Helüü, yine ben. Yılın son gününü bölümsüz geçirmek istemedim. Koyduğum nokta ile buraya geldim, aşağıda buluşalım.
Oy ve yorumlarınızı lütfen eksik etmeyin, keyifli okumalar.
Bölüm Şarkıları;
Living Room Songs, Ólafur Arnalds
My Still Haven, Sham Rain
To Leave, Sham Rain
🕊️
XXVIII
7 Mart 2022 / Şırnak
Mete Mert Çakır, Ağzından
Göğsüme çarpan kalbimin ritmini hissedebiliyordum. Burnumdan alıp verdiğim nefes, sanki bütün vücudumda dolaşmış kadar yorgundu. Tamı tamına dört saniye süren aradaki boşluk, zihnim ile ruhum arasında gel git yapan düşünceler ile eş değerdi.
Alnımda birikmiş ter ile gözlerim aralandığında bakışlarım odada ve yanımda uyuyan Eyşan'a çevrildi. Yükselip alçalan omuzları uyuduğunun göstergesiydi. Kurumuş dudaklarımı yalayıp sağdaki komodine baktım.
05:00
Boğazımdaki yumruyu yutkunmaya çalışırken sol omzumu hafifçe Eyşan'ın boynunun altından çektiğimde yüzünü buruşturdu ve arkasına döndü. Uyanmaması için biraz beklediğimde dilimi dişlerimin arasında hafifçe ezdim. Rüya ile kâbus arasında bir şey görmüştüm ama çok gerçekçiydi.
Eyşan'ın yavaş nefesleriyle yatakta doğrulup ayaklarımı aşağıya sarkıttım. Komodinin üzerindeki sigara paketini alıp içinden bir sigara çıkarttım. Dudaklarımın arasına sıkıştırıp yaktığımda dumanı üfleyip Eyşan'a baktım.
İçimde bir sıkıntı vardı.
Rüyamda, ormanın içine doğru yürüyordum. Her şey sessizdi ama bildiğim bir sessizlik gibi değil bu, ölü gibiydi. Rüzgâr bile esmiyordu, yapraklar sadece var oldukları için oradaydı. Ayaklarımın altında ezilen yapraklar, dünyanın son kalan sesiymiş gibi çatırdıyordu. Sonra bir şey değişti. Bir melodi duydum. Uzaktan geliyordu. O kadar tanıdıktı ki, kalbim bir an duracak gibi oldu. Biliyordum bu sesi. Sanki hep içimde çalmış gibi...
Adımlarım beni bir açıklığa çıkardı. Orada dev bir çınar ağacı vardı. Dallarını gökyüzüne değil, sanki bana uzatmış gibiydi. Tam ortasında beyaz bir kuş tüner haldeydi. İncecik, narin bir şey. Kanatları o kadar parlaktı ki, ışığın olmadığı bir yerde nasıl parladığını anlamadım. Gagasıyla bir dalı didikliyor, dikkatle bir yuva yapıyordu.
Yaklaştıkça kuş bana doğru döndü. Beni gördü, kaçmadı. Sadece durup baktı ama gözlerinde bir şey vardı, garip bir güven ve korku karışımı gibiydi. Ne yapacağımı bilmiyordum. Bir şey demek istedim ama o an kanatlarını açtı ve uçtu. Yuva yarım kaldı.
Tam o anda gökyüzü karardı. O kadar ani oldu ki, bir şeylerin ters gideceğini hissettim. Yere bir şeyin düştüğünü gördüm. Küçük, parlak bir taş. Alıp avucuma koydum. Taş sıcaktı ama garip bir şekilde yaşıyormuş gibiydi. Nabız gibi atıyordu avucumda.
Sonra ağaç büyümeye başladı. Dalları uzadı, gökyüzünü kapladı. Bir dalı bana doğru indi. Sanki beni çağırıyordu ama aynı zamanda beni uyarıyor gibiydi. Dalın ucunu tuttuğum an yer sarsıldı. Yuvası yere düştü. Parçalandı. Beyaz kuş geri döndü, çığlıklar atarak o yuva parçalarını bir araya getirmeye çalıştı ama başaramadı. Her şey çok hızlıydı ve ben bir şey yapamamıştım.
İçimdeki o şüpheyle sigaramdan bir nefes daha çektim ve komodinin üzerindeki küllüğe külü çırptım. Genelde gördüğüm kabuslardan kolay kolay etkilenmezdim ama bu farklıydı. Anlamsızca içimde bir şüphe uyandırmıştı. Zaten kafamda bir ton düşünce vardı, birde bu kâbus ile her şey boka sardı.
Ağırca ayağa kalkıp pencereye doğru yaklaşıp durdum. Parmaklarımın arasındaki sigarayı dudaklarıma yaslayıp uzun bir süre nefes çektim. Miran Zafir'i hâlâ bulamamıştık. Çünkü Rojin ile konuşmaya fırsatımız olmamıştı. Henüz ona ne soracağım hakkında bir fikrim yoktu. Zaafa ihtiyacım vardı ama haklarında bir bilgim yoktu. Sol elimi sağ dirseğimin arkasına koyup sigarayı dudaklarımdan uzaklaştırdım.
Yüzüme vuran duman, düşüncelerimin arasına bir bulut misali giriyor ve orayı daha da puslu bir hâle bürüyordu.
Bir insanın zaafını, yalnızca değer verdiği şey ile korkutarak öğrenebilirsin.
Bozkurt'un sesi zihnime aktığında bakışlarım gecenin kör vaktindeki aya çevrildi. Bulutlarla çevrili olması bir nevi düşüncelerime benziyordu. Odak noktası belliydi ama pusluydu. Odağımın açılması için önce bulutların ortadan kalkması gerekliydi.
Ayaklarımın önüne düşen külle derin bir nefes çekip sigarayı küllüğe bastırdım. Bakışlarım saate kaydığında kafamı iki yana salladım.
05:12
O kadar şey düşünmeme rağmen zaman hiç yardımcı olmuyordu. Yatağa geri dönüp Eyşan'ın yanına uzandığımda ellerimi uzatıp onu kendime doğru çevirdim. Bir kedi misali çıplak göğsüme sırnaşıp orada kaldığında gülümseyerek yastığa kafamı koydum. Narin bedenine kollarımı sarıp gözlerimi duvara çevirdim.
Senin zaafın ne Mete?
Eyşan.
Başka bir açıklaması yoktu.
Hayattaki zaafım Eyşan'dı. Öfkelendirecek, bitirecek ve öldürecek tek etken oydu. Yüzümü hafifçe eğip Eyşan'ın saçlarına bir tüy kadar hafif bir öpücük kondurup yeniden duvara baktım. Herkes için bir çözümü olan bu kadın, benim için en paha biçilemez hediyeydi. Dünkü yaptıkları aklıma geldiğinde gülümsemeden edemedim.
Güvercin olmanın hakkını vermişti ve kanadını Alev ile paylaşmıştı. Timi toparlamak için önce kendisini sonra da ekibini bir araya getirme çalışması yapmıştı. Hafifçe alt dudağımı dişleyip gözlerimi kıstım. Benim de yapmam gereken işlerim vardı. Bugün kesinlikle Rojin'in sorgusuna başlamam gerekti. Kaybedeceğimiz her süre lehimize geri yansıyacaktı.
"Ih."
Eyşan'ın hafifçe kıvrandığını fark ettiğimde kaşlarımı çatıp göğsümdeki yüzünü çektim. Yüzü hafifçe buruşmuş ve kaşları alnında büzülmüştü. Eli, kasıklarına gittiğinde yutkundum. Canı mı acıyordu?
"Mete?"
Uykulu sesiyle adımı söylediğinde yeniden yüzüne baktım. Güzel kadınım gözlerini uyku mahmuruyla açmış ve kısıkça bana bakıyordu. Elimi pamuk yanağına yasladığımda hafifçe doğrulmaya çalıştı. Bakışları yatağın üzerinde gezdiğinde hafifçe doğruldum.
"Ne güzelim, ağrın mı var?" diye sorduğumda kafasını salladı.
"Regl oldum sanırım. Çünkü olacağım zaman ağrım, uykumdan uyandırır." diye bir açıklama yaptığında kaşlarımı çattım. İhtiyacı olabilecek evde sadece sıcak su torbası vardı.
"Markete gidip geleyim mi?" diye sorduğumda kafasını iki yana salladı. Eliyle çantasını gösterdi.
"Cüzdanımın içinde bir tane yedeğim var." dediğinde dudaklarımı alnına yaslayıp büyük bir öpücük kondurdum. Burukça gülümseyip yüzünü yeniden buruşturduğunda dişlerimi sıkıp ayağa kalktım. Sağlıklı bir durum olduğunu bilmeme rağmen acı çekmesi canımın sıkılmasına neden olmuştu.
Çantanın fermuarını açıp cüzdanını elime aldım ve fermuarını açıp içindeki katlı pedi çıkarttım. Eşofmanımın cebine koyup yatağa ilerledim. Eyşan, bana elini uzattığında hızla kucağıma alıp banyoya girdim.
"Ya, Mete bırakır mısın?" diye bağırdığında gülerek yavaşça klozetin önünde indirdim. Cebimdeki pedi çıkartıp ona uzattığımda aldı ve omzuma sertçe vurdu.
"Ya bak zaten ağrım var, çık hadi!" diye bağırdığında gözlerimi devirdim. Bu kadın, ne kadar da güzeldi. Her haliyle beni büyülüyordu. Ona âşık olmamak elimde değildi.
"İstersen yardım edebilirim?" dediğimde boynunun girintisine kadar kızardı. "Çık!" diye çığlık attığında kahkaha atarak hızla banyonun dışına çıktım.
Deli kadınım.
Onu utandırmaya bayılıyordum. O benim her şeyimdi.
Gardıroba ilerleyip kapaklarını iki yana açtım ve dudaklarımı büzdüm. Eyşan'ın yanında yedek kıyafetleri vardı ama iç çamaşırı var mıydı bilmiyordum. Bana ait olan, hiç giymediğim ama temiz olan boxerı çıkartıp yatağın üzerine fırlattım. Banyonun kapısı aralandığında bakışlarım Eyşan'a çevrildi. Ayağını sürüyerek çantasına ilerledi ve içine baktı.
"Ne aradın?" diye sorduğumda bana bakmadan "Ağrı kesici." dedi. Gözlerimi devirdim.
"Aç karnına içmeyi düşünmüyorsun, değil mi?" diye sorduğumda göz ucuyla bana baktı. "Tabii ki de hayır. Sadece var mı yok mu kontrol ediyorum."
Kafamı salladığımda bakışları yatağın üzerine çevrildi.
"Bir daha mı duş mu alacaksın?" diye sorduğunda kafamı iki yana salladım. "Yoo, senin için çıkarttım. Lazım olabileceğini düşündüm." dediğimde gülümsedi ve bana doğru adımladı. Elini yanağıma bıraktığında gülümsedim. Gözlerinde küçük parıltılar saklıydı ama hafifçe yanağıma vurarak okşadığında gülümsemem soldu.
"Aslanım, ben dağda, operasyonda regl olmuş insanım. Bana acıtasyon yapma sikerim." dediğinde gülmek ve gülmemek arasındaki o arafta kaldım. Malca ona baktığımı gördüğünde arkasına döndü ve işaret parmağını havaya kaldırdı.
"Bir daha olmasın."
Alt dudağımı dişlerimin arasına aldığımda gözlerimi kıstım.
Sanırım, regliyken Eyşan'a fazla yaklaşmamam gerekti ama bu halleri çok hoşuma gitmişti. Hiç onun bu şekilde konuştuğuna şahit olmamıştım. Eğlenerek dolaba geri döndüm ve altımdaki eşofmanı indirdim.
"Oha, çüş! Git başka yerde soyun." diye bağırdığında irkilerek ona baktım.
Kızım, niye götüme bakıyorsun? Boğazıma oturan yumruyu yutkundum.
"Sanki görmediğin şey Eyşan, konuşturma beni." deyip dolaptan bir siyah pantolon aldım ve giydim.
"Olsun, bu pat diye eşofmanını çıkaracağın anlamına gelmiyor Mete." dedi ve üzerine kabanını giyip cüzdanını eline aldı. Gözlerimi devirip ona doğru adımlayıp ellerimi beline koydum. Yüzünü kaldırıp aşağıdan bana baktığında gülümsedim.
"Çok güzel olduğunu söylemiş miydim?" pat diye söylediğim cümleyle gülümsedi ve parmak uçlarında yükselip ellerini ensemde birleştirdi. Değişken hallerine bayılıyordum. Derin bir iç çekip belindeki ellerimi sıkılaştırıp burnumu boynuna yaslayıp büyük bir nefes çektim.
"Oh! Şu kokuya bak."
Yasemin kokulum.
Dudaklarımı boynunun girintisine bastırdım.
"Muah! Şu tada bak!"
Geri çekilip yüzüne baktım.
"Şu kaşlara, gözlere, buruna, dudağa bak! Hepsi benim kadınımın. Kadınımın her şeyi benim!" deyip alnına bir öpücük bıraktım. "Muah!"
Gülerek kahkaha attığında burnumu burnuna sürttüm.
"Sen hep gül hatunum. Sen hep gül kadınım. Sen hep gül, benim içim şenlensin!" diye bağırdığımda "Yaa!" diye bağırıp yüzünü çıplak göğsüme sakladı. Gülerek elimi saçlarının arkasına yaslayıp iyice bastırdım.
"Eşek seni." dediğinde gülümsemem dağıldı.
"Pardon?"
"Eşek."
Vay be.
Alınmış gibi yaparak sesimi soğuk tuttum. "Biz gidelim karımıza güzel sözler söyleyelim. Karım gelsin bana eşek desin. Vay be." deyip geri çekildiğimde dolaba ilerledim ve siyah gömleğimi alıp üzerime geçirdim. Düğmelerini kapatıp eteklerini pantolonun içine soktum.
"Mete?" diye seslendiğinde Eyşan'a bakmamak için kendimi zor tuttum ama ona rağmen boğazımdan bir 'hmm' sesi çıkarttım. Üzerime kabanı giydiğimde gözlerimi kıstım.
"Bir, ben senin henüz karın değilim. İki, alınganlığına bakılırsa sende regl oldun sanırım?" diye söylendiğinde gözlerimi devirip arkamı döndüm ve ona yaklaştım. Elimi uzatıp kaşlarımı yukarıya doğru kıvırdım, hadi dercesine kafamı salladım.
"Kimliğini ver, evlenmeye götürüyorum seni. Ne demek henüz karım değilsin?" diye sorguladığımda güldü ve kafasını iki yana salladı. Çenesi dikleştiğinde yüzünde alaylı bir ifade vardı.
"Teklif etmeden seninle evlenmeyeceğim." dedi ve hızla beni odada bırakıp aşağıya kaçtı. Ellerimi önüme getirip avuçlarımı açtım. "Ettim ya!" diye kaldığımda "O sayılmaz!" diye aşağıdan bağırdı.
Kafamı düşünürcesine sağ omzuma eğip kaldırdım ve odadan çıktım.
Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından
Bu gece bir rüya gördüm, kasıklarımda regl olduğuma dair işaret olmadan hemen önce.
Ruhumun derinliklerinde bir kibrit sesi duyduğum an gözlerim aralandı. İçinde bulunduğum karanlığa bir huzme misali dağılmaya başladı. Adımlarım bilincimden ayrı hareket ettiğinde kulaklarıma bir ağlama sesi nüksetti. İşittiğim sese doğru yürürken karanlıkta bir ses yankılandı.
Abla, benim saklambaç oynar mısın?
Ayaklarım birden yere çivilenmiş gibi durdu. Zihnimde dolaşan ses, hiç tanımadığım birine aitti. Kendimi adım atmaya zorlarken kulaklarımı tırmalayan gülüş sesleri nefes almamı zorluyordu. Çatık kaşlarım ile kibritten gelen ışığın nereden geldiğini çözmeye çalışıyordum. Ona doğru ilerledikçe sanki giderek gücünü kaybediyor gibiydi.
On.
Adımlarımı hızlandırarak kibrite adımlamaya başladım. Amacım saklanmak değil, ışıktan kopmamaktı.
Dokuz.
Attığım her adımda aleve biraz daha yaklaştığımı fark ediyordum.
Sekiz.
Adımlarım artık koşmacasınaydı. Kibritin ne zaman söneceğinden bihaberdim. Kesilmeye ramak tutmuş nefesim, ciğerlerimin zorlanmasına neden oluyordu.
Yedi.
Ne kadar gitsem de sanki ışığa hiç yaklaşamıyormuş gibi hissediyordum.
Altı.
Süremin az kaldığını duyduğum an hızımı biraz daha arttırdım.
Beş.
Kalbim, göğsümü delecek kadar hızlı atıyordu.
Dört.
Tam köşede kibritin yansımasını gördüm. Yakındı, hissedebiliyordum.
Üç.
Kulağımdaki uğultuları duyumsamazlıktan gelerek daha da hızlanmaya çalıştım.
