boşluğa dalmışken, içimdeki isyan ve acı karışımı büyüyordu.
Ah benim güzel kızım.
Ah benim güzel kadınım.
Ah benim toprak gözlüm.
Sen, bunları hak edecek ne yaptın?
Ben, bunları görecek kadar kime günah işledim?
Göz pınarıma dolan yaşlar, ona olan bakışlarımı puslu bir hâle bürüdüğünde hızla arkamı döndüm. Adımlarım, acının vücudumda yankı bulduğu bir hıza dönüşmüştü. Binadan çıktığımda kendimi prefabrik alana attım. Bakışlarım hiç kaldırılmamış masanın üzerindeki küllüğe çevrildiğinde gözlerimi kapattım.
"Oha! O kadar sigarayı kim içti lan?"
"Hatırlamıyor musun? İlk bizi buraya tıktığı zamanda aynısını yapmıştı."
"Bu ne demek ki?"
"Bizi burada tuttuğunu hatırladığı an bir sigara yakıyor. Bu da onun bizi ne kadar hatırladığını gösteriyor."
Kapalı gözlerimden bir damla yaş süzüldüğünde yüzümü buruşturup burnumu çektim. O kadın, ailesini kaybetmiş olmasına rağmen bir timi kendine kardeş bellemişti. Geride bıraktığı her şehidi, her an anmıştı.
"Sen evinde annenin yaptığı yemekleri yerken onlar, dağın başında şehidinin nöbetlerini tuttu."
Bir orospu çocuğu gidip ona...
Titrek bir nefes alarak gözlerimi açtığımda kafamı iki yana salladım.
"Mete yüzbaşı ile yan yana olabilmek için bazen o dört şehidin katili olduğunu düşünüyorum.' dedim."
Çok ama çok adiydi.
Omzuma yaslanan el ile kafamı yeniden iki yana salladım.
"Çok... çok ağır Çilingir. Bu çok ağır. O çok ağır. O cümle, çok ağır. Eyşan, bunu o küçük kalbine." O an hıçkırdım. Sağ elim gözlerimin üzerine kapanırken, gözyaşlarımın daha fazla akmasına engel olamadım. Sırtımın kamburu çıkarken, kafamı yine iki yana salladım. Kendimi gitgide daha fazla küçülüyordum, sanki dünyadan siliniyordum.
"O dört asker, Eyşan'ın gözü önünde patladı!" diye bağırdığımda sesim prefabrik duvarlarına çarpıp geri bana yansıdı. "Eyşan daha onların acısını yaşıyorken, bu çok ağır Çilingir! Bir insan bu kadarını nasıl taşır, nasıl kalır hayatta Çilingir!"
Yanağımı ıslatan yaşlar, canımı çok yakıyordu.
İçimde bir çığlık yükseldi. Ne kadar anlatabilirsem anlatayım, bu acıyı kimse anlamazdı. Kimse, o dört askerle bir zamanlar iç içe yaşamış olan o kadının nasıl yaşadığını ve yaşadıkça daha çok yok olduğunu anlayamazdı.
Çilingir bir süre sessiz kaldı, sadece omzuma dokunan elini sıkıca bastırarak bana güç vermeye çalışıyordu ama ne kadar isterse istesin, o acıyı taşıyamazdı. Hiçbir kelime, hiçbir dokunuş o yükü hafifletmeye yetmezdi. Eyşan'ın donuk gözleri, o hatıralar, o şehitleri uğurladıktan sonra geçirdiği titremeleri... Bir ömür boyu yüreğimi delip geçmeye devam edecekti.
Birbirine yapışmış kirpiklerimi aralayıp Çilingir'e baktım. Kehribar gözleri kıpkırmızı olmuştu. Alt dudağım titrerken kafamı iki yana salladım.
"Ben, Eyşan'ı nasıl toparlayacağım Çilingir?"
Çaresiz hissediyordum.
Üç günden beri dolu dolu yaşadığım Bozkurt'un bende bıraktığı darbe buydu. Karşıma evliya çıksa durmam dediğim kısım buydu. Her şeyi yıkar geçerdim ama Eyşan'ın bir damla gözünün yaşına dünyaları yakardım, kimse durduramazdı. Çilingir, omzumdaki eli sıktı ve burnunu çekip kafasını iki yana salladı.
"Tim Mete, tim. Onun şu an hayatta olma sebebi timi ve sensin. Bir başka etken değil. Toparlanacak ama önce sende toparlanacaksın." dedi ve elleriyle yanaklarımdaki yaşları sildi. "Şu gözlere bir bak! Siktiğimin nazar boncuğu seni. Siktir git, git yüzünü yıka."
Gülünecek duruma hıçkırdığımda beni kapıya doğru ittirdi. "Lan bak hâlâ ağlıyor. Allah'ım ben bu ikizlerden daha ne kadar çekeceğim? Biri güler biri ağlar. Hasbin Allah!"
O an, Çilingir'in tuhaf ama tanıdık sözleri bir şekilde bana güç verdi. Her şey karmaşık, her şey kaotik olsa da onun soğukkanlı yaklaşımı bana gerçekliği hatırlattı. Tam da bu anda, normal hissetmek istedim; sadece bir nebze olsun rahatlamak.
Burnumu çekerek prefabrikten çıktığımda hiç kimseye görünmeden kendimi yatakhaneye attım. O an her şeyden kaçmak, yalnız kalmak istiyordum. Üzerimdeki kıyafetlerden kurtulup, kendimi banyoya sürükledim. Elim musluğa uzanırken, dişlerimi sıktım ve çevirdim. Musluğun açılmasıyla, suyun soğukluğu vücuduma yayıldı. Yavaşça başımı eğdim, su tepemden akarken, ellerimi fayansa yasladım. Bir an için, her şeyin durmasını, zamanın tek bir an içinde donup kalmasını istedim.
Bir süre suyun altında kalıp, derin bir nefes aldım. Her şey soğuyordu ama içimdeki ateş bir türlü sönmüyordu. Başımı geriye atıp suyun yüzüme vurmasını sağladım. Zihnime düşen cümleler birbiri ardına sıralanırken, yüzüm yeniden buruştu. Suya karışan gözyaşlarım şakaklarıma doğru devrildi. Her bir düşünce sanki bıçak gibi, içimi kesip geçiyordu. Alnımı fayansa yasladım, hissettiğim acı daha da büyüyordu.
"Ben o kadına evlenme teklifi edecektim lan! Şimdi nasıl benimle evlen diyebilirim?"
Sesim titreyerek kararmış banyoda yankılandı.
"Eyşan, ben sana nasıl yaklaşırım şimdi?"
Omuzlarım sarsıldığında, acı gerçeğin ağır olduğunu gördüm. Her damla, bir kayıp, bir yıkım gibiydi. Gözlerimi sımsıkı kapatıp, yere çöktüm. O kadar derin bir boşluk vardı ki, nereye gittiğimi bile bilmiyordum. İçimdeki acıyı, zamanın bile geçemeyeceği kadar ağır hissediyordum.
Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından
Her yara, kabuk bağlardı.
Kimse deşildiğinde ilk günkü gibi kanayacağını bilmezdi.
Yaram, yine ilk oluştuğu andaki gibi acı veriyordu. Onunla yüzleşmeyi bilen insanlar bu durumu önemsemeyip hayatlarına devam edebilirdi ama ben, onlardan biri değildim. Yaramın kabuğu sağlam değildi ve bir başkasının bunu koparıp atması saniyelerini alırdı.
Artık canım acıyordu.
Tavana sabitlenmiş boş bakışların ardında ne olduğunu kimse bilmiyordu.
Acıyan dilimi damağıma yapıştırıp yattığım sedyeden kalmaya çalıştığımda omzuma baskı yapan Caner'i gördüm. Gözleri boşça bana bakarken yanındaki Lara'ya baktım. Gözlerini kapatıp kafasını salladığında yavaşça kendimi geriye bıraktım. Bakışlarımı tavana çevirdiğimde dudaklarımın arasından büyük bir nefes aldım.
İçimi yakan soluk, artık hissizdi.
Lara'nın yüzü, yüzüme eğildiğinde eliyle alnımı okşadı. Başımı kaldırıp belimi dik konuma getirdiğinde arkama geçip oturdu ve başımı dizlerine yasladı. Caner'in Lara'nın omzuna yaslandığını gördüğümde yutkunup gözlerimi kapattım. Lara'nın eli saçlarımı okşarken titrek bir nefes aldı.
Ruhumdan bir parça cümle aktı.
"Dışım çiçek açmış belki, içimde kara yosunlar. Görenler mesut sanıyor, bilmezler ki ne derdum var oy."
Şarkının melodisi zihnimin içinde yankılanırken Lara'nın saçlarımı daha yavaş okşadığını fark ettim.
"Oy beniii vurun vuruuun, Nedur çektuğum zuluum. Bu dünyanun yüküni, bir ben mi omuzladum oy."
İçeriye gelen adım seslerini işitebiliyordum.
"Gün geçer gece olur, gecem geçmez gün olmaz. Yalvarurum mevlayaaaa, bir duam kabul olmaz oy. Oy beniii vurun vuruuun, Nedur çektuğum zuluum. Bu dünyanun yüküni, bir ben mi omuzladum oy."
Şakağıma yuvarlanan yaş ile yüzümü Lara'nın dizine bastırdığımda saçlarımdaki eli çekildi. Bana doğru eğildiğini fark ettiğimde saçlarıma başını koyduğunu anlayabilmiştim. Çok durmadan hafifçe geriye doğrulduğunda yutkundum. Lara ile bakışlarımız kesiştiğinde elini kaldırıp yanağımda gezdirdi.
"Ne oldu güzelim?" diye sorguladığında kafamı iki yana salladım.
Anlatamam.
Anlatırsam daha çok kanarım.
Öylece gözlerine baktım. Lara, beni anlayıp kollarını sırtıma götürüp hızla bedenime sarıldı. Caner ile bakışlarım kesiştiğinde boşça gözümü kırptım. Bakışlarını kaçırdığında derin bir nefes alıp verdi. Gözleri birinde takılı kaldığında yansımasından Mete olduğunu anlayabilmiştim. Bir Mete'ye bakarken bir de Lara'ya bakarken göz bebekleri büyüyordu.
"Çekilin şuradan." diyen Osman'ın sesini duyduğumda Lara, benden hafifçe ayrıldı. Osman'ı sağımda hissettiğimde ona doğru döndüm. Kaşları hafifçe çatık bir şekilde gözüme baktı ve derin bir iç çekip çenesini gerdi.
"Kalk ayağa."
Dediğini yapıp ayağa kalktığımda ellerini omuzlarıma koydu. Osman'ın elinin omzumdaki ağırlığını hissederken, içimdeki fırtınanın bir an için dinmekte olduğunu sandım. Yavaşça çevirdiğinde bakışlarımı yere indirdim. Bir elini kaldırıp çeneme koydu.
"Bak orada bir kardeşin var," dediğinde sesi alçak ama vurucuydu. Başımı kaldırıp Kubilay'a baktım ama gözlerim kaçtı hemen. Osman bir an bile titremeden devam etti. "Ve bak orada..." dedi, Deniz'i işaret ederken sesi biraz daha yumuşadı, "Hiçbir şeysiz büyümek zorunda kalan bir çocuk var. Sana da tanıdık geldi mi, bana benziyor sanki?"
Hafifçe yutkunduğumda çenemi bırakıp yeniden omzuma koydu ve yürütmeye başladı.
"Onu biraz hava almaya götürüyorum. Cemile, yanıma gel." deyip yürümeye devam ettiğinde bir anlığına durakladı ve Deniz'e baktı. "Sende yürü."
"Nereye gideceksiniz?" diye soran Mete'nin sesini duyduğumda boğazımdaki yumruyu yutamadım.
"Orası bende kalsın, yürü." dedi ve yürütmeye devam etti. Askeriyeden çıktığımızda arabasına ilerletti ve omuzlarımı bırakıp arka kapıyı açtı.
"Cemile sende arkaya bin."
Cemile ile arka koltuğa yerleştiğimizde yanağımın içini dişledim. Osman, direksiyon başına geçtiğinde bir an dikiz aynasında bana baktı. Gözlerinde bir sorgu vardı ama daha çok destek olma arzusuyla doluydu.
"Bugün yalnız kalmana izin vermeyeceğim. Anlaşıldı mı, Eyşan?" dedi. Sesi otoriter olsa da tonundaki kırılgan şefkat inkâr edilemezdi. Bir şey demeden gözlerimi kapattığımda aracı çalıştırdı. Bakışlarım dışarıya çevrildiğinde Mete ile Çilingir'in kapıda durduğunu gördüm.
Yanlarından öyle geçip kışlanın dışına çıktığımızda iç çekip burnumdan ağırca bıraktım. Karlı yollar önümüzde uzanıp giderken bakışlarım hiçbir şeyi algılayamayacak kadar boştu.
"Dört ailesiz insan, bir arabanın içinde, bunu fark edebildiniz değil mi?"
Osman'ın sözleri aracın içinde yankılandı, tıpkı dışarıdaki soğuk hava gibi içime işledi. Sessizlik, onun cümlesini daha da ağırlaştırmıştı. Dört farklı hayat, dört farklı hikâye... Hepsi aynı eksiklikle birleşmiş gibiydi: Bir aile.
Arka koltukta Cemile'nin nefesini duyabiliyordum. Hareketsizdi ama varlığı, bir ağırlık gibi hissediliyordu. Deniz, camdan dışarıya bakıyordu, karla örtülmüş yolların ötesinde ne arıyordu, bilmiyordum. İçimde bir şeyler bu sözlere karşı koymak istiyordu ama doğruyu inkâr etmenin anlamı yoktu.
"Osman..." dedim ama sesim neredeyse bir fısıltı kadar zayıftı. Kendimden bile duymaktan çekindiğim bir kelimeydi bu. O ise gözünü yoldan ayırmadan konuştu.
"Eyşan. Sana ne olduğunu bilmiyorum ama o şey, sadece senin taşıdığın bir yük değil. Biz buradayız. Bunu unutma."
Cemile hafifçe hareket etti, eliyle omzuma dokunarak bir şey söylemeden varlığını hissettirdi. İçimden bir titreme yükseldi ama bastırdım.
Osman bir süre sessizce sürdü, sonra ekledi. "Yalnızlık seni güçlü yapabilir ama seni insan yapan, yalnız olmadığını hatırladığın anlar olur."
Dışarıdaki kış manzarasına baktım, karın beyaz örtüsü her şeyi olduğu gibi saklıyordu. İçimdeki fırtınaya rağmen, Osman'ın sesi karanlıkta bir pusula gibiydi.
Bu anın ardından gelen derin bir sessizlik vardı. Herkes, söylenenleri bir şekilde içinde tartıyordu. Yine de bu ağırlığın içinde bir dayanışma vardı.
"Nereye gidiyoruz?" diye sordu, Cemile. Osman, dikiz aynasından bir an Cemile'ye baktı. Gözlerindeki o tanıdık hüznü fark etmemek mümkün değildi. Dudaklarının kenarında beliren buruk tebessüm, sorunun cevabından çok daha fazlasını anlatıyordu.
"Bir yere," dedi Osman, kelimeleri tartarak. "Bazen bir yerin neresi olduğu değil, oraya nasıl gittiğin önemlidir."
Cemile, sessizce başını öne eğdi. Osman'ın cevabının arkasındaki anlamı çözmeye çalışıyor gibiydi. Arabada bir süre daha sessizlik hâkim oldu. Yalnızca motorun uğultusu ve kışın keskin soğuğunu yansıtan camlardaki hafif buğu vardı.
Dikiz aynasındaki Osman'ın bakışları bir an benimle kesişti. Dudaklarındaki tebessüm azaldı, yerine ciddi ama bir o kadar da yumuşak bir ifade aldı.
"Bazen insan, nereye gittiğini bilse bile, yine de kaybolmuş hisseder." deyip direksiyonu çevirerek yavaşladı. Bakışlarım camlardan dışarıya bakındığında kafamı iki yana sallayıp gülümsedim. Osman, aracı durdurup bakışlarını üçümüzde gezdirdi.
"İnin bakalım." dedi ve burukça gülümsedi.
Elimi kapının kulpuna götürüp kapıyı açtım ve arabadan indim. Postallarımın bıraktığı seslerle kaputa yaslandığımda kollarımı göğsümde bağladım. Cemile, kollarını bağlayarak yanımda durduğunda Deniz'de soluma geçti. Osman, kollarını iki yana açıp uçurumun kenarında durdu.
"Buraya gelip bu şekilde bağırın!"
Gülümseyerek kalçamı kaputtan ayırıp yanına geçtiğimde Cemile ve Deniz'de benimle geldi. Uçurumun kenarında belime kadar yükselen bir bariyer vardı. Yüzümüze vuran keskin soğuk tüm tenimin donmasına neden oluyordu. Cemile ile Osman'a baktığımızda yüzünde o alışılmış Osman gülümsemesi yoktu ama gözlerinde bir dinginlik vardı.
"Hayat, işte böyle bir uçurumun kenarında geçiyor," dedi, sesi rüzgârın uğultusuna karışırken. "Bazılarımız düşmemek için mücadele ediyor, bazılarımız ise uçmaya cesaret edemediği için burada kalıyor."
Derin bir nefes alıp uçsuz bucaksız manzaraya baktım. Karla kaplanmış dağlar, uzaklarda belirsiz bir beyazlık içinde kayboluyordu.
"Ne olduğunu bağır buraya Eyşan."
Yutkundum ve derin bir nefes bıraktım. "Suzan binbaşı bana "Mete yüzbaşı ile yan yana olabilmek için bazen o dört şehidin katili olduğunu düşünüyorum.' dedi." diye fısıldadığımda hepsinin bakışlarını üzerimde hissettim.
"NE?"
Üçü birden aynı tepkiyi verdiğinde istem dışı kahkaha attım.
"KALTAK KARI!" diye bağırdıktan sonra gülümsedim ve Osman'a baktım. Osman, şaşkınlık ve öfkenin karışımı bir ifadeyle bir adım geride kaldı. Cemile ve Deniz'in gözleri hala üzerimdeydi; şaşkınlıkla dolu bakışları, içimdeki fırtınayı daha da büyütüyordu.
"Benim kalbim çok acıyor kardeşim." dediğimde Osman, gözlerini kırpıştırdı. "Sen o yüzden mi kriz geçirdin?" diye sorduğunda kafamı salladım ve bakışlarımı uçurum aşağısına çevirdim.
"Dediği ağır geldi, kaldıramadım!" diye bağırıp kollarımı göğsümde bağladım ve burnumdan bir nefes bırakıp arkamı uçuruma dönüp arabaya gitmek için bir adım attım.
"Eyşan, dur bir dakika," dedi Osman, arkamdan bir adım atarak. Sesi sakin ama içindeki kaygıyı saklayamayacak kadar yüksekti. "Nereye gidiyorsun?"
"Ne fark eder ki, Osman?" dedim duraksamadan, dönüp ona bakmadan. "Hangi yöne gidersen git, sonunda aynı boşluğa varıyorsun. Hiçbir şey değişmiyor."
Cemile, arkamdan bir şey söylemek ister gibi bir nefes aldı ama susmayı tercih etti. Deniz ise hala sessizdi; yalnızca uçuruma doğru bir adım atıp, bakışlarını aşağıya çevirdi.
Osman, beni daha fazla bırakmamaya karar vermiş gibi hızla yanımda bitti ve bileğimden tuttu. Gözlerinde sadece öfke yoktu; aynı zamanda derin bir endişe vardı.
"Bu kadarını kendine yapma, Eyşan," dedi. "O kadının saçmalıklarını zihnine kazıyıp kendine eziyet etmekten vazgeç."
Gözlerimi onun sert ama bir o kadar da şefkatli bakışlarına diktim. "Sen bilmiyorsun," dedim, sesim fısıltıya dönüşürken. "O cümle sadece kelimelerden ibaret değil. O benim zaten kırık olan kalbime saplanan bir bıçak gibi..."
Osman'ın çenesini sıkarak başını iki yana salladığını fark ettim. "Sen, her şeyden önce kendi doğrularını bilirsin, Eyşan. Birinin ne dediği değil, senin kim olduğun önemli."
O an gözlerim doldu ama yaşlarımı saklamak için hızla başımı başka yöne çevirdim. Osman bileğimden tutmaya devam etti ama bu sefer daha nazikti, adeta bırakmamaya yemin etmiş gibiydi.
Cemile sonunda sessizliğini bozdu. "Birinin seni yıkmasına izin vermek, o kişiye hak ettiğinden daha fazla güç vermek demektir, Eyşan."
Arkamdan gelen Deniz'in sesi, neredeyse bir fısıltı gibiydi. "Eğer o kadın seni bu kadar etkileyebildiyse, bu senin onları ne kadar derin sevdiğini gösterir."
Osman'ın bileğimdeki elinden kurtulup kollarımı göğsümde bağladım ve yere çöktüm. Alt dudağım sarkıkça kaldığında kafamı iki yana salladım. Cemile, önümde çöktüğünde ellerini yanaklarımda gezdirdi.
"Birkaç gün önce..." diye fısıldadım, kelimeleri toparlamaya çalışarak. "Timi toparlamak için değil, aslında kendi kırılmış parçalarımı nasıl bir araya getireceğimi sormuşum."
Cemile'nin parmakları yanaklarımda sabit kaldı ama bakışlarındaki keskinlik değişmedi. Hafifçe başını eğerek beni daha yakından süzdü. "Parçalarını birleştirmenin ilk adımı, yalnız olmadığını anlamak, Eyşan," dedi. "Senin gibi güçlü birinin bu kadar yükü omuzlamak zorunda hissetmesi saçmalık. Sen yalnız değilsin."
Yutkundum, alt dudağım istemsizce titrerken gözlerimi Cemile'den kaçırdım. İçimde biriken duygular, göğsümde ağır bir taş gibi oturuyordu.
Deniz'in sesi, soğuk rüzgârın arasında yankılanan bir melodi gibi geldi.
"Hepimiz yıkıldık Eyşan ama birimizin ayağa kalkması, diğerlerini kaldırmak için yeterli. O kişi neden sen olmayasın?"
Bu sözler bir ok gibi içime saplandı. Kafamı kaldırıp Deniz'e baktığımda yüzünde her zamanki ciddiyetin yerini almış yumuşak bir ifade gördüm. Cemile'nin elleri yanaklarımdan yavaşça çekildi ve dizlerinin üzerine doğrulup beni ayağa kaldırmaya çalıştı.
"Sen, Eyşan yüzbaşısın. Güvercin Timi'nin komutanısın. Bizim hem liderimiz hem de ailemizin en yadigâr yaşlı bir parçasısın. Eğer sen düşersen, biz de düşeriz ama eğer sen ayağa kalkarsan, biz de kalkarız," dedi, Deniz.
İstem dışı gülümsedim.
"Yaşlı mı?" dediğimde kafasını salladı.
"Yanii." deyip bıyık altından güldü.
Kahkaha attığımda kafamı iki yana salladım.
"Osman bana hatırlat da bir ara Deniz'in saçlarından şal yapayım."
Deniz gülerek bana baktığında gülümsemem buruk bir tebessüme dönüştü. Kollarını iki yana açıp bana yürüdüğünde ona ilerleyip sarıldım. Deniz'in kollarının sıkılığı, içimdeki soğukluğu bir nebze olsun kırmıştı. Onun "Ablam benim," deyişindeki sıcaklık, o an her şeyin biraz daha katlanılabilir olmasını sağladı. Sarıldığımız anın içinde, sessiz bir dayanışma vardı.
Sırtına hafifçe vurarak, "Kardeşim," diye fısıldadım. Sesimdeki titremeyi gizlemek için gülümsedim ama Deniz fark etmiş olmalıydı. Bir şey demedi, sadece sımsıkı sarılmaya devam etti.
Cemile ve Osman da bize bakıyordu. Cemile'nin gözlerindeki gurur ve şefkat, Osman'ın ise her zamanki koruyucu bakışları vardı. O an, gerçekten yalnız olmadığımı hissettim. Her biri, beni ayakta tutmak için burada olmayı seçmişti.
Sarılmamızı bozup geri çekildiğimde Deniz'in yüzünde hafif bir tebessüm vardı. Cemile, ellerini beline koyup alaycı bir şekilde başını iki yana salladı.
"Bu kadar duygusallık yeter. Çünkü ben gerçekten üşüdüm." dedi, yüzünde şaka yollu bir ciddiyetle.
Osman, Cemile'ye döndü ve kaşlarını hafifçe kaldırarak bir şey söylemeden önce onu baştan aşağı süzdü. "Madem üşüyorsun, arabaya kadar koş bakalım. Hadi görelim hızını," dedi, sesinde hafif bir meydan okuma tonu vardı.
Cemile gözlerini kısarak Osman'a baktı. "Hızımı görmek istemezsin, Osman. Çünkü seni geçtiğimde moralin bozulabilir," diye karşılık verdi, yüzünde kurnaz bir gülümseme.
Deniz bu atışmaya kahkahayla karşılık verdi ve hafifçe başını iki yana salladı. "Tamam, tamam. Hepiniz çocuksunuz. Üşüyen varsa arabaya, daha fazla oyalanmayalım," dedi, eliyle arabayı işaret ederek.
Osman, Cemile'ye doğru bir adım attı ama Cemile hemen arkasına döndü ve hızla arabaya doğru yürümeye başladı. Cemile, "Kaybetmeye tahammül edemeyenler laf yapar, iş yapanlar değil!" diye seslendi arkasına dönmeden.
Osman, Cemile'nin arkasından bakakaldı, yüzünde kurnaz bir gülümseme belirdi. "Ben kaybetmem ki," diye mırıldandı ama Cemile çoktan mesafeyi açmıştı.
"Sanırım Osman'ı da ilk kez bu kadar hırslı görüyorum," dedim, Deniz'e bakarak.
Deniz hafifçe güldü. "Osman meydan okumasının sonuçlarını düşünüyor olabilir."
Cemile, arabaya vardığında arkasına dönüp Osman'a seslendi. "Koşmadığın için seni saymıyorum, Osman! Ama belki bir dahaki sefere şansını deneyebilirsin."
Osman derin bir nefes alıp başını iki yana salladı. "Bir dahaki sefer değil, Cemile. Hemen şimdi!" dedi ve hızla onun peşinden koşmaya başladı. Cemile'nin kahkahası soğuk havada yankılandı.
Deniz, Cemile'nin kahkahasını duyduğunda tekrar bana döndü, gülümsemesini bastıramıyordu. "Şuna bak. Çocuk gibiler."
Gözlerimi devirdim ama gülümsemem yüzümden silinmedi. "Bırak da eğlensinler. Hepimizin buna ihtiyacı var."
Osman, yerden bir kar topu yapıp Cemile'ye fırlattığında kahkaha attım. Cemile, hızla kendine küçük bir kar topu yapmaya çalışırken Osman, koştu ve Cemile'nin beline sarılarak karların içine attı.
Ben yerimde kalıp bu küçük eğlenceyi izlerken Deniz yanımda durup omuzunu benimkine yasladı. "Bunlar da yakında âşık olurlar." diye fısıldadı, gülümseyerek.
"Öyleler zaten, sadece itiraf edemiyorlar." diye karşılık verdim, yüzümde buruk ama samimi bir gülümsemeyle. Bu küçük anların, büyük savaşların ortasında bizi insan yapan şeyler olduğunu biliyordum.
"Eyşan, yardım etsene, Ah! Orası benim kafam!"
Cemile'nin çığlığı ile koşmaya başladım.
"Savulun bre gafiller!" deyip Osman'ın üzerine atladığımda sırtından ittirerek yüzüme kar fırlattı. Karı top yapmaya uğraşmadan elime alıp Osman'a fırlattığımda gözüne kaçmışçasına bağırdı ve kaçtı. Elimi uzatıp Cemile'yi ayağa kaldırdığımda Osman, sahte sinirli yüzüyle bize doğru yaklaştı. Cemile'yi arkama saklayıp elimi Osman'a uzattım ve avcumu açtım.