İki.
Adımlarım birbirine dolanarak bedenimin yere kapaklanmasına neden olduğunda dizlerimin üzerine düştüm. Kısa saçlarım yüzümün önünü gerdiğinde dizlerim, irili ufaklı taşların acısını çekiyordu. Avuçlarımın altında nemli bir toprak hissettiğimde kulağımda bir kadının çığlığı yankılandı.
Bir.
Kibrit söndü.
Ellerimi ağırca topraktan çekerken kulağımdaki çığlık sesi daha da artmıştı. Gözlerim karanlıkta gezinirken o çığlığın içinden küçük bir erkek çocuğunun sesini ayırdım. Onun sessizliği, herkesin sesini bastırmıştı.
Abla, neredesin?
Güçlükle aldığım nefes, yüzümü örten saçlarımın arasından kaybolup gitmeye çalışıyordu.
Önüm, arkam, sağım, solum, sobe; saklanmayan ebe.
Parmaklarımın ucundaki kibrit çöpünü elime aldığımda omzumun üzerinde bir el hissettim. Bakışlarım arkama çevrilirken daha önce hiç görmediğim bir yüz gördüm.
"Sobe." deyip beni geriye doğru ittirdiğinde gözlerim yalnızca, bir adamın siyah ve beyaz gözlerine odaklıydı. Beyaz gözünün üzerindeki yara izi belirgindi.
"Aloooo! Dünyadan Eyşan'a!"
Gözlerimin önünde sallanan el ile gözlerimi kırpıştırıp Alev'e elimi savurdum. "Ne bağırıyorsun kızım kulağımın dibinde?" diye sinirle kaşlarımı çattığımda Alev, gözlerini devirip yanındaki Barış'a döndü. Bakışlarımı bizimkilerde gezdirdiğimde Mete ile bakıştım.
"Ne oldu?" diye sorduğunda kafamı iki yana sallayıp reglimi bahane ettim. Elimi kasıklarıma koyup hafifçe bacaklarımı sıktım. Gözleri elimin olduğu yere inip çok beklemeden masadakilerde gezindiğinde burnundan yavaş bir nefes verdi. Üstelemeyeceğinden emindim. Önümde duran çaya uzandığımda Mete, elini benden önce uzatıp çayı çekti ve kendi çayını uzattı.
"Buz gibi olmuştur, benimkini iç." dediğinde geri çevirmeden bir yudum çayından alıp altlığa bıraktım.
İnsanların rüyaları bilinçaltından kaynaklıdır. Ne yaşarsa onu görür ama bazıları geleceğin sır perdelerini bazen orada görürdü. Gördüğüm rüyalar sıklıkla geçmişimi yansıtırdı ama bu rüya, sanki geleceğimden bir haberdi.
"Aga ben hâlâ Alev ablanın üzerimizden F-16'yla geçtiğinde kaldım. O sahneyi aklımdan çıkartamıyorum ya!"
Kubilay'ın sesiyle ona baktığımda gülerek Alev'e baktım.
"Harbiden ha sen nasıl ters geçtin üzerimizden?" diye sorduğumda Alev, alayla güldü ve avucu yere bakacak şekilde elini havaya kaldırdı.
"Şimdi şöyle, düz bir şekilde giderken belli bir manevra yapıyorsun ardından eğimi alıp ters dönüyorsun. Ondan sonra akıp gidiyorsun." derken ki ses tonu ne kadar da uçmayı özlediğini betimliyordu.
"Helal lan sana." deyip güldüğümde gülümseyerek bana baktı.
"Yalnız, Barış'ı unutmayalım."
Mete'nin sesiyle ona döndüm. Gülerek Alev'e baktı.
"Sen yukarıda uçarken Barış, aşağıda kalp krizi geçirecekti. Bir şey dedi orada komutanın, 5 tur at dedi hani sen havada dönmeden önce. İşte bu salak korkudan bana sarıldı!" deyip kahkaha attığında Alev, gülerek Barış'a baktı. Barış, sanki duymamış taklidi yapıp kaşlarını kaldırdı.
"Ne, ne oldu? Komik bir şey mi var?"
Masadaki herkes gülmeye başladığında boğazımı temizleyip Alev'e döndüm.
"Tedy Bir, operasyonlarda hava desteğini bekliyorum." diye mırıldandığımda derin bir nefes verdi.
"Tabii ki de." dediği sıra Kubilay'ın sesini duydum.
"Eyşan abla acaba bende mi pilot olsam?" diye sorduğunda güldüm. Kubilay, elini havaya kaldırıp uçak kolu tutuyormuş gibi havada oynattı. "Böyle böyle sürerim."
Alev, hepimizden daha gür bir kahkaha attığında hepimizin bakışı ona çevrildi.
"Bordo bereli, sen git keş öldür. Uçak kullanmak -bileğini havada büktü- bilek ister. Silah tutmaya benzemez." dediğinde kafamı sallayıp kaşlarımla Alev'i gösterdim.
"Aldın mı cevabını?"
Kubilay, gözlerini devirdiğinde Deniz, yavaşça masaya eğildi.
"Alev abla, G kuvvetine nasıl dayanıyorsun?" diye sorduğunda Alev, düşünürcesine gözlerini tavana dikti ve çok beklemeden Deniz'e baktı.
"G kuvveti için antrenman, dayanıklılık ve sağlam bir mide gerek. Kubilay, sende bunlardan kaçı var?"
Kubilay, şakacı bir şekilde göğsüne vurdu. "Her biri bende fazlasıyla var!"
Deniz gülerek söze girdi. "O zaman Kubilay pilot olursa uçak takla atarken camdan düşeceği günü sabırsızlıkla bekliyoruz."
Herkes yeniden kahkahalara boğulurken kafamı iki yana sallayıp çaydan bir yudum aldım. Alev, dirseklerini masaya yaslayıp Kubilay'a baktı.
"Gel de seni bir gün helikopterden aşağıya atayım. Paraşüt açmasını öğren, lazım olur." dediğinde elimdeki bardağı koyup gülümsedim.
"Ay, çok güldük yeter, boku çıkacak." diye söylenip ayaklandım. Herkes ayağa kalktığında ellerimi arkamda bağlayıp "Hadi dağılın." dedim ve masadan ayrıldım. Mete, omzuma dokunup bakışlarımı ona çevirmeme neden olduğunda kaşlarımı kaldırdım.
"Ben Çilingir ile Rojin'in yanına ineceğim. Haberin olsun." dediğinde kafamı salladım.
"Tamam bende evrak odasına dönmüş odama gideceğim." deyip gülümsedim. Gülerek Çilingir ile yanımdan ayrıldıklarında burnumdan küçük bir nefes verdim ve yürümeye başladım. Çilingir'in gerçek bir kimliği yoktu ama Mete için önemli bir insandı.
Odama girdiğimde telefonum sesiyle elimi cebime soktum ve kapıyı kapatıp arayan kişiye baktım.
Bilinmeyen Numara
Büyük bir nefes alıp aramayı cevapladığımda telefonu kulağıma yaklaştırdım.
"Alo?"
Derin bir sessizlik beni karşıladı. Bir şey demeden beklediğimde karşı tarafın büyük bir nefes verdiğini işittim. Dudaklarım sanki birbirine bağlanmışçasına beklemeye devam ettiğimde, yeniden bir soluk verdi.
"Rojin'i bana vermediğin her dakika, senin mezarını kazacağım yüzbaşı."
Buz gibi bir ses tonuydu.
Miran Zafir.
O an titizlikle özenmiş kelimeleri bırakan bu ses, boğazımda keskin bir bıçak gibi hissettirdi. Tam bir şey diyecekken telefon kapanıverdi. Ekrana bakakaldım, elimdeki cihaz soğumuş gibiydi. Nedenini bilmediğim bir şekilde tüylerimin ürperdiğini hissettim. Korku muydu? Tabii ki hayır ama çok daha rahatsız edici bir şeydi bu. Sıkıntı ve tarifi zor bir endişe gibiydi. O gün aradığında bile sesinin ardında bir şeytanın keyfi varken, şimdi kelimelerin her harfi yüksek bir zaafın kanıtıydı.
Rojin, onun için zaaftan fazlasıydı.
Arkamı döndüm, nefesimi tutarak kapıyı araladım. Odadan çıkarken sağa dönüp hızlı adımlarla koridoru arşınladım. Ayak seslerim, kalbimin tırmanan ritmiyle yarışır gibiydi. Merdivenlere vardığımda biraz yavaşladım. Alt katta Mete ve Çilingir'in gülüşleri yankılanıyordu. Soğuk bir maskeyle donattığım yüzümle adımlarımı yeniden hızlandırdım.
Sorgu odasının kapısını itip içeri girdiğimde Barkın'ın sırtıyla karşılaştım. Sesimi çıkarmadan camın ardındaki tabloya odaklandım. Camın arkasında, Rojin'in hırpalanmış silueti, sahnenin merkezindeydi. Adım seslerimi duymuşçasına Barkın omzunun üzerinden bana baktı. Gözlerimiz kısaca buluştu. Sonra o da bakışlarını cama çevirdi. Yanına vardığımda sessiz bir hareketle ellerini ceplerine soktu.
"Güzel eğleniyorlar," dedi soğukkanlı bir sesle.
Rojin'e doğru baktım. Şu an tam karşısında duran Çilingir, güzeller güzeli bir beyaz tüyü yüzünde gezdiriyordu. Yüzümde ince bir çizgi oluşan kaşlarımı daha da çatarken, Rojin'in bağırış sesi odayı doldurdu.
"Belalar, bırakın beni!"
Çaresizlikle çığlık atarken gözleri, camın ötesindeki sözde kurtuluşunu arıyor gibiydi. Yüreğimde bir baskı hissettim. Çilingir'in gevrek bir kahkahası havada yankılanırken, Barkın'ın alaycı bir tıkırtıyla dişlerini gıcırdattığını fark ettim.
"Yeterince konuştular mı?" diye sordum, gözlerimi bir an bile Rojin'den ayırmadan.
"İnan bana, daha şenlikli şeyler söyleyecek. Sabır," dedi Barkın, yumuşak ama temkinli bir tonda. Ellerini ceplerinden çıkarıp hafifçe omzuma dokundu. "Onunla başa çıkabiliriz, Eyşan. Dert etme."
Şu an dert etmediğim bir şey varsa, o da sorgunun yönetimi değildi ama Miran Zafir'in sesi kulağımda yankılanmaya devam ediyordu.
"Rojin'i bana vermediğin her dakika, senin mezarını kazacağım."
Barkın yeniden cama doğru dönüp ellerini kavuştururken şu soğuk gerçekle baş başa kaldım. Rojin, bu odada tek değil. Hepimizi zincirleyen bir zaafın ortasında, en zayıf halkasıydı.
Bakışlarım Rojin'in bitkin bedeninde gezindi. Hıçkırıklarla karışık bir ağlama, içindeki çaresizliği gözler önüne seriyordu. İlk başta anlamlandıramadığım bir şey dikkatimi çekti. Üzerindeki pantolonun kasık bölgesinde koyu kırmızı bir leke vardı.
Kan.
Kalbim bir an duracak gibi oldu. Miran Zafir'in o soğuk tonu yeniden zihnimde yankılandı. Onun daha önce hiç bu kadar sert olmadığını fark ettim. Sesindeki o derin buz, şimdi bir anlam kazanmaya başlamıştı.
Rojin hamile miydi?
Düşüncelerim daha fazla sessiz kalmama izin vermedi. Kapıya doğru hızla bir adım attım ve odaya daldım. Mete ve Çilingir'in bakışları bana çevrilirken benim gözlerim yalnızca Rojin'e bakıyordu. Beni gördüğünde ürkek bakışlarını kaldırdı. Sesi, çıkmakla çıkmamak arasında bir yerde sıkışıp kalmış gibiydi.
"Hamile misin?" diye sorduğumda titrek bakışları beni buldu. Gözlerim onun bakışlarında kilitlenirken, dudaklarının titrediğini gördüm. Derin bir nefes aldı, ancak kelimeler dudaklarından dökülmedi.
Gözlerimi Rojin'in gözlerinden ayırmadan "Çilingir çöz," dedim sert bir tonda. Sözlerim sorgu odasındaki gerilimi keskin bir bıçak gibi doğradı. Çilingir, bir an duraksayıp sonra ellerini kaldırıp çözmeye koyuldu.
Bir adım geriledim, sırtımı soğuk duvara yasladım. Rojin'in gözleri hâlâ üzerimdeydi ama bu kez başka bir ifadeyle doluydu: Korku, çaresizlik ve o derin utanç. Onu öyle görmek, içimde bir şeyleri kıpırdatmalıydı belki ama duygularım donmuştu.
Sonra ağlamaya başladı. Hıçkırıklarının her biri, odadaki sessizliği daha da ağırlaştırıyordu. Kaşlarımı çattım. Bir an için bile duygusallık içimde yer bulamıyordu ama zihnimde yankılanan tek bir kelime vardı: Çocuk.
Savaşların en olmazsa olmazı bir çocuk. Bu cümle zihnime kazınır gibi oldu. Bu dünya, çocuklar için fazlasıyla kirliydi. Onları korumak mümkün değildi, değil mi? Her şeyin bu kadar yozlaştığı, hiçbir şeyin saf kalmadığı bir düzen içinde...
Bakışlarımı yere indirdim. Ellerim kendi kendine yumruk oldu, tırnaklarım avuçlarımı acıtırken derin bir nefes aldım. Bu sahte düzenin içinde bir çocuğun varlığını sorgulamak... Bu, zincirlenmiş bir zaafın ortasında kendime bile itiraf edemeyeceğim bir korkuydu.
Gözlerimi kırpıp Çilingir'e baktım. Sessizdi ama o da durumu anlamıştı. Yavaşça Rojin'e yaklaştı, onu incitmemeye çalışarak kollarına aldı. Kadının bitkin bedeni istemsiz bir şekilde Çilingir'e yaslandı. Çilingir, sessiz bir kararlılıkla büyük adımlarla merdivenleri tırmanmaya başladı. Peşinden ilerlemeye başladığımda arkamdaki bedenlerin de benimle geldiğini biliyordum.
Sıhhiyeye vardığımızda Ümit, kaşlarını çatmış bir şekilde bizi süzdü. Gözleri hızla sedyeye yatırılan kadına, ardından da pantolonundaki kan lekesine kaydı. Bir anlık şaşkınlık yerini profesyonel bir ciddiyete bıraktı. Hemen eline eldiven geçirirken, bana dönüp kısa ve net bir şekilde konuştu.
"Perdeyi kapatır mısın?"
Başımı hafifçe salladım ve hızla havada asılı duran perdeye uzandım. Kalın kumaşı tutup çekiştirerek sonuna kadar çektim. Sıhhiyenin içerisi, dışarıdan gelen soğuk ve meraklı bakışlardan tamamen soyutlanmıştı.
Arkamdaki duvara yaslanarak ellerimi göğsümde kavuşturdum. Gözlerim, perde arkasındaki mücadeleye odaklandı. O an sessizliği bozmamak için herkes nefesini tutmuş gibiydi.
"Durumu ne Ümit?" diye sordum sonunda, sesim fısıltı kadar alçaktı.
"Bir şey diyebilmek için biraz zamana ihtiyacım var Eyşan ama bu kanama normal değil."
Söylediklerini zihnimde tekrar ederken belli belirsiz bir şekilde başımı salladım. Alt dudağımı ısırarak bakışlarımı sağ tarafa çevirdim. Tam o anda Barkın'la göz göze geldim. Yüzündeki şaşkınlık ve belirsizlik, bir an için beni sersemletti. Kaşlarımı hafifçe kaldırarak ona bir şey söylemeden yeniden perdeye döndüm.
Hava ağırdı, konuşmalarımızın arkasında sessiz bir kaygı dalgası dolaşıyordu. Rojin'in hıçkırıkları artık duyulmuyordu ama bu, odadaki gerilimi azaltmaktan çok artırıyordu.
"Kanama neden bu kadar önemli?" diye sordu Mete, sesi temkinliydi ama merakını gizleyemiyordu.
Ümit, kısa bir bakış attıktan sonra işine odaklanmaya devam etti. "Bazı ihtimaller var Mete. Hepsi iyi ihtimaller değil. Şu an için bir şey söyleyemem."
Bu cevap, aklımda başka bir zinciri tetikledi. Rojin'in durumu, sadece fiziksel bir mesele değildi. Barkın'ın gözlerindeki anlam, Çilingir'in sessizliği, Mete'nin huzursuz sorusu... Hepimiz farkındaydık; bu yalnızca bir kadının değil, belki de daha büyük bir savaşın başlangıcıydı.
Bedenimi duvardan uzaklaştırıp derin bir nefes aldım. Ne olursa olsun kontrolü kaybedemezdim. Ayaklarım beni neredeyse kendi iradem dışında harekete geçirirken perdeyi yalnızca benim görebileceğim kadar araladım.
Ümit'in gözleri, işine odaklanmış olsa da perde aralandığında bana doğru kalktı. Belli belirsiz bir kararlılıkla ona seslendim.