"Mehir verirsen kızı alırsın." deyip gözlerimi kırptım. Osman, elini cebine sokup cüzdanını çıkarttı ve içinden bir tomar çıkartıp avcuma koydu. Gözlerim sonuna kadar açılırken Osman, hafifçe gülümsedi ama gözlerinde alaycı bir ifade vardı. "Değerli bir mehir verecek kadar zengin değilim," dedi ama tonu hala hafif bir şakalaşmayla karışıktı.
Tam "Bu bir aşk ilanı mı?" diye soracakken Osman, Cemile'yi tutup arkasına geçirdi. Hızla Cemile'yi alıp yeniden arkama sakladım. Dilimi çıkartıp avucumdaki parayı Osman'ın ön cebine koydum.
"Buna mehir denmez, Osman. Sadece üzerinde Ata'm olduğu için değerli, o da olmasa hiçbir işe yaramıyor."
Osman, ciddi bir ifadeyle kafasını salladı. Bıkkınca nefes verip "Eyşan." dedi. "Artık Cemile'yi bana bir salar mısın? Gerçekten gülmedim diye anlamıyorsun, değil mi?"
Seni gidi aşık seni.
Cemile'nin önünden çekildiğimde Osman, Cemile'ye arabayı gösterdi. "Gidelim artık, iyice üşüdünüz."
Hep birlikte arabaya binip yola koyulduğumuzda göz ucuyla Cemile'ye baktım. Kızarmış yanaklarıyla Osman'a kaçamak bakışlar atıyordu. Gülümseyip bakışlarımı cama çevirdim.
"Eyşan."
Osman'ın sesiyle dikiz aynasına baktım. Gözlerini yoldan ayırmadan gülümsedi.
"Mete sana evlenme teklifi etmeyi düşünüyormuş, haberin olsun. Sonra yine kriz geçirme." dediğinde gözlerim dikiz aynasında Osman'ın yansımasına takıldı. Söyledikleri bir an donup kaldı, kalbim bir an için hızla çarpmaya başladı. Osman, bana bakmadan, sakin bir şekilde yola devam ederken, sözlerinin etkisi içimde derin bir yankı yaptı.
Söylediği her kelime bir anlığına zihnimi sarsmıştı.
"Ne... ne diyorsun?" diye fısıldadım, sesim titrek ve zorla sakinleşmişti. Bir yanda şok, bir yanda heyecan ama en çok da karmaşık duygular vardı içimde.
Osman, gözlerini bir an bile yoldan ayırmadan, hafifçe omuz silkti. "Eğer kriz geçireceksen, şimdi geçirebilirsin. Mete'nin karşısında kriz geçirirsen, Mete de seninle birlikte bayılır artık." diye gülümsedi.
Bütün bu söyledikleri, kafamı karıştırmıştı. Düşüncelerim bir anda birbirine girdi.
Cemile, "Bunun sürpriz olması gerekiyordu bence, Osman." diye çemkirdiğinde Cemile'ye baktım. Cemile, yüzümün düştüğünü gördüğünde omuzlarını düşürdü.
"Gülüm, o kadının söylediklerini umursama. Belki de böylesi daha hayırlıdır." dediğinde gözlerimi kırpıştırıp cama baktım.
"Neyse, Mehir isteme sırası bende."
Osman, cümlesini tamamladıktan sonra Deniz ile birlikte güldüklerinde istemsizce tebessüm ettim. Ben, Mete'den gelen her şeyi kabul ederdim ama ya o kadın bir daha bana aynı şeyleri söylerse?
O zaman kendimi nasıl toparlardım?
Düşüncelerime karışıp kaybolan tebessüm, bizi askeriyenin önüne bıraktığında arabadan inip kapıya doğru yaklaştım. Karşımdan bana doğru gelen Suzan binbaşıyı gördüğümde kaşlarım çatıldı.
Yavşak karı.
Bakışlarım elindeki kolisine kaydı. "Hayırdır binbaşı, yolculuk nereye?" diye sakince fısıldadığımda bir şey söylemeden yanımdan geçip gitti. Arkama dönüp ona baktığımda Osman, omzuna sertçe çarpıp elindeki kolinin dağılmasına neden olduğunda gülümsedim.
"Çok pardon binbaşım ya görmedim." diye bir açıklama yaptığında Suzan binbaşının ağladığını gördüm. "Binbaşı değilim artık, istifa ettim." dedi, bana bakarak. Gülümsedim ve kaşlarımı yukarıya çektim. Osman, koşarak yanıma gelip bana baktı ve kafasını salladı. Aynı anda Suzan'a bakıp nah yapar gibi el hareketi çektik. Elimi hoşt çakal dercesine sallarken bağırdım.
"YAR SAÇLARIN LÜLE LÜLE. BİNBAŞI SANA GÜLE GÜLE!"
Suzan'ın gözlerinde bir anlık öfke ve şaşkınlık belirdi ama ben gözlerimi ondan ayırmadan devam ettim. Osman'ın yaptığı hareket, daha önce bildiğim, tanıdık bir rahatlıkla yapılmış bir şaka gibiydi.
Suzan, ayaklarını yere vura vura arabasına ilerlediğinde içimdeki rahatlıkla nefes bıraktım.
"Gençleştim resmen, bu kadar mı fark eder?" diye gülerek arkama döndüm. Dört kişi Caner'in odasına gittiğimizde Mete'nin bakışları hızla üzerimi taradı. Gülümseyerek ona baktığımda omuzları yükselip alçaldı.
"Kubilay, Kubilay, Kubilay!"
Deniz, bağırarak elindeki telefonu Kubilay'a gösterdi. Osman, hızla öne atılacağı vakit Deniz, eliyle Osman'ı durdurdu.
"Durmazsan sırrını söylerim." dediğinde Osman, bana baktı. "Videomuzu çekti."
Dehşetle Deniz'e baktığımda gözlerimi kısıp öne atladım.
"YAR SAÇLARIN LÜLE LÜLE! BİNBAŞI SANA GÜLE GÜLE!"
"Eyşan'ın sesi mi o?" diye soran ve anında gülmeye başlayan Alev'e duraksayıp baktım. Alev, ellerini kollarımın yanına koyup sarstı.
"Ne olur bana da yap. Ne olur bir kere daha yapın!" diye bağırdığında gözlerimi devirip Osman'a baktım.
"Ne oluyor ya? Ben hiçbir şey anlamadım?" diye soran Kubilay'a, Deniz gülümseyerek cevap verdi.
"Azarlı azdı ve binbaşılığı bıraktı." dediğinde gözlerimi irileştirdim. "Deniz." deyip gözlerimi kıstığımda Deniz, bıyık altından gülmeye devam etti.
Alev, koluma dokunup "Azarlı kim be?" diye sorduğunda yüzümü buruşturdum. "Suzan Lazarlı, binbaşı olan."
"Eski binbaşı, Eyşan." diyen Osman'a baktığımda gülerek kafasını salladı. Gülümseyerek kaşlarımı kaldırdım. Alev, kollarımı bir kez daha sarstığında kollarını ittirdim. "Ya öff!" deyip kahkaha attım. "Zorlama, yapmayacağım ya."
Deniz, boğazını temizleyip ayağa kalktı.
"Hemen olayı anlatıyorum. Kalk Kubilay."
Deniz, Kubilay'ı önüne alıp kucağına da kenardaki yastığı koydu.
"Şimdi ben Osman'ım, Kubilay sende Lazarlı'sın." dedi ve kahkaha attı. Kahkaha attığımda Osman, omzuma kolunu attı. Deniz, bize dönüp işaret parmağıyla dudağını örttü. Çok beklemeden birkaç adım geri gitti ve Kubilay'a doğru yürüyüp sertçe omzunu vurdu.
"Osman abi, Lazarlı'nın omzuna bir omuz attı var ya! Kadın elindeki kutuyu laps diye düşürdü. Ondan sonra Osman abi -Deniz sesini kalınlaştırdı- "Çok pardon binbaşım ya görmedim."
Çıkarttığı kalın ses tonuyla yeniden gülmeye başladığımda herkesin bakışlarını üzerimde hissediyordum. Kafamı iki yana sallayarak Deniz'i izlemeye devam ettim.
"Ardından Lazarlı'da -Deniz yine sesini değiştirecekmiş gibi gerindi- "Binbaşı değilim artık, istifa ettim."
Ağzımda su varmış gibi püskürttüm gülmeye devam ettim. Odadan yükselen kahkaha seslerini duyabiliyordum ama şu an Mete'ye hiç bakmak istemiyordum. Çünkü sanki onun pek de gülmediğini hissediyordum.
"Bomba geliyor hazır mısınız?" diye söylediğinde Deniz bize baktı. Bize doğru koşup Osman'ın yanına geçti.
"Osman abiyi Eyşan olarak düşünün tamam mı? Birbirlerine baktılar Osman abi kafasını salladı. Sonra nah çeker gibi el salladılar."
Osman, Deniz'in eline vurup bana baktı ve gülerek kafasını salladı. Aynı anda yerdeki Kubilay'a bakıp nah yapar gibi el hareketi çektik.
"YAR SAÇLARIN LÜLE LÜLE. BİNBAŞI SANA GÜLE GÜLE!"
Odada olan herkesin kahkahası kulaklarıma ulaştı. Kubilay, yere devrildiğinde yere çöküp gülmeye devam ettim.
"İşicem! Güldürmeyin işicem!" diye bağırdığımda kalçamın üzerine devrildim.
"Yemin ediyorum salarım buraya!" dediğimde elimi karnıma yasladım ve başımı geriye attım. Mete'nin tebessüm eden yüzü yüzüme eğildiğinde kolları belime sarıldı.
"Kalk hadi, üşüteceksin." diyerek beni havaya kaldırmasına izin verdim. Ayaklarımın üzerine sağlamca bastığımda derin bir nefes verdi ve bakışlarını gülerek yerdeki Kubilay'a çevirdi. Yerde çırpınan Kubilay'ı gördüğümde yine Osman'a baktım. Gülerek kafamı salladığımda aynı anda kollarımızı öne uzattık.
"Hamsi koydum tavaya başladım oynamaya!"
Zihnime dağılan kahkahalarım beni bir kum saatinden geçen farklı bir zamana gönderdiğinde elimdeki sigarayı söndürüp pencereyi kapattım. Sakin adımlarla sandalyeme yerleştiğimde kollarımı göğsümde bağladım.
Suzan'ın bir anda gitmesi bana biraz şüpheli gelmişti ama bir söz vardır; 'Boku dürtme, dürtersen kokar.'
Ellerimi sandalyenin kolçağına koyup oturduğum yerde iyice yayıldım. Bakışlarım masamın üzerindeki saate çevrildiğinde 01:43 olduğunu gördüm. Daha da canım sıkılırken dudağımı büzdüm. Bu saatte kimse uyanık değildi, beni eğlendirebilecek kimse yoktu. Bakışlarım yanımda duran koli dolusu dosyaya kaydığı an öğürdüm ve gözlerimi yeniden karşımdaki boşluğa çevirdim.
Açım.
Karnımın gurultusuyla iç sesimin aynı anda beni açıkçası şaşırtmıştı. Bu saatte nereden yemek bulabilirdim ki?
Mete'yi arasana kızım. Sevgilin değil mi?
İç sesime 'Sen akıllı birine benziyorsun' bakışı atıp hızla cebimdeki telefona sarıldım. Mete'nin numarasına tıkladığımda çok geçmeden açıldı.
"Efendim?"
Efendini yesinler.
"Iğğ, ben açım."
Telefonda bir sessizlik olduğunda bir kapı kapanma sesi duydum.
"Mete." dediğimde odamın kapısı aralandı. Mete içeriye girmeden ve telefonu kapatmadan "Nasıl açsın?" diye sorduğunda koltuğu sola doğru çevirip iyice yayıldım.
"Karnım aç." dediğimde kafasını iki yana sallayıp gülümseyerek telefonu kapattı ve cebine koydu. Kulağımdaki telefonun ekranını kapatıp masanın üzerine bıraktığımda kapıyı kapatıp bana doğru yaklaştı. Tam önümde durduğunda ellerini sandalyemin kolçağına koyup yüzünü bana yaklaştırdı.
"Benim hatunum ne yemek ister?" diye sorduğunda duyduğum 'hatun' kelimesiyle biraz daha koltukta yayıldım. Mete'nin genizden bir kahkahasını duyduğumda daha çok yayıldım. Alttan bir bakış attığımda gülümsedim.
"Şebek." dediğinde gözlerimi kıstım.
"Sen bana maymun mu dedin?" dediğimde gözlerini kıstı.
"Benim maymunum."
Bacaklarımı kaldırıp bacağına sardığımda bir kez daha güldü.
"Bak maymun olduğun beni böyle sarmalamandan belli."
"Aha aha aha! Emin ol, sarmalamamı seviyorsundur?" deyip kaşlarımı yukarıya kaldırdığımda mavi gözleri irileşti ve oradaki koyulaşmayı bana sundu. Gözlerinin içinde parlayan bir yıldız oluştuğunda yutkundum. Sağ eli kolçaktan ayrılıp aralanmış kadınlığımın üzerinde bir tüy misali gezindi.
Karnımda bir sızı hissettiğimde kadınlığım kasılıp gevşediğini hissettim. Kurumuş dudaklarımı yalamamak için kendimle cebelleşirken ayağa kalkmaya çalıştım ama elleri buna izin vermedi.
"Adım kadar eminim ki şu an burası da beni sarmalatmanı istiyor." diye fısıldadığında gözlerimi kırpıştırdım. "Yoo." deyip ayağa kalktığımda hızla kalçamı masaya yaslayıp ne olduğunu anlayamadan elini pantolonumun içinden iç çamaşırıma soktu.
Dudaklarımın arasından bir "Siktir." tüydü.
Mete'nin gözleri benim gözlerime takılırken gözleri kısıldı.
"Bu kadar ıslanacağını bilmiyordum." deyip elini çıkarttı ve işaret parmağını gözümün içine baka baka yaladı. Aralı kalmış dudaklarıma bakıp baş parmağıyla çenemi ittirdi. Elleri belime sarıldı ve beni sertçe kendine çekti. Başım onu görmem için biraz geri yaslanırken karnıma değen aletini hissedebiliyordum.
"Önce senin karnını doyuralım, sonra benimkini." deyip bedenini bedenimden uzaklaştırdı ve elimi tutup çekiştirmeye başladı.
🕊️
"Gerçekten burası mı aşkım ya?"
Elimdeki tantuniyi gömerken arkamdaki bağıran kıza gözlerimi devirdim. Ne güzel mis gibi tantuni, daha Allah'tan cezanı mı istiyorsun yelloz!
Bakışlarımı Mete'ye çevirdiğimde ayranından bir yudum alıp bana baktı.
"Beğendin mi?"
Ağzımdaki lokmayı yutup dudağımı yaladım.
"Muhteşem, çok acıkmışım." deyip bir ısırık aldığımda bakışları tantuniye kaydı. Gülümseyerek kafasını eğip derin bir nefes bıraktı ve kendi tantunisinden küçük bir ısırık alıp bakışlarını kaçırdı. Bu şimdi niye benim tantunime bakarak iç çekti?
Sence? Elindeki neye benziyor? Yar-
Ağzımdaki lokma boğazıma takıldığında elimi boğazıma götürdüm. Mete, gülmemek için dudağını dişlediğinde elinin tersiyle bana ayranımı ittirdi. Kulaklarının kızardığını fark ettiğimde gözlerimi kısıp boğazımı temizledim ve ayranımdan bir yudum aldım.
Sapık herif.
Gerçi sende haklısın. Görmeyle olmuyor bu işler.
İç sesime uçarak tekme sallayıp elimdeki tantuniyi sertçe ısırdım ve büyük bir lokma alıp Mete'ye baktım. Gözleri korkuyla büyüdüğünde hızla kafasını eğdi ve yemeğini yemeye devam etti. Bir süre sonra o tantunisini bitirdiğinde bende son lokmamı bitirip ellerimi karnıma koydum.
Mete, gülerek bana baktığında gülümsedim.
"Doydum, kesene bereket."
Gülüşü biraz daha büyüdü.
"Afiyet, bal, şeker."
"Olsun." dedim.
"Olsun." dedi ve ayağa kalkıp elini bana uzattı. "Hadi gidelim artık." deyip beni araca çekiştirdiğinde hızla adımlarına ayak uydurdum. Kaputun önünden ayrıldığımızda arabaya binip emniyet kemerimi bağladım. Sürücü koltuğuna yerleşip aracı çalıştırdığında bakışlarım yüzünde dolandı.
"Nereye gideceğiz?" diye sorduğumda bana döndü ve elimi alıp yanağına götürdü. Gülümsediğim sırada "Nereye gitmek istersin?" diye sorguladı. Düşünürcesine gözlerimi sağa doğru kaçırdığımda gözlerimi kıstım.
"Bu saatte hiçbir yer açık değil ki?" deyip ona döndüğümde gülümsedi ve elimi kucağıma geri bırakıp vitesi geri taktı. Sorgulamadan bakışlarımı yola çevirdim. Çok geçmeden Poligon Dünyası yazan alana geldiğimizde gözlerimi devirdim.
"Gerçekten burası mı Mete ya?" diye sorguladığımda sağ elini kalbine götürdü.
"Bir an oradaki kız gibi 'Gerçekten burası mı aşkım ya?' diyeceğini sandım, çok korktum Eyşan." dediğinde yüzümü buruşturup ağlamaklı bir ses çıkarttım.
"Ya askeriz biz, ne işimiz var bizim poligonda?" diye sitemle sorguladığımda işaret parmağını burnuma sürtüp kapıyı gösterdi.
"İn hadi, çok konuşma."
Üfleyerek kapıyı açtım ve arabadan inip kapıyı kapattım. Elini bana uzattığında tutup binaya girdik. İçeri adım attığımızda soğuk metal ve taş duvarlar arasında yankılanan her adımımızın yankısı, ortamın soğukluğunu bir kez daha hissettirdi.
Bir masanın yanında duran görevli ayağa kalktığında Mete'ye bakıp gülümsedi.
"Hoş geldin devrem."
Şaşırırcasına Mete'ye baktığımda Mete'de karşımdaki adama gülümsedi.
"Hoş bulduk. Müsait değil mi?"
Adam kafasını salladığında Mete, elimi sıkıca tutup yeniden yürütmeye başladığında derin bir iç çektim. Ben askerdim ya! Ben bordo bereliyim diye bağırmak istiyorum şu an!
"Mete, biz bordo bereliyiz, bunu biliyorsun değil mi?" diye sorguladığımda sadece gülümsedi ve önündeki kapıyı açıp bana baktı.
"Geç bakalım bordo bereli."
Gözlerimi devirip içeriye girdiğimde gördüğüm salon dudaklarımın aralanmasına neden oldu. Burası daha önce gittiğim poligonlardan çok farklıydı. Her yerde mankenler vardı ve uzunca bir atış pisti vardı. Mete'nin parmaklarını çenemde hissettiğimde dudaklarım kapandı.
"Ne oldu şaşırdın, bordo bere?" dedi ve elimi bırakıp atış pistine doğru ilerledi. Silahların olduğu bölgenin önünde durduğunda bakışlarımı silahlarda gezdirdim.
"Bunlar, çok güzel Mete!" diye hafifçe bağırdığımda genizden bir kahkaha bıraktı.
"Bordo bereli olduğundan emin misin sen?" dediğinde tek kaşımı kaldırıp ona baktım. Elim silahlara bakmadan, onlara dokunmadan üzerinde gezindi ve bir anda aşağıya indi. Kabzayı kavrayıp Mete'ye bakarken gözlerimi kıstım.
"Sig Sauer P226, 9 mm, 15 mermi." dediğimde bakışlarını silaha çevirdi ve kafasını salladı.
"Güzel." deyip güldüğünde gülerek bakışlarımı indirdim. "Ama yanlış, Glock 17."
Gülümsemem tuzla buz olduğunda utanarak elimdeki silahı yavaşça yerine bıraktım. Mete'nin kahkahası kulaklarıma dolarken dişlerimi sıktım.
"Ben gidiyorum ya!" deyip arkama döndüğümde hızla ellerini karnıma yasladı ve sertçe beni göğsüne yasladı. Kahkahası salonda yankılanmıştı.
"Utandın mı sen?" diye sorduğunda dirseğimi karnına vuracaktım ki hızla geri çekildi. Üfleyerek Glock 17'yi elime aldım ve şarjörünü kontrol edip atış pistine yürüdüm. Ayaklarımı omuz hizasında açıp gez, göz, arpacık bakışı attım.
Mete'nin ellerinin belime uzandığını hissettiğimde bir an durakladım. Bedenimdeki her sinir uçları ona tepki veriyordu ama sakin kalmaya çalıştım. Silahın soğuk metali avucumda, her şeyin ötesinde bir noktaya odaklanmamı sağlıyordu. Atış yapmam gerekiyordu, bunun dışında her şey önemsizdi.
"Ellerini çeker misin?" diye sordum, sesimde gizlenmiş bir sertlik vardı. Ellerini çekmesine rağmen Mete'nin sessizce arkamda durduğunu biliyordum. O, her zaman oradaydı ama şu an, sadece hedefe odaklanmak istiyordum.
Silahı hedefe doğrultarak tetiği çektim. İlk atış, her zaman olduğu gibi keskin bir yankı bırakırken, içimdeki her duyguyu biraz daha susturdu. İkinci atışımı yaparken, bir anlığına Mete'nin bakışlarını hissettim.
"Hedef diye kafanı nişan almamı istemiyorsan geri bas Mete." dedim ama bu sefer gülümsemedim. Atışlarım, hedefe saplanırken onun biraz daha gülümsediğini hissedebiliyordum. Her mermiyle biraz daha içime çekildim, biraz daha izole oldum.
Mete'nin göğsü sırtıma yaslandığında, nefesimi tutarak bir an durakladım. İçimdeki her hücre ona karşı koymaya çalışıyordu, ama o, her zaman olduğu gibi beni etkisi altına almayı başarıyordu. Ellerinin arkamda, belimde hissettiği her an, bedenimi sarmaya başlıyordu. Gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım ama bu, gerilimden kaçmak değildi. İstediğim tek şey o anı içimde hissetmekti.
Kalçama değen sertliğine inat üst üstüne sağlam atışlar yaptım.
"Güzel atışlar, bordo bereli," diye fısıldadı, sesi kulaklarımda yankı yaparken, parmakları sırtımda bir yol çiziyordu. Yavaşça başımı çevirdim, gözlerimiz karşılaştığında, her şeyin ötesinde sadece ikimizin olduğu bir an var gibiydi.
Dudaklarımın hemen önünde, onun sıcak nefesini hissettim. Sadece bir adım daha atsa, her şey değişecekti ama ben, bu gerilimi daha fazla uzatmak istiyordum. Yavaşça silahı tuttum, elimi titretmeden, baş parmağımın üst kısmıyla tetik üzerinde gezindim. Ona bakarak bir atış daha yaptığımda hedefe alttan bir bakış attı.
"Odak kaybetmiyorsun, güzel" diye fısıldadığında attığımı gözlerindeki şaşkınlık kırıntılarından anlayabilmiştim.
"O yüzden biraz daha yaklaşırsan, silahı bırakıp seni hemen buraya düşürebilirim, Mete." dedim ama sesimdeki tehdit yerine, belki de bir çağrı vardı. Bir an gözlerinde, bu teklifi kabul etmeye hazır olduğunu gördüm. Gözlerindeki karanlık, o kadar tanıdık ki, her an patlamak üzereydi.
Kalçamı kalçasına yaslayıp geriye doğru ittirdiğimde gülerek geriledi ve boynunu kütletti.
"Canın oyun mu istiyor, Eyşan?" diye sorguladığında kafamı iki yana sallayıp elimdeki silahın güvenliğini kapatıp bıraktım. Kalçamı masaya yaslayıp oturduğumda kenardan bir silah aldı ve bana doğru yürüdü. Tam önümde durup horozu indirdiğinde hızla bacaklarımı beline yasladım. Bana daha da çok yaklaştığında yüzü ifadesizliğe büründü ve silahı kenardan yükseltip arkamdaki hedefe çevirdi.
Kolları kafamın iki yanından öne uzandığında kaslı pazıları kulaklarıma baskı yaptı.
Ardı arkasına atışlar yapmaya başladığında bakışlarım kasıklarına devrildi. Elimi kaldırıp hafifçe pantolonun önüne dokunduğumda elindeki silahı düşürdü. Ne olduğunu anlayamadan parmakları saçlarıma daldı ve yüzüne bakmaya zorladı. Şaşkınlık ile karışık hazzı gözlerinden okunuyordu.
"Ne yapıyorsun Eyşan?" diye şaşkınca sordu.
Sahte bir şaşkınlığa büründüm.
"Hiçbir şey."
Kaşlarını çatıp eliyle önünü gösterdi.
"Önüme dokundun, silahımı düşürmeme sebep oldun." diye fısıldadığında elimi kalbime götürdüm.
"Teessüf ederim, ben hiç, öyle bir şey yapar mıyım?" deyip güldüğümde alt dudağını dişlerinin arasına alıp gözlerini gözlerimde gezdirdi.
"Azdırdın beni farkında mısın? Bana silahımı düşürttüğün ikinci seferin."
Mete'nin itirafı, içimde bir kıvılcım gibi yanmaya başladı. Kasıklarımda beliren o sızı, kısa bir süreliğine her şeyi unutmama sebep oldu. Bir an için nefesimi tuttum, gözlerimi devirdim ve çenemi dikleştirerek bakışlarımı ondan kaçırdım. Derin bir iç çekerek, kendimi toparlamaya çalıştım.
"Bordo bereli olduğuna emin misin?" dedim, sesim biraz daha sert çıkarken, gözlerim ona odaklandı. "Çünkü sen beni azdırdığında, ben sana bakarak atış yapmıştım," diye ekledim.
Mete'nin burun delikleri genişledi ve soluğu hızla artmaya başladı. Gözlerinin mavisi, önceki sakin halinden hızla lacivert tonlarına devriliyordu. İçindeki gerilim, her geçen saniye daha da derinleşiyordu.
Mekânın havası, bedenimizdeki bu karşılıklı gerilimle daha da yoğunlaşırken, gözlerimdeki sert bakışlar ve sesimdeki sert ton, onu ne kadar etkilediğini gösteriyordu. Her şeyin bir sınırı vardı ve biz, ikimiz de o sınırda dans ediyorduk.
Saçımı tutan eli biraz daha sırtıma kaydığında, boynum ona doğru açıldı. Mete'nin aralı dudaklarından boynuma düşen her nefes, içimdeki duyguları daha da yoğunlaştırıyordu. Bir an, boynumun hassasiyetini hissederek, her nefeste yutkunma isteğim arttı. Her nefes, vücudumu sarmalayan bir kıvılcım gibi yayıldı.
Burnunu çeneme sürttüğünde yutkundum.
Yutkunma sesimi işittiği gibi benden geri çekilip elimi tuttu ve beni masadan indirip çıkışa doğru çekiştirdi. Bakışlarım masaya kayarken orada kimsenin olmadığını fark ettim. Mete, aracın yanına vardığımızda beni hızla ön koltuğa fırlatırcasına bindirdi ve koşarak şoför koltuğuna geçti. Tam sakin olmasını söyleyecekken haz dolu bakışını bana çevirdi.
"Sus, yoksa arabayı çalıştırmadan üzerine atlayacağım."
Aferim Eyşo. Adamı çok büyük azdırdı-
Sussana sen!
Araba öne atıldığında hızla kemere yapıştım. Bakışlarım göz ucuyla ibreye takıldığında zorlandığını gördüm. Acaba kaçsam mı? Ehe.
Mete'ye bakıp "Çok hızlı gidiyoruz?" dediğimde parmakları direksiyonu biraz daha kavradı ve beyazlaştı. Susup bakışlarımı kaçırdığımda yanağımın içini dişledim. Açıkçası bende istiyordum ama şu an biraz tırsıyordum.
Kendim ettim, kendim buldum. Gül gibi sararıp soldum. Eyvah, eyvah!