"Bana sağ lazım. Ne gerekiyorsa onu yap, doktor."
Ümit bir an duraksadı, ardından başını kısa bir hareketle salladı. Sözlerimden sonra elleri yeniden profesyonel bir hızla hareket etmeye başladı ama odanın havasındaki gerginlik dağılmak bir yana, daha da yoğunlaştı.
Perdeyi yeniden kapatırken içerideki sessizlikten yalnızca Ümit'in dikkatli nefes alışları duyuluyordu. Geri adım atıp arkamdaki duvara yaslandım. Kollarımı göğsümde bağlayarak sabit bir duruş tuttum ancak zihnim, çoktan başka bir karmaşanın içine sürüklenmişti.
Barkın, göz ucuyla bana bakıyor, bir şey söylemek için ağzını açıp kapatıyordu ama sormaya cesaret edemediği o sorunun cevabını hepimiz biliyorduk. Bu bir yol ayrımıydı; yalnızca Rojin'in değil, hepimizin hayatında bir çatlak açabilecek kadar önemli bir yol ayrımı.
Zihnimdeki düşünceler, perde arkasında yankılanan sessizlikle yarışıyordu. Bir cevap, bir çözüm bekleyen herkes, kendi korkularını yaşıyordu. Ne gerekiyorsa yapmalıydım ama bunun nelere mal olacağını henüz bilmiyordum.
Burnumdan sıkıntılı bir nefes verip kendimi sıhhiyenin dışına atıp soldaki kapıdan havaya çıktım. Kapıyı kapatıp bir sigara yaktım. Kapının açılıp kapandığını işittiğimde bir çakmak sesi kulağıma doldu. Burnuma, sigara ile karışmış baharatlı bir koku yükseldiğinde kafamı iki yana salladım.
"Silahım çok kan gördü, çok düşman öldürdü ama bir çocuğa asla yönelmedi." dediğimde Mete'nin büyük bir nefes bırakmasını işittim.
"Operasyonlarda 15-16 yaşındaki çocukları öldürdüğünü biliyor muydun, Eyşan?" dediğinde istem dışı gülümsedim.
"Sorun da o ya. Bilmediğin şeyler sana acı vermiyor ama öğrendiğin an elin kolun bağlanıyor." deyip kaşlarımı çattım. "Dünyaya gelecek bir çocuk var, bir gerçek ama başka bir gerçek daha var. Savaştaki en masum canlı, hiçbir günahı olmamasına rağmen, ellerinde kanla doğacak bir terörist adayı."
Bir süre suskun kaldım, sigaramın dumanı havada süzüldü. Gözlerim uzaklara dalarken, her bir kelime içimdeki karanlıkla birleştiriliyordu. Bu karmaşanın içinde, bir çocuğun geleceği en kirli gerçekti.
Sigarayı küllüğün içine bastırıp kaşlarımı çattım ve Mete'ye baktım. Dudağını hafifçe büzüp dişleriyle içini dişledi ve kafasını iki yana salladı. Mete, bir adım daha atıp aramızdaki mesafeyi kısalttı. Gözlerindeki sertlik, savaşın getirdiği soğukluğu yansıtıyordu.
Mete gözlerini kaçırmadan, "Bazen acıyı hissedebileceğin en derin noktada bile, vatana olan sadakat seni, vicdanını geride bırakmaya zorlar." dedi, sesinde bir tını vardı; zorlama değil, hayatın gerçekleriydi. Derin bir nefes alıp ellerimi ceplerime soktum.
"Peki sen olsan, ne karar verirdin?" diye sorduğumda yüzündeki sert ifade yavaşça değişmedi ancak derin bir nefes aldı. Gözlerindeki karanlık, bir anlığına yumuşadı ama tekrar geri geldi.
"Savaşta herkes kendi yolunu seçer, Eyşan. Kimse kimseyi kurtaramaz. Bu dünyada doğan bir masumiyetin de acının da bedeli var. Ne yazık ki, bu bedeller ödenmeden kurtulunmaz."
Sözlerinde bir soğukkanlılık vardı ama aynı zamanda bir acı da vardı; her şeyin iç içe geçtiği bir acı. "O kararı seninle, ben de vermek zorunda kalsam, vicdanımı geride bırakırdım." Yavaşça kafasını sağa sola sallayarak ekledi: "Ama bu da gerçeğin ta kendisi, Eyşan."
Cevap verirken ellerim cebimde sıkıca yumruk olmuştu. Duyduğum her kelime, kalbimi daha da fazla sıkıştırıyordu. Yanımızdaki kapı açıldığında Çilingir, kafasını uzattı ve bize baktı.
"Ümit sizi çağırıyor." deyip geri çekildiğinde hızla içeriye girdim. Sıhhiye odasına adım attığımda, her şeyin daha da ağırlaştığını hissediyordum. Atmosferdeki gerginlik, her geçen saniye biraz daha yoğunlaşıyordu. Ümit, masanın başında duruyor, yanındaki dosyaya bakıyordu. Gözlerinde, aldığı her kararı tartan bir ifade vardı. Hızla ilerledim ve yanına geldim.
"Ne oldu?" diye sordum, sesimdeki sertlik ve endişe birbirine karışmıştı.
Ümit, derin bir nefes aldı ve yavaşça başını kaldırarak bana baktı. "İkisini de kaybettik. Kanaması çok fazlaydı hemorajik şoka girdi, kurtaramadım."
"Rojin'i bana vermediğin her dakika, senin mezarını kazacağım."
Miran'ın cümlesi yeniden zihnimde bir yankısını bıraktığında gözlerimi sıkıca kapattım. Savaşın bu kadar soğukkanlı ve acımasız olduğunu her geçen gün daha fazla hissediyordum. Gözlerimi açıp Mete'ye baktım.
"Güvercin Timi'ni koordinasyon merkezine toplayın, bende hemen geleceğim."
Mete ve Çilingir, sıhhiye odasından çıktıklarında Ümit'e bakıp kafamı iki yana salladım. Ümit, ellerini masanın üzerinde kenetleyip bana baktı.
"Sen bir askersin Eyşan. Bilinmezliğin içinde sıktığın her kurşun senin imzandır ama benim imzam; yaş, hastalık ya da engellilik, inanç, etnik köken, cinsiyet, milliyet, politik düşünce, ırk, cinsel yönelim, toplumsal konum ya da başka herhangi bir özelliğin girmesine izin vermeyeceğime yemin ettiğim Hipokrat'ımdır."
Derin bir nefes aldım, gözlerimi Ümit'ten ayırmadan ona bakarak, "Benim görevim, sonuna kadar vatanımın güvenliğini sağlamak ama senin, burada hastalıkları, yaraları iyileştirmek gibi bir görevin var. Herkes kendi savaşını veriyor, Ümit. Sen de onu veriyorsun." dedim.
Ümit, bir an için sessiz kaldı, yüzünde bir belirsizlik vardı. Ancak gözlerindeki kararlılık, onun da bu işin yükünü taşıdığını gösteriyordu. Kafasını biraz eğerek devam etti: "Kimse insanlığını kaybetmemeli, savaşın içinde kaybolmamalı."
Kaşlarımı çatarak, biraz daha yaklaşarak söyledim: "Bu savaşta kaybolan tek şey insanlık."
Sözlerim, odada yankılandı. Ümit'in yüzündeki ifadenin değişmediğini gördüm ama bir an için gözlerindeki huzursuzluk belirdi. Ne de olsa, kimse savaşın soğuk gerçekleriyle yüzleşmek istemezdi ama biz, her gün bir adım daha atarak buna mecbur kalıyorduk.
Sıhhiyeden çıkıp kendimi koordinasyon merkezine attığımda masanın etrafına kurulmuş Güvercin Timi'ne baktım. Mete, solumdaki ilk sandalyede oturuyordu. Selçuk ve Barkın ayakta onun çaprazındaydı. Sağdaki boş sandalyelerde Kubilay ve Yonca oturuyordu, Deniz'de hemen Osman'ın yanındaydı.
Ellerimi masaya yaslayıp derin bir nefes aldım.
"Rojin hamileymiş ama öldü." dediğimde hiçbiri bir şey demedi. Zihnimin içindeki cümle pimi çekilmiş bir el bombasıydı. Parmaklarım masada ritim tutarken oluşturduğu kasvet ortamın atmosferini tetikliyordu. Her şeyin yavaşça kaybolduğunu hissediyordum; her bir kelime, karanlık bir gerçekliğin peşinden sürüklüyordu.
Yazar, Ağzından
Her hareketin, bir seçimin, bilinmezliğin ardında bıraktığı soruların, bir bedeli vardır. Eyşan, gözlerini masanın ucundaki boşluğa dikip derin bir nefes aldı. Her şeyin ağırlığı omuzlarına iyice yerleşmişti. O an, Miran'ın tehdidi, her bir kelimesiyle zihninde yankılanıyordu. Bakışları masanın üzerinde kaldı. Sesini toparlayarak ama içinde biriken öfke ve gerginlik yine de belirgin bir şekilde hissediliyordu.
"Sabah Miran beni aradı," dedi, sesindeki donukluk her geçen saniyeyle arttı. "Rojin'i bana vermediğin her dakika, senin mezarını kazacağım,' dedi."
Eyşan, söylemek zorunda olduğu cümleyi kurarken, içinde bir şeylerin kırıldığını hissetti. Havadaki gerilim arttı, sanki odada zaman donmuştu. O anı bir kenara itmeye çalıştı ama başaramadı. Gözlerini masanın üzerine sabitlemişken, sandalyelerin geri çekilme seslerini duydu.
Mete, her kelimesini öfke içinde kükreyerek çıkardı: "Bunu Rojin öldükten sonra mı söylüyorsun!"
Sözleri, bir tokat gibi çarptı.
Eyşan, Mete'nin gözlerine bakmaktan kaçındı. Sert bakışları onu delip geçse de gözlerini ona çevirmeye cesaret edemedi. İçindeki duvarı, her geçen an biraz daha yükseltti. Kalbinin hızı arttı ama kendini her zamankinden daha yalnız hissediyordu.
"Zaaf lan zaaf! Rojin, Miran için bir zaaftı! Biz onun elinden iki can aldık! Şimdi bana gelmiş 'Miran, Rojin'i bana vermediğin her dakika, senin mezarını-" cümlesini tamamlayamadan sustu "AH!" diye bağırıp ellerini masaya vurdu ve ardından sinirle masadan geri çekildi.
Mete'nin sesi, odanın içindeki duvarlara çarptı, yankısı da hüzünle karıştı. Öfkesinin derinliklerinden gelen bu çığlık, Eyşan'ın her hissettiği şeyi daha da acılaştırıyordu. Bir anlığına başı döndü, gözlerinin kenarlarında karanlık noktalar belirdi ama gözlerini ona çevirecek gücü bulamadı.
Mete, derin bir nefes alıp, ellerini kafasının arkasına yerleştirerek birkaç adım attı. Gözleri, yerden bir noktaya sabitlenmişti. Gözlerini bir an bile kaçırmamak için odaklandı ama kalbi, her saniye daha hızlı atıyordu.
Birkaç saniye boyunca sessizlik hakimdi. Mete, masaya doğru bir adım attı ellerini masaya koyup Eyşan'ın yüzüne doğru eğildi. "Bana bir şey söyle. Bu durumdan nasıl kurtaracağım ben seni?"
Bir çaresizlik tohumu Mete'nin kalbine yerleşti. Eyşan, Mete'nin sözlerinin ağırlığını hissetti. Onun hiddeti ve çaresizliği arasında sıkışmıştı. O an, tüm oda bir tuhaf sessizliğe bürünmüştü.
Mete, biraz daha eğildiğinde Eyşan'ın gözlerinin içine baktı. "Nasıl kendini bir kenara bırakıp bu kadar rahat olabildin? Bunu bana söyle, bana bir şey söyle Eyşan!"
Mete'nin gözlerinde kaybolmuş bir şey vardı, bir çaresizlik, bir kırgınlık fakat en çok öfkeydi. Sesindeki titremeler, derinlerinde bastırılmış bir acının yankıları gibiydi. "Sen kendini neyin içine attığının farkında mısın?" diye fısıldadı.
Mete, gözlerini bir an daha Eyşan'dan ayırmadan, ellerini cebine soktu ve bir adım geri çekildi. Gözlerinde bir çatlak, bir kırılma beliriyordu. Kafasını salladı, derin bir nefes alarak kendini toplamaya çalıştı ama bir şey vardı, derinlerde sıkışan ve çıkmak için fırsat bekleyen.
Eyşan, ağzından tek bir kelime dahi çıkaramadan, gözlerini yine kaçırarak sessizliğe gömüldü. İçinde büyük bir boşluk vardı. Sözlerin her biri bir darbe gibi iniyordu ama şimdi ne diyeceğini bilemiyordu. Her geçen anla birlikte, duvarlar daha da kalınlaşıyor, onu daha da içine çekiyordu. Ne olursa olsun, sadece susmak ve içindeki boşlukla baş başa kalmak istiyordu.
Selçuk, odanın içindeki karmaşıklığı zihninde çözüme kavuşturdu ve ellerini ceplerine sokup Barkın'a baktı.
"Rojin'in cesedini Miran'a gönderiyoruz." dediği an Mete'nin gür sesi odada yankılandı. "Selçuk taşak mı geçiyorsun amına koyayım?" diye bağırdığında Barkın, elini Mete'ye doğru kaldırdı.
"Bir saniye bekle!" diye bağırıp Selçuk'a döndü. "Devam et."
"Rojin'in cesedini Miran'a gönderdiğimizde Miran, hepimizin de tahmin edebileceği gibi deliye dönecek. İninden çıkıp harekete geçmesi işimize yarar."
Barkın, kafasını salladı ve yanındaki yazı işleriyle alakadar olan askere baktı.
"Yaz." dediği an asker elini klavyenin üzerinde bekletti. Barkın, gözlerini öfkeyle bakan Mete'nin gözlerine çevirdi.
"Güvercin Timi komutanı Asena Eyşan Boduroğlu'nun; bir sonraki emre kadar vatanı savunma görevinden ihraç edilmesine, bu süre boyunca askeriyenin dışına çıkmamasına, elindeki tüm TSK'ya ait eşyaların, kendini koruyabilmesi için onda kalmasına karar verilmiştir. İş bu karar; İstihbarat Başkan Yardımcısı, Barkın Koral'ın emridir. Yazıcıdan çıkartıp bana ver." dedi ve Mete'nin gözlerine bakarken gözlerini kıstı. Her sözcüğünde oradaki öfkenin kırıldığını ve boşluğa evrildiğini izlemişti. Şimdi ise artık Mete'nin gözlerinde büyük bir boşluk vardı: Çaresizlik.
Asker yazdığı metni yazıcıdan çıkartıp, Barkın'a doğru uzatırken, odadaki herkesin içinde bir hüzün ve belirsizlik vardı. Eyşan'ın kaderi, timin geleceği için büyük bir dönüm noktasıydı ve bu karar, tüm dengeleri değiştirebilirdi.
Barkın, kâğıdı masaya yerleştirip kalemi çıkarırken, odada bir an sessizlik hâkim oldu. Kalemin metal uçları, masanın yüzeyine dokunurken bile bir tehdit gibi hissediliyordu. Gözleri, Eyşan'ın yüzüne odaklanmıştı, her saniye biraz daha baskı artıyordu.
Eyşan, odadaki tüm gözlerin üzerinde olduğunu hissetti. İçindeki duvarlar daha da yükselmiş, her adımı bir tuzak gibi hissettiriyordu. Çevresindeki herkesin bekleyişi, zamanın yavaşça geçmesiyle birleşmişti. Her şeyin değişebileceği o an gelmişti.
Barkın'ın sesi, bir emir gibi odada yankılandı: "Bu andan itibaren, pencere kenarına dahi çıkamazsın, imzala Eyşan."
Eyşan, gözlerini kâğıttan alıp Barkın'a çevirdi. O an, içindeki fırtına daha da büyüdü. Hem meydan okuma arzusuyla hem de nehrin karşı kıyısındaki adımları atma korkusuyla donmuştu. Evet, bu karar bir dönüm noktasıydı ama bir yandan da onun hayatında yeni bir başlangıcı simgeliyordu. Karar hem onun hem de timin geleceğini şekillendirecekti.
Bir an düşüncelere dalarak, kalemi almak için elini uzattı. Ellerinin titrediğini fark etti ama duraksamadan kalemi eline aldı ve imzasını attı. Her harf, bir hüküm gibi kalmıştı masanın üzerine. O an, ne kadar yalnız olduğunu bir kez daha hissetti. Her şeyin biteceği o anın, şimdi başladığının farkındaydı.
Kalemin ucunun masadan kaldırılmasıyla birlikte, odadaki gerilim biraz olsun azaldı ama geriye yalnızca bir sessizlik kaldı.
Barkın, kâğıdı alıp Mete'ye döndü ve uzattı.
"Babana götür. Bende arayıp bilgisini geçeceğim."