Dağ evine vardığımızda öyle bir fren yaptı ki tüm tozların havalandığını görebiliyordum. Kemer olmasa kesin öne uçardım. Kemerimi çözüp arabadan indiğimde koşarak evin kapısının önünde beklemeye başladım. Mete, sakin adımlarla bana bakarak cebinden anahtarı çıkarttı ve yüzüme eğilip anahtarı deliğe sokup kapıyı açtı. Bana doğru bir adım attığında geriye adımladım ve aralı kapıdan içeriye kaçtım.
"Kaç kaç, sanki yakalamayacağım ben seni!" diye bağırdığında ben, merdivenleri tırmanmaya başlamıştım. Kaçacak hiçbir yerim kalmamışçasına odaya girip üzerimdeki montu çıkarttım. Odanın kapısı açıldığında Mete, üzerindeki kabanı çıkartıp gözlerimin içine bakarak rastgele bir yere fırlattı.
Çenemi dikleştirip ellerimi üzerimdeki kazağın eteklerine götürüp bir hamlede üzerimden çıkarttım ve onun yaptığı gibi gözlerine bakarak rastgele fırlattım.
Mete, yarım ağız gülümseyerek altındaki pantolonun kemer kopçasını açtı ve bir kırbaç misali çıkartıp şaklattı. Kenara fırlattığında elimi pantolonumda bulunan ipe götürdüm, çekip düğümünü çözdüğümde Mete, bana doğru bir adım yaklaştı ve ipin ucundan tutup havaya kaldırdı.
"Ellerini uzat." dediğinde kafamı salladım.
"Ben askerim esarete gelemem." dediğimde ise yüzünü bana yaklaştırdı.
"Bende askerim ama sana esir düştüm onu ne yapacağız?" dedi. Soluklarım hızlanırken ipe bakarak yanağımın içini dişledim ve kollarımı iki yana açıp kendimi yatağa doğru bıraktım. Sırtım yatakla buluştuğunda iki kere yaylandı ve durdu. Mete, genizden bir kahkaha bıraktığında kalbimin nabzı daha da artmıştı.
Alt dudağını dişlediğinde üzerindeki kazağı ensesinden, tek hamlede çıkarttı ve fırlatıp sağ dizini kadınlığımın sınırına getirdi. Dirseklerimi yatağa bastırıp geriye doğru kaydığımda bir elini yatağa yasladı. Ben geri giderken o da avına yaklaşan bir kurt misali bana yaklaşıyordu. Başım yatak başlığında kaldığında gülümsedim ve bileklerimi Mete'ye doğru uzattım.
"Artık bende senin esirinim."
Gözlerindeki hayranlık ruhuma aktı.
Elindeki iple bileklerimi bağlayıp havaya kaldırdı ve arkamdaki demir çubuğa bağladı. Gözleri gözlerimde dolanırken yüzü çeneme doğru eğildi ve ıslak bir öpücük bıraktı.
"Bu esirime ne yapmalıyım?" diye bana sorduğunda omzumu silktim. Bakışları silktiğim omza dokunup gözlerime geri geldiğinde yarım ağız gülümsedim.
"Öpsene."
Gözleri kısıldı.
"Sen esir düştüğün herkese öpsene mi diyorsun?" diye sorduğunda gözlerimi düşünürcesine sağa yönelttim. Bir anda dudaklarımdaki baskıyla dişi dişime çarptığında inledim.
BAYLAR BAYANLAR MERDİVENDEN KAYANLAR. OKUMAK İSTEMEYENLERİ AŞAĞIYA ALIVERELİM GARİ!
(+21) ARGO, CİNSEL VB. CÜMLELER İÇERİYOR. (+21)
Dudaklarımdaki baskıya rağmen kıkırdadığımda hızla geri çekildi ve alt dudağını dişledi. Gözleri başımın üzerinde bağlı ellerimden inip kalkan göğüslerime kadar gezindi. Bakışlarının değdiği her noktada soluklarının arttığını fark edebiliyordum. Dudaklarını yalayıp çenesini dudaklarıma sürttü ve yerine dudaklarını bırakıp öpmeden sürtmeye başladı. Elleri kesinlikle bedenime değmiyor ve yataktaki nevresimi sıkıyordu. Kolları o kadar gergindi ki şişen pazılarına dokunmak için bileklerimi sertçe çektim.
Dudaklarını sütyenimden taşan göğüslerimde hissettiğimde sırtımı havaya kaldırdım. Islak dokunuşlarımı karnıma büyük bir taşın yuvarlanmasına neden olduğunda elleri sütyenimin ortasında buluştu. Sertçe kavrayıp ikiye ayırdığında kahkahama engel olamadım.
Mete, burnundan sinirli bir soluk verdiğinde dilini açlıkla sağ göğsüme yapıştırarak dudaklarının arasına aldı. Isırıp çekiştirdiğinde çığlığımı engelleyemedim. Kasılıp gevşeyen bacaklarımı beline sardığımda sol eli göğsüme kapandı. Başımı geriye atarak inlediğimde bu Mete'yi çıldırtmış olacaktı ki dudakları göğsümde oyalanırken elleri pantolonumun lastiğine gitti.
Gergin, kaslı vücudunu bir anda üzerimden kaldırıp pantolonumu, iç çamaşırımla birlikte çıkartıp fırlattı ve kafasını sola doğru eğip kadınlığıma baktı. Bacaklarımı kendime doğru çekip ona atabileceğim en şehvetli bakışımı gönderdiğimde alnındaki damar gerildi.
Göz açıp kapayana kadar üzerime atılıp dudaklarıma yapıştı. Dilimi diline dokundurduğumda sağ eli göğsüme kondu. Diğer elini yanağıma koyup sıktığında dudaklarım 'o' harfini aldı. Baş parmağı, yüzük parmağı ve serçe parmağıyla yanağımı sıkmaya devam ederken; işaret ve orta parmağımı aralı ağzımdan içeriye sızdırdı. Ağzımın kenarından dökülen sıvılar inlememe sebep olduğunda parmaklarını iyice ağzımın içine soktu.
Dilimi parmaklarına sürttüğümde Mete'nin iniltisi kulaklarıma doldu.
"Ağzın parmaklarımı nasıl da güzel kavrıyor? diye mırıldandığında biraz daha içeriye gönderdi. Kusacak gibi olduğumda güldü ve gözlerini gözlerimde gezdirdi.
"Ne kadar da öpülesi, şu güzelliğe bak." deyip parmaklarını çekti ve parmaklarında tükürüklerimi dudağımın üzerine yayıp sertçe dudağıma yapıştı. Hızla ona karşılık verdiğimde bir anda geri çekildi ve kafasını iki yana salladı.
Onunla deli gibi öpüşmek istiyordum.
"Öp beni." dediğimde duymamazlıktan geldi ve gözlerimin içine bakarak ayak bileklerimden tutup bacaklarımı iyice ayırdı. Geriye doğru gittiğinde gözleri kadınlığımın çıplaklığında gezindi. Şişen pazıları bacağıma sarmaşık misali sardığında yüzü vajinamın önünde bekledi.
"Ne kadar da şanssızsın. Böylesine güzel bir görüntüyü göremiyorsun." dedi ve gözlerini bana çevirdi. Koyu mavileri, loş ışığın altında bir fener gibiydi. "Bu gece amınla öpüşeceğim." deyip boylu boyunca kadınlığımı yaladığında dizlerimin titremesini hissettim. Kasılarak kalçalarımı ona ittiğimde bir şaplak attı ve emerek vajinamın dudaklarında gezinmeye başladı.
"Ah!" diye bağırdığımda dilinin her darbesi başımı döndürmüştü. Bileklerimdeki iple ellerimi öne çekiştirdiğimde dişlerimi sıktım. Burnundan bir nefes verip dilini, deliğime soktuğunda "Mete!" diye bağırdım.
Kalçalarıma parmaklarını bastırarak "Hmm." diye inlemesi gözlerimin kaymasına neden olduğunda bileğimdeki iplere parmaklarımı geçirdim. Ona dokunmak istiyordum. Çırpındığım sıra, kalçalarımı daha sıkı kavradı ve yüzünü daha da vajinama gömdü. Öpüyor, çekiştiriyor ve beni tüketiyordu. Kasıklarıma batan kramplar ağzımın kurumasına neden oluyordu.
"Öp beni!" diye tısladığımda genizden gülerek dilini klitorisime sürükledi. Yuvarlak çizdiğinde kasılarak ayak parmaklarımı kıvırdım.
"Öpüyorum zaten Tarumar." deyip daha da sert bir şekilde vajinama dil darbesi atmaya başladığında kalçamı kaldırabildiğim kadar kaldırdım ve ağzına ittim. Mete'nin genzinden nefesini ve inlemelerini deliğimin içinde hissettiğimde başımı geriye atıp çığlık attım.
"Yediğim en güzel tatlı."
Kasıklarımda bir damarın koptuğunu hissettiğimde kasılmama engel olamadım.
"Siktir!" diye dişlerimi sıkıp kalçamı kaçırmaya çalıştım ama Mete, buna izin vermedi.
"Ak ağzıma." diye inlediğinde sızıntı Mete'nin dudaklarının arasına doldu. Mete, emerek orada kalmaya devam ettiğinde gözlerimin geriye gittiğini hissettim.
"Sikeyim Eyşan. Bu tadın beni öldürecek." deyip üzerime, dudaklarıma doğru eğildi. Sertçe dudaklarıma gömüldüğünde ağzımın içinde kendi tadımı aldım. Dudaklarımın kuruluğu onun nemiyle ıslanırken bileklerimi çekiştirdim.
"Çöz beni."
Mete, yine duymamazlıktan gelerek altındaki pantolonu, iç çamaşırıyla çıkartıp kenara fırlattı. Önünde büyümüş erkekliği ile vajinamın kasılıp gevşediğini hissettim. Üzerime geri çıkıp erkekliğini vajinamın üzerinde boylu boyunca bıraktı.
"Beni kalpten götüreceksin. Nasıl da sikimi içine almak için kasılıyorsun öyle!" dedi ve burnundan sertçe soluyup ellerini göğsüme koyduğunda bakışlarım aramızdaki o görüntüye kaydı. Kalçasını ileri geri yapıyor, erkekliği içime girmiyor yalnızca vajinama sürtüyordu. Sularıma bulanan sertliği inlememe neden olmuştu. Erkekliğini saran sarmaşık misali damarlar çok iriydi.
"Su ıslaklığa bak! Boşalmış olmana rağmen her seferinde nasıl bu kadar ıslanıyorsun amına koyayım! Sikeceğim." deyip belimden tutup beni yüz üstü çevirdi ve kalçalarımı havaya kaldırdı. Dilini kadınlığımda hissettiğimde bileklerime bağlı ipleri sıktım.
"Mete, içime gir, artık!" diye soluğumda kadınlığıma doğru inledi.
"Duyamadım, bir daha söyle?" dediğinde gözlerim karardı. Parmaklarını içimde hissettiğimde ikimizden de güçlü bir inleme koptu. "Lanet sıkılığını sikeyim!" Bir eliyle saçlarımı tutup sırtıma doğru eğdiğinde yüzüm yastıktan yükselirken belim daha da kavislenerek kalçalarımı yukarıya kalktı. Dudaklarımı aldığım hazla aralarken "Parmak değil!" diye çığlık atıp kalçamı ona sürttüm.
Çıplak, terli göğsü benim terli sırtıma yaslandığında yandan yüzüme eğildi. Saçımdaki eli boynuma kaydı ve yüzümü çevirip ona bakmamı sağladı. Alt dudağını dişlerinin arasına alıp hafifçe ezdi. Koyulaşan bakışları, sessiz bir arzunun kıvılcımlarını çakıyordu. Mavi artık deniz değil, geceydi.
"Seni sikmemi mi istiyorsun?" diye fısıldadığında içimdeki parmaklarını daha da hızlandırdı. Gözlerini kıstığında "Evet, sertçe." dediğim an parmaklarını çıkarttı ve erkekliğini sürtüp sertçe içime kaydı. Çığlık atacağım sırada dudaklarıma yapıştığında dilini inleyerek damağımda, dişlerimde, dudaklarımın kenarlarında hunharca gezdirdi. İçimdeki erkekliğini dipte hissediyordum. Kasıkları tenime her çarpışında biraz daha hızlanıyor ve gözlerimin kapanmasına neden oluyordu.
"Şu sıkılığa bak! Parçalatacaksın kendini bana, kasma!" diye inlemeyle karışıp zorlukla bağırdığında üzerime ağırlığını bıraktı ve her vuruşta biraz daha içime gömülmeye başladı.
"Sana doy...ahh..."
Karşılık olarak yalvaran bir tonla "Sana dokunmak istiyorum." diye fısıldadığımda bir anda bileklerim serbest kaldı. Beni sırt üstü yatırıp bacaklarımı beline doladığında ellerimi muhtaçmışçasına üzerinde gezdirdim. Tırnaklarımı sertçe kaslarına batırdığımda bacaklarımı kendime doğru çektim. Sağ elinin işaret ve orta parmağını ağzıma bıraktı. Sertçe girip çıkmaya başladığında dilimi parmaklarında gezdirdim. İnlemelerimiz beynimin içinde yankılanıyordu.
"Ahh amına koyayım.. ah!"
Kükremesi ile içimden kopan çığlık ona doğru sürüklendi. Parmakları, dudaklarımın arasından göğsümün ortasına kaydığında parmaklarına bürülü tükürüklerim tenimin çekilmesine neden oluyordu. Sağ elimi yanağına götürüp sol elimi ensesine yasladım ve dudaklarıma çektim.
Hırçınca öpüşmeye başladığımızda ne ben onun hızına ne de o benim hızıma yetişebiliyordu. İçimdeki erkekliğinin duvarlarıma sürterek daha da şiştiğini hissettim. Dudaklarımın içine güçlüce kükredi. İçime aktığını hissettiğimde benimde kasıklarımda biriken sıvı patladı. Beni yeniden yüz üstü yatırıp üzerime eğildi ve omzumu dişleyip kendini bana ittirdi.
"Ah!"
Aynı anda inlediğimizde bacağımdan akan karışık nemler karnımda bir sızının daha kopmasına neden oluyordu. Mete'nin elleri göğsüme yapışırken erkekliğinin kökü kalçalarıma çarpmaya başladı. Arsız sesler başımın dönmesine neden olduğunda "Siktir!" diye bağırdım. Kalçamı ağırlığına rağmen kaldırıp sıktığımda biraz daha derine indi.
"İşte böyle yavrum... ah!"
Elini yanağıma yaslayıp beni öpmeye başladığında hızla karşılık verdim. Delirmişçesine dudaklarımız birbiriyle savaşıyordu. Tükenircesine öpüşüyorduk. Mete, elini yanağımdan çekip daha da üzerime ağırlığını bıraktı ve vücudumu bedeninin arasına sıkıştırıp daha da sert vuruş yapmaya başladı.
"Ah.. evet!" diye dudaklarının içine bağırdığımda dizlerim titredi. Tamamen yatağa uzandığımda derinliklerimde daha da onu hissettim. Mete, aldığı hazla "Ahhhh!" diye inlediğinde kasıklarımda büyük bir sıvı patladı. Çok hızlanarak "Pa...ah amın...ahhh!" kükredi.
Tenlerimizdeki ıslak çarpışmalar odada yankılanırken Mete'nin ağırlığı daha bedenimi eziyordu. Karşılıklı olarak çığlık attığımda yatak başlığı ritmik bir şekilde her darbede duvara çarptı. Kasıklarımdaki sıvının artık geleceğini anladığımda "Ah! Ah! Ah!" diye inledim.
"Ah! Sik... ahhhh!"
Duvarlarıma çarpan kalp atışı misali sıvıları hissettiğimde benimkilerde ona karışmıştı. İçimden çıkmış iç bacağımda seğiren erkekliği başımın dönmesine neden olurken vücudumuzdaki titremeler yine gülmeme neden olmuştu. Mete, üzerimde nefes nefese kalırken dudaklarını omzuma yasladı.
BURADAN DEVAM EDEBİLİRSİNİZ!
Kahkahalarım dudaklarımdan dökülürken, Mete'nin nemli buseleri çıplak omzumda yankılanan bir yankı gibiydi; ikimizden başka kimsenin olmadığı bu anda zaman durmuştu. Ağırca üzerimden kalktığında, sağ elini dizlerimin altına yerleştirip sırtımı hafifçe yükseltti. Beni kucağına aldığında başımı boynuna yasladım; nefesi tenimde bir sıcaklık izi bırakıyordu. Sessizce odanın içindeki banyoya girdi ve küvetin içine dikkatlice bıraktı beni.
Kenardaki tıpayı alıp gideri kapattığında sıcak su musluğunu açtı. Ilık su ayaklarıma değmeye başladığında ona baktım ama Mete'nin gözleri sadece akan suya kilitlenmişti. Yüzü ifadesizdi ama o ifade bile kendine özgü bir anlam taşıyordu.
Su giderek yükselirken bacaklarımı kendime çekip çenemi dizlerime yasladım. Mavi, donuk bakışları suda sabitlenmişti. Hiçbir şey söylemeden musluğa uzandı ve suyu kapattı. Sonra, bir an bile tereddüt etmeden küvetin içine girdi ve beni nazikçe kucağına çekti.
Sırtımı göğsüne yasladığımda, kalp atışlarını tenimde hissettim. Ritim, sakin ama güçlüydü; her atış, sessiz bir söz gibi ruhumu sarıyordu. Gözlerimi kapatıp bir anlığına bu ritimle bütünleştim. Başımı geri atıp omzuna yasladığımda ellerim suyun yüzeyinde kayıp küvetin kenarına yerleşti.
"Sessizleştin?"
Sesim, banyonun sessizliğini delip geçen bir yankı gibi banyonun duvarlarında gezindi. Kelimeler ağırdı, bir gerçeği sorguluyor ya da saklı bir duyguyu ortaya çıkarıyormuş gibiydi. Sorunun ağırlığı, üzerimize bir bulut gibi çöktü.
Mete'nin kolları karnımda bir an sıkılaştı. Hafif bir nefes verdi ama cevap vermedi. Yüzümü hafifçe yukarı kaldırıp ona bakmak istedim; oysa gözleri hâlâ sudaki yansımasına kilitlenmiş gibiydi. Bir şey söylemesini beklerken sessizliğin bizimle konuşmasına izin verdim.
"Bu zamana kadar." Mete'nin cümlesi sanki boğazında kalan bir yumru gibiydi. Güçlükle yutkunup boğazını temizledi ve iç çekti. "Çok ölüm gördüm Eyşan ama hiçbiri beni yalvartmadı, geriye döndürmedi, bitirmedi." dediğinde yüzümü ona çevirdim.
Onun gözlerinin suda hâlâ kilitli olduğunu gördüğümde, içimde bir şeylerin koptuğunu hissettim. Her kelimesi, derinlere bastırmaya çalıştığım suçluluk duygusunu daha da açığa çıkarıyordu. Sessizlik, sözlerinin ağırlığıyla üzerimize çökmüştü.
"O ölümler, o kayıplar... Onlar benim kontrolümün dışındaydı."
O an, bakışlarını ilk kez benden yana çevirdi. Gözlerindeki o mavi renk, gözlerime bakmaya kıyamıyormuşçasına titredi. Sanki yılların yükü ve söyleyemediği onca şey bir aradaydı. "Seni kaybetmek... Seni bile bile tehlikeye atmak... Eyşan, bu beni bitirirdi."
Kelimeler yavaşça zihnimde yer etti. Gözlerim doldu ama gözyaşlarımı göstermemek için başımı eğdim. Ellerim küvetin kenarını sıkıca kavradı, oysa sanki parmaklarımın gücü yetmiyordu. Zihnim, paramparça olmuş düşüncelerin ruhuma savrulmasına izin verdiğinde kum saati kırıldı.
"O binbaşı bana-"
Mete, hızla burnunu şakağıma yasladı. "Sus."
Sırtıma çarpan kalp atışı hızlandığında kaşlarımı çatarak Mete'ye döndüm. Gözleri kapalı bir şekilde ifadesizce kaldığında sol elimi küvetin kenarından çekip yanağına koydum. Ne yani, bana ne dediğini biliyor muydu?
Kirpiklerinin arasından bir yaş süzüldüğünde alt dudağımı dişledim.
Biliyordu.
O kadının bana dediği şeyi biliyordu.
Mete'nin âdem elması sertçe yukarı aşağı oynadığında gözlerini açıp elini yanağıma koydu. Ne ara aktığını bilmediğim yanağımdaki gözyaşını silip kafasını iki yana salladı ve başını omzuna doğru eğdi. Mavi gözlerinde buruk bir kadının yansıması vardı. Kollarına alıp titremesini önlüyordu. Zihninden geçenler gözlerine yansıyordu.
"O insanların ölümüne senin kararın değil, onları öldürenlerin seçimi sebep oldu." dediğinde bakışlarını benden kaçırıp dudaklarını araladı. Titrek bir nefes aldığında yüzündeki hüzün ve buhranlı mimiği suya doğru döndü.
"Ben gördüm... ben seni gördüm. O videoyu izledim, bir an-" dedi ve dolu gözlerini bana çevirdi. Ellerini yanaklarıma koyup gözlerini kapattı ve alnını alnıma yasladı. "Bir an sadece Eyşan, orada, senin yanında bir patlama oldu. Sen o patlamadan sağ çıktın."
Hıçkırarak söylediği cümlelerle yüzümü buruşturdum. Gözlerimde biriken yaşlar artık kaçınılmazdı. Çığlıklar kulaklarımdan ruhuma akıyor ve yaralarımın üzerine basarak geçiyordu. Mete'nin hıçkırıkları ve titrek nefesi, içimdeki o derin boşluğu daha da büyütüyordu.
"Bunu neden yaptın?" diye fısıldadım. Sözlerim zar zor duyulacak kadar zayıftı. "O videoyu... Neden kendine bunu yaptın, Mete?"
Başını hafifçe geri çekti ama ellerini yanaklarımdan çekmedi. Mavi gözleri, içinde boğulacağımı hissettiğim bir okyanus gibiydi. "Çünkü senin neler yaşadığını anlamak istedim," dedi, sesi bir bıçak kadar keskin ama aynı zamanda bir fısıltı kadar yumuşaktı. "Her gece kâbus görüyorsun. Uykularında bazen uyanamadan sıçrıyorsun. İçinde tuttuğun, seni Tarumar eden o duygu beni bitiriyor Eyşan. Elimden hiçbir şey gelmiyor."
Sözleri kalbime saplanan bir ok gibiydi. Gözlerimde biriken yaşlar, artık gizlenemeyecek kadar güçlüydü. Dudaklarım titredi ama kendimi tutmaya çalıştım. "Hiçbir şey görmemen gerekiyordu," diye fısıldadım, neredeyse kendi kendime konuşur gibi. "O patlama... O insanların çığlıkları... Her şey üzerime çökerken, senin bunları bilmeni istemedim."
Mete'nin yüzü bir an kasıldı ama sonra tekrar yumuşadı. Ellerinden biri saçlarıma kaydı, parmakları dikkatlice tellerimi tarıyordu.
"Keşke yaşadığın her acıyı kendi omuzlarımda taşıyabilseydim. Senin yerine, o cehennemi ben yaşasaydım."
Bu cümle, beni tüm savunmalarımı yıkmaya zorladı. Hıçkırıklarım göğsümden patlayarak yükseldi. Kendimi Mete'nin kollarına bıraktım, ellerim göğsünü sımsıkı kavradı. "O kadar yoruldum ki, Mete. Herkesi korumaya çalışmaktan, her kararımın bedelini taşımaktan o kadar yoruldum ki..."
"Seni anlıyorum," dedi, sesi beni sarıp sarmalıyordu. "Ama artık yalnız değilsin. Bunu birlikte taşıyacağız, Eyşan. Söz veriyorum."
Başımı göğsüne yasladım, kalp atışları benimkine karışıyordu. O an, onun yanında, dünyanın tüm yükü bir anlığına hafiflemişti.
6 Mart 2022 / Şırnak
Osman Çavdar, Ağzından
Karanlık, zamanın içine kurulmuş bir yanılgıdır.
Belirsizliğin içine düşmüş düşüncelerim, gözlerimi kapattığım an ile eş değerdi. Akrep ve yelkovana sarılmış saatler, arkamızda bıraktığımız yol ile uzantısını kaybetmemişti. Göz kapaklarımın arkasındaki karanlık, tanıdığım ve kendimi güvende hissettiğim bir yerdi.
"Peki, Cemile?"
Düşüncelerim bir anda zihnimin dört bir yanını işgal etmeye başladığında derin bir nefes aldım. Zihnimdeki sorulan soruyu bir kez de kendime sormaya kalkıştım. Onun yanında kendimi güvende hissedebiliyor muydum?
"Evet." diye bir ses yükseldi ta en derinliklerimden. Karanlığın ezbere bildiğim yollarını arşınladım ve sesin kaynağına ulaştım. Ruhumda annesini kaybetmiş bir gencin varlığı beni ürkütmüyordu ama çok zorluyordu. Onunla karşı karşıya gelmek bana, annemin varlığını hatırlatıyordu.
"Osman?"
Selçuk'un sesiyle gözlerimi açtığımda ruhumdaki o beden bana sırtını çevirdi. Bakışlarımı yanımdaki bedene çevirdiğimde ellerini ceplerine sokup kaşlarını çattı.
"Sen iyi misin?" diye sorduğunda derin bir iç çektim ve oflayarak bakışlarımı kaçırdım.
"Herkes aynı soruyu soruyor ama iyi olmadığımı görüyor." deyip Selçuk'a baktım. "Neden sürekli bana bu soruyu soruyorsunuz?" diye sorguladığımda Selçuk, gülümsedi ve bedenini karşımızdaki eğitim alanına çevirdi. Koşan askerlerin üzerinde gezdirirken gülüşü ağırca soldu.
"Çünkü bana kimse sormuyor."
Selçuk'un sözleri, içimde yankılandı. Göğsümde garip bir ağırlık hissettim; sanki yıllardır sustuğum bir acının aynasıyla yüzleşiyordum. Ona bakmadan, sadece önümüzdeki eğitim alanına odaklanarak konuşmaya çalıştım.
"Kimse sormuyor çünkü kimse bilmek istemiyor, Selçuk," dedim. Sözlerim, dilimden dökülürken biraz sertti. "Herkes kendi savaşını yaşıyor. Bizim gibi insanlar... Bizim savaşımız, sessizlikte sürüyor."
O, başını hafifçe yana çevirip beni süzdü. Gözlerindeki acı, tanıdık bir melodinin ilk notaları gibiydi. "Sessizlikten bu kadar emin olma," dedi, sesi alçak ama kararlıydı. "Bazen konuşmak, nefes almak kadar hayati olabilir. Ama... her nefes aldığında daha da boğulduğunu hissediyorsan, ne yaparsın?"
Bakışlarımı ona çevirdiğimde, yüzünde görmeye alışık olmadığım bir ifade vardı. Hem kırılgan hem de yılmazdı. Selçuk, kimseye göstermediği yaralarını bana açıyordu. Ve bu beni, içten içe daha fazla kırıyordu.
"Konuşmam," dedim, itiraf eder gibi. "Konuşmak, insanları uzaklaştırır. Konuşmak, seni daha yalnız yapar."
O an, Selçuk durdu. Ellerini ceplerinden çıkarıp sıkıca yumruk yaptı ve bir adım yaklaştı. "Konuşmamak, seni daha yalnız bir insan yapar, Osman."
Sözleri, bir ok gibi zihnimi delip geçti. Cevap vermedim. Veremedim. Çünkü biliyordum, Selçuk haklıydı ama haklı olduğunu kabul etmek, bir savaşı kaybetmek gibiydi ve ben, savaş kaybetmekten nefret ediyordum.
Bir süre sessizlikte kaldık. Eğitim alanındaki askerlerin komutlara itaat ederek koşuşturması, etrafımızdaki dünyayı hareketli kılıyor ama içimdeki durgunluğu değiştirmiyordu.
Sonunda, Selçuk derin bir nefes alıp omzuma hafifçe vurdu. "Hadi," dedi. "Kendi içimizde boğulmak için fazla işimiz var."