Mete, kâğıdı eline alırken, odadaki atmosferi iyice hissetti. Sözleri, söylediklerinin ağırlığını taşıyor gibiydi. Kâğıdın kenarını sıkıca tuttu ve bir an Eyşan'a göz attı.
"Anlaşıldı," dedi, sesindeki sertlik, daha da belirginleşmişti. Bu cümlenin gerisinde bir şeyler daha vardı ama şimdi değil, başka bir zamanda açıklığa kavuşacaktı.
Mete, kâğıdı hızla cebine yerleştirip odadan çıktı. Odanın kapısı kapanırken, sesinin yankısı, içindeki baskıyı daha da artırıyordu. Selçuk'un ve Barkın'ın gözleri, birbirine dönmüştü.
Barkın, telefonunu çıkarıp numarayı çevirmeye başladı. Ellerindeki kâğıt, bir kez daha kaderi şekillendirecek adımların habercisi gibiydi. Gözlerinde, neredeyse görünmeyen bir yorgunluk vardı ama asla bir geri adım atacak gibi görünmüyordu.
Mete Mert Çakır, Ağzından
Atlas'ın hikayesini bilir misiniz?
Hani, omzunda dünyayı taşıyan Atlas.
Titanlar, Olympos'a savaş açtıklarında kazanan taraf Zeus olmuştur ve savaştığı Titanların tümünü Tartaros'a hapsetmiştir fakat bir titan olan Atlas'a, daha farklı bir ceza vermiştir. Atlas'ın cezası, dünyanın en batı ucunda dikilip gök kubbeyi omuzlarında taşımaktır.
Atlas'ın yükü ve sonsuza kadar sürecek cezası ile insanoğlunun taşıdığı yük olan kendi benliği, bağdaştırılmaktadır. Zeus aslında Atlas'a gök kubbeyi değil, varlığını ceza olarak yüklemiştir omuzlarına. Geçmişiyle geleceğini sırtlar.
Herakles bir gün, Atlas ile karşılaştıklarında ona altın elmayı sorar ve Atlas da altın elmaların yerini bildiğini ve sütunu tutmasını söyler. Herakles bunu kabul eder ve Atlas elmaları almaya gider. Elmaları getirdiğinde içini bir hüzün kaplar ve sütunu yeniden omuzlarına almak istemez ama o sırada Herakles, sütunun omuzlarından kaydığını ve düzeltmesi için almasını söyler. Atlas, bu durumu çevirmeyip sütunu alır fakat Herakles elmaları alır ve gider.
Atlas'ın omuzlarındaki yük hepimizin yüküdür. Onun gibi yüklerimizden kaçıp kurtulmak istediğimizde dertlerimizi anlatarak bir süreliğine başkasına devrederiz. Lakin eninde sonunda geri almak koşuluyla.
Cebimdeki kâğıt, Eyşan'ın omuzlarına bırakılan yüktü.
İşin kötüsü ne ben Herakles'tim ne de Eyşan, bu yükü taşıyabilecek bir Atlas'tı.
Babamın odasına girip kapıyı kapattığımda sandalyesinden kalktı ve koltuğa doğru yürüdü. Oturduğunda elimdeki kâğıdı ona uzattım ama o, kâğıdı aldı ve masasına savurup eliyle karşısındaki koltuğu gösterdi.
"Otur evlat."
Dediğini ikiletmeden karşısına geçtiğimde derin bir nefes verdi. Sadece sessizce ona bakmakla yetindim, çünkü cevaplarımı zaten çoktan içimde duymaya başlamıştım. Büyük bir fırtına yaklaşıyordu.
"Hakkari'deki birliklerle konuşacağım. Hayalet Çoban'ın üslerini patlatıp, sınır dışında kalmasını sağlayabiliriz. En azından bu onu biraz uzaklaştırır." diye bir açıklama yaptığında kaşlarımı çattım.
"Bu onu sadece sınırın dışına çıkarır. Türkiye'de, 81 ilin içinde bu adamın, hiç adamı yok mu albayım?" dediğimde sıkıntıyla derin bir iç çekti.
"Ne yapayım Mete, söyle, ne yapayım? Karşımızda bir güç var. Maalesef ki o güç, yeni bir düzen oluşturmaya çalışan bir profesyonel terörist. Sen onun dağına girdiğinde adımların yavaşlarken o daha da hızlanır. Çünkü sen, bilmediğin bir yerde onun avısındır. O yüzden 'Avcı, avını tanımadan önce, kendi yolunu kaybetmemelidir.' demişler. Çünkü her adım ve köşede seni bekleyen bir tuzak olabilir. Bu savaşta sadece gözlerin değil, zihninde açık olacak."
Sinirle gülümseyerek "Kurt, kendini yalnız hissettiğinde bile avının peşinden gider." deyip öne eğildiğimde alayla gülümsedi. Gözlerindeki ifade değişti. Kafasını hafifçe yana eğip, bana bakarken bir süre sessiz kaldı. Sonra, sanki bir şeyler çözülüyormuş gibi derin bir nefes aldı ve masanın üzerindeki haritaya bakarak parmaklarını sürüklemeye başladı.
"Evet ama unutma," dedi sonunda ama sesi bu kez daha sertti, "Bir kurt yalnız avlanırken bile, her zaman bir iz bırakır ve o izleri takip eden bir avcı daha vardır."
Bunu söylediğinde, içimdeki o bildik hisse, o güvenilmez hisse dokundu. Parmakları Hakkari'nin üzerinde kaldığında bana alttan bir bakış attı.
"Tıpkı Eran Bağrı'nın karısını öldürdüğünüz gün gibi. Siz o gün oradan ayrıldıktan sonra Hümeyra, sizin pisliğinizi temizledi bir avcı gibi." dedi ve dirseklerini dizlerine bastırıp yüzüme eğildi. "Adımlarına dikkat et Mete. Çünkü Bozkurt'un pençesi kana bürünmüş ve geçtiği her yerde izini bırakıyor."
Cümleleriyle, söylemek istediklerini tam olarak hissettirdiği an, odada bir soğukluk yayıldı. Sözleri, beni bir adım daha geri itmiş gibiydi. Bir an içimde yükselen öfke, yerini sessiz bir kabule aldı. O anda, babamın sadece sözleriyle değil, gözlerindeki sert bakışla da yönlendirdiğini hissettim.
Ağırca ayağa kalkıp kapıya doğru ilerledim. Haklıydı, bütün cümleleri doğruydu. Elimi kapı kulpuna yasladığımda adımı söylediğini duydum. Elimi kulptan çekmeden babama döndüğümde arkasına yaslandı.
"Bir süre Eyşan'ı yalnız bırakmayın. Sürekli yanında birisi olsun." dediğinde ifadesizce bakıp odadan çıktım. Babam da bende Eyşan'ın, askeriyenin içinde bile olsa dahi güvende olmayacağını biliyorduk. Sağ elimin avcunu, ne yapacağımı bilemiyormuşçasına dudaklarımın üzerine yaslayıp sakallarım varmışçasına aşağıya doğru okşadım.
Kapana kısılmış gibi hissediyordum.
"Nereyi tutsam elimde kalıyor amına koyayım." diye mırıldanıp adımlarımı kantin yoluna çevirdim. Kantine girdiğimde üçlü sandalyesi olan bir masada oturan Çilingir ve Barış'ı gördüm. Semavere yürüyüp bir çay aldım ve onların masasına koyup sandalyeye oturdum. Çilingir'in bakışları bana devrilirken tek kaşını kaldırdı.
"Alparslan albay bir şey dedi mi?" diye sorduğunda kafamı iki yana salladım.
"Hayır demedi." deyip Barış'a baktım. "Alev'e söyle, Eyşan'ı yalnız bırakmasın."
Barış, kafasını salladığında elimi çaya uzatıp bir yudum aldım. Sıcak çay, boğazımdan akıp giderken yutkundum ve bardağı yavaşça altlığa koydum.
"Ne yapmayı düşünüyorsun?"
Çilingir'in sesiyle bakışlarımı masaya devirdim. Gözlerim, masanın üzerindeki iki karenin sınırları arasında gidip gelirken kafamı iki yana salladım.
"Tam Bozkurt oldum dedim kafese girdim, sikeyim böyle işi." diye fısıldadığımda tam o an sigara yakasım geldi. Üfleyerek sandalyeyi arkaya ittirdim ve elime çayımı alıp bakışlarımı Çilingir ile Barış'ta gezdirdim.
"Ben sigara içeceğim." dediğimde ayağa kalktılar. Üç kişi kantin kapısından çıkıp sigaralarımızı yaktığımızda bakışlarım yerdeki karda kaldı.
"Neyi tutsam yarrak gibi elimde kalıyor. Tam Eran Bağrı'yı bulup Miran'a yaklaştım diyorum üssü basıyorum; orada Rojin'i bulup askeriyeye getiriyorum, bir bakıyorum ki, Rojin, Miran'ın itini taşırken geberip gidiyor. Eyşan, Rojin öldükten sonra bana o cümleleri söylüyor ve ben amcık gibi aralanıp birinin beni sikmesini bekliyorum!" diye tısladığımda Çilingir ve Barış sessiz kaldı. Öfkeyle sigaradan bir nefes çekip üfledim ve Çilingir'e baktım.
"Elim kolum bağlı kaldım Çilingir. Allah, kitap aşkına, bana bir yol göster. Ben ne yapayım? Dünyayı mı yakayım yoksa bir delik açıp kendimi oraya mı gömeyim?" deyip çayımdan büyük bir yudum aldım. Ağzımın içindeki kuruluk geçmiyordu amına koyayım.
Çilingir, "Eyşan, askeriyede güvende olacak." dediğinde alayla kahkaha attım ve Çilingir'e baktım.
"Eyşan, askeriyenin tam ortasında kalbinden vuruldu Çilingir. Caner, kışlanın önünde kalbinden vuruldu Çilingir. Sen şu an bana ne anlatıyorsun Çilingir?!"
Cümlemin her sözcüğünde kaybolan kahkahanın kırıntıları sonlara doğru öfkeye devrilmişti.
"Cehennem bile Eyşan için güvenli değil!" diye tısladığımda Çilingir, gözlerini kaçırdı. Hiçbir cümlenin beni sakinleştirmeyeceğini sonunda anlamıştı. Barış, elini omzuma koyduğunda kaşlarını çattı.
"Kendin dedin, Alev yanından ayrılmasın diye. Alev'i bırak herkes onun yanında olacak Mete. Herkes ama herkes onu korumak için elinden geleni yapacak." dediğinde kafamı iki yana salladım.
"Barış, yetmiyor. Ona bir şey olacak diye korkuyorum oğlum. Sen nasıl Alev'in gökyüzündeki uçakta ters döndüğünü gördüğünde korktuysan bende o şekilde korkuyorum." diye söylendiğimde bakışlarını kaçırdı ve ellerini ceplerine soktu. Alt dudağımı dişledim. "Düşerse elimi uzatamamaktan korkuyorum. Yakalayamazsam diye korkuyorum. Anlayın artık."
Çilingir'in bana baktığını hissettim.
"Sen yarrağı yemişsin."
Güldürmedi.
Sol elimdeki sigarayı içip üflerken bileğimdeki saate baktım. Öğle yemeği saati gelmek üzereydi. Sabahki düşüncem ile burnumdan soluyarak Çilingir'e baktım.
"Ben dışarıya çıkıp geleceğim. Eyşan size emanet, hep birlikte yemeğinizi yiyin. Bende geç kalmam." deyip elimdeki sigarayı kenara söndürüp avcuma sıkıştırdım ve kenardaki çöpe attım. Çay bardağını Çilingir'e verdim.
"Nereye gideceksin?" diye sorduğunda istem dışı gülümsedim.
"Yedim yarrağın hakkını vereceğim." dediğimde kahkaha attı ve Barış'a kolunu uzatıp omzuna koydu.
"Vay be, Bozkurt yuvadan uçuyor. Ee Barış, sen ne zaman teklif ediyorsun yengeye?" diye sorarak içeriye geçtiklerinde yüzümdeki gülümsemeyi kaybedip yatakhaneye doğru gitmeye başladım.
Zaman, bir kapı görevi görüp benim için şeklini büktü.
Ortası cam, kenarları ahşap olan bir kapıyı öne ittirdiğimde çarpan çan, içerideki kişiye haber verirken dükkâna girdim. Sandalyede oturan yaşlı adamın bakışları benimkilerle buluştuğunda gülümsedi ve masaya sabitlenmiş büyüteci kendinden uzaklaştırdı.
"Hoş geldin oğlum. Gel ayakta kalma, şöyle otur."
Melih amca masanın altındaki sandalyeyi yanına koyduğunda yürüdüm ve oturdum. Bakışlarım masanın üzerindeki çalışmasına kayarken derin bir nefes verdi. Bana baktığını hissedebiliyordum. Bunun üzerine yeniden bakışlarımı gözlerine çevirdim.
"Yolunu buraya getiren hâl nedir M.M.Ç?"
Derin bir nefes alıp verdim, kurumuş dudaklarımı ıslattım. Bir an için düşüncelerimi kaybettim ve sırtımın büküldüğünü hissettim.
"İnsan bazen kurmakta zorluk çektiği cümleler ile yaşamayı öğrenir evlat. O cümleler sayesinde de zihnindeki yankıdan kurtulamaz. Bükülmüş omuzların bana bir şeyi çok iyi hatırlatıyor, Atlas'ı."
Gülümsedim ve doğrularak sırtımı kütlettim.
"Her seferinde nasıl bunu yapmayı başarıyorsun Melih amca? Her neyse, aslında buraya gelmemin bir amacı var."
Melih amca tek kaşını kaldırdı.
Gülümseyerek "Bana bir yüzük tasarlayacak el işi ustası lazım." dediğimde gözlerinde hayranlık, sanki ruhumun içine sızdı.
"Mete." deyip başını sağa doğru eğdi. "Yoksa tahmin ettiğim şey mi?" diye sorguladığında kafamı salladım. Büyük bir iç çekip ruhumu doldurdum.
"Evet, sevdiğim kadına evlenme teklifi edeceğim."
Melih amca gülerek ayağa kalktı ve omzuma vurdu.
"Sen ne zaman kozandan çıktın tırtıl?" diye söylendiğinde gözlerimi kısarak gülümsedim. O cümleyi bana değil, yüreğimdeki aşka söylüyordu. Melih amca, aşkı bir kelebeğe benzetirdi.
Kozam kırılmış ve bir tırtıl çıkmıştı.
Büyüyüp, kelebek misali Eyşan'a konmuştu.
Melih amca gözlerimin içine bakarak doğruldu. "Gel benimle."
⌛
Her anı, zihnin bir yapboz parçasıdır.
Melih amca ile yaklaşık bir saatten beri bize arkası dönük kadını izliyorduk. Önündeki çiniyi ısrarla bırakmamış ve başını kaldırmamıştı. Derin bir nefes alıp Melih amcaya baktım. Gözlüğünü takmış elindeki gazeteyi okuyordu. Burada canı sıkılan yalnızca bendim. Dudaklarımın arasından yapmacık bir öksürüğü bırakırken kadın, yavaşça başını kaldırdı ve yüzünü yana çevirdi.
"Adın soyadın ne?"
Yutkundum.
"Mete Mert Çakır?"
Gülümsedi.
"Sabırsızsın Mert."
Mete yerine Mert'i kullanması açıkçası kaşlarımın çatılmasına neden olmuştu. Kadın derin bir nefes aldı ve bedenini bana döndürdü.
"Yürek ile yapılan iş sabır ister evlat. Sen de o yok."
Ellerimi dizlerimin üzerine koydum ve başımı biraz sağa eğdim.
"Sizin yardımınıza ihtiyacım var. Değer verdiğim bir kişiye kıymetli bir yüzük yaptırmak istiyorum."
Kadının dudaklarında buruk bir tebessüm oluştu. Ayağa kalktı ve bana doğru yaklaşmaya başladı. Yanıma geldiği vakit arkamdaki dolaba ilerledi. Dolabın kapağını iki yana açtı ve içinden siyah bir kutu çıkardı. Titreyen elleriyle kutuyu bana gösterdi.
"Bir gün biri, benden bir bileklik yapmamı istedi. Bilekliği yaptım fakat gelmedi. Hayatta her insanın değer verdiği biri olur evlat. Önemli olan tek şey o değer verdiğin kişinin, hayatının neresinde olduğudur."
Zihnimde yaşlı kadının dediklerinden sonra bir soru oluştu ve bütün düşüncelerimi kaçırdı. Değer verdiğim, kendimden öne koyduğum bu kişi gerçekten benim için değerli miydi? Gözlerimi kapattım ve ruhuma kulak verdim. Kapalı kapıların ardından gülen bir kadının sesi yükselirken bir yandan ağlayan kadının sesi yankılanmaya başlamıştı. Gözlerinin rengi gelecekti. Toprağımdı, cennetimdi. Ona sunduğum hayatın içindeki tek anıydı.
Eyşan, benim için değerliydi.