Kaşlarımı çatıp ona baktım. Sorgulayıcı bir tavırla kafamı iki yana salladığımda gülümsedi ve boğazını temizledi.
"Cemile'yi çağır. Bana yeşil gözlü bir kadın lazım. Hazırlanıp mekâna gideceğiz." dediğinde gülerek kaşlarımı kaldırdım. "Ne?"
Selçuk, kafasını iki yana salladı ve gözlerini devirdi.
"Bir adam var, onu düşürmemiz lazım. Kendisi Kgb ajanı ve yeşil gözlü kadınlara karşı bir zaafı var. Cemile ile hep birlikte ona gideceğiz."
Selçuk, Cemile'yi bu tehlikeli işe dahil etmeyi düşünürken, bir anda içinde bir yangın gibi patlayan öfkeyi hissettim. Gözlerimi kısarak ona doğru adım attım, her kelimesiyle içimi daha da ateşle dolduruyordu.
"Ne diyorsun, Selçuk?" diye sordum, sesim titreyerek. "O bir asker değil, o savaşın kurallarıyla büyümemiş bir kadın! Onu bu çamura batırmaya hakkın yok!"
Selçuk, şaşkın bir şekilde bana bakarken, kaşlarını kaldırdı. "Sadece ajanın dikkatini çekmesini istiyorum, bu kadar basit."
"Basit mi?" dedim, sesim artık yankı yapıyordu. "Cemile, hayatında bir kez bile böyle bir şey görmedi! Ayrıca," dedim ve işaret parmağımla kendimi gösterdim. "Oradan bakınca gavata mı benziyorum?" diye bağırdığımda birkaç kişinin bana baktığını hissettim.
Selçuk'un gözlerinde belirginleşen o sinsi gülümseme, içimi daha da hırpalıyordu.
"Konu kapanmıştır, Cemile'yi çağır." dedi, hafifçe başını sallayarak.
Dişlerimi sıktım, nefesim hızlandı. Sanki her kelimeyle biraz daha sıkışıyordum. "Sana hayır diyorum, Selçuk. O, kadın, oraya, gitmeyecek!" diye tısladım ama sesimdeki titreme, öfkenin ötesinde bir kararsızlık taşıyordu. Selçuk'un soğuk, hesaplı bakışları benim için artık daha da tehlikeli hâle gelmişti. O kadar rahat, o kadar umursamazdı ki, bana söylediği her söz bir ok gibi içime saplanıyordu.
"Neden? Sonuçta bu bir vatani görev ve Cemile de bu vatanın bir parçası," dediğinde, kelimeleri içimde yankı yaparken bir an için gözlerim kararmış gibi hissettim.
Birkaç saniye sessiz kaldım, ellerimi hızla kaldırıp Selçuk'un yakalarına yapıştım. O an gözlerime baktı, gözlerimdeki öfkeyi ve kararsızlığı görmüş olmalıydı. Yüzüme yaklaşırken, titrek bir sesle ama kararlı bir şekilde söyledim.
"Selçuk, beni sınama!"
Selçuk, gözlerini devirdi ve omuzlarını silkti, sanki her şeyin farkında ama beni daha da hırpalamaya kararlıydı.
"Âşık olduğunu çok belli ediyorsun be oğlum," diye fısıldadığında, içimdeki kaynar öfke bir anda taşarak vücudumu sardı.
Bir anda kendimi kaybettim. Sertçe, onu iterek uzaklaştırdım. "Aşığım ulan! Aşığım anasını satayım! Yeter lan!" diye bağırdım. Sesim boğazımda yankı yaparak daha da yükseldi. Gözlerimdeki öfke, ağzımdan dökülen kelimelerle birleşerek Selçuk'un suratına bir darbe gibi çarptı. İçimden geçen her şey dışarı fırlamıştı, her şey ortaya dökülmüştü ama yine de Selçuk'un sakinliği, o soğuk tavrı beni daha da çileden çıkarıyordu.
Başımı eğip derin bir nefes aldım, solunumum hala hızlıydı. Yavaşça işaret parmağımı kaldırıp sertçe salladım. Gözlerim, her hareketimde ona karşı bir tehdit gibi parlıyordu.
"Bu görev olmayacak," dedim, sesim titremese de içimdeki karanlık hala sesini duyuruyordu. İçimdeki öfke, sabırla dizginlenemeyecek bir nehrin debisi gibi yükseliyordu. Adama bak ya! Çıldıracağım!
Sözlerim, içinde bulunduğum durumu daha da karmaşıklaştırırken, bedenim kendiliğinden hareket etmeye başladı. Arkamı dönüp öfkeyle adımlarımı sertçe atarken, gözlerim birden ona takıldı. Cemile, tam önümde, şaşkın bir ifadeyle bana bakıyordu. Yüzündeki o ifade, bir anda içimi eriten bir sıcaklık gibi yayıldı. O an, zaman bir saniye bile durdu. Her şey silikleşti. Kafamda sadece o vardı.
Dişlerimi sıktım. Öfkem, canımı yakacak kadar derindi. Onu görmem, her şeyin anahtarıydı ve bu anı yönetmek, kontrol altına almak çok zordu. Hızla ona doğru yürüdüm, kolundan çekerek hızla malzeme odasına soktum. Odaya girdiğimizde, kapıyı kapatırken nefesim hızla tıkanmıştı. İçimdeki duygular öyle birikti ki, bu kadarını bile kontrol edemiyordum. O an yalnızca ona ne hissettiğimi dile getirebilirdim.
Cemile, büyümüş yeşilleriyle bana bakarken kaşlarımı çattım.
"Evet, aşığım sana! Gülüşünle beni mahvediyorsun! O bakışların, zebercedi andıran o derin gözlerin, bir an bile zihnimden silinmiyor!" dedim, sinirle. "Her geçen saniye, her geçen dakika, içimde büyüyen bir ateşe dönüşüyorsun."
Sözlerim havada asılı kalırken, içimdeki bu delikanlı isyan, bedenimdeki her kası zorlayarak daha da belirginleşiyordu. Artık kendimi tutamıyordum. Gözlerim onunkilere saplanmış, bir adım daha atmaya zorlanıyordum. Kollarım, ona doğru yönelirken kendiliğinden onu sardı. Ne kadar direnmeye çalışsam da her hücrem onu istemekle doluyordu.
Gözleri şaşkınca kapanıp aralandığında dudaklarımı aralayıp sertçe dudaklarına yapıştım. İçimde patlayan bir volkan gibi arzularımın, öfkemin, her hissettiğim duygunun birleştiği o anı yaşadım. Kollarım onu sıkıca kavradı ve ikimizin ruhu, sanki her şeyin dışında, yalnızca birbirine aitmiş gibi kayboldu.
6 Mart 2022 / Şırnak
Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından
Her canlı, doğduğu andan itibaren ona biçilmiş kader ile yaşamaya başlar. Ne olacağını bilemez ama yaptığı her seçim, belki de değiştirdiğini sandığı anları oluşturur.
Ayaklarımdaki postalların sert sesi, ilk defa bana yabancı gelen bir alanın içinde yankılanıyordu. Bana bakan bakışlar, değişik bir şekilde kendimi buraya ait olmadığımı hissettiriyordu. Bakışlarım kahverengi bir kapının yanındaki isme çevrildiğinde adımlarımı duraklattım. Üzerimi düzeltip elimi kaldırdım ve iki kere vurup içeriye girdim.
Masanın arkasındaki sandalyede oturan adam benim geldiğimi gördüğünde gülümsedi ve ayağa kalkıp ellerini masanın üzerine koydu.
"Hoş geldin Yüzbaşı. Bende seni bekliyordum." dedi ve eliyle önündeki koltuğu gösterip oturdu. İki adımda koltuğa geçip gülümsedim ve ellerimi dizlerimin üzerine yasladım.
"Kerem albayım, ilk defa kendimi bir yerde yabancı hissettim." diyerek söze başladığımda kahkaha attı ve sol elini masasının üzerindeki uçak maketine götürüp okşadı.
"Bize de yeryüzü yabancı gelir, yüzbaşı. Gökyüzünde olmayı tercih ederiz." dediğinde dizlerimi sıvazladım ve gülüşümü yavaşça dağıttım.
"Konuyu biliyorsunuz ve bence Alev'i artık bir sınava tabii tutma zamanı geldi." diye söylendiğim sıra, elini maketten çekti ve ellerini masanın üzerinde birbirine kenetledi.
"Bende ondan dolayı seni üssümüze davet ettim Asena yüzbaşı. Alev ile birlikteliğiniz ne kadar az olsa da senelere dayanıyor. Gerek hava gerek ise kara destekleri ile hiç kopmayan bağınız, sizleri güçlü kıldı. Hiçbir rütbeli kara kuvvetleri askeri, şu zamana kadar karşıma geçip, benim Harbiyelimi, bana karşı korumamıştı. Bu yolda bende sizinleyim."
Kerem albayın söyledikleri kalbimin ritmini arttırırken bakışlarımı ellerime diktim. Alev ve aramdaki bağ, sadece duygusal bir yakınlık değil, aynı zamanda askeri bir stratejinin parçasıydı. Kerem albayın cümleleri, bu bağlılığın herkesin hayatını etkileyecek kadar büyük bir öneme sahip olduğunun altını çiziyordu.
Uzun zamandan beri bu anı düşünüyordum. Onun kanatlarını yeniden ona vermek istiyordum. Havadaki gücüm, yanımdaki yoldaşım olsun istiyordum.
Ben, Alev'in mutlu olmasını ve ailesine kavuşmasını istiyordum.
Alev'in sınavı, benim sadece komutan olarak değil, aynı zamanda bir dost olarak alacağım bir karar olacaktı.
"Kerem albayım," dedim, sesim hafif titreyerek ama kararlı bir şekilde, "Bu bağ sadece yıllar süren bir dostluğun sonucu değil. Alev'in gücü, onun insanlarla kurduğu bağların derinliğindendir. Bizim görevimiz, bu bağları koruyup, doğru bir şekilde yönlendirmektir."
Derin bir nefes aldım.
"Bu sınav, sadece Alev için değil, bizim için de bir dönüm noktası olacak ama eminim ki, her zaman olduğu gibi, birlikte güçlü olacağız. Güvercin Timi'nin bu sınavı izlemesini istiyorum. Alev, göklerde bizim için uçarken Güvercin Timi daha duygulu bir şekilde kenetlenecektir."
Kerem albay gülümsedi ve ayağa kalktı. Hızla ayağa kalkıp dik durduğumda "O zaman yola çıkmaya hazır olmalısınız, yüzbaşı," dedi. "Alev'in sınavı sadece sizin değil, tüm timin sınavı olacak ve ben de sizin yanınızda olacağım."
Kafamı salladığımda eliyle kapıyı işaret etti ve kapıya yürüyüp kapıyı açtı. On dakikalık mesafe sonucu kışlaya vardığımızda Kerem albayın güldüğünü hissettim.
"Biraz önce ne hissettiğini sanırım anladım." dediğinde bakışlarım üzerindeki tulumuna kaydı. Sol kolunda yuvarlak bir cırt cırt vardı ve üzerinde büyük bir Anka Kuşu simgesi vardı. Bakışlarımı kaçırdığımda karşımda bize doğru gelen Alev'i fark ettim. Barış ile birbirlerine bakarak konuşuyorlardı. Kerem albay beni durdurup ellerini arkasında bağladı.
"Harbiyeli!" diye bağırdığında gür sesi koridora çarpıp Alev'e ulaştı. Alev, Barış'a bakarken bir anda gözlerini büyüttü ve bize doğru döndü. Gülümsediğimde koşarak yanımıza geldi ve karşımızda durup Kerem albaya baktı.
"Selamlamayı da mı unuttun, Harbiyeli!" diye gülerek bağırdığında Alev, titreyen elini güçlükle alnına yasladı. Kerem albay kahkaha atarak gözlerini kıstı.
"Git üstünü değiştir. Seni sınava götüreceğim, koş!" dediğinde Alev, elini ağırca alnından düşürüp bana baktı. Gülümseyerek kafamı eğip kaldırdığımda yüzüne kocaman bir gülümseme yerleştirdi ve yanlışlıkla Barış'a çarparak koşmaya başladı. Barış, şaşkınlık ve merak karışımı bakışlarıyla bana baktığında hızla konuştum.
"Timi topla, gidiyoruz."
"İSTİKBAL GÖKLERDEDİR."
Mustafa Kemal Atatürk
✈︎
6 Mart 2022 / Şırnak Hava Kuvvetleri Uçuş Pisti
Yazar, Ağzından
Güvercin Timi, şehri çevreleyen askeri bölgedeki piste doğru ilerlerken, herkesin yüzünde bir merak ve şaşkınlık vardı. Bir süre önce esir düşen ve ağır işkencelerden sağ kurtulmuş olan Alev, şimdi bu alanda bir sınavla karşı karşıya kalacak gibi görünüyordu. Gözlerinde hâlâ o derin acı izleri olsa da kararlı bir şekilde adımlarını atıyordu.
Pistin sonunda, Albay Kerem Yüceer ve Eyşan'ın etrafında toplanmış olan Güvercin Timi, sorularla doluydu. Hava Kuvvetleri'ne ait F-16 uçakları, alanda hareketsiz bir şekilde sıralanmıştı ve tam o sırada, Alev, gözle görünür bir hızla pistin diğer tarafından ilerlemeye başladı. Üzerinde uçuş tulumu vardı ve yüzündeki kararlılık, her adımında daha da belirginleşiyordu.
Herkes Alev'e bakarken, o bir adım daha attı ve F-16'nın yanına geldi. Alev'in gözleri, uçağın kanatlarına takıldı. Sanki bu anı çok uzun zamandır bekliyormuş gibiydi. Elini kaldırıp uçağın kanadına sürttü ve yüzündeki gülümsemeyle sol elindeki kaskı giyip merdiveni tırmandı ve kokpite oturdu. Arkasından üzerine doğru gelen cama elini uzattı. Yavaşça üzerine kapandığında bakışları sağına çevrildi.