"Nasıl bir tarz yüzük istiyorsun?"
Yaşlı kadının sesi ile gözlerimi araladım. "Yapmayı kabul ediyor musunuz?"
Yaşlı kadın kafasını ağırca salladı ve derin bir nefes aldı. Ellerimi birbirine sürtüp ayağa kalktım, masanın yanına ilerledim. Masanın üzerine kutuyu bıraktı. Boş bir kâğıda kalemi hafifçe bastırmaya başladığımda yaşlı kadının yanıma yaklaştığını hissettim. Çizdiğim şablon bittiğinde kadına baktım.
"Sabırsız biri olmana rağmen sabır gerektiren bir işleme istiyorsun evlat, emin misin?"
Gülerek kafamı salladım. Kadın eliyle kapıyı gösterip Melih amcaya baktı.
"Haydi, şimdi gidin. Birkaç gün sonra gel."
Melih amca oturduğu yerden kalkıp kapıya doğru ilerlerken peşinden ilerledim. Tam aralık kapıdan çıkacakken aklımdaki soruyla durdum. Yüzümü yaşlı kadına döndüğümde çizdiğim şablonu inceliyordu.
"Peki, o kişiye ne olmuş, biliyor musunuz?"
Yaşlı kadın sorduğum soruyla gözlerini şablondan çekti ve bana baktı.
"Sevdiği adamı kaybetti."
Gözlerim aldığım cevap ile yere çevrildiğinde kadın masanın üzerindeki kutuyu aldı ve bana yaklaştı. Sağ elimi alıp kutuyu elimin üzerine koyduğunda gözlerimi gözlerine çevirdim.
"Hayat, tesadüflerle doludur evlat." dedikten sonra yaşlı kadın avcumdaki kutuyla elimi döndürdü. Elini kutunun üzerinden çekti.
Mete Mert Çakır.
Kutunun altındaki ismi gördüğümde dudaklarımın aralanmasına engel olamamıştım.
"Çık artık."
Kafamı belli belirsiz salladım ve dükkândan çıktım. Yavaş adımlarla arabaya ilerlerken kutuyu iç cebime koydum ve Melih amcaya baktım. Elini sallayarak kendi dükkânına gittiğinde derin bir nefes aldım. Elim, kalbimin tam üzerindeki kutuya giderken gözlerimi kapattım. Kalbimin üzerindeki yük ağır gelmişti.
Arabaya binip gazı kökledim. Sağa doğru inmeye başlayan ibre git gide daha da aşağıya doğru hareket ediyordu. Kısa bir süre sonra tüm şehri kuş bakışı görebileceğim bir alana vardığımda gazı kestim ve motoru durdurdum.
Kapıyı açıp kendimi dışarıya attım ve arabanın önüne geçip kalçamı kaputa yasladım. Üzerimdeki montun fermuarını aşağıya çektim ve cebimdeki kutuyu çıkarttım. Kutunun altına baktığımda isim bir kez daha zihnime kazınmıştı. Kutunun kapağını açıp kaputun üzerine bıraktım ve koruyucu bezi yavaşça kenara çektim. Bir kâğıt parçasıyla göz göze geldiğimde derin bir nefes aldım ve kâğıdı parmaklarımın arasına sıkıştırdım.
Bilekliği gördüğümde gözlerimi kıstım.
Bilekliği çevreleyen taşlar, derin mavi tonlarına sahipti. Bağlantı noktasından başlayan mavi silik renk ortaya doğru giderek koyulaşıyordu. Ortada, bilekliğin en dikkat çeken noktası olarak, metal bir Bozkurt vardı. Bozkurt'un öbür tarafına geçen renkler artık koyuydu. Kafamı iki yana yavaşça salladım ve kutuyu da kaputun üzerine bıraktım. Kâğıdı açtığımda ise künyemi görmeyi hiç beklemiyordum.
"Mete."
Bu ismin üzeri çizilmişti.
"Aklımdaki sayısız düşüncelerin sebebi adam."
Bu cümlenin üzeri de çizilmiş ve bir gözyaşı son sözcüğün mürekkebini dağıtmıştı.
Sende yerim nedir bilmem.
Ben de nasıl seslenirim bilemem.
Aşk bir adamın dudaklarında ölürken,
Umut da bir kadının kaleminde son buluyor.
Okuduğum dörtlük ile bakışlarımı şehirde gezdirip okumaya devam ettim.
Sen, seni gören bir kadının gözlerini kör ettiğin gün sana bu satırları yazmaya başladım. Gerçi bunu da okuyacağından da pek emin değilim.
Seninle geçirdiğim o vakit boyunca dudaklarından düşmeyen yılanın adı, benim panzehrimin kayıp madalyonuydu. Sen o madalyonu avuçlarında tuttuğun an, benim panzehrim güçlü bir zehre dönüşmüştü. İnsanlar tercih yapmakta özgürdür ama her özgürlük, bir tutsaklıktır.
Sen, vatanın özgürlüğündeki bir kadına tutsak olmayı öğrettin. Ben ise o tutsaklığı özgürlüğe çevirmek için çabaladım. Görmedin Mete, sen beni görmedin. O tabuta girmeyi kendine nasıl nail gördün? Sen geleceği hiç bana vermek istemedin mi?
Bu satırları okumayacağından o kadar eminim ama emin olmamakla beraber yine de yazmak istiyorum. Ben bu bilekliği Lara'nın bana gelip, çektiği kayıtları gösterdiği gün yaptırmaya başladım. Her taşın rengi giderek koyulaşıyor değil mi? Evet, koyulaşıyor. Bana baktığın her an gündüzden bir geceye evriliyorsun ama tutulman, Bozkurt oluyor.
Sen, beni korumak için şehit rolü yaptığında beni öldürdüğünü görmedin.
Sen, öylesine solgun bir şekilde bayrağın altında gözlerin kapalı dururken ağladığımı görmedin.
Sen, hıçkırıklarım boğazımı yakıp geçerken beni duymadın Mete.
Yapabilirdim, kendimi öldürebilirdim. Elimin altındaki silahı kalbime dayayıp seni öldürebilirdim ama senin değer verdiğin insana kıyamadım. Üstüme saldığın aşkın beni zehirlemesine izin verdim.
Karşıma çıktığın an seni affedeceğim ama bunu hiçbir zaman bilmeyeceksin.
Çünkü sen o tabuta kendini değil, beni gömdün sevgilim.
"Asena Eyşan Boduroğlu."
Dudaklarımdan dökülen o ismi duyarken, sanki bir yabancıymışım gibi hissettim. Adımın yankısı kulaklarımda kaybolurken, bir anlığına kim olduğumu unutmuş gibi oldum. Gözlerimi, hafifçe puslu bir şekilde uzanan şehre çevirdim. Her şey bulanık, her şey uzak gibi görünüyordu. Zihnimdeki sis, tıpkı gözlerimdeki yaş gibi damla damla aşağıya süzüldü.
Sağ elim, gözlerimin üzerine kondu; bir engel, bir duvar gibi. Gözlerim titredi, ellerim uyuştu. Derin bir nefes aldım, titrek ve zor bir nefes. Gözlerim kapalı fakat gözlerimdeki yaşlar hâlâ dökülüyordu.
Onu korumaya çalışırken, aslında en büyük zararı verenin ben olduğumu anladım. Ellerimle siper ettiğim dünyadan, içimde bir fırtına kopuyordu. Her damla yaş, bir pişmanlık; her titreyen nefes, bir itiraf gibiydi. Belki de affedilmezdim.
Beni, affetmemesi gerekiyordu.
Elimi yavaşça gözlerimin önünden çektim. Dünyanın ağırlığını taşıyan bir hareket gibi hissettim bunu. Bakışlarım, kaputun üzerindeki bilekliğe kilitlendi. O küçücük şeyde biriken anılar, içimde patlayan bir fırtına gibiydi. Ciğerimi yırtan bir bıçak misali, zorla ve titrek bir nefes aldım. Gözyaşlarımla ıslanmış parmaklarımı ağır ağır uzattım; bilekliğe dokunduğum anda, sanki ona değil de geçmişime dokunuyormuş gibi hissettim.
Parmaklarım o soğuk boncukların etrafında titreyerek dolandı. Gözlerimden yaşlar akmaya devam ederken, boğazıma düğümlenen sözler içimde yankılandı. Hiç konuşulmamış, hiç affedilmemiş kelimeler... O bilekliği aldım ve titreyen ellerimle saatimin hemen yanına taktım. Artık sadece bir hatıra değil, kalbimin yarım kalan parçası gibiydi; her saniye, her nefes onun izini taşıyacaktı.
Alev Atsız, Ağzından
Her ruh, geçmişin izlerini taşır. Bazıları bunu gözler önüne serer, bazıları ise derinlerinde, sessizce yaşamayı tercih eder. Ancak sahip oldukları bu izler, ruhlarında ve zihinlerinde tarifsiz bir yorgunluğa neden olur.
Yaklaşık on dakikadır izlediğim kadın, sanki bu izlerle kendi içinde bir savaş veriyordu. Büyümüş göz bebekleri masaya mıhlanmış, hareketsizce oturuyordu. Ruhundaki olay örgüsünü çözmeye çalışıyor gibiydi; geçmişin gölgesinde, anılarının labirentinde kaybolmuştu.
Sabahta aynısı olmuştu. Aklını karıştıran bir durum vardı. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. İçinde çözmeye çalıştığı her ne ise, bunu başaramayacağını hissediyordum.
"Eyşan."
Dudaklarımdan dökülen isim, bir fısıltı gibi yankılandı. Gözlerimi açmadan hemen önce söylediğim bu kelime, sanki onu bulunduğu yerden koparıp gerçeğe döndürmek için yeterliydi. Eyşan, irkilerek bakışlarını bana çevirdi. Gözlerindeki boşluğu gördüğümde, derin bir nefes verdim. Biraz daha geç konuşmuş olsaydım, kendini o anıya kaptırıp kaybolacak gibi görünüyordu.
"Bir sorun mu var?" diye sordum.
O an, yüzündeki şaşkınlığı hızla silip, alışık olduğum sakin maskesini geri taktı. Kafasını iki yana salladı.
"Bir sorun yok."
Başımı ağır ağır salladım ve masanın başına geçip sandalyeye oturdum. Ellerimi masanın üzerinde birleştirdim. Düşünceler zihnimde dolanıyordu, sonunda kelimelere döküldüler.
"Sende de oluyor, değil mi?"
Dudaklarımdan dökülen bu sözcükler öylesine, sıradan kelimeler değildi. Sanki bir yabancıyla konuşuyormuşum gibi hissettim ama biliyordum ki Eyşan öyle hissetmiyordu.
"Ne oluyor mu?"
"Arada yalnız kaldığımda, geçmişin izleri yakamı bırakmıyor. Ama bu benim hoşuma gidiyor. Çünkü bazen o an hiçbir şey anlamamış oluyorum. Sonradan düşündüğümde, her şey yerli yerine oturuyor."
Gözlerinde beliren kısa süreli aydınlanmayı fark ettim. Sözlerim, onun içinde yankı bulmuştu ama hemen ardından toparlandı, kolundaki saate bir bakış attı.
"Mete nereye gitti? Barış'a bir şey söylemiş mi?"
Bu soruyu duyduğumda içimde bir anlık tereddüt oldu ama ardından yalan dudaklarımdan döküldü.
"Alparslan albayın bir evrakı varmış, onu almaya gitmiş."
Bu, ona söylediğim ilk yalandı. Küçük, zararsız bir yalan ama yine de içimde garip bir his bıraktı. İnanarak kafasını salladığında, içimden Barış'a sövüyordum. Mete'nin yüzük bakmaya gittiğini söylediklerinde, açıkçası sevinmiştim. Ancak karşımdaki kadının hâlâ o yükü taşıdığını görüyordum. Geçmişin izlerini silmeden, geleceğe şekil vermeye hazır olabilir miydi?
Hiç sanmıyordum.
Bakışlarım Eyşan'ın arkasından sağa kaydığında oturduğumuzu gören Yonca, elindeki çikolatasıyla bize doğru yaklaştı. Bir ısırık alıp sandalyeye oturduğunda ortamın havasını yumuşatmak için Yonca ile uğraşmaya karar verdim.
"Dünyayı yedin be Yonca. Üzerine de tatlı mı yiyorsun?" deyip güldüğümde elindeki çikolatadan küçük bir ısırık aldı ve dudağının kenarını sildi.
"Valla şu an keyfimi bozamazsın Alev."
Kaşlarımı çatıp gözlerimi kıstım.
Alayla, "Ne o kız, piyangodan amorti mi tutturdun?" diye sorduğumda gözlerini devirdi.
"Salak ya. Annemler geliyormuş. Eyüp'ü de getireceklermiş, onu çok özledim." dedi.
Sesi neşeliydi ama bu neşe, içinde bulunduğumuz duruma o kadar zıttı ki bir an için ne diyeceğimi bilemedim. Yonca'nın bu sözleri üzerine göz ucuyla Eyşan'a baktım. Eyşan, yüzünde donmuş bir ifadeyle Yonca'ya dikilmişti. Gözlerindeki çaresizlik ve şaşkınlık bir tokat gibi çarptı. Yutkundum.
Eyşan'ın bakışları, "Gelsinler elbette ama onları nasıl koruyabiliriz?" der gibiydi. Bu bakışların ağırlığı omuzlarıma bindi. İçimde oflamamak için kendimi zor tutarken dışarıdan sakin bir şekilde gülümsedim.
Her şey üst üste gelmeye başlamıştı. Bir yandan düşman her an daha da yaklaşırken, bir yandan Yonca'nın ailesinin gelişi işleri daha da karmaşıklaştıracaktı. Sanki üzerimizde kara bir bulut geziniyor, bizi adım adım izliyordu.
Gülümsememi sürdürerek Yonca'ya döndüm.
"Eyüp'ü görmek seni mutlu eder, bu güzel ama biz de buradayız, unuttun mu? Eyüp'ü senin kadar olmasa da görmek için sabırsızlanan başka kişiler de var," dedim, sesi biraz olsun neşeli tutmaya çalışarak.
Yonca, gözlerindeki ışıltıyla gülümsedi ama o an, Eyşan'ın derin düşüncelere dalan bakışları zihnimden silinmedi.
Bu bulut ne zaman dağılırdı bilmiyordum ama o zamana kadar, hayatta kalmak için savaşmaya devam edecektik.
9 Mart 2022 / Şırnak
Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından
Hiçbir şey tesadüf değildir. Elbet olması gerekmiş ve karşımıza çıkmıştır.
"Eğitim hayattır." diye çınladı, zihnimde bir ses. Benliğimi bir okulun sınıfında, en arka sıradaki camın kenarında otururken buldum. Bakışlarım pencereden görünen küçük bir alanda takılı kalmıştı. Şehri boyayan beyaz örtü, içerisinin sıcaklığıyla uyuşmuyordu.
"Yaşadığınız her olay, çözdüğünüz sorular size bazı eğitimleri habersizce verir. Sizler önlerinizdeki soru bankasındaki soruları çözerken, aslında hayatta karşılaştığınız sorulara nasıl yaklaştığınızı ve yaklaşmanız gerektiğini öğrenirsiniz. Hızlı fakat yanlış verdiğiniz cevaplar sabrınızı ve hatalarınızı yüzünüze vururken, yavaş ve kendinizden emin verdiğiniz cevaplar ise hayatta sağlam kararlar aldığınızı gösterir." dedi, aynı ses.
Benliğim bakışlarını pencereden çektiği anda öğretmen kalemini masaya koydu. Kalem, tutunacak bir cisim olmadığından dolayı yavaşça masada yuvarlanmaya başladığında benliğim yeniden pencereye bakışlarını çevirdi. İşte o an gökyüzünden düşen her bir kar tanesinin ağırlaştığını fark ettim. Kulaklarımda bir arabanın fren sesini işitirken kalem yere düştü.
Gözlerimin odağında Eyüp belirdi. Küçük bedeniyle neşe içinde bana doğru koşuyordu. Yüzündeki kocaman gülümsemeyi görünce istemsizce dizlerimin üzerine çöktüm ve kollarımı iki yana açtım.
"Eyşan abla!" diye sevinçle bağırıp küçük kollarını boynuma sardı. İçime çektiğim mis gibi çocuk kokusuyla kalbim sıcacık oldu. Elleriyle narin sırtına dokundum, gözlerim doldu. O an Yonca'nın alaycı sesini duydum.
"Aa aaa! Hergeleye bak yaa, kardeşim beni görmeden Eyşan'a sarıldı!" dedi ama umursamadım. Eyüp'ün minik elleri boynuma daha sıkı sarılırken kollarımı çözdüm, parmaklarımı onun ipeksi saçlarında gezdirdim.
"Kıskanma Yonca, kıskanma," dedim gülümseyerek. Yonca gözlerini devirdi ama dudaklarının kenarına bir gülümseme yerleşmişti.
Tam o sırada Suna teyze, şefkat dolu ellerini Eyüp'e uzattı. Küçük çocuk, annesinin sıcaklığını hisseder gibi hemen o ellere yöneldi. Ben ise elimi Eyüp'ün yumuşacık saçlarından çekip ağır bir nefesle ayağa kalktım.
Suna teyze bana doğru bakıp hafifçe başını salladı. Gözlerindeki minnet, kelimelere gerek bırakmayan bir teşekkür gibiydi. Bu bakış beni duygulandırmış olsa da gülümsememi yüzümde sabit tutmaya çalıştım.
"Nasılsın kızım?" diye sorduğu anda boğazıma bir düğüm oturdu. Dikenli teller gibi içimi saran o his, kelimeleri boğazımda sıkıştırdı. Gülümsedikçe daha derine battı.
"Gücümüzdeyiz, siz nasılsınız?" dedim sonunda, pek de anlamı olmayan bir cevapla. Gülümseye çalıştığımda Eyüp, üzerimdeki formayı gösterdi ve elini diz kapağımın üzerine koydu.
"Vaaov! Bunlar sizin mi?" diye sordu.
Bir anlık şaşkınlık yerini kahkahalara bıraktı. Herkesin neşesi yükseldiğinde başımı sallayıp formayı inceledim. Küçük bir gülümseme ile eğilerek Eyüp'ün gözlerine baktım. "Senin de olsun ister misin?" dedim. Kaşlarımı kaldırmamla birlikte yüzünde yayılan gökkuşağı misali bir gülümsemeyle başını hızla salladı.
Burnumdan derin bir nefes alarak o anın sıcaklığına kapıldım. Eyüp'ün gözlerindeki o masumiyet ve heyecan, sanki hayatın en karanlık köşelerine bile ışık tutabilecek kadar güçlüydü. Çocukların neşesi, her şeyin üzerine parlayan bir güneş gibiydi. Bulutlar ne kadar kararsa da onların gülüşleri, gökyüzüne bir açıklık kazandırıyordu.
Bir şimşek misali düşüncelerimden ayrılıp Yonca'ya baktım.
"Misafirhaneyi hazırlatalım, burada kalsınlar." dediğimde gözlerini hafifçe kıstı ve kafasını salladı. Mete ile bakışlarım birleştiğinde derin bir nefes aldım. Askeriyeden çıkmam yasak olduğu için burada kalacaklardı. Mete, bakışlarını kaçırdığı an Ferdi amcanın sesini duydum.
"Komutan." dedi. Ona döndüğümde kaşları çatık bir şekilde bana bakıyordu. "Omuzlarındaki yük ne kadar da ağır?" diye devam ettiğinde yutkundum. Tokat atsa bu kadar canım yanmazdı. Gözlerinde, babamın bana baktığı gibi bir şefkatli anlayış oluştuğunda gülümsedi ve sarıldı. Dişlerimi sıkıp yüzümü buruşturduğumda gözlerimi kapattım.
"Latife ediyorum evlat. Komutan olmak kolay değil." dedi ve sırtıma iki kere yavaşça vurup geri çekildi. Gülümsemeye çalışarak ona baktığımda omuzlarımdan sarstı ve yürümeye başlayan Yonca'nın omzuna kolunu koydu.
"İyi misin?"
Mete'nin sesiyle ona döndüm ve gözlerinin içine baktım. "Değilim," dedim dürüstçe. "Bunaldım ve artık nefes alamıyorum."
Sözlerimden sonra sırtımı ona dönüp kantine doğru yürümeye başladım. Hoş, başka bir yere gitme seçeneğim yoktu zaten. Askeriye, Güvercin'in kafesi olmuştu.
10 Mart 2022 / Şırnak
Mete Mert Çakır, Ağzından
Zihindeki yorgun cümleler, en ağır düşüncelerdir.
O düşünceler, ruhumda hiç yerini kaybetmemiş aksine iyice karmaşık bir yola sapmıştı. Ne yapsam geçtiğim yollardan yeniden geçmek zorunda kalmış ve yine başlangıç noktasına geri dönmüştüm. Ben, çıkmaz bir sokaktaydım. Zamanın içinde bir yerlerdeydim.
Sol kolumdaki saatin sesini işitebiliyordum. İçine hapsettiği benliğimi kurtarmak için hiçbir şey yapmıyordum, yalnızca bekliyordum. Gökyüzü, bu sabrın hediyesini verme amacıyla sertçe gürlediğinde derin bir nefes aldım. Arabanın camlarına vurmaya başlayan kara karışık sert tanecikler zihnimdeki bir anının yarasını kanatmaya ant içmiş gibiydi.
Üç yıl önce, Eyşan'ın Asena Gündüz olduğu o zamanda, Güvercin Timi'ne geçmeden bir hafta önce Caner ile geçirdiğim kazayı hatırladım.
"Mete!"
Yerde sürüklenen bir bedenin, çaresizce yerde kanlar içinde yatan kişiye ilerlemesini izlemeye başladım. Uzuvlarının farklı noktalarına batan irili ufaklı taşların varlığını vücudumda hissedebiliyordum. Sağ kaşının kenarından akan kanın sıcaklığını sezebiliyordum.
"Mete hayır!"
Zaman, akrep ve yelkovan arasındaki savaşı başlatmıştı.
Kulağımda işittiğim siren seslerinin ruhumda bırakacağı izleri düşünmeden sürünmeye devam eden Caner'i izlemeye devam ediyordum. Hiç usanmadan, aldığı yaralara bakmadan değer verdiği kişiye ulaşma çabası gözlerimi kısmama neden oluyordu. "Bırak ölsün, bırak öleyim." demek istedim. Ne dilim varmıştı söylemeye ne de mecalim. Olan biten her şey gerçekti ama ben burada değildim.
Yüzüme vuran mavi ve kırmızı renkler çoktan zihnime kazınmış, yerlerini korumaya yemin etmişlerdi. Başıma gelecek her olayda karşıma çıkmak için zamanı kollayacaklardı. Bilinçsizce oluşan her tesadüf, yeni bir kaderi oluşturacaktı. Ambulans görevlileri yerde sürünen Caner'i fark edip durdurmaya çalıştılar.
"O benim ikizim, bırakın!"
Dudaklarından dökülen her feryat, gözlerinden damlayan her yaş yeni bir benin oluşmasını sağlayacaktı. Gözleri kapalı benliğimin önünde çırpınmaya devam ederken makinedeki kalbin durma sesi geceye yankısını bırakıyordu.
Caner, elini yumruk yapıp kalbime vurmasaydı ben, o gece ölmüş olacaktım.
Caner'in görevliler tarafından götürüldüğünü görürken sırtımı onlara çevirdim ve başka bir noktaya yürümeye başladım. Akrep ve yelkovan arasındaki savaşı, zaman kazanmıştı. Kazanan zaman, her şeyi tepetaklak ettiği anda bedenimin yere savrulduğunu hissettim.
"Çocuk, sana sesleniyorum."
Bir anda düşüncelerimden sıyrılarak camdaki gürültüye baktım. Yaşlı kadın, elinde tuttuğu şemsiyesiyle arabanın camına vuruyor ve dudaklarını kıpırdatıyordu. Kapı kilitlerini açıp arabadan indiğimde kadın bana doğru şemsiyesini uzattı. Karla karışık yağmurdan korunmama yardımcı olurken eliyle dükkânını işaret etti. Onunla birlikte içeriyi girdiğimizde elindeki şemsiyeyi kapattı ve kapının yanındaki kovaya yavaşça bıraktı.
"Sabır denilen şey bu değildir evlat."
Yaşlı kadının cümlesiyle gözlerimi kırptım, derin bir nefes alırken yaşlı kadın sobanın yanına gitti. Ellerini birbirine sürtüp sobaya yaklaştırdı. Birkaç saniye öylece durdu ve ardından sobanın üzerindeki çaydanlığı kaldırdı. Kenarda bekleyen iki bardağa çay doldurup bana doğru ilerledi. Titreyen ellerinden her an dökülecekmiş gibi duran çayları alıp yanımdaki sehpanın üzerine bıraktım.
"Geleceğimi biliyordun, değil mi?"
Yaşlı kadın, sorduğum soruyu duymamış gibi yaptı.
"Şeker kullanır mısın, çocuk?" diye sordu. Çocuk kelimesiyle derin bir nefes aldım ve kaşlarımı çattım.
"Ben çocuk değilim."
Yaşlı kadın gülümseyerek çayına bir şeker attı, çay tabağının kenarındaki kaşığı içine koyup birkaç tur döndürdü. Söylediğim şeyleri kaideye almaması beni bir tık sinirlendirmeye başlamıştı. Yeniden derin bir nefes alıp sakinleşmek için çayımdan bir yudum aldım.
"Evet, seni buraya yollayan şey nedir?"
Yalnızca boğazımdan akıp gidecek olan çay, bir yumruya dönüşüp soluk borumu tıkadığında öksürmeye başladım ve elimdeki bardağı sehpanın üzerine bırakmaya çalıştım. Birkaç öksürükle bu durumdan kurtulurken büyümüş gözlerimi yaşlı kadına çevirdim.
"Dalga mı geçiyorsun?" diye sordum.
Kadın, elinde tuttuğu sıcak kaşığı elimin üzerine vurup çekti.
"Dalga denizde olur nazar boncuğu!" dedi, acımasızca.
Acıyla elimin üzerini ovalarken bakışlarımı elime indirdim.
"Korkma bu acı hiçbir şey. Ne demek olduğunu daha çok göreceksin."
Dilimi dişlerimin arasında gezdirirken bakışlarımı yeniden yaşlı kadına çevirdim. Yaşlı kadın sanki biraz önce hiçbir şey dememiş gibi çayını yudumlarken gözlerimi devirdim. Sanırım buraya gelmekle hata etmiştim. Yavaşça ayağa kalktım ve üzerimi düzelttim.
"Çay için teşekkürler, iyi günler." diye sıraladığım cümlelerle kapıya doğru ilerledim.
"Otur yerine." dedi ve ayağa kalkıp çalışma masasındaki yüzük kutusunu alıp geri yerine oturdu.
"Bir kez anlatırım daha sonra ağzımdan tek bir laf dahi alamazsın. Soru sormana izin vermem, sorduğun anda buradan kovarım. Kabul etmeme gibi bir hakka sahip değilsin. Bunları kabul ederek buraya geldiğini var sayıyorum. Çünkü hiçbir aptal zihin, düştüğü düşünce havuzundan yalnız kurtulacak kadar akıllı değildir."
Alttan laf çakarak bana aptal dediğini duymamış gibi yaptım ve kollarımı göğsümde bağlayıp yerime oturdum. Yaşlı kadın bıyık altından gülümseyip çayından bir yudum aldı ve bardağı yerine koydu. Yüzüne ciddi bir ifade takınırken bakışları yana doğru çevrildi. Göz bebeklerinin küçüldüğünü fark ettiğimde zihnindeki olaylara odaklandığını hissedebilmiştim.
"Bundan üç ya da dört ay önce buraya bir kadın geldi. Gözleri, ateşle yoğrulmuş bir toprağı andıracak kadar kahverengiydi. Yüz hattı keskin ve ifadesizdi. Bana, bir bileklik yaptırmak istediğini ve bunu ne zamana kadar halledebileceğimi sordu. Ondan, yapmamı istediği bilekliğin bir çizelgesini istediğimde kolayca çizdi ve bana gösterdi."
Derin bir nefes aldıktan sonra devam etti.
"Şablonu gördükten sonra; o kurt için detaylı bir işçilik gerektiğini ve yetişmesi gereken zamanı sordum. Bana; 'Sen yapmaya başla, ben gelip alacağım.' dedi. O gittikten sonra hemen yapmaya başladım. Gecelerce hiç uyumadan ve pes etmeden bitirmeye çalıştım. Bitti, bittiğinde ise ne gelen ne de bir haber vardı. Ta ki ben bir gece dükkânı kapatacağım sırada o kadın geldi. Siyah kabanının içinden bir kâğıt çıkarttı."
Kaşlarım çatılırken bardağını eline aldı.
"Bu mektubu yaptığın bilekliğin kutusuna bırak.' dedi. Bir avuç tomar parayı da elime verdi ve arkasına bile bakmadan gitti. Ben o gün o mektupta yazılan her şeyi okudum. Çünkü o kişinin bir daha buraya gelmeyeceğini biliyordum."
Elindeki bardağı kenara bıraktı. Gözleri parıldayarak bana baktı.
"Ama değer verdiklerinin canı pahasına, kendinden vazgeçmeyi göze almış bir adam, âşık olduğu için parçasını almaya geldi, yani, sen geldin. Şimdi sen, senin için yaşarken ölmüş bir kadına yüzük yaptırıyorsun."
Yutkunup gözlerimi kaçırdığımda derin bir nefes aldı.
"Eğer değer verdiklerinin zarar görmesini istemiyorsan, zarar verecek etkeni ortadan kaldır çocuk."
Zihnim dağılmış, düşüncelerim karışmıştı. Onları toparlamak için bir dal sigaraya ihtiyacım var gibi görünüyordu. Yavaşça iç çektim, bir paket bile benim içimdeki sorunu çözemeyecek kadar yetersizdi. Ellerimi dizlerimin üzerine yaslayıp ayağa kalktım ve ceketimin cebini yokladım. Sigara paketim arabada kalmıştı.
"Sana söyleyeceklerim bu kadardı çocuk. Umarım, zihnindeki karmaşıklığı çözüp kaybolduğun yolu bulursun." dedi, yaşlı kadın. Konuşmasının son bulduğunu anlayabilmiştim. Elinde tuttuğu kutuyu uzatıp derin bir nefes aldı. Cüzdanıma uzanacağım sıra elimi durdurdu.
"Gönül işi parayla olmaz asker." dedi, gözlerindeki sıcak ama kararlı bakışla. "Hadi git ve senin için ölmüş bir kalbi iyileştir."
Bu sözler içimde bir şeyleri tetikledi ama kabul edemezdim. Başımı iki yana sallayıp kutuya baktım.
"Hayır, böyle bir iyiliği karşılıksız alamam. Bu, sizin emeğiniz. Kıymetli bir zahmetiniz." dedim, kelimelerim sert ve tutarlıydı. Cüzdanı tekrar çıkarmaya yeltendim ama o elini havaya kaldırıp beni susturdu.
"Bunu anlaman zaman alacak, evlat. Bileğine taktığın bileklik gibi, bir emanet olarak düşün. Emaneti yerine ulaştırdığında zaten ödeyeceksin."
Söyleyecek bir şey bulamıyordum. Yaşlı kadının sözlerinde bir kesinlik, bir ağırlık vardı. Kutuyu tereddütle kabul ederken içimde garip bir huzursuzluk hissettim.
"Teşekkür ederim."
Dükkânın kapısına doğru ilerledim. Tanrı'nın topak gözyaşları, henüz dinmemişti. Sert düşen damlalara aldırmadan kapıyı açtım ve hızla arabaya yürüdüm. Arabaya binip yola koyuldum. Araba, oldukça kaygan yolda adeta kesintisiz bir şekilde akıp gidiyordu. Yanımdaki boşluktan sigara paketimi alıp baş parmağımla kapağı sürükledim. Bir dalı ittirip dudaklarıma yasladım ve paketi aldığım boşluğa fırlattım.
Cebimdeki çakmağı çıkartıp çıkarttığımda sol elimdeki direksiyonu sağ elime devrettim. İşaret ve orta parmağımla sigarayı kavrayıp dudaklarımdan çektim ve üfledim. Duman, etrafa bir sis misali dağılırken derin bir nefes daha çektim. Geçmiyordu, ne yaparsam yapayım içimdeki bu durumu çözebilecek bir durum bulamıyordum.
"Komutan." dedi, Yonca'nın babası. Eyşan, ona döndüğünde Ferdi amca kaşları çatık bir şekilde ona bakıyordu. "Omuzlarındaki yük ne kadar da ağır?"
Eyşan'ın gözlerindeki parçalanmayı gördüğümde nefes alamadığımı hissetmiştim. Hele ki yüzünü buruşturup o yıkılmışlığını hiçbir zaman zihnimden silemeyecektim. Ona boşuna Tarumar diye seslenmiyordum. Bakışlarında gerçekten perişanlığın bir yıkımı vardı. Gözlerine bakan herkes, artık onun ne olduğunu anlıyordu.
Tarumar.
Şimdi o kadın, benim yarattığım kayboluşumdu.
Düşünceli bir şekilde sigarayı dudaklarıma sıkıştırıp tutacağa bağlı telefonumun ekranını açtım ve Barış'ın numarasına tıkladım. İkinci çalışta açıldığında "Efendim badi?" diyerek konuştu. Sigarayı yanımdaki araç küllüğüne bastırdım.
"Yanında biri mi var mı?"
Kapı sesini duyduğumda gözlerimi kıstım.
"Şu an müsaidim."
Kafamı salladım.
"İyi dinle; Çilingir, Selçuk, Kubilay ve seninle birlikte bir toplantı yapacağız. Diğerleri hem Caner'e hem de Eyşan'a göz kulak olacaklar. Selçuk'a söyle sizi dağ evine getirsin, neresi olduğunu o biliyor."