Barış, bir adım geriden bakıyordu. İçindeki karışık duygularla boğulmuştu. Alev'in uçuşa çıktığını görmek, bir anlamda hayatını tekrar test etmesi gibiydi. Gerçekten hazır mıydı? İçinde bir şeyler ona, "Evet," diyordu ama hala kalbinin içinde, eski yaraların açılmasından korkuyordu.
Kerem albay, bir adım öne çıktı ve elini alnının yanına koyup selam verdi. Alev, elini kaskının yanına koyup selamını verdi ve iki parmağıyla önünü işaret etti. Kerem Yüceer, alnının yanındaki elini yana doğru uzattı ve geriye doğru büyük bir adım attı. Ardından hızla boynundaki kafa kulaklığı takıp Alev'e baktı.
"Uçağı öncelikle dikey kalkış yaparak havalandır. 500 metreye kadar yüksel ve sonra keskin dönüş yaparak tekrar aşağıya in. Bunu hızlı ve doğru yapman gerek. Sınırda hata yaparsan, bu testin başarısız sayılacak."
Güvercin Timi şaşkınlık içerisinde olan biteni izlerken Barış, gergince dudaklarını ısırdı. Alev'in vücudu harekete geçtiğinde, adeta pistin diğer tarafına kadar hissedilen bir gerginlik oluştu. Barış, Alev'in tüm vücudundaki değişimi fark edebiliyordu. Gözleri, uçakla arasında bir bağ kurmuş gibiydi ve onun bu sınavı geçeceğinden emin gibiydi.
Alev hızla kalkış için hazırlıklarını yaparken, Barış kalbinin hızlandığını fark etti. Onun ilk helikopter kullandığını izlediği günü hatırladı. Dudaklarında heyecanlı bir gülümseme olurken elini omzuna koyan Mete'ye bile bakamadı. Barış'ın hayranlıkla bürülü gözleri F-16'nın üzerine çevriliydi. O narin elleri, bu kocaman uçağımı kaldıracak? diye sordu kendine.
Alev, her zaman olduğu gibi sakin ve soğukkanlıydı. Alev, tam da böyle anlar için doğmuştu. İçindeki o derin acıyı, sınırları zorlayan her şeyin içinde bulabiliyordu.
Alev, derin bir nefes aldı. Önce hızla kalkış yaptı, uçağın burnu dikey olarak havalandı. Aniden yükselmişti; altındaki pist hızla uzaklaşıyor, mavi gökyüzüne doğru fırlıyordu. Alev'in elleri kontrol paneline sıkı sıkı yapıştı, her hareketi kesin ve doğru olmalıydı.
Barış, "Uçtu." diye fısıldadı ama gözlerini ondan ayıramıyordu. Uçak hızla yükseldikçe, Alev'in yüzündeki konsantrasyon giderek artıyordu. Her bir saniye, onu hem test ediyor hem de daha derin bir güven veriyordu. Barış, "İyi olacak," diye mırıldandı kendi kendine ama sesi kendisine bile yabancıydı.
Albay Kerem Yüceer, gözlerini Alev'in uçuşuna dikmişti. Komutlarını dikkatle takip etmesi gerekiyordu. Gözleri yukarıda kalırken hızla bir iki adım geriye attı ve ağzının önündeki mikrofona doğru konuştu.
Kerem Yüceer, "Yüzbaşı Alev Atsız, ait olduğunuz göklere yeniden hoş geldiniz." dedi.
Barış, bu cümleyi duyduğunda tüylerinin ürperdiğini hissetti. Alev, gökyüzünde F-16'yı uçuyordu ama yeryüzünde Barış'ın kalbini uçuruyordu.
"Alev, şimdi keskin dönüş yapmanı istiyorum. 60 derece sağa dönüş yaparak, hızını koru. Sonrasında alçalmaya başla."
Albay Kerem Yüceer, resmen yerinde duramıyordu. Alev, nereye burun kıvırsa oraya doğru dönüyordu. Alev, kulaklığından gelen komutla birlikte uçuşun ritmini değiştirdi. Hızla sağa dönerken, uçağın kanatları sanki rüzgarla dans ediyordu. Gövdesi, her yön değişikliğinde ağır bir baskıya maruz kaldı ama Alev, tecrübeli bir pilot gibi hareket ediyordu.
Kerem Yüceer, hızla bir iki adım geriye geldi. Artık Barış'ın hemen yanında duruyordu. Bakışları F-16'dan kopmadı.
"Negatif 3G ile tırman ve 5 tur at!" dedi ve hızla öne yürüdü. Barış, söylediklerine anlam veremese de bir anda uçağın ters döndüğünü gördüğünde korkuyla yanındaki Mete'ye sarıldı. Mete, Barış'a gülerek sarıldığında Kerem Yüceer sağ elini yukarı kaldırıp "Fişek kolu çek!" deyip indirdi.
Alev'in kullandığı F-16 ardında bıraktığı fişeklerle beş tur dönüşü, mükemmel bir şekilde tamamladıktan sonra hızla aşağı inmeye başladı.
Kerem Yüceer, çenesini kaldırdı. "Ters, sıfır mesafe!" diye bağırdığında Alev, gülümsedi ve alt dudağını ısırdı.
F-16 keskin bir manevra ile ters dönüp sabit kaldığında Güvercin Timi'nin üzerine doğru hızla alçalmaya başladı.
"Lan bu bizim üzerimize geliyor!" Kubilay, bağırarak kaçtığında Alev, hızla sıfır mesafe ile üzerlerinden geçti. Barış, sert rüzgâra rağmen bakışlarını, uçağın içinde ters duran kadından ayıramayıp arkasına döndüğünde kahkaha atarak elini başına koydu ve kafasını iki yana salladı. Gözlerinde bir hayranlık vardı ama aynı zamanda gurur da. Alev, her şeye rağmen dimdik durmayı başarabilmişti.
Gözünden akan yaş, yanağına döküldüğünde eli ağırca kalbine yaslandı.
"Sen gökte uçtun, ben aşkımdan." diye fısıldadığında Alev, yeniden manevra yapıp F-16 döndürdü ve hızını kesip alçaldı. Pistin sonuna doğru yavaşça indiğinde derin bir nefes verip ağzındaki maskeyi çıkarttı.
Güvercin Timi, Alev'e doğru koşmaya başladıklarında Alev, kokpitten inip kaskını çıkarttı. Kaskı kokpitin içine bırakıp kollarını iki yana açtı, bir kanat misali eğerek ve zikzak çizerek Barış'a doğru koşmaya başladı. Barış, Alev'in önüne geldiğinde hızla Alev'in beline sarıldı ve ayaklarını yerden kesip döndürmeye başladı. Alev'in gülüşü gökyüzüne doğru yükseldi ve bir an için dünya sadece ikisinden ibaretmiş gibi hissettirdi.
Kerem Yüceer, uzaktan gülerek onları izlerken kafasını hafifçe eğdi ve elindeki itfaiye hortumunu onlara doğru püskürttü.
"Lan!"
Güvercin Timi, ıslanmamak için geri çekilirken Barış, yavaşça Alev'i yere bıraktı ama kollarını çekmeden öylece bekledi. Alev, ellerini Barış'ın yanaklarına bastırdı. Üzerlerine yağan su damlaları ile sağ elini Barış'ın kalbine götürdü.
"Bak, pır pır uçtu senin de kalbin." dedi ve Barış'ın dudaklarına yapıştı. Barış, dudaklarına yaslı kadının dudaklarına rağmen gülümsedi ve belindeki ellerini sırtına kaydırıp sıkıca sarıldı.
"Öhöm, öhöm! Biraz da ben de sarılabilir miyim, kız kardeşime?"
Eyşan, sahte bir sinirle Barış'ın yanına gittiğinde Alev, hızla Barış'tan ayrıldı ve Eyşan'a döndü. Alev, kafasını iki yana sallayıp hayran gözlerle Eyşan'a baktı. Eyşan'ın ellerinden tutup ona doğru yaklaştı.
"Sen bana kanadımı verdin Eyşan. Sen bana özgürlüğümü verdin!" diye gözleri dolu bir şekilde bağırdığında Eyşan, yutkundu ve bir şey diyemedi. Sadece kollarını Alev'in ıslak üzerine sardı. Alev'in gözleri Eyşan'a sarılırken gökyüzüne tırmandı. Gökyüzü artık iki kanada kavuşmuştu.
Bir kum saatindeki kumlar, ince kısımdan geçerek en dipte bir dağ oluşturdu. Görünmez bir el kum saatini döndürdüğünde, Alev ile Barış, kantindeydi.
Alev, oturduğu yerde derin bir nefes aldı ve gözlerini masanın üzerindeki ufak bir kahve fincanına dikti. Parmaklarını masanın kenarına vururken, bakışları geçmişin bir sahnesine dalmış gibiydi. "Hayatım boyunca, hep yere sağlam basmam gerektiğini düşündüm," diye başladı. "Ama o piste ayak bastığım anda anladım ki, gökyüzü benim gerçek yuvam ve bugün, o yuvaya yeniden döndüm."
Sesi kararlı ama içinde bir nebze kırılganlık taşıyordu. Ellerini birleştirip masanın üzerinde dinlendirdi, ardından Barış'a kısa bir bakış attı. "Beni gökyüzünden kopardıklarında, sadece kanatlarımı değil, aynı zamanda özgürlüğümü de almışlardı. O parmaklarımdaki acı, onların bana yaptıkları her şey, benim zayıf olduğumu kanıtlamaya çalışıyordu."
Başını hafifçe eğip dudaklarını sıktı. "Ama bilmiyorlar, Barış," dedi, Barış'ın gözlerine bakarak. "Benim zayıflığım, aslında en büyük gücümdü. O acıya katlanmak, ayağa kalkmak, tekrar uçmak... İşte bu, benim zaferim oldu."
Alev, gökyüzüne doğru bakar gibi tavana başını kaldırdı ve devam etti. "F-16'nın kokpitine oturduğumda, ilk başta kalbim göğsümden fırlayacak gibi çarptı. Sanki yıllar geçmiş gibi hissettim. Ellerim kontrol paneline dokunduğunda... İşte o an," sesi hafifçe çatladı ama hızla toparlandı, "O an, ne kadar korkmuş olduğumu fark ettim. Ya başarısız olursam? Ya bu sefer düşersem? Ama sonra," gülümsedi, "O motorun sesiyle birlikte korkumun yerini bir şey aldı: Adrenalin."
Barış, sessizce onu dinlerken gözleri Alev'in yüzündeki her ifadeyi izliyordu. Alev, derin bir nefes daha alarak sözlerine devam etti. "Gökyüzüne çıktığımda her şey geride kaldı. O ilk dönüşte hissettiğim basınç, rüzgârın uçağıma dokunuşu... Beni gerçekten hayatta hissettiren şey buymuş."
Sonra, bakışları sertleşti. "Ama sadece kendim için yapmadım bunu. Ben, bana güvenen insanlar için uçtum. Beni bu noktaya getirenler için, onların emeğini boşa çıkarmamak için. Ve..." bakışları Barış'a kaydı, sesi bir ton alçaldı, "...sana olan borcumu ödemek için."
Barış, şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. "Bana mı?" diye sordu.
Alev hafifçe gülümsedi. "Senin inancın olmasaydı Barış, ben tekrar o kokpite oturamazdım. Sen bana güvenip kanatlarımı onarmama izin verdin. Ve bugün, ben gökyüzünde yeniden doğdum."
Barış, kalbindeki teklemeyi hissettiğinde gözlerini kaçırdı.
"Ben aşağıda uçtum, sen yukarıda." deyip güldüğünde sağ yanağına düşen yaşı çaktırmadan sildi. Alev, Barış'ın yüzüne yaklaştı, ellerini onun yanağında sabitledi. Sesindeki titremeyi saklamadan konuştu. "Barış, bak bana. Lütfen." Barış, bir an daha direnmeye çalıştı ama Alev'in ısrarına karşı koyamadı ve sonunda gözlerini ona çevirdi. Göz göze geldiklerinde, Alev'in bakışlarında sadece şefkat değil, aynı zamanda derin bir minnet de vardı.
"Sen benim en büyük destekçimdin," dedi Alev, sesi fısıltı kadar yumuşak. "Hep burada, hep yanımda oldun. Beni gökyüzüne çıkmaya cesaretlendiren de sendin." Eli hafifçe Barış'ın yanağından kayarak çenesine geldi. "Sen olmasaydın, korkularımı yenemezdim. Eyşan olmasaydı, hâlâ yere zincirli kalırdım."
Barış, gülümsemeye çalıştı ama dudakları titredi. "Ben sadece... ne bileyim, seni sevdiğim için destek oldum. Seni yerde görmek, seni yaralı görmek, beni öldürüyordu."
Alev, bu sözler karşısında derin bir nefes aldı, sanki göğsünden ağır bir yük kalkıyormuş gibi. "O yüzden birlikte uçuyoruz artık. Seninle birlikte hem gökyüzünde hem yerde."
Barış, bu sözlerin ardından hiçbir şey söyleyemedi. Sadece Alev'i kendine çekip sıkıca sarıldı. O an, tüm dünya sessizleşmiş gibiydi. Sadece birbirlerinin nefeslerini duyuyorlardı.
Alev, Barış'ın kulağına doğru eğilip hafifçe gülümsedi. "Artık bana güvenmeye devam et sevgilim. Çünkü gökyüzü kadar geniş bir geleceğimiz var."
✈︎
Fly, baby, fly
We gotta fly to stay alive
Uç, bebeğim uç.
Hayatta kalmak için uçmalıyız.
BÖLÜM SONU
Ahh Alev, üzümlü kekim. F-16'ımın kanadı... Kızıl saçlarına konmuş fişekli hatunum. Ait olduğun gökyüzüne hoş geldin.
Evvet, bir bölümün daha sonuna gelmiş bulunmaktayız. Yavaş yavaş toparlanıyor muyuz, yoksa her şeyden önce mutlu mu oluyoruz? Bunu bir sonraki bölümlerde okuyup göreceğiz. O yüzden ne diyoruz;
Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle.
Sultan Çakır
yirmi dokuz aralık iki bin yirmi dört
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.04k Okunma |
286 Oy |
0 Takip |
42 Bölümlü Kitap |