"Tamam, hemen haber veriyorum."
Parmağımı uzatıp aramayı sonlandırdım ve direksiyonu sıkıca kavrayıp hızımı arttırdım. İçinde bulunduğumuz bu durumun çözülmesi için elimden ne geliyorsa yapacağım.
Tek tutsaklığımız kendimiz olacaktık.
10 Mart 2022 / 21:00 – Mete'nin Dağ Evi
Yazar, Ağzından
Mete'nin evindeki geniş oturma odası, gecenin ilerleyen saatlerinde de olsa hareketliydi. Masanın üzeri, çayır çimen karışımı bir kaosla kaplanmış gibiydi: haritalar, not defterleri, kalemler ve yarısı içilmiş kahve kupaları. Herkes kendine bir köşe seçmişti ama dikkatler ortadaki masada birleşiyordu.
Barış, elindeki kahve kupasını bir silah tutuyormuş gibi kavramıştı.
"Bu kadar harita ve bilgiyle Miran Zafir'i bulamayacaksak, ben gidip bir falcı bulayım, o daha faydalı olur," dedi, yüzünde alaycı bir ifadeyle.
Selçuk kaşlarını çatarak ona döndü. "Falcıya gerek yok, Barış. Zafir'in saklanma konusunda iyi olduğunu biliyoruz ama bu onun iz bırakmadığı anlamına gelmez."
Mete, dizlerinin üzerine eğilmiş bir şekilde haritayı inceliyordu. Parmağı Hakkari'nin çevresindeki köy yollarını işaret ederken konuştu: "Zafir, en son bu bölgede görüldü ama burası onun kalacağı bir yer değildi. Kaçış rotası planladı."
Barış bir yudum kahve aldıktan sonra başını kaldırdı. "Bize bu kadar basit bir bilgi verdilerse, kesin yanıltıcıdır. Adam resmen kedi gibi dokuz canlı."
Kubilay güldü. "Dokuz canlı diyorsan, belki balık gibi ağ atarız. Yemi bırakırız, gelir yakalanır."
Çilingir, köşedeki kanepede sessizce oturuyordu. Elinde tuttuğu kahve kupasından çıkan buhar yüzünü aydınlatıyordu. Hafif bir alayla konuştu: "Hayalet bir Çoban'ı yakalamaya çalışıyoruz. Balık tutmuyoruz."
Selçuk kağıtların arasından bir dosya çekti ve içindeki belgeleri masaya serdi. "Bakın, bu adamın kullandığı araç plakalarının bir kısmını tespit ettik. Çoğu sahte ama birkaç tanesi dikkat çekmeden bir noktada tekrar kullanılmış. Bu, onun belli güzergahlarda sabit alışkanlıklar geliştirdiğini gösteriyor."
Kubilay kaşlarını kaldırdı. "Yani bir rutini var?"
Selçuk başını salladı. "Tam olarak değil ama bazı tercihleri var. Örneğin, en çok kullandığı saklanma yerleri, terk edilmiş fabrikalar veya madenler. İnsanların fazla dikkat etmediği yerler."
Mete, Selçuk'un önündeki dosyayı dikkatle inceledi. "Eğer bu fabrikalardan birine saklandıysa, onu bulmak için önce bu bölgedeki bütün terk edilmiş yapıları taramamız gerekecek."
Barış koltuğuna yaslanarak iç çekti. "Tam bir oyun gibi. Bölge tarama, düşman bulma ama sonunda hep kaybediyoruz."
Çilingir bakışlarını ona çevirdi, sesi sakin ama kararlıydı. "Eğer kaybetmeye devam ediyorsak, bu planlama hatasıdır. Miran Zafir bir adım öndeyse, bizim iki adım atmamız gerekir."
Mete, kupasındaki kahveyi bitirip ayağa kalktı. "Doğru. Bu yüzden yarın sabah erkenden bu haritadaki noktaları tek tek kontrol etmeye başlayacağız."
Tam bu sırada, Barış kahvesini yudumlarken bir anda öksürmeye başladı. Kahve boğazına kaçmış gibi görünüyordu. Kubilay, fırsatı kaçırmayarak hemen konuştu. "Barış, Zafir seni görünce böyle korkarsa, işimiz kolay."
Barış, öksürüğünün arasında küfür mırıldandı ama Kubilay'ın şakası zaten odadaki gerginliği hafifletmişti. Herkes hafifçe gülümsedi, hatta Selçuk bile istemsizce başını eğerek güldü.
Mete, elindeki haritayı masaya bırakarak hafifçe gülümsedi. "Kubilay, bu mizah anlayışını biraz daha planlama becerisiyle birleştirsen, gerçekten işe yarayabilirsin."
Kubilay, bir elini göğsüne koyarak dramatik bir şekilde cevap verdi. "Komutanım, ben zaten ekibin mizah uzmanıyım. Sıkıcı zekâ işi bana göre değil."
Bu küçük anın ardından odadaki hava tekrar ciddileşti.
Mete tekrar haritaya dönerek konuştu. "Hedefimiz net. Sabah yola çıkıyoruz. Kubilay, cihazları hazırla. İlk durağımız Miran Zafir'in en son sinyal verdiği nokta, yani, Hakkâri."
Herkes başıyla onaylayarak odadaki sessizliği tekrar doldurdu.
Mete, elindeki dosyayı dikkatlice katlayıp masanın kenarına koydu. Etrafındaki herkesin gözlerine birer birer baktı. Odada hâlâ kahvenin kokusu dolaşıyordu, ancak konuşmalar kesildiğinde sessizliği bir tür gerilim doldurmuştu.
"Barış," dedi Mete, sesinde alışılmış bir kararlılık vardı. "Seninle bir işimiz daha var. Bu araç plakalarını kullandıkları rotaların lojistik raporlarını çıkar. Neden bu yolları tercih ettiklerini anlamamız lazım. Eğer Miran bu bölgelerde hareket ediyorsa, yerel bağlantıları da olmalı."
Barış, biraz isteksizce kupasını masaya bıraktı. "Anlaşıldı komutanım ama eğer gece yarısı beni 'eksik bilgi var' diye uyandırırsanız, kahveye zam istiyorum."
Kubilay, bu fırsatı kaçırmayarak araya girdi. "Barış, zaten bu kadar kahve içtiğin için gerginsin. Belki biraz su içmelisin. Kim bilir, belki o zaman Zafir'in yerini rüyanda görürsün."
Kimse gülmedi.
Mete'nin bakışları hala ciddi bir şekilde masaya odaklanmıştı. Haritanın üstündeki işaretli noktalara bir kez daha göz gezdirdi.
"Çilingir," dedi Mete, başını hafifçe kaldırarak. "Sen ve ben, Zafir'in bağlantılarını araştıracağız. Bu, eski dosyalara dönmek anlamına geliyor. Kimse bu kadar dikkat çekmeden bu kadar uzun süre saklanamaz. Demek ki hâlâ içimizden biri ona bilgi sızdırıyor olabilir."
Çilingir başını salladı, gözleri ciddi bir şekilde Mete'nin söylediklerini dinliyordu. "Ya içeriden biri ona çalışıyor ya da Zafir, sistemin açıklarını bizden iyi biliyor. Her iki durumda da bunu çözebiliriz."
Selçuk, masanın köşesinden bir tablet çıkararak not almaya başladı. "Eğer bir sızma varsa, bu bağlantıyı bulmamız uzun sürmez. Yarın Hakkâri'deki noktaları kontrol ederken bu ihtimali de göz önünde bulundururuz."
Mete, gözlerini Selçuk'a dikti. "Doğru ama bunu sessizce yapmak zorundayız. Zafir, bizim üzerimize gelmeden önce onun adımını görmek istiyorum."
Tam o sırada, dışarıdan bir kurt uluması duyuldu. Oda bir an sessizleşti. Barış, elindeki kupayı hafifçe kaldırarak konuştu.
"Mete, kankin geldi."
Mete, gözlerini devirdi ve Barış'a baktı.
"Sana buradan bir uçarım Barış, emin ol nasıl geldiğimi bile göremezsin."
Barış, ürkerek yutkundu ve Mete arkasını döndüğünde dudağını büküp onun taklidini yaptı. Kafasını sallayarak güldüğünde Mete, boğazını temizleyip kafasını iki yana salladı. İçinden, 'Eyşan'ın kolları arasında olmak varken testosteron kokan bir ortamda benim ne işin var amına koyayım?' diye söylenirken dişlerini sıktı. Eyşan'ın yasemin kokusu burnunda tütmeye başlamıştı bile.
Mete, sırtını kütleterek doğruldu ve bakışlarını Kubilay, Barış, Selçuk ve Çilingir'de gezindi.
"Çilingir, Caner'in odasının içindeki odaya yerleşin. En azından biraz uyusun millet."
Çilingir kafasını salladığında herkes birer birer ayağa kalkarak odadan ayrılmaya başladı. Kahve kupaları masada boşalmış, not defterleri kapatılmıştı. Mete, odada tek başına kaldığında gözlerini bir kez daha haritaya dikti.
İçinden, "Bu kez yakalayacağız. Başka seçeneğimiz yok," diye geçirdi.
'Onun için.' dedi.
Eyşan için.
Onu Tarumar eden o duygudan kurtarmak için.
11 Mart 2022 / 07:00 – Mete'nin Dağ Evi
Sabahın erken saatleri, Mete'nin evinde bir kez daha telaşla başladı. İlk ışıklar henüz ufukta belirmişken, ekip toparlanmaya koyulmuştu. Evdeki kahve kokusu yerini taze demlenmiş çayın keskin kokusuna bırakmıştı. Selçuk masanın başında tabletine bir şeyler yazarken, Çilingir, teçhizat çantalarını kontrol ediyordu. Kubilay ise araç için ihtiyaç duydukları ekipmanı toparlamaktaydı.
Barış, mutfakta çaydanlığı taşırma tehlikesiyle uğraşırken arkasından seslendi.
"Bunu da görev raporuna ekleyin. Operasyon başlamadan Barış, sıcak içecekle yaralandı."
Kubilay, alaylı bir şekilde, "Görev raporu tutmayacağız koçum. Eyşan ablanın bu operasyondan haberi yok. Sadece Alparslan albayın haberi var."
Mete, camın önünde dikilip bir şeyler düşünüyordu. Sabahın bu sessizliğinde bile gözleri tetikteydi. Kapıya yakın yerde duran montunu giyerken, bir yandan da ekibe seslendi.
"Tamam, oyalanmayı bırakın. Yola çıkıyoruz. Selçuk, rotayı belirledin mi?"
Selçuk, elindeki tableti işaret etti. "Evet, ilk durağımız burası. Terk edilmiş bir maden sahası. Bölgeye yaklaşıp sessizce gözlem yapmamız gerekecek."
Çilingir sırt çantasını kapatıp omzuna attı. "Eğer Zafir oradaysa, içeride kaçış için başka bir çıkış noktası hazırlamış olabilir. Herkes tetikte olsun."
Barış, çaydanlığı yerine bırakıp ciddileşmiş bir ifadeyle mutfaktan çıktı. "Tetikteyiz ama yine de içeri girmeden önce keşif yapmamız iyi olur. Bir sürprizle karşılaşmak istemeyiz."
Kubilay, omzuna astığı bir cihaz çantasını düzelterek araya girdi.
"Dronu hazırladım. Alana yaklaştığımızda havadan kontrol edeceğim. Eğer bir hareketlilik varsa hemen haberiniz olur."
Mete başını onaylar şekilde salladı.
"Güzel. Herkes işini biliyor ama şunu unutmayın, karşımızda Hayalet Çoban var. Her ihtimali hesaplayarak ilerleyeceğiz."
Tüm hazırlıklar tamamlandıktan sonra ekip, dağ evinin arkasındaki garajında bekleyen arazi aracına yöneldi. Barış, direksiyon başına geçerken, Selçuk co-pilot koltuğuna oturdu. Arkada Mete, Çilingir ve Kubilay sırt çantalarını yerleştiriyordu. Araç harekete geçtiğinde, dışarıda hâlâ sabahın puslu serinliği vardı.
Yolda ilerlerken sessizlik, Barış'ın sabah alışkanlığını bozmamasıyla bozuldu.
"Mete, bu kadar ciddi bakmaya devam edersen, Zafir bizi görmeden kaçabilir. Adam senin bakışlarından korkar."
Mete, hafifçe gülümseyip cevap verdi.
"Sen konuşmaya devam edersen, ilk gözlem görevini senin kahve kupanla yaparız Barış."
Ekip bu kısa espriyle gülümserken, araç hızla terk edilmiş madene doğru ilerliyordu. Herkes, planlarını aklında tartıyor, olası bir çatışmaya veya tuzağa karşı hazır olmaya çalışıyordu.
Maden sahasına vardıklarında, güneş tam anlamıyla doğmamıştı. Bölge sessizdi, çevreyi kaplayan terk edilmiş yapılar ve paslanmış araçlar, geride kalmış bir hayalet şehir izlenimi veriyordu. Kubilay, dronu çantasından çıkarıp hızla aktive etti.
"Tamam, havalanıyor. Bakalım bu eski oyuncak Zafir'i bizim için gözetleyecek mi?" dedi, ekranına bakarak.
Mete, dürbününü çıkarıp çevreyi tararken ekibe seslendi.
"Bu sadece bir başlangıç. Eğer burada değilse, sıradaki noktaya geçeceğiz ama şunu unutmayın, Miran Zafir'i artık bulmadan geri dönmek yok."
Ekip, sessizce görevlerine odaklanarak çalışmaya başladı. Terk edilmiş madende başlayan bugün, ilerleyen saatlerde beklenmedik olaylarla dolu olacaktı.
Kubilay'ın kontrol ettiği dron havalanıp sessizce maden sahasının üzerinde süzülmeye başladı. Küçük cihaz, harabe halindeki binalar ve paslı makinelerin arasından geçerken, Kubilay cihazın ekranına odaklanmıştı.
"Biraz sabırlı olun," dedi, ekrandaki görüntüleri yakınlaştırırken. "Terk edilmiş gibi görünüyor ama emin olmadan içeri girmeyelim."
Selçuk, araçtan çıkıp yerdeki izleri inceliyordu. Toprağın sertliği ve dağınık lastik izleri dikkatini çekmişti. Yavaşça eğilip bir izi parmağıyla yokladı. "Buraya biri yakın zamanda gelmiş. Lastik izleri taze. Bu, Zafir'in adamlarından biri olabilir."
Mete, Selçuk'un yanına geldi ve izlere baktı. "Doğru diyorsun, dikkatli olalım."
Dron, paslı vinçlerin çevresinde süzülürken Kubilay bir şey fark etti. "Durun, burada bir hareketlilik var!" dedi, ekranı ekibe doğru çevirerek. Görüntüde, terk edilmiş bir binanın çatısında açık bir kapı ve içeride hızlı bir şekilde kaybolan bir siluet görülüyordu.
Barış, kaşlarını kaldırdı. "Kâbus gibi adam. Her yerde bir gölgesi var."
Mete ciddi bir ifadeyle direktiflerini vermeye başladı. "Tamam, Kubilay dronla bölgeyi taramaya devam et. Selçuk ve Çilingir, binanın çevresinden dolanıp arka kapıyı kontrol edin. Barış, sen benimle geliyorsun. Ön kapıdan gireceğiz ama temkinli olun. Bu bir tuzak olabilir."
Herkes hızla pozisyon aldı. Çilingir ve Selçuk, binanın arka tarafına sessizce ilerlerken Kubilay, dronu yukarıda tutarak çevrede başka bir hareketlilik olup olmadığını kontrol ediyordu. Barış, silahını kontrol edip Mete'nin peşinden ilerledi. Ön kapıya yaklaştıklarında, içeriden hafif bir gıcırtı sesi geldi. Barış, fısıldayarak konuştu.
"Bunu biliyorum, filmlerde hep böyle başlıyor. Sonra bir patlama oluyor."
Mete ona göz ucuyla bakıp hafifçe gülümsedi. "Merak etme, patlarsa seni kahve makinesiyle toplarız."
Kapıya vardıklarında Mete, hafifçe omzunu kapıya yaslayarak içeriyi dinledi. İçeriden duyulan ayak sesleri ve metal bir eşyanın yere düşmesi sesiyle dikkatleri iyice keskinleşti. Mete el işaretiyle Barış'a hazır olmasını söyledi. Aynı anda, Çilingir ve Selçuk'un arka kapıdan yaklaştıklarını bildiren sessiz radyo sinyali geldi.
"Tamam, içeri giriyoruz," diye fısıldadı Mete ve kapıyı yavaşça iterek açtı. İçerisi karanlıktı, pas kokusu ve nemli hava burunlarına çarptı. Gözleri karanlığa alışırken, Barış alçak sesle sordu;
"Burası maden mi yoksa terk edilmiş bir korku evi mi?"
Mete, sessiz kalmalarını işaret etti ve içerideki uzun koridora doğru ilerledi. Arka kapıdan gelen Selçuk ve Çilingir, onlara katılarak koridorun iki ucunu kontrol etmeye başladı. Selçuk'un gözleri, yere düşmüş bir harita parçasına takıldı.
"Bunu burada bırakacak kadar dikkatsiz mi?" diye mırıldandı. Haritayı yerden kaldırıp Mete'ye uzattı. Harita, üzerindeki birkaç noktayla dikkat çekiyordu.
Tam o sırada yukarıdan bir gürültü koptu. Çatıda bir şey hareket etmişti. Barış, otomatik refleksle silahını yukarı doğrulttu.
Kubilay'ın telsizinden ses duyuldu. "Havadan baktım, çatıda bir çıkış var. Birileri kaçmaya hazırlanıyor olabilir!"
Mete, hızlı bir şekilde komut verdi. "Selçuk ve Çilingir, çatıyı kontrol edin. Barış, buradaki koridoru taramaya devam ediyoruz."
Ekip, hızla hareket ederken içerideki gerilim de yükseliyordu. Zafir'in gerçekten burada olup olmadığı hala belirsizdi ama herkes, bu kovalamacanın onları beklenmedik bir sona götüreceğini hissediyordu.
Selçuk ve Çilingir, binanın yan tarafındaki merdivenleri hızla tırmanırken dikkatle çevreyi kontrol ediyordu. Çatının üzerinde bir gölge belirmişti; birileri gerçekten kaçmaya çalışıyordu. Selçuk, fısıltıyla Çilingir'e döndü.
"Eğer bu Zafir ise, tek şansı var: ya teslim olur ya da..."
Çilingir, ona sert bir bakış attı. "Önce yakalayalım, sonra bakarız."
Çatıya çıktıklarında, gölgenin uzaklaşmaya başladığını gördüler. Bir adam, eski bir vinç platformunun üzerinden atlayarak karşıdaki binaya geçmeye çalışıyordu. Selçuk duraksamadan silahını doğrulttu.
"Dur, yoksa ateş ederim!" diye bağırdı.
Adam kısa bir an duraksadı, sonra hızla platformdan atladı. Ancak inişi pek başarılı olmadı; yere düşerken bir an sendeledi ve ayağı incinmiş gibi göründü. Çilingir, Selçuk'a baktı.
"İyi atlayamadı, bu bizim şansımız."
Selçuk, telsizden Mete'ye bilgi verdi. "Hedef çatıyı terk etti, kuzey tarafına doğru ilerliyor. Ayağı sakatlanmış olabilir. Şimdi peşindeyiz."
Bu sırada, binanın içinde Mete ve Barış koridoru taramaya devam ediyordu. Koridorun sonunda bir kapı vardı ve hafifçe aralıktı. Barış, eğilerek kapı aralığından içeriyi gözlemlemeye çalıştı.
"İçeride biri olabilir ama tam emin değilim," dedi.
Mete, işaret ederek Barış'a yavaşça kapıyı açmasını söyledi. Barış, dikkatle kapıyı iterken, içeriden bir metal boru yere düştü ve gürültüyle yuvarlandı. Barış, istemsizce irkilip geri çekildi.
Mete, odanın içine bir adım attı. Karanlıkta eski bir masa ve birkaç sandalyeden başka bir şey görünmüyordu. Duvarlarda paslı bir dolap ve yere saçılmış kağıtlar vardı. Bir anlığına her şey sessizleşti ama ardından dolabın arkasından bir hışırtı sesi geldi. Mete, anında silahını doğrulttu.
"Çık dışarı!" diye emretti.
Hışırtı devam etti ama kimse görünmedi. Mete yavaşça dolaba yaklaşıp kapısını açtı. İçeride bir adam vardı, elleriyle yüzünü kapatmıştı. Titreyen sesiyle konuştu.
"Lütfen vurmayın! Ben sadece burada çalışan biriyim!"
Mete, adamın ellerini kontrol ederken sert bir sesle sordu.
"Burada ne yapıyorsun? Miran Zafir nerede?"
Adam kekelemeye başladı.
"Z-Zafir... Bilmiyorum! Sadece bana burada beklememi söylediler. Geldiğini görmedim!"
Mete, sinirlenip adamın yüzüne biraz daha yaklaştı. "Yalan söylüyorsan, çok kötü bir gün geçirirsin. Anlaşıldı mı?"
Adam, başını hızla sallayarak cevap verdi.
"Hayır, hayır! Doğruyu söylüyorum. Beni burada bıraktılar!"
O sırada telsizden Selçuk'un sesi duyuldu. "Mete, hedef kuzeye kaçıyor. Muhtemelen bizi oyalamak için biri içeride bırakılmış."
Mete, hızla adamı bırakarak Barış'a döndü. "Hemen dışarı çıkıyoruz. Turalı'nın peşine düşelim!"
Ekip hızla binayı terk edip kuzey yönüne doğru ilerlemeye başladı. Çilingir ve Selçuk'un telsizden verdiği koordinatlarla, adamın saklanabileceği bir sonraki noktaya doğru yola koyuldular. Ancak içlerinde, bu kovalamacanın düşündüklerinden daha karmaşık olabileceği hissi hâkimdi.
Gece iyice ilerlemiş, Hakkâri'nin rüzgârı ekip üyelerinin yüzlerini kesmeye başlamıştı. Kuzeye doğru dar bir patikadan ilerlerken ay ışığı, etrafı bir parça aydınlatıyordu. Çevrede sessizlik hakimdi, yalnızca uzaklardan gelen bir köpeğin havlaması duyuluyordu.
Mete, telsizi kaldırarak Selçuk'a seslendi. "Hedefin konumu?"
Selçuk'un nefesi telsizde yankılandı. "Patikanın sonunda, terk edilmiş bir barakaya yöneldi. Ayağı sakat olduğu için hızı düştü ama dikkatli olmalıyız. Bu bir tuzak olabilir."
Çilingir araya girdi. "Barakayı kontrol edeceğiz. Yaklaştığınızda haber verin."
Mete, Barış'a dönüp kafasını salladı. "Silahları hazırda tut. Bu adamın ne yapacağı belli olmaz."
Patika daraldıkça, herkes birbirine daha yakın ilerliyordu. Kubilay, sessizliği bozarak mırıldandı. "Zafir'in bu kadar iyi saklanmasını sağlayan nedir sizce? Bir içgüdü mü, yoksa önceden planlanmış bir rota mı?"
Barış omzunun üzerinden geriye bakarak cevap verdi. "Adam tam bir profesyonel. Kaçış planını günler, hatta haftalar öncesinden yapmıştır ama bu kadar çabuk düşmesini beklemiyordum. Selçuk'un söylediği gibi, burada bir terslik olabilir."
Kubilay bir şey söylemek üzereyken, Mete'nin el kaldırmasıyla sustu. "Bir susun amına koyayım." diye fısıldadı.
Baraka artık net bir şekilde görünüyordu. Eski, tahta kaplaması yer yer çürümüş ve çatıdan sarkan teneke parçaları rüzgârda hafifçe sallanıyordu. Pencere camları kırılmıştı ve içeri karanlık görünüyordu. Çilingir, elindeki gece görüş dürbününü kaldırarak içeriyi taradı.
"Bir hareket var," dedi alçak bir sesle. "Zafir ya da biri içeride olabilir."
Mete, eliyle ekibi iki gruba ayırdı. Barış ve Kubilay sağdan ilerlerken, Mete ve Çilingir soldan yaklaşacaktı. Selçuk, telsizden destek için hazır olduğunu bildirdi.
Mete, kapıya ulaştığında yavaşça elini uzatıp tokmağı kontrol etti. Kilitli değildi. İçeriye bir işaret verdi ve aynı anda Çilingir'le birlikte içeri süzüldü. Baraka, beklenenden daha genişti. Ortada devrilmiş bir masa ve kenarda yırtık bir kanepe vardı. Yerde bir gaz lambası yanıyordu fakat kimse görünmüyordu.
Kubilay, sağ tarafta küçük bir kapıyı fark etti ve işaretle dikkat çekti. Mete, sessizce kapıya yöneldi. Tam elini kapının tokmağına uzattığı anda içeriden sert bir patlama sesi duyuldu. Ekip bir anlığına geri çekildi fakat hemen ardından Barış içeriye yöneldi.
Kapıyı açtıklarında içeride kimse yoktu, yalnızca yere yerleştirilmiş bir tuzak vardı. Bir gaz kutusu patlamış ve etrafa yoğun bir duman yayılmıştı. Mete, eliyle dumanı dağıtmaya çalışarak bağırdı.
"Hay amına koyacağım böyle işin!"
Selçuk'un sesi tekrar telsizde yankılandı. "Barakanın arkasında bir araç hareket halinde! Kuzeye doğru ilerliyor, yakalayabiliriz!"
Mete ve ekip hemen barakadan dışarı fırladı. Selçuk'un bahsettiği aracı gördüler; eski bir cip toz bulutları içinde patikadan aşağı hızla uzaklaşıyordu. Çilingir, yanındaki silahı doğrultarak lastiklere ateş etti.
Bir kurşun lastiklerden birine isabet etti ve cip yalpalamaya başladı. Araç birkaç metre daha ilerledikten sonra kontrolü kaybedip bir ağaca çarparak durdu. Ekip hızla araca doğru koşarken, içinden birinin güçlükle dışarı çıktığını gördüler. Ancak bu kişi Zafir değildi; genç bir adamdı, yüzünde korku dolu bir ifade vardı. Elleriyle başını kaldırarak bağırdı.
"Beni öldürmeyin! Ben sadece şoförüm!"
Mete, adamın yakasına yapışarak gözlerinin içine baktı. "Miran Zafir nerede?"
Adam titreyerek konuşmaya başladı. "Beni burada bıraktı! Başka bir araca binip gitti! Sadece zamana ihtiyacı vardı!"
Mete, yumruğunu sıkarken derin bir nefes aldı ve Barış'a döndü. "Kendine zaman kazandırmak için bir yem daha bıraktı ama çok uzağa gitmiş olamaz."
Selçuk, telsizden konuştu. "Etrafta araç geçişini kontrol edebileceğimiz başka bir güzergâh yok. O mutlaka yakınlarda bir yerde."
Mete, adamı bırakarak ekibe döndü. "Zafir'in izini kaybetmek istemiyoruz. Çilingir ve Turalı, aracı kontrol edin. Güvercin 5 ve Kokarca benimle geliyor. Çevredeki bölgeyi taramaya devam edeceğiz."
Ekip, yeniden organize olup Zafir'in izini sürmek için harekete geçti. Gece, zorlu bir kovalamacaya dönüşmüştü ve Hayalet Çoban'ın sırları hâlâ birer bilmece olarak önlerinde duruyordu.
12 Mart 2022 / 07:30 – CÜRÜM AVI
Miran Zafir'in izini kaybetmemek için herkesin gözü dört köşe olmuştu. Mete ve ekibi, gece boyunca yollarını kesen kayalıklar ve zorlu araziyi geçerek Zafir'in olabileceği yeni bir saklanma noktasına yöneldiler. Ekip, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte bölgeyi iyice taramaya başlamıştı. Havanın serinliği ve sisli sabah, onları biraz daha zorlayacak gibi görünüyordu.
"Burası Zafir'in oyun sahası. Bir hata yapmamamız gerekiyor." Sonra hızla bir sinyal almış gibi telsizini çıkardı ve Selçuk'a döndü. "Turalı, herhangi bir hareket?"
Selçuk'un sesi, biraz titrek olsa da netti. "Yaklaşık bir kilometre ileride terk edilmiş bir depo var. O nokta şüpheli görünüyor, size en yakın."
Mete hemen harekete geçti, ekibiyle birlikte hızla oraya doğru yöneldi.
Birkaç dakika sonra, terk edilmiş depo belirdi. Eski taş duvarları, çatısı çökmüş, içeriye ışık girmeyen karanlık bir yapıydı. Sadece yerdeki kırık camlar ve dağılmış eşyalar, içinde bir zamanlar hayat olduğuna dair izler bırakıyordu.
"Gözler dört açılmış olmalı. Burası kesinlikle Miran Zafir'in saklanma alanı olabilir," dedi Mete, elini çevresindeki çalılara doğru uzatarak dikkatlice ilerlerken.
Kubilay, oraya gelene kadar çevreyi tarıyordu. Yavaşça, "Burası Çoban'ın geçmişte de kullandığı yerlerden biri olabilir ama temkinli olmalıyız," dedi.
Mete, sinyali daha da güçlendirerek içeriye doğru yöneldi. Kapının önüne geldiklerinde, Barış birden hızla öne atıldı. "Ben açıyorum," dedi ve kapıyı aralayarak dikkatlice içeriye bakmaya başladı. Gözleri, her hareketi izliyordu.
İçeride, hiç beklenmedik bir şey oldu. Miran Zafir, ekip üyelerine doğru dönerek, sert bir ifadeyle onları izlemeye başladı. Üzerinde koyu renkli bir ceket ve pantolon vardı. Bir tabanca, belinde beliren bir tehdit gibi, görünüyor ama Zafir'in hiç paniklediği söylenemezdi.
"Sonunda beni buldunuz." dedi.
Miran Zafir, ekibin üzerine doğru bir adım daha attı. Atmosfer aniden gerildi; ekibin her biri, Zafir'in soğukkanlı tavırlarına rağmen dikkatle hareket ediyordu. Mete, ellerini silahına kaydırdı, gözleri Zafir'in her adımını izliyordu. Barış, gerilimden birkaç adım geriye çekilmişti ama her an harekete geçmeye hazırdı.
Zafir, elini cebine attı ve ufak bir cihaz çıkardı. "Beni yakalamaya geldiniz ama ben hep bir adım öndeydim. Eğer bir adım daha atarsanız, bu cihaz işleri değiştirebilir," dedi, ellerindeki cihazı onlara doğru göstererek. "Bir harekette bulunmak isterseniz, herkesin yolu burada sonlanır."
Çilingir, şüpheci bir bakışla Zafir'in elindeki cihazı izliyordu. "O elindeki cihazla senin de sonun olabilir."
Miran Zafir'in soğukkanlı ifadesi değişmedi. Bakışları Mete'ye çevrildi. Mete'nin zihnindeki düşüncelerinde Eyşan yerini alırken 'Öldürmem gerek, kadınımın mutluluğu için öldürmeliyim.' diye düşündü ama Miran Zafir, bir adım onlara yaklaştı.
"Sen benim karımı aldın." dedi ve durup başını sağa doğru eğdi.
"Sen benim çocuğu aldın."
Mete'nin içindeki öfke dalgası, Zafir'in söyledikleriyle daha da kabardı. Bu sözler, Zafir'in beklediği etkiyi yaratmıştı fakat Mete, zihninde çırpınan düşünceleri bir kenara bırakıp soğukkanlı kalmaya çalışıyordu. Hayalet Çoban'ın her kelimesi, sanki tüm geçmişiyle ilgili bir düğümün çözülmesini bekliyormuş gibiydi.
Mete, "Sen benim toprağımda, yarrağını sağlamca gezdirebileceğini mi sandın?" dediğinde Miran Zafir, gülümsedi ve elindeki düğmeye bakıp iç çekti.
"Keşke o topraklara daha iyi baksaydın." dedi ve saniyeler içinde düğmeye bastı. Mete, Çilingir, Selçuk, Kubilay ve Barış bir adım geriye sıçradıklarında Miran Zafir, belindeki tabancasını çıkartıp kendi kafasına sıktı.
"Lan!"
Miran Zafir'in yere yığılan bedenine bakılırken, bir anda odada yoğun bir sessizlik hakimdi. Herkesin nefesleri kesilmişti, Zafir'in öldüğü kesinleşmişti ama bu ölüm ne bir zafer ne de rahatlama getirdi. Leşin ölümünden sonra bile, içlerinde bir boşluk kalmıştı.
Çilingir'in telefonu acı bir şekilde çalmaya başladı. Bütün bakışlar Çilingir'in üzerinde mıhlandığında Çilingir, telefonu açtı ve hoparlöre aldı.
"BORA! ŞIRNAK ÖZEL TİM TABURUNU PATLATTILAR!"
-
BÖLÜM SONU
Merhabalar, merhabalar, merhabalar. Evet, bumladık. Çok da güzel patladık. Hani benim alkışım?
Çilingir'in adının da Bora olduğunu öğrendik.
Çilingir, namı değer Kdm. Üst. Bora Yalaz Arınlı.
Ona da merhaba deyin.
Neler olabileceğini tahmin edebiliyor musun? Tahminlerini merak ediyorum. Çünkü bu bölümün devamı yazıldı. Son noktası 1 Ocak günü koyulacak ve anında yayınlayacağım. Hepinize sağlıklı, sevdiklerinizle birlikte iyi seneler diliyorum.
Seneye görüşürüz.
Şakaydı.
Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle.
Sultan Çakır
otuz bir aralık iki bin yirmi dört
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.04k Okunma |
285 Oy |
0 Takip |
41 Bölümlü Kitap